ON İKİNCİ MESELE:
Bazı ihtilâflar vardır ki, dikkate alınmaz. Bunlar iki kısımdır: (1)
Şeriatta kesin bulunan esaslara ters düşen hatalı görüşler. Buna daha önce işarette bulunulmuştu. (2)
Zahiren muhalif gibi gözükmekle birlikte aslında öyle olmayan görüşler. Bu kısımdan olanlar daha çok, Kitap ve sünnetin tefsiri sadedinde olur. Dikkat edilecek olursa müfessirlerin, seleften Ki-tab'ın lâfızlarının mânâlarına yönelik ilk bakışta birbirine muhalif gibi gözüken görüşler naklettikleri görülür. Fakat biraz üzerinde durulduğu zaman, onların, hepsini de içine alabilecek bir tarzda ifadelerinin mümkün olduğu görülür.[401] Şu halde bu gibi görüşleri, sahiplerinden hiçbirinin maksadını ihlâl etmeksizin birleştirmek mümkündür ve bu durumda görüş ayrılığından bahsetmek ve bu kabilden farklı görüşleri, dikkate alınması gereken muhalif görüş gibi değerlendirmek doğru olmaz. Aynı durum, sünetin açıklanması, keza imamların fetvaları ve ilmî meseleler hakkındaki sözleri hakkında da geçerlidir. Bu husus, üzerinde durulması gereken bir konudur. Çünkü aslında görüş ayrılığı bulunmayan bir meseleyi ihtilaflı bir konu olarak nakletmek, nasıl ki görüş ayrılığı bulunan bir konunun üzerinde ittifak edilmiş bir konuymuşcasına takdimi yanlışsa aynen onun gibi yanlıştır.
Bu husus açıklık kazandıktan sonra deriz ki: Bu ikinci kısımdan olan yerlerde görüş ayrılığından bahsetmenin sebepleri vardır: (1)
Söz konusu lâfzın tefsiri hakkında Rasûhıllah'tan (s.a.) ya da sahabeden birinden veya daha başkasından birşey zikredilir ve onlardan nakledilen o şey, lâfzın kapsamının bir kısmını oluşturur. Sonra bir başkası, yine lâfzın kapsamı dahilinde bulunan daha başka şeyler söyler. Daha sonra müfessirler her ikisinin ifadesine de aynen yer verirler. Bunun sonucunda da, sanki konu ile ilgili görüş ayrılığı varmış zannedilir. Oysa ki hakikatte böyle birşey yoktur. Meselâ "el-menn" hakkında, onun yufka ekmek olduğunu söylemişlerdir. Bunun yanı sıra onun zencebîl[402] olduğu veya kudret helvası (terencebîn[403]) olduğu da söylenmiştir. Keza ona suya kattıkları bir içecek de demişlerdir. (İn'âm ve ihsanda bulunmak mânâsına gelen) "el-Menn" lâfzı, bunların hepsini de kapsamaktadır. Zira Allah Teâlâ, onlara bu sayılan şeylerle in'âm ve ihsanda bulunmuştur. Bu noktadan hareketledir ki hadiste: "Mantar (el-kem'e), Allah Teâlâ'nın İsrailoğulları üzerine indirmiş olduğu "menn"dendir"[404] buyurulmuştur. Buna göre "el-menn", nimetler cümlesidir ve onun hakkında görüş beyan edenler, sadece ondan birer örnek zikretmiş gibi olurlar. (2)
Nakil sırasında, hepsi de aynı mânâya çıkacak farklı şeyler zikredilmesi. Bu durumda tefsir, aslında aynı görüş üzerinde olmakla birlikte farklı lâfızlarla nakledilmesi sanki konu hakkında görüş ayrılığı varmış intibaını verir. Meselâ "es-selvâ" kelimesi hakkında, bıldırcına benzer bir kuştur demişlerdir. Bunun yanı sıra şöyle şöyle Özelliği olan kırmızı bir kuş, Hind kökenli serçeden büyük bir kuş olduğu da söylenmiştir. Keza "el-menn" hakkında "ağaçlar üzerine yağan birşeydir ve yenilir"; "tatlı bir reçinedir" "kudret helvasıdır (terencebîn)"; "kalın kıvamlı üzüm şırası gibi birşeydir"; "donmuş baldır" da denilmiştir. Bu gibi şeylerin aynı şey üzerine hamledilmesi doğru olur ve dolayısıyla konu ile ilgili görüş ayrılığı bulunmaz. (3)
Görüşlerden biri lâfzın lügat yönünden tefsiri, diğeri ise mânâ açısından tefsiri şeklinde olur. Tabiî ki i'râb[405]açısından yapılan izah ile mânâ açısından yapılacak olan izah arasında fark olacaktır. Bununla birlikte her ikisi de sonuçta aynı hükme çıkacaktır. Çünkü lâfzın üzerinde lügat açısından durulması, aslî vaz'm izahı anlamına gelir. Diğeri[406] ise, kullanılış halindeki mânânın izahına yönelik olur. Nitekim:âyeti[407] hakkında "el-mukvîn"den maksadın yolcular olduğunu söylemişlerdir. Keza "çöl bir arazi üzerine inenler" mânâsı da vermişlerdir. Aynı şekilde:
âyetindeki "kâri'a"[408] hakkında da "ansızın kendilerini yakalayan musibet" mânâsı yanında, Rasûlullah'm (s.a.) seriyyelerinden biri mânâsı da verilmiştir. Örnekleri çoğaltmak mümkündür. (4)
Mevcut görüş ayrılığının aynı nokta üzerinde bulunmaması. Meselâ, "Mefhûmun umûmu var mıdır, yok mudur?" meselesindeki ihtilâfları böyledir.[409] Şöyle ki: Mefhûmun delilliğini kabul edenler, [2171 onun mantûkun dışında kalan şeyler için âmm olduğunda ihtilâf etmemektedirler. Umûmunu kabul etmeyenler ise, bununla, mantûkun bulunması sebebiyle umûmun sabit olamayacağını kastetmiş olmaktadırlar. Bu haliyle konu, üzerinde ihtilâfın bulunmadığı bir konu olmaktadır. Pek çok mesele bu kabildendir. Aslında konu hakkında görüş ayrılığı yoktur ancak, görüşler nakledilirken, sanki mesele ihtilaflı imiş gibi nakledilir.
(5)
Aynı imama nisbetle farklı görüşlerin olması gibi fertlerin kendilerine has durumların olması. Zaman içerisinde muctehid görüşünü değiştirebilir ve daha önce verdiği fetvasından dönerek farklı bir görüşe geçebilir. Böyle bir durumda mesele hakkında ihtilâf bulunduğunu söylemek doğru olmaz. Çünkü imamın birinci görüşünden dönerek ikinci görüşe geçmesi, birinciyi attığı ve ikinci görüşünün onu neshettiği anlamına gelir. Bu konuda bazı son devir hukukçularının karşı görüşleri varsa da, doğrusu bizim söylediğimiz-dir. Buna, daha Önce geçen şeriatın tek hüküm üzere olduğu ve aksinin caiz olmadığı İlkesi de delâlet eder. Bu durum bazen, zikredilenden daha genel bir mahiyet arzedebilir. Meselâ, ulemâ bir konuda ikiye ayrılır, sonra bu iki gruptan biri diğerinin görüşüne döner ve böylece ortada ihtilâf kalmaz. Nitekim İbn Abbâs'm müt'a nikâhı ve ribâ'l-fadlın[410] helâlliğine dair eski görüşünden dönmesi, keza inzal olmasa dahi sırf sünnet mahallinin girmesi sebebiyle gusül gerekeceği konusunda Ensâr'ın Muhacirlerin görüşüne dönmeleri[411] böyledir. Dolayısıyla bu gibi meselelerin ihtilaflı konulardan sayılması uygun değildir. (6)
İhtilâfın hükümde değil de amelde vuku bulması. Kıraat i-mamlarının kıraat şekillerindeki ihtilâfları böyledir. Onlar okudukları kıraatleri, diğer şekilleri inkâr ederek, sadece kendi kıraatlerinin doğru olduğu iddiasıyla okumamaktadırlar. Aksine diğerlerinin de sahihliğini kabul etmektedirler. Bu durumda aralarındaki görüş ayrılığı sadece tercihlerde olmaktadır ve bu gerçekte bir ihtilâf değildir. Çünkü sıhhati üzerinde ittifak ettikleri nakillerde ihtilâf etmezler.[412] (7)
Ayet ya da hadisin tefsirinin aynı müfessirden farklı ihtimaller gözönünde bulundurularak yapılmış olması ve her ihtimale uygun düşecek sonuçlara varması ve bu arada tercih konusunda bir görüş ayrılığından bahsetmemesi, aksine mânâların geniş tutulması esasından hareket etmesi. Bu da, görüş ayrılığı olarak kabul edilmez. Çünkü gerçek anlamda bir ihtilâftan bahsedebilmek için, her görüş sahibinin sadece bir ihtimali benimsemiş olması ve o onu tercih ettiği delil ile desteklemesi ve böylece diğer görüşlere iltifat etmemesi gerekir. Burada ise böyle bir durum yoktur. (8)
Görüş ayrılığının, aynı mânânın (meselâ hakikate mi yoksa mecaza mı hamledileceği gibi) ne üzere indirileceği hususunda vuku bulması. Meselâ sonuç aynı olmakla birlikte bir kısmının mecaza hamletmeleri, diğer bir kısmının ise hakikate hamletmeleri gibi. Nitekim "Allah ölüden diri çıkarır, diriden ölü çıkarır"[413] âyeti hakkında müfessirlerin yaptığı böyledir. Onlardan kimisi, âyette geçen hayat ve ölümü hakikî mânâsı üzerine almış, kimi de mecaza hamletmiştir. Mânâ bakımından aralarında ise bir fark bulunmamaktadır. Benzeri bir örnek de şudur: İbn Cinnî, İsa b. Ömer'den bir başkasından da nakledilmiştir şöyle nakleder: Zü'r-Rümme'yi şu şiiri okurken işittim:
Bunun üzerine ona: "Bu şiiri daha Önce bana şeklinde okumuştun?!" dedim. aynıdır, diye cevap verdi.[414] Aynı duruma âyeti hakkında da vâriddir. Zira onun hakkında "gündüz gibi bembeyaz, hiçbir şey yok" mânâsı verildiği gibi "gece gibi simsiyah, hiçbirşey yok" mânâsı da verilmiştir. Her ne kadar birbiri ile asla bir araya gelmesi mümkün olmayan iki zıd şey ile teşbih edilmiş olsa da ifade edilmek istenen maksat aynı şeydir. (9)
Görüş ayrılığının tevilde ve zahirin haricî bir delilin gereğine hamledilmesi sırasında meydana gelmesi. Burada tevile girişen herkesin maksadı, lâfzın, zahirinden alınarak tevili gerekli kılan delil ile uyuşacağı bir yöne hamle dilmesi dir ve bu konuda yapılan bütün teviller birbirine eşittir. Dolayısıyla murad olunan mânâ hakkında bir görüş ayrılığı bulunmamaktadır.[415] Bu tür teviller daha çok, zahirî teşbihi anımsatan lâfızlarda olur. Diğerlerinde de çokça bulunur. Meselâ, meclis muhayyerliği getiren hadiste[416]İmam Mâlik'in görüşüne[417] müsteniden yapılan teviller böyledir. (10)
Maksat aynı olduğu halde onu ifade etmek için kullanılan ifadelerde meydana gelen görüş ayrılığı. Meselâ haber hakkında ihtilâf etmişlerdir: Acaba haber sadece doğru ve yalan diye iki kısma mı ayrılır? Yoksa, ne doğru ne de yalan olan bir üçüncü kısım daha mı vardır? Bu tamamen ifadede söz konusu olan bir ihtilâf olup, mânâ üzerinde ittifak bulunmaktadır. Farz ve vâcib kavramları hakkında da durum aynıdır. Hanefîler ile diğerleri arasındaki fark, bu kavramlardan ne kastedildiği esası üzerine kuruludur. Kadı Abdulvahhâb "Vitir vacip midir?" meselesi hakkında şöyle der: "Eğer Hanefîler bu sözleriyle "Terki haramdır ve o kişi bu yüzden cerhedilir ve adalet vasfını yitirir" demeyi kastediyorlarsa, o zaman bizimle onlar arasındaki görüş ayrılığı, delillerin kapsaması imkânı bulunan bir mânâda olmaktadır. Eğer bunu demek istemiyorlar ve 'Terki haram değildir ve terkeden kişi bu yüzden cerhedi-lerek adalet vasfını yitirmez" demeyi[418] kastediyorlarsa, o zaman onun vacip diye isimlendirilmesi, sadece sözde kalan bir ihtilâf olur [220i ve ona karşı delil getirme çabasına girmek doğru olmaz. Onun bu dedikleri vakıa doğrudur. Çünkü ıstılahların seçimi konusunda illâ da şu olacak diye bir kayıt yoktur. Lâ müşâhhate fi'l-ıstılâhât. Bu durumda mevcut surî ihtilâf üzerine zaten bir hüküm de terettüp etmeyecektir. Dolayısıyla bu gibi ihtilâfları gerçek mânâda görüş ayrılığı kabul etmek doğru olmaz.
Buraya kadar saydıklarımız, mevcut görüş ayrılıklarının dikkate alınmaması gerektiği on yer olmaktadır. Müctehidin bunları hep aklında tutması gerekir ki, diğerlerini bunlara kıyas edebilsin, herhangi bir gevşeklik gösterip de, icmâa muhalefet[419]gibi bir duruma düşmesin.
Fasıl:
Şöyle denilebilir: İlk bakışta görüş ayrılığı gibi gözüken şeyler, işin aslına bakıldığı zaman uzlaşmaya çıkan şeylerdir.[420]Şöyle ki:
Daha önce de ortaya konduğu üzere şeriat sonuç itibarıyla tek bir görüşe varır. Şer'î meselelerde mevcut bulunan ihtilâflar, onların hükmünün açık ve net bulunan iki ucun arasında yer alır olmasından ve müctehidlerin farklı yaklaşımlarından, bazı delillerin kendilerine gizli kalmasından ve onlara vakıf olamamalarından kaynaklanmaktadır.
Bu ikincisi hakkında gerçek anlamda bir görüş ayrılığından bahsetmek mümkün değildir. Zira şayet müctehid, kendisine gizli kalan delillere vakıf olacak olsaydı, kendi görüşünden vazgeçecekti[421] Bu yüzdendir ki, kadılarca delillere muhalif olarak verilen hükümler geçerli sayılmamaktadır.
Birinciye gelince, iki uç arasında hükmün gidip gelmesi demek[422], her bir müctehidin Sâri' Teâlâ'nm ikisi arasındaki müb-hem olan kasdını araştırması ve O'nun kasdına götürecek delili bulması ve ona tâbi olması demektir. Müctehidler bu iki kasıdda[423] tam bir mutabakat içerisindedirler ve onlardan her biri şayet kendi ulaştığı görüşünün aksi ortaya çıkacak olsa, derhal ona dönecek ve daha önce muhalifi olan o müctelıid ile uyum içine girecek haldedir. Dolayısıyla bu kısım da mânâ bakımından ikinci kısma rari bir hal almaktadır.[424] Şu halde gerçekte ihtilâf, Sâri' Teâlâ'nın tek olan maksadına ulaştıran yolda olmaktadır. Şu kadar var ki, müctehidin kendi içtihadı sonunda ulaştığı görüşten, bir beyan olmaksızın dönmesi ittifak ile mümkün değildir. Bu hem her müctehidin içtihadında isabetli olduğu (ımısavvibe) görüşüne, hem de sadece biri hariç diğer müctehidlerin hatalı olacağı görüşüne göre böyledir. Zira bir müctehidin, bir başkasının görüşü ile isterse o da isabetli görülsün onun hatalı olduğunu kabul etmesi halinde olduğu gibi amel etmesi caiz değildir. Her müctehidin içtihadında isabetli olduğu (musavvibe) görüşüne göre, isabet izafîdir.[425] Dolayısıyla iki görüş bu açıdan bakıldığı zaman tek bir görüşe[426] çıkmaktadır. Durum böyle olunca da onlar aslında muhalif değil müttefik olmaktadırlar. İşte bu noktadan hareketledir ki, içtihadı meselelerde farklı görüşlere sahip olan müctehidler arasında karşılıklı dostluk, şefkat, saygı ve sevgi olagelmiş, bunlar birbirine düşman gözüyle bakan gruplar, ayrı ayn fırkalar haline dönüşmemişlerdir. Çünkü hepsi de, Sâri' Teâlâ'nın kasdına ulaşma konusunda birleşmektedirler. Şu halde yolların ayrı olması etkin değildir. Bu aynen farklı ibadetlerle Allah'a kullakta bulunan kimselerin arasında ihtilâf olmayısı gibidir. Meselâ, biri namaz ile, diğeri oruç ile, bir üçüncüsü sadaka ile, bir başkası daha farklı bir ibadetle Allah'a yaklaşmaya çalışır. Bu halleriyle onların hepsi de her ne kadar yöneliş şekilleri farklı farklı da olsa Ma'bûd olan Allah'a yönelme esası üzerinde birleşmektedirler.Müctehidlerin durumu da aynı şekildedir. Madem ki onların maksadı, Sâri' Teâlâ'nın kasdını yakalamaktır, o halde sözleri bir, görüşleri aynı demektir. Bunun içindir ki hem onlar hem de kendilerini taklit eden kimseler için daha önce de geçtiği gibi ihtilaflı görüşlerle amel etmek sahih değildir. Zira ihtilaflı görüşlerfe amel etmek ve onlarla kulluk icrasında bulunmak, sonuç itibarıyla Sâri' Teâlâ'nın maksadına ulaşmak değil, he-va ve heveslere tâbi olmak anlamına gelmektedir. Görüşlerin bizatihi kendileri maksûd değillerdir, aksine onlar üzerinde birleşi-len maksadın elde edilmesi ve öğrenilmesi için önem taşırlar. Şu halde kulluk icrasının (taabbud) üzerinde birleşilmiş bir şekil olması gerekmektedir, aksi takdirde sahih olmaz. Allah'u a'lem!
Fasıl:
Böylece lâfızda kalmayan gerçek anlamda bulunan görüş ayrılıklarının (hilaf) saptırıcı hevâ ve heveslerden kaynaklandığı, icmali ve tafsili olarak delillere tâbi olmak suretiyle Sâri' Teâlâ'mn kasdına ulaşma çabasından kaynaklanmadığı ortaya çıkmaktadır. Şu halde gerçek anlamda görüş ayrılığı, hevâ ve heves sahipleri tarafından ileri sürülen ihtilâflardır. İşin içine hevâ ve heves girdi mi, bu, galebe çalmak, şöhret olmak gibi arzularla konunun ihtilaflı olduğu da ileri sürülerek nassların müteşâbih olanlarına uyulmasına sebep olur ve bu da ayrılık, kopma, düşmanlık, kin ve husûmet gibi sonuçlara götürür. Çünkü hevâ ve hevesler farklı olduğundan, onların gereği doğrultusunda hareket edildiğinde anlaşmanın sağlanmasına imkân yoktur. Oysa ki şeriat, hevâ ve heveslere tâbi olmanın kesin olarak önünün alınması için gelmiştir. Hal böyle iken eğer nefsânî arzular, delilin bir kısım öncülleri halini alıyorsa, elbette ki o delil, sadece ve sadece hevâ ve heveslere tâbi olma sonucundan başkasını doğurmayacaktır. Bu ise şeriata muhalefettir; şeriata muhalefetin de dinde bir yeri yoktur. Hevâ ve heveslere uyma, eğer şeriata uyma zannı ile yapılıyorsa, bu bir sapıklıktır. O yüzden de bid'atler sapıklık olarak nitelenmiş ve "her bid'at dalâlettir" buyurulmuştur. Çünkü bid'at sahibi, kendisinin isabetli olduğu kuruntusuna kapılması hasebiyle hatalıdır. Hevâ ve heveslerin amellere karışması her zaman için açık değildir.[427]
Sonuç olarak diyoruz ki, hevâ ve heveslerine uyan kimselerin görüşleri, şeriatta dikkate alınması istenen görüş ayrıhklarınden sayılamaz. Dolayısıyla şer'î mesâilde bu cihetten herhangi bir görüş ayrılığının bulunduğundan bahsetmek doğru olmaz.
İtiraz: Bu sonuç kabul edilemez. Çünkü âlimler onların görüşlerini şer'ı hilaf meyanında dikkate almışlar, usûl ilimlerinde onların sözlerini nakletmişler, üzerlerine çeşitli ayrıntılar getirmişler, icmâın oluşması konusunda onları da dikkate almışlardır. Bütün bunlar, onların görüşlerinin dikkate alınması demektir.
Cevap: Bu itiraza iki açıdan cevap vermek mümkündür: (1)
Bir kere biz, âlimlerin onların görüşlerine değer verdikleri ve dikkate aldıkları iddiasını kabul etmiyoruz. Aksine onlar, bu tür görüşlere, aynen yahudi, hıristiyan ve diğer milletlerin görüşlerini zikredip, onların yanlış olduklarını beyan etmeleri gibi sırf onları reddetmek ve sakatlıklarını göstermek için yer vermişlerdir. Bu durum usûl ilimlerinde açıktır. Onlar üzerine getirilen ayrıntılar da, nihayet onların üzerine kurulmuştur. (2)
Haydi diyelim ki âlimler onların görüşlerine değer vermişlerdir. O zaman bu, onların görüşlerine ulaşırken mutlak anlamda nefsânî arzularına uymuş olmamaları açısından olacaktır. Mutlak anlamda hevâ ve heveslere uyan kimse, şerîatı temelden kabul etmeyen kimselerdir. Ama bir kimse şerîatı tasdik eder, sonra onda ilerler ve hakkında, 'sadece delilin gereğine uyar, delil kendisini nereye çekerse oraya gider' zannının besleneceği bir dereceye ulaşırsa, böyle bir kimse hakkında mutlak anlamda hevâ ve heves peşindedir denemez. Aksine o kişinin şeriata tâbi olduğundan, şu kadar var ki, müteşâbihlere uyması sebebiyle işin içine nefsânî arzularını da karıştırmış olduğundan söz edilir. Bu haliyle o, bir taraftan nefsânî arzularını işin içine kattığından hevâ ve heveslerine tâbi zümre ile ortak yöne sahiptir, diğer taraftan da hak ve hakikat ehli ile müştereklikleri vardır; zira bir anlamda delile tâbi olmakta ve onun gereğinden başkasını kabul etmemektedir. Kaldı ki, bunların aynı şeye ulaşma gibi hak ve hakikat ehli ile nihâî olarak maksat birlikleri de bulunmaktadır. Bu da şeriata uymadır. Meselâ en şiddetli görüş ayrılıklarının bulunduğu konu Allah'ın sıfatları konusudur ve kimisi bunları inkâr eder, kimisi de isbat. Buna rağmen biz her iki gruba da baktığımız zaman, onlardan her birinin Allah Teâlâ'nın her türlü noksanlıklardan tenzih edilmesi, kusurlardan beri kılınması ve sonradan yaratılmışlara benzetilmemesi gibi delillerin gereği olan bir esas etrafında dönüp dolaştıklarını görürüz. Onların yolda ihtilâf etmeleri, her iki taraf hakkında da asıl olan bu kasdı ihlal etmeyebilir. Usûlle ilgili diğer meselelerde de durumun böyle olduğu görülür. Burada şunu da eklemek gerekir: Bu meselelerden bazıları vardır ki, vürudunda problem bulunmakta ve esasen onlara dalınması riskli olmaktadır. Bu yüzden de şeriatta, onların bid'atleri sebebiyle İslâm'dan çıkmış olduklarına dair bir açıklık bulunmamaktadır.
Sonra, onlar müslümanlarm çoğunluğu içerisinde yer almışlar, kendilerince zahirde müctehidlerin takındığı tavrı takınmışlardır. Sâri' Teâlâ ise, genelde onların açıkça belirlenmesi yoluna gitmemiştir. Bu durumda onlar ancak ictihâd yoluyla belirlenmiş olacaklardır. İçtihada temel alınacak şeyler ise farklılık arzeder Bu durumda onların görüşlerini de nakletmekten, yazılan eserlere almak suretiyle onları dikkate almak ve üzerinde durmaktan, uygunlukta ve ayrılıkta onlara da itibar etmekten başka yol yoktur. Böylece görüşler hakkında sürekli bir değerlendirme imkânı elde edilmiş olur. Aksi takdirde onlara nisbet edilen herşey hak da olsa reddedilir ve hak olanı bâtıl olanından ayırdedilmez. Bu konu ile ilgili Ki-tâbu'l-İcmâ'da açıklama bulunmaktadır.[428] İşte bu gerekçelerin bulunması sebebiyle, onların karşı görüşleri de hilaf meyamnda nakledilmiştir.
İşin aslına gelince, onların hak ve hakikat ehli ile birleştikleri yerde uyuşma meydana gelmekte, ihtilâf ettikleri yönden ise ayrılık doğmaktadır. Bu durumda, uyuşma noktasında işin esasında da öyle olduğu, sahih bulunduğu ve birlik sağlandığı için bir görüş ayrılığı bulunmamaktadır. İhtilâf yönünden ele alındığında ise, onlar bu konuda kesin olarak hatalı bulunmaktadırlar. Bu haliyle görüşleri, "zelle"ler mesabesinde bulunmakta ve hilafta dikkate alınması gereken farklı görüş kabilinden sayılmamaktadır. Şu halde nereden bakılırsa bakılsın ittifak mevcut bulunmaktadır.
Bu meseleden çıkan sonuç şudur: İslâm'ın hükmü, her bir şer'î meselede tektir; farklı imiş gibi gözükse bile işin aslı Öyle değildir ve farklı görüşler sonuçta hep teke râcidir. Eğer sözü uzatma endişesi olmasaydı, konu ilgili deliller ve doyurucu örnekler verilmek suretiyle yeterince açıklanabilirdi. Ancak bu arzettiklerimizin konu ile ilgili yeterli olduğu kanaatindeyiz. Bu yüzden de sözü uzatmak istemiyoruz. Doğruya muvaffak kılan Allah'tır. [429]
Şeriatta kesin bulunan esaslara ters düşen hatalı görüşler. Buna daha önce işarette bulunulmuştu. (2)
Zahiren muhalif gibi gözükmekle birlikte aslında öyle olmayan görüşler. Bu kısımdan olanlar daha çok, Kitap ve sünnetin tefsiri sadedinde olur. Dikkat edilecek olursa müfessirlerin, seleften Ki-tab'ın lâfızlarının mânâlarına yönelik ilk bakışta birbirine muhalif gibi gözüken görüşler naklettikleri görülür. Fakat biraz üzerinde durulduğu zaman, onların, hepsini de içine alabilecek bir tarzda ifadelerinin mümkün olduğu görülür.[401] Şu halde bu gibi görüşleri, sahiplerinden hiçbirinin maksadını ihlâl etmeksizin birleştirmek mümkündür ve bu durumda görüş ayrılığından bahsetmek ve bu kabilden farklı görüşleri, dikkate alınması gereken muhalif görüş gibi değerlendirmek doğru olmaz. Aynı durum, sünetin açıklanması, keza imamların fetvaları ve ilmî meseleler hakkındaki sözleri hakkında da geçerlidir. Bu husus, üzerinde durulması gereken bir konudur. Çünkü aslında görüş ayrılığı bulunmayan bir meseleyi ihtilaflı bir konu olarak nakletmek, nasıl ki görüş ayrılığı bulunan bir konunun üzerinde ittifak edilmiş bir konuymuşcasına takdimi yanlışsa aynen onun gibi yanlıştır.
Bu husus açıklık kazandıktan sonra deriz ki: Bu ikinci kısımdan olan yerlerde görüş ayrılığından bahsetmenin sebepleri vardır: (1)
Söz konusu lâfzın tefsiri hakkında Rasûhıllah'tan (s.a.) ya da sahabeden birinden veya daha başkasından birşey zikredilir ve onlardan nakledilen o şey, lâfzın kapsamının bir kısmını oluşturur. Sonra bir başkası, yine lâfzın kapsamı dahilinde bulunan daha başka şeyler söyler. Daha sonra müfessirler her ikisinin ifadesine de aynen yer verirler. Bunun sonucunda da, sanki konu ile ilgili görüş ayrılığı varmış zannedilir. Oysa ki hakikatte böyle birşey yoktur. Meselâ "el-menn" hakkında, onun yufka ekmek olduğunu söylemişlerdir. Bunun yanı sıra onun zencebîl[402] olduğu veya kudret helvası (terencebîn[403]) olduğu da söylenmiştir. Keza ona suya kattıkları bir içecek de demişlerdir. (İn'âm ve ihsanda bulunmak mânâsına gelen) "el-Menn" lâfzı, bunların hepsini de kapsamaktadır. Zira Allah Teâlâ, onlara bu sayılan şeylerle in'âm ve ihsanda bulunmuştur. Bu noktadan hareketledir ki hadiste: "Mantar (el-kem'e), Allah Teâlâ'nın İsrailoğulları üzerine indirmiş olduğu "menn"dendir"[404] buyurulmuştur. Buna göre "el-menn", nimetler cümlesidir ve onun hakkında görüş beyan edenler, sadece ondan birer örnek zikretmiş gibi olurlar. (2)
Nakil sırasında, hepsi de aynı mânâya çıkacak farklı şeyler zikredilmesi. Bu durumda tefsir, aslında aynı görüş üzerinde olmakla birlikte farklı lâfızlarla nakledilmesi sanki konu hakkında görüş ayrılığı varmış intibaını verir. Meselâ "es-selvâ" kelimesi hakkında, bıldırcına benzer bir kuştur demişlerdir. Bunun yanı sıra şöyle şöyle Özelliği olan kırmızı bir kuş, Hind kökenli serçeden büyük bir kuş olduğu da söylenmiştir. Keza "el-menn" hakkında "ağaçlar üzerine yağan birşeydir ve yenilir"; "tatlı bir reçinedir" "kudret helvasıdır (terencebîn)"; "kalın kıvamlı üzüm şırası gibi birşeydir"; "donmuş baldır" da denilmiştir. Bu gibi şeylerin aynı şey üzerine hamledilmesi doğru olur ve dolayısıyla konu ile ilgili görüş ayrılığı bulunmaz. (3)
Görüşlerden biri lâfzın lügat yönünden tefsiri, diğeri ise mânâ açısından tefsiri şeklinde olur. Tabiî ki i'râb[405]açısından yapılan izah ile mânâ açısından yapılacak olan izah arasında fark olacaktır. Bununla birlikte her ikisi de sonuçta aynı hükme çıkacaktır. Çünkü lâfzın üzerinde lügat açısından durulması, aslî vaz'm izahı anlamına gelir. Diğeri[406] ise, kullanılış halindeki mânânın izahına yönelik olur. Nitekim:âyeti[407] hakkında "el-mukvîn"den maksadın yolcular olduğunu söylemişlerdir. Keza "çöl bir arazi üzerine inenler" mânâsı da vermişlerdir. Aynı şekilde:
âyetindeki "kâri'a"[408] hakkında da "ansızın kendilerini yakalayan musibet" mânâsı yanında, Rasûlullah'm (s.a.) seriyyelerinden biri mânâsı da verilmiştir. Örnekleri çoğaltmak mümkündür. (4)
Mevcut görüş ayrılığının aynı nokta üzerinde bulunmaması. Meselâ, "Mefhûmun umûmu var mıdır, yok mudur?" meselesindeki ihtilâfları böyledir.[409] Şöyle ki: Mefhûmun delilliğini kabul edenler, [2171 onun mantûkun dışında kalan şeyler için âmm olduğunda ihtilâf etmemektedirler. Umûmunu kabul etmeyenler ise, bununla, mantûkun bulunması sebebiyle umûmun sabit olamayacağını kastetmiş olmaktadırlar. Bu haliyle konu, üzerinde ihtilâfın bulunmadığı bir konu olmaktadır. Pek çok mesele bu kabildendir. Aslında konu hakkında görüş ayrılığı yoktur ancak, görüşler nakledilirken, sanki mesele ihtilaflı imiş gibi nakledilir.
(5)
Aynı imama nisbetle farklı görüşlerin olması gibi fertlerin kendilerine has durumların olması. Zaman içerisinde muctehid görüşünü değiştirebilir ve daha önce verdiği fetvasından dönerek farklı bir görüşe geçebilir. Böyle bir durumda mesele hakkında ihtilâf bulunduğunu söylemek doğru olmaz. Çünkü imamın birinci görüşünden dönerek ikinci görüşe geçmesi, birinciyi attığı ve ikinci görüşünün onu neshettiği anlamına gelir. Bu konuda bazı son devir hukukçularının karşı görüşleri varsa da, doğrusu bizim söylediğimiz-dir. Buna, daha Önce geçen şeriatın tek hüküm üzere olduğu ve aksinin caiz olmadığı İlkesi de delâlet eder. Bu durum bazen, zikredilenden daha genel bir mahiyet arzedebilir. Meselâ, ulemâ bir konuda ikiye ayrılır, sonra bu iki gruptan biri diğerinin görüşüne döner ve böylece ortada ihtilâf kalmaz. Nitekim İbn Abbâs'm müt'a nikâhı ve ribâ'l-fadlın[410] helâlliğine dair eski görüşünden dönmesi, keza inzal olmasa dahi sırf sünnet mahallinin girmesi sebebiyle gusül gerekeceği konusunda Ensâr'ın Muhacirlerin görüşüne dönmeleri[411] böyledir. Dolayısıyla bu gibi meselelerin ihtilaflı konulardan sayılması uygun değildir. (6)
İhtilâfın hükümde değil de amelde vuku bulması. Kıraat i-mamlarının kıraat şekillerindeki ihtilâfları böyledir. Onlar okudukları kıraatleri, diğer şekilleri inkâr ederek, sadece kendi kıraatlerinin doğru olduğu iddiasıyla okumamaktadırlar. Aksine diğerlerinin de sahihliğini kabul etmektedirler. Bu durumda aralarındaki görüş ayrılığı sadece tercihlerde olmaktadır ve bu gerçekte bir ihtilâf değildir. Çünkü sıhhati üzerinde ittifak ettikleri nakillerde ihtilâf etmezler.[412] (7)
Ayet ya da hadisin tefsirinin aynı müfessirden farklı ihtimaller gözönünde bulundurularak yapılmış olması ve her ihtimale uygun düşecek sonuçlara varması ve bu arada tercih konusunda bir görüş ayrılığından bahsetmemesi, aksine mânâların geniş tutulması esasından hareket etmesi. Bu da, görüş ayrılığı olarak kabul edilmez. Çünkü gerçek anlamda bir ihtilâftan bahsedebilmek için, her görüş sahibinin sadece bir ihtimali benimsemiş olması ve o onu tercih ettiği delil ile desteklemesi ve böylece diğer görüşlere iltifat etmemesi gerekir. Burada ise böyle bir durum yoktur. (8)
Görüş ayrılığının, aynı mânânın (meselâ hakikate mi yoksa mecaza mı hamledileceği gibi) ne üzere indirileceği hususunda vuku bulması. Meselâ sonuç aynı olmakla birlikte bir kısmının mecaza hamletmeleri, diğer bir kısmının ise hakikate hamletmeleri gibi. Nitekim "Allah ölüden diri çıkarır, diriden ölü çıkarır"[413] âyeti hakkında müfessirlerin yaptığı böyledir. Onlardan kimisi, âyette geçen hayat ve ölümü hakikî mânâsı üzerine almış, kimi de mecaza hamletmiştir. Mânâ bakımından aralarında ise bir fark bulunmamaktadır. Benzeri bir örnek de şudur: İbn Cinnî, İsa b. Ömer'den bir başkasından da nakledilmiştir şöyle nakleder: Zü'r-Rümme'yi şu şiiri okurken işittim:
Bunun üzerine ona: "Bu şiiri daha Önce bana şeklinde okumuştun?!" dedim. aynıdır, diye cevap verdi.[414] Aynı duruma âyeti hakkında da vâriddir. Zira onun hakkında "gündüz gibi bembeyaz, hiçbir şey yok" mânâsı verildiği gibi "gece gibi simsiyah, hiçbirşey yok" mânâsı da verilmiştir. Her ne kadar birbiri ile asla bir araya gelmesi mümkün olmayan iki zıd şey ile teşbih edilmiş olsa da ifade edilmek istenen maksat aynı şeydir. (9)
Görüş ayrılığının tevilde ve zahirin haricî bir delilin gereğine hamledilmesi sırasında meydana gelmesi. Burada tevile girişen herkesin maksadı, lâfzın, zahirinden alınarak tevili gerekli kılan delil ile uyuşacağı bir yöne hamle dilmesi dir ve bu konuda yapılan bütün teviller birbirine eşittir. Dolayısıyla murad olunan mânâ hakkında bir görüş ayrılığı bulunmamaktadır.[415] Bu tür teviller daha çok, zahirî teşbihi anımsatan lâfızlarda olur. Diğerlerinde de çokça bulunur. Meselâ, meclis muhayyerliği getiren hadiste[416]İmam Mâlik'in görüşüne[417] müsteniden yapılan teviller böyledir. (10)
Maksat aynı olduğu halde onu ifade etmek için kullanılan ifadelerde meydana gelen görüş ayrılığı. Meselâ haber hakkında ihtilâf etmişlerdir: Acaba haber sadece doğru ve yalan diye iki kısma mı ayrılır? Yoksa, ne doğru ne de yalan olan bir üçüncü kısım daha mı vardır? Bu tamamen ifadede söz konusu olan bir ihtilâf olup, mânâ üzerinde ittifak bulunmaktadır. Farz ve vâcib kavramları hakkında da durum aynıdır. Hanefîler ile diğerleri arasındaki fark, bu kavramlardan ne kastedildiği esası üzerine kuruludur. Kadı Abdulvahhâb "Vitir vacip midir?" meselesi hakkında şöyle der: "Eğer Hanefîler bu sözleriyle "Terki haramdır ve o kişi bu yüzden cerhedilir ve adalet vasfını yitirir" demeyi kastediyorlarsa, o zaman bizimle onlar arasındaki görüş ayrılığı, delillerin kapsaması imkânı bulunan bir mânâda olmaktadır. Eğer bunu demek istemiyorlar ve 'Terki haram değildir ve terkeden kişi bu yüzden cerhedi-lerek adalet vasfını yitirmez" demeyi[418] kastediyorlarsa, o zaman onun vacip diye isimlendirilmesi, sadece sözde kalan bir ihtilâf olur [220i ve ona karşı delil getirme çabasına girmek doğru olmaz. Onun bu dedikleri vakıa doğrudur. Çünkü ıstılahların seçimi konusunda illâ da şu olacak diye bir kayıt yoktur. Lâ müşâhhate fi'l-ıstılâhât. Bu durumda mevcut surî ihtilâf üzerine zaten bir hüküm de terettüp etmeyecektir. Dolayısıyla bu gibi ihtilâfları gerçek mânâda görüş ayrılığı kabul etmek doğru olmaz.
Buraya kadar saydıklarımız, mevcut görüş ayrılıklarının dikkate alınmaması gerektiği on yer olmaktadır. Müctehidin bunları hep aklında tutması gerekir ki, diğerlerini bunlara kıyas edebilsin, herhangi bir gevşeklik gösterip de, icmâa muhalefet[419]gibi bir duruma düşmesin.
Fasıl:
Şöyle denilebilir: İlk bakışta görüş ayrılığı gibi gözüken şeyler, işin aslına bakıldığı zaman uzlaşmaya çıkan şeylerdir.[420]Şöyle ki:
Daha önce de ortaya konduğu üzere şeriat sonuç itibarıyla tek bir görüşe varır. Şer'î meselelerde mevcut bulunan ihtilâflar, onların hükmünün açık ve net bulunan iki ucun arasında yer alır olmasından ve müctehidlerin farklı yaklaşımlarından, bazı delillerin kendilerine gizli kalmasından ve onlara vakıf olamamalarından kaynaklanmaktadır.
Bu ikincisi hakkında gerçek anlamda bir görüş ayrılığından bahsetmek mümkün değildir. Zira şayet müctehid, kendisine gizli kalan delillere vakıf olacak olsaydı, kendi görüşünden vazgeçecekti[421] Bu yüzdendir ki, kadılarca delillere muhalif olarak verilen hükümler geçerli sayılmamaktadır.
Birinciye gelince, iki uç arasında hükmün gidip gelmesi demek[422], her bir müctehidin Sâri' Teâlâ'nm ikisi arasındaki müb-hem olan kasdını araştırması ve O'nun kasdına götürecek delili bulması ve ona tâbi olması demektir. Müctehidler bu iki kasıdda[423] tam bir mutabakat içerisindedirler ve onlardan her biri şayet kendi ulaştığı görüşünün aksi ortaya çıkacak olsa, derhal ona dönecek ve daha önce muhalifi olan o müctelıid ile uyum içine girecek haldedir. Dolayısıyla bu kısım da mânâ bakımından ikinci kısma rari bir hal almaktadır.[424] Şu halde gerçekte ihtilâf, Sâri' Teâlâ'nın tek olan maksadına ulaştıran yolda olmaktadır. Şu kadar var ki, müctehidin kendi içtihadı sonunda ulaştığı görüşten, bir beyan olmaksızın dönmesi ittifak ile mümkün değildir. Bu hem her müctehidin içtihadında isabetli olduğu (ımısavvibe) görüşüne, hem de sadece biri hariç diğer müctehidlerin hatalı olacağı görüşüne göre böyledir. Zira bir müctehidin, bir başkasının görüşü ile isterse o da isabetli görülsün onun hatalı olduğunu kabul etmesi halinde olduğu gibi amel etmesi caiz değildir. Her müctehidin içtihadında isabetli olduğu (musavvibe) görüşüne göre, isabet izafîdir.[425] Dolayısıyla iki görüş bu açıdan bakıldığı zaman tek bir görüşe[426] çıkmaktadır. Durum böyle olunca da onlar aslında muhalif değil müttefik olmaktadırlar. İşte bu noktadan hareketledir ki, içtihadı meselelerde farklı görüşlere sahip olan müctehidler arasında karşılıklı dostluk, şefkat, saygı ve sevgi olagelmiş, bunlar birbirine düşman gözüyle bakan gruplar, ayrı ayn fırkalar haline dönüşmemişlerdir. Çünkü hepsi de, Sâri' Teâlâ'nın kasdına ulaşma konusunda birleşmektedirler. Şu halde yolların ayrı olması etkin değildir. Bu aynen farklı ibadetlerle Allah'a kullakta bulunan kimselerin arasında ihtilâf olmayısı gibidir. Meselâ, biri namaz ile, diğeri oruç ile, bir üçüncüsü sadaka ile, bir başkası daha farklı bir ibadetle Allah'a yaklaşmaya çalışır. Bu halleriyle onların hepsi de her ne kadar yöneliş şekilleri farklı farklı da olsa Ma'bûd olan Allah'a yönelme esası üzerinde birleşmektedirler.Müctehidlerin durumu da aynı şekildedir. Madem ki onların maksadı, Sâri' Teâlâ'nın kasdını yakalamaktır, o halde sözleri bir, görüşleri aynı demektir. Bunun içindir ki hem onlar hem de kendilerini taklit eden kimseler için daha önce de geçtiği gibi ihtilaflı görüşlerle amel etmek sahih değildir. Zira ihtilaflı görüşlerfe amel etmek ve onlarla kulluk icrasında bulunmak, sonuç itibarıyla Sâri' Teâlâ'nın maksadına ulaşmak değil, he-va ve heveslere tâbi olmak anlamına gelmektedir. Görüşlerin bizatihi kendileri maksûd değillerdir, aksine onlar üzerinde birleşi-len maksadın elde edilmesi ve öğrenilmesi için önem taşırlar. Şu halde kulluk icrasının (taabbud) üzerinde birleşilmiş bir şekil olması gerekmektedir, aksi takdirde sahih olmaz. Allah'u a'lem!
Fasıl:
Böylece lâfızda kalmayan gerçek anlamda bulunan görüş ayrılıklarının (hilaf) saptırıcı hevâ ve heveslerden kaynaklandığı, icmali ve tafsili olarak delillere tâbi olmak suretiyle Sâri' Teâlâ'mn kasdına ulaşma çabasından kaynaklanmadığı ortaya çıkmaktadır. Şu halde gerçek anlamda görüş ayrılığı, hevâ ve heves sahipleri tarafından ileri sürülen ihtilâflardır. İşin içine hevâ ve heves girdi mi, bu, galebe çalmak, şöhret olmak gibi arzularla konunun ihtilaflı olduğu da ileri sürülerek nassların müteşâbih olanlarına uyulmasına sebep olur ve bu da ayrılık, kopma, düşmanlık, kin ve husûmet gibi sonuçlara götürür. Çünkü hevâ ve hevesler farklı olduğundan, onların gereği doğrultusunda hareket edildiğinde anlaşmanın sağlanmasına imkân yoktur. Oysa ki şeriat, hevâ ve heveslere tâbi olmanın kesin olarak önünün alınması için gelmiştir. Hal böyle iken eğer nefsânî arzular, delilin bir kısım öncülleri halini alıyorsa, elbette ki o delil, sadece ve sadece hevâ ve heveslere tâbi olma sonucundan başkasını doğurmayacaktır. Bu ise şeriata muhalefettir; şeriata muhalefetin de dinde bir yeri yoktur. Hevâ ve heveslere uyma, eğer şeriata uyma zannı ile yapılıyorsa, bu bir sapıklıktır. O yüzden de bid'atler sapıklık olarak nitelenmiş ve "her bid'at dalâlettir" buyurulmuştur. Çünkü bid'at sahibi, kendisinin isabetli olduğu kuruntusuna kapılması hasebiyle hatalıdır. Hevâ ve heveslerin amellere karışması her zaman için açık değildir.[427]
Sonuç olarak diyoruz ki, hevâ ve heveslerine uyan kimselerin görüşleri, şeriatta dikkate alınması istenen görüş ayrıhklarınden sayılamaz. Dolayısıyla şer'î mesâilde bu cihetten herhangi bir görüş ayrılığının bulunduğundan bahsetmek doğru olmaz.
İtiraz: Bu sonuç kabul edilemez. Çünkü âlimler onların görüşlerini şer'ı hilaf meyanında dikkate almışlar, usûl ilimlerinde onların sözlerini nakletmişler, üzerlerine çeşitli ayrıntılar getirmişler, icmâın oluşması konusunda onları da dikkate almışlardır. Bütün bunlar, onların görüşlerinin dikkate alınması demektir.
Cevap: Bu itiraza iki açıdan cevap vermek mümkündür: (1)
Bir kere biz, âlimlerin onların görüşlerine değer verdikleri ve dikkate aldıkları iddiasını kabul etmiyoruz. Aksine onlar, bu tür görüşlere, aynen yahudi, hıristiyan ve diğer milletlerin görüşlerini zikredip, onların yanlış olduklarını beyan etmeleri gibi sırf onları reddetmek ve sakatlıklarını göstermek için yer vermişlerdir. Bu durum usûl ilimlerinde açıktır. Onlar üzerine getirilen ayrıntılar da, nihayet onların üzerine kurulmuştur. (2)
Haydi diyelim ki âlimler onların görüşlerine değer vermişlerdir. O zaman bu, onların görüşlerine ulaşırken mutlak anlamda nefsânî arzularına uymuş olmamaları açısından olacaktır. Mutlak anlamda hevâ ve heveslere uyan kimse, şerîatı temelden kabul etmeyen kimselerdir. Ama bir kimse şerîatı tasdik eder, sonra onda ilerler ve hakkında, 'sadece delilin gereğine uyar, delil kendisini nereye çekerse oraya gider' zannının besleneceği bir dereceye ulaşırsa, böyle bir kimse hakkında mutlak anlamda hevâ ve heves peşindedir denemez. Aksine o kişinin şeriata tâbi olduğundan, şu kadar var ki, müteşâbihlere uyması sebebiyle işin içine nefsânî arzularını da karıştırmış olduğundan söz edilir. Bu haliyle o, bir taraftan nefsânî arzularını işin içine kattığından hevâ ve heveslerine tâbi zümre ile ortak yöne sahiptir, diğer taraftan da hak ve hakikat ehli ile müştereklikleri vardır; zira bir anlamda delile tâbi olmakta ve onun gereğinden başkasını kabul etmemektedir. Kaldı ki, bunların aynı şeye ulaşma gibi hak ve hakikat ehli ile nihâî olarak maksat birlikleri de bulunmaktadır. Bu da şeriata uymadır. Meselâ en şiddetli görüş ayrılıklarının bulunduğu konu Allah'ın sıfatları konusudur ve kimisi bunları inkâr eder, kimisi de isbat. Buna rağmen biz her iki gruba da baktığımız zaman, onlardan her birinin Allah Teâlâ'nın her türlü noksanlıklardan tenzih edilmesi, kusurlardan beri kılınması ve sonradan yaratılmışlara benzetilmemesi gibi delillerin gereği olan bir esas etrafında dönüp dolaştıklarını görürüz. Onların yolda ihtilâf etmeleri, her iki taraf hakkında da asıl olan bu kasdı ihlal etmeyebilir. Usûlle ilgili diğer meselelerde de durumun böyle olduğu görülür. Burada şunu da eklemek gerekir: Bu meselelerden bazıları vardır ki, vürudunda problem bulunmakta ve esasen onlara dalınması riskli olmaktadır. Bu yüzden de şeriatta, onların bid'atleri sebebiyle İslâm'dan çıkmış olduklarına dair bir açıklık bulunmamaktadır.
Sonra, onlar müslümanlarm çoğunluğu içerisinde yer almışlar, kendilerince zahirde müctehidlerin takındığı tavrı takınmışlardır. Sâri' Teâlâ ise, genelde onların açıkça belirlenmesi yoluna gitmemiştir. Bu durumda onlar ancak ictihâd yoluyla belirlenmiş olacaklardır. İçtihada temel alınacak şeyler ise farklılık arzeder Bu durumda onların görüşlerini de nakletmekten, yazılan eserlere almak suretiyle onları dikkate almak ve üzerinde durmaktan, uygunlukta ve ayrılıkta onlara da itibar etmekten başka yol yoktur. Böylece görüşler hakkında sürekli bir değerlendirme imkânı elde edilmiş olur. Aksi takdirde onlara nisbet edilen herşey hak da olsa reddedilir ve hak olanı bâtıl olanından ayırdedilmez. Bu konu ile ilgili Ki-tâbu'l-İcmâ'da açıklama bulunmaktadır.[428] İşte bu gerekçelerin bulunması sebebiyle, onların karşı görüşleri de hilaf meyamnda nakledilmiştir.
İşin aslına gelince, onların hak ve hakikat ehli ile birleştikleri yerde uyuşma meydana gelmekte, ihtilâf ettikleri yönden ise ayrılık doğmaktadır. Bu durumda, uyuşma noktasında işin esasında da öyle olduğu, sahih bulunduğu ve birlik sağlandığı için bir görüş ayrılığı bulunmamaktadır. İhtilâf yönünden ele alındığında ise, onlar bu konuda kesin olarak hatalı bulunmaktadırlar. Bu haliyle görüşleri, "zelle"ler mesabesinde bulunmakta ve hilafta dikkate alınması gereken farklı görüş kabilinden sayılmamaktadır. Şu halde nereden bakılırsa bakılsın ittifak mevcut bulunmaktadır.
Bu meseleden çıkan sonuç şudur: İslâm'ın hükmü, her bir şer'î meselede tektir; farklı imiş gibi gözükse bile işin aslı Öyle değildir ve farklı görüşler sonuçta hep teke râcidir. Eğer sözü uzatma endişesi olmasaydı, konu ilgili deliller ve doyurucu örnekler verilmek suretiyle yeterince açıklanabilirdi. Ancak bu arzettiklerimizin konu ile ilgili yeterli olduğu kanaatindeyiz. Bu yüzden de sözü uzatmak istemiyoruz. Doğruya muvaffak kılan Allah'tır. [429]
Konular
- DOKUZUNCU MESELE:
- ONUNCU MESELE:
- 5. KISIM: İCTİHÂD
- BİRİNCİ TARAF: İCTİHÂD
- BİRİNCİ MESELE:
- İKİNCİ MESELE:
- ÜÇÜNCÜ MESELE:
- DÖRDÜNCÜ MESELE:
- BEŞİNCİ MESELE:
- ALTINCI MESELE:
- YEDİNCİ MESELE:
- SEKİZİNCİ MESELE:
- DOKUZUNCU MESELE:
- ONUNCU MESELE:
- ON BİRİNCİ MESELE:
- ON İKİNCİ MESELE:
- ON ÜÇÜNCÜ MESELE:
- ON DÖRDÜNCÜ MESELE:
- İKİNCİ TARAF: FETVA
- MÜCTEHİDİN VERDİĞİ FETVAYA MÜTEALLİK KONULAR
- BİRİNCİ MESELE:
- İKİNCİ MESELE:
- ÜÇÜNCÜ MESELE:
- DÖRDÜNCÜ MESELE:
- ÜÇÜNCÜ TARAF: İSTİFTÂ VE İKTİDÂ
- BİRİNCİ MESELE:
- İKİNCİ MESELE:
- ÜÇÜNCÜ MESELE:
- DÖRDÜNCÜ MESELE:
- BEŞİNCİ MESELE: