BEŞİNCİ MESELE:
Örnek durumda olan kimselerden sadır olan fiillere uymak iki şekil üzere olur: (1)
Fiillerine uyulacak olan kimse, masumluğuna dair hakkında delil bulunan biri olabilir. Rasûlullah'ın fiillerine uymak böyledir. Keza icmâ ehlinin, ya da âdeten veya şer'an hata üzerinde görüşbirliği etmeyecekleri bilinen kimselerin İmam Mâlik'e göre Medine ehlinin ameli gibi fiiline uymak da böyledir. (2)
Birincinin aksi olur. Bu ikinci kısım da ikiye ayrılır:
1. Kasden fiiline uyulması için belirlenmiş (atanmış) olur. Hâkimlerin emir ve yasakları, yargı mahallinde almak, vermek, reddetmek ve onaylamak gibi işleri böyledir. Veya fiile olan kasdmm taabbudîliği, dinine ve emanetine güvenilirliği hasebiyle karinelerle belirmiş olur.[41]
2. Diğeri ise, böyle bir durumun[42] belirlenmemiş olması halidir.
Böylece karşımıza üç kısım çıkmaktadır; uyma (iktidâ) açısından her biri hakkında söz etmemiz gerekmektedir.
Birinci Kısım:
a) Uyan kimse, fiili, sadece uyduğu kimsenin işlediği tarz üzere işlemek isteğini bulundurur ve bunun dışında başka bir kasıt aramaz. İşlenilen fiilin dayanağını anlamış olup olmaması arasında fark yoktur.
b) Veya haddizatında fiilin bir başka tarz üzere işlenmesi ihtimaline rağmen uyduğu kimseyi ihtimaller içerisinde en güzel olanına niyet ettirme[43] ziyadesinde bulunur ve ona olan uymasını muhtemel olan en güzel hal üzerine bina eder,onu bir asıl kılar ve üzerine hükümler tertip eder; meseleler tefrî' eder.
Birinci kısımda[44], usûlcülerin ortaya koymuş olduğu esaslar ü-zere uymanın şahinliği konusunda herhangi bir tereddüt bulunmamaktadır. Nitekim sahabe, pek çok konuda Rasûlullah'fiiline bu şekilde tâbi olmuştur: altın yüzüğü çıkarmaları, namazda iken pabuçlarım çıkarmaları, yolculuk esnasında iftar etmeleri, Hudeybiye senesinde umre ihramından çıkmaları... hep böyle olmuştur. Üzerinde icmâ ettikleri vb. sahabenin fiilleri de aynı şekildedir.[45]
İkinci kısma[46]gelince, maksadın açık seçik olmasının mümkün[47]olması halinde bunun hakkında görüş ayrılığı olabilir. Ancak doğru olan, aşağıdaki durumlar sebebiyle, onun uyma konusunda şer'an muteber olmamasıdır:
Birincisi: (Fiili dinî mahiyette işlemiştir, şeklinde) hüsnüzan bulundurmak, uyan kişinin kendi kasdı önünde, kendisine uyula-nın muhtemel kasdının delilsiz ilgâsı anlamına gelmektedir.[48]
Uyan kişinin belirlemiş olduğu ihtimal, belirlenmiş değildir. Belirlenmiş olmayınca da, tercih ancak nefsânî arzular yoluyla yapılmış olur. Bu ise şer'î işlerde geçerli değildir. Zira şerîatta, delil olmaksızın tercihte bulunmak caiz değildir.
İtiraz: Hüsnüzan beslemek şerîatta zaten genel olarak istenilen birşeydir. Bu durumda, masumiyeti sabit kimse hakkında böyle bir zan beslemek öncelikli olarak sabit olacaktır.
Cevap: İtiraz yerinde değildir. Şöyle ki: Müslümana karş1. hakkında kötü zan beslemeye sebep olacak emareler olsa bile hüsnüzan beslemek hiç kuşkusuz istenmektedir. Meselâ: "Ey iman edenler! Zandan çokça kaçının[49] "Erkek ve kadın mü'minlerin, bu iftirayı işittiklerinde kendi vicdanlarıyla hüsnüzanda bulunup da, 'Bu apaçık bir iftiradır' demeleri gerekmez miydi?[50] âyetleri[51] bunu âmirdir. Hatta bu konuda insan, bilmediği şeyi söylemekle, bilmediği şeye inanmakla dahi emrolunmuştur: "Bu apaçık bir iftiradır"; "Onu duyduğunuzda 'Bunu konuşup yaymamız bize yakışmaz. Hâşâ! Bu çok büyük bir iftiradır' demeli değil miydiniz"[52] âyetleri bunu istemektedir. Buna rağmen, onun yani hüsnüzannın üzerine herhangi bir şer'î hüküm bina edilmiş değildir; ne bir şahidin adaleti konusunda, ne de bir başka konuda, kesin bilgi ya da zannı-ı galip doğuracak açık deliller bulunmadıkça sırf bu hüsnüzan üzerine hüküm binasına gidilmiş değildir.
Mükellef, her müslümânâ karşı hüsnüzan beslemekle yükümlü olmasına, her müslüman da sırf bu zanna müsteniden deneme, tezkiye gibi yollarla sabit olmadıkça âdil olmadığına göre, bu, mücerred birşeye hüsnüzan beslemenin o şeyi ispat etmediğini gösterir. O şeyi ispat etmeyince de onun üzerine herhangi bir şer'î hüküm bina edilmez. Fiillere yönelik hüsnüzan beslemek de bu kabildendir; dolayısıyla onun üzerine de herhangi bir hüküm bina edilmez.
Bunun örneği şudur: Meselâ kendisine uyulan kimse, hem dinî- taabbudî hem de dünyevî ve dinî olmayan maslahatların elde edilmesine yönelik mahiyette olabilecek bir fiil işlese, bu iki ihtimalden birisini tayin edecek herhangi bir karine de bulunmasa, bu durumda uyan kimsenin, kendisine uyulan kimsenin, o fiili hakkında beslediği hüsnüzanna mebni dinî-taabbudî bir mahiyet üzere işlemiş olduğuna hamletmesidir.
İkincisi: Meselâ kendisine uyulan kimseye nisbetle hüsnüzan beslemek mükellefin fiillerinden kalbî bir fiildir. O, vakıadakine uygun olsun olmasın, bununla mutlak olarak zaten memurdur. Zira eğer hüsnüzan besleme emri, vakıaya uygunluğu kesin bilgi ya da zann-ı galip yoluyla bilmeyi gerekli kılsaydı, o zaman hüsnüzan beslemekle mutlak olarak emrolunmazdı; aksine vakıadakine dair zanm galip ifade edecek delillerin bulunması haliyle kayıtlanırdı.
Halbuki hüsnüzan besleme emri ittifakla böyle değildir. Dolayısıyla o, mutabakatı gerektirmemektedir.[53] Bu durum sabit olunca, kendi hüsnüzannına binaen uyması, kendisine uyulan kişi için hasıl olan bir duruma[54] değil de bizzat kendi fiillerinden biri üzerine binada bulunmak olmaktadır. Ancak o, kendisine uyulan kimsenin katında mevcut bulunan şey üzerine binada bulunmayı kastetmiştir. Sonuçta bu, uyma işini, birşey üzerine bina etmiş olmadı. Bu ise bâtıldır. Alâmetlerinin zuhuru üzerine bina edilen uyma ise böyle değildir. Çünkü o, kendisine uyulan kimse hakkında kesin bilgi ya da zann-ı galip yoluyla hâsıl olduğu bilinen birşey üzerine kurulmuş olmaktadır ve uyan kimse, uymasında işte o şeyi kastetmektedir. Böylece de o, sanki (taabbudîliği) belirlenmiş bulunan şeylerde uyma gibi bir hal almıştır.
Üçüncüsü: Böyle bir uymadan tenakuz gerekir. Çünkü ona, haddizatında da öyle diye beslediği zan üzerine uymuş olur. Mücer-red hüsnüzan beslemek ise, o şeyin haddizatında da öyle olmasını ne kesin bilgi ne de zan düzeyinde gerektirmez. Gerektirmeyince de o zaman ona uyma, haddizatında da öyle olduğu esası üzerine yapılmış olmaz. Halbuki biz öyle olduğunu farzetmekteyiz. Bu ise, bir tutarsızlık ve çelişkidir.
Bu nokta, hüsnüzan beslemenin, bizzat zan ile karışması cihetinden belirsizlik arzedebilir. Aralarındaki fark iki durumdan dolayı açıktır:
a) Bizzat zannın kendisi, kendisine uyulan kimseye meselâ "haddizatında da öyle olduğu" kaydıyla taalluk eder. Hüsnüzan besleme ise böyle değildir; o, vakıada o zan üzere olsun olmasın bizzat uyan kişiye taalluk eder.
b) Zan, delillerin tabiî ve zorunlu bir sonucudur ve mükellefin ondan ayrı kalması mümkün değildir. Hüsnüzan beslemek ise, delilden neşet etmemekte, tamamen mükellefin kendi ihtiyarı sonucunda olmaktadır. O sonuçta, kendisine uyulan kimse hakkında müsbet ya da menfi söz konusu olan iki ihtimalden her biri hakkında geçerli olan düşüncelerden bir kısmım yok etmek demektir. Onun hatırına güzel olan düşünce geldiği zaman onu destekler, onu tekrar tekrar düşünmek ve inancı hakkında nefsine telkinde bulunmak suretiyle zihnine yerleştirir. Hatırına diğer ihtimal geldiği za-
man ise, onu zayıflatır ve reddeder, zihninde bunu tekrarlar ve bir daha adını anmaz.
İtiraz: Kendisine uyulan kimsenin zahir hali ve geneldeki durumu uhrevî işlere meyletmek, âhiret için hazırlıkta bulunmak, kendisini Allah Teâlâ yoluna adamak ve Allah Teâlâ ile arasındaki hallerini sürekli murakabe altında bulundurmak olduğuna göre, zahir odur ki, muhtemel bulunan bu cüz'î de, o genel ve galip olan çoğunluğa katılacaktır. Aynen bu tarzda varid olan hükümlerin durumunda olduğu gibi.
Cevap: Bu cüz'î, bu takdire göre bu şekilde belirlendiği zaman, onu uhrevî ihtimale hamletme kasdma yönelik zannı güçlendirebilir ve bu durumda o, inşallah ileride de bahsolunacağı gibi içtihada mahal olur. Ancak bu takdir (farzetme), mücerred hüsnüzan besleme üzerine bina olmamakta, aksine delilden neşet eden zannın bizzat kendisi üzerine kurulu olmaktadır. Bu durumda olan zan ise, bazen şeriatta üzerine hüküm binası için sebep olabilmektedir. Bizim üzerinde durduğumuz mesele ise böyle değildir; aksine iki ihtimalden biri hakkında, onunla ilgili olarak zann-ı galip doğuracak, diğer ihtimali ise zayıflatacak ölçüde bir tercihin bulunmaması esası üzerine mebnidir. Meselâ bir adam[55] düşünün, takva sahibi, Allah Teâlâ'nın emir ve yasaklarına uymakta, dünyalık bir meşguliyeti yok, sadece dünyası ve âhiretine nisbetle yükümlü tutulduğu dinin gereklerini yapmaktan başka bir endişesi yok. Böyle birinin bu dünya hakkında iki hali bulunur:
a)Dünyevî hali: Bununla geçimim sağlar ve Allah Teâlâ'nın kendisine ihsan etmiş olduğu nefsânî nazlarını yaşar.
b) Uhrevî hali: Bununla da âhiret işlerini düzene koyar.
Bu ikincisi hakkında herhangi bir söz yoktur. Bunlar haddizatında belirgin ve ihtimale kapalıdır. Bunun istisnası ise çok nadirdir. Nadire de itibar yoktur.
Birinci kısma gelince, bu ihtimali doğuran kısım olmaktadır. Meselâ mübâhı, kendi nefsânî hazzını elde etmek açısından is] olabileceği gibi, kendi nefsi üzerindeki Allah Teâlâ'nın hakkın ne getirmek açısından da işlemiş olabilir. Kendisine uyulan böyle bir mubahı işler ve onun hangi açıdan işlemiş olduğu da in mezse, bu durumda uyan kimse, onun hakkında beslediği hüs -zanna binaen, o mubahı sadece Allah Teâlâ'ya yaklaşmış olmak" O'na kullukta bulunmak niyetiyle işlemiş olduğu inancından hareketle, o mubahı takarrub (kurbet) kastı ile işler. Bu halde ik kendisine uyulan kimseye karşı beslediği hüsnüzandan başka U dayanağı, üzerine binada bulunacağı bir aslı ise bulunmamaktadı^ Çünkü kendisine uyulan kimsenin o şeyi işlerken, kendisi için mü-bah kılınmış bulunan nefsânî hazza ulaşmayı düşünmesi ve bu düşünce ile onu işlemiş olması pekâlâ mümkündür. Bu durumda uyan kimsenin kasdı, yerini bulmuş olmamaktadır. Bulsa bile, kendisini kurbet kılan mubah birşeye tevafuk etmektedir. Mubah birşey ise Hükümler bahsinde de izahı geçtiği üzere kurbet telakki edile-
mez.
Dahası şunu da söylüyoruz: Kendisine uyulan kişi, bir duruşta bulunsa veya elbisesini bir şekilde alsa veya bir vakitte sakalım tutsa ve benzeri bir harekette bulunsa, şimdi uyan kimse de, bu hareketleri ibadet kastı ile yapmıştır düşüncesine binaen, aynen onun yaptığı gibi bu hareketleri yapmaya koyulsa, bu uyan kişi ahmak ve akhevvellerden biri kabul edilir. Çünkü kendisine uyulan kimsenin o hareketleri dünyevî bir düşünceden dolayı, yahut bilinçsiz bir şekilde yapması pekâlâ mümkündür. Meseleden murad da işte bu ve benzeri durumlardır.
Aynı şekilde meselâ onun bir dirhemi bulunduğunu ve onu dostluk sebebiyle bir arkadaşına verdiğini düşünelim.[56], Aynı anda o dirhemi kendisine harcaması, yahut onunla mubah bir iş yapması, ya da sadaka vermesi kendisi için mümkün de olsun. İşte böyle bir durumda uyan kimse şöyle der: Hüsnüzan, onun o dirhemi ta-saddukta bulunmasını gerektirir. Ancak o, bu uhrevî konuda dostunu kendi nefsine tercih etmiştir.[57] Dolayısıyla bundan uhrevî konularda kişinin, bir başkasını kendi nefsine tercihinin caizliği sonucu çıkar.
Ulemâdan biri bu mânânın, "Ben duamı kıyamet günü ümmetime şefaat için sakladım"[58]hadisinde bulunduğunu söylemiş ve ondan uhrevî konularda bir başkasını tercihin sahih olacağı hükmünü çıkarmıştır. Zira, (hakkında beslenen hüsnüzan- gereği olarak) kendisine tanınan duayı, dünya işleri hakkın-!f de&il mutlaka âhiret işlerinden biri hakında kullanırdı.
Biz geçen esas üzerinden yürüdüğümüzde, birilerinin itiraz ahiyetinde aşağıdaki durumlardan ötürü, bu âlimin söylediklerinin doğru olmayacağını söylemesi mümkündür:
Çünkü, o duasını herhangi bir dünya işi hakkında yapabilirdi. 7'ra onu illâ da şöyle yapacaksın diye kısıtlılık altına alma durumu öz konusu değildir. Bu durumda kendisine nisbet edilecek bir nakısa da yoktur. Rasûlullah dünyada bazı şeyleri sever ve Allah Teâlâ'nın mubah kıldığı nimetlerinden istifade ederdi. Bu meselâ kadınları, güzel kokuyu, tatlıyı, balı, kabağı sevmesi; kelerden hoşlanmaması vb. konularda belirgin bulunmaktadır. O, Allah Teâlâ'nın kendisi için mubah kılmış olduğu bazı şeyler hakkında da ruhsat hükümlerinden faydalanıyordu. Bu gibi şeyler ondan çokça menkûldür.
İkinci bir durum şudur: Rasûlullah dünyevî şeyler hakkında duada bulunmuştur: Fakirlikten, borçtan, insanların galebe çalmasından, düşmanların oh etmesinden, kederden, ezeli ömre[59] düşmekten.. Allah'a sığınması gibi. Rasûlullah bunların yerine uhrevî olan şeylerden Allah'a sığınabilirdi; fakat yapmadı.
Aynı mesele hakkında şu da bir delil olur: Bazı peygamberler, "Her peygamberin ümmeti hakkında müstecâb bir duası vardır..." hadisinde sözü edilen kendilerine ait müstecâb dualarını, dünyaya mahsus bir şekilde, kendilerine caiz bir biçimde ki bunlar ümmetlerine yaptıkları beddualardır kullanmışlardır. Meselâ, "Nûh, Rabbim! dedi, kâfirlerden yeryüzünde hiç kimseyi bırakma![60] âyeti, müfessirlerin naklettiği üzere bu şekildedir. O, bu bedduası yerine, onların âhirette yararlarına olacak başka bir dua yapabilirdi. Onların mahlukât içerisinde Allah Teâlâ'nın en seçkin kulları olmalarına rağmen bu tür dualarda bulunabilmeleri, onların bütün fiil ve sözlerinin sadece âhirete yönelik olması gerektiği gibi bir sonucun doğru olmayacağını ortaya koyar. Aynı şekilde Hasûhıllah'm duasının da, kesin olarak âhiretle ilgili olduğu taayyün etmez. Dolayısıyla da hadiste o âlimin dediklerine delil olacak bir husus yoktur.
Üçüncü durum: Eğer biz bu esas üzerine binada bulunacak olursak, o zaman bu sözü Rasûlullah'm [alevSâmtu] her fiili hakkında söyler olmamız gerekir. Rasûlullah'm fiillerinin onun bir ırı-san olmasının gereği yapılmış olup olmaması da farketmez. Zira onun hakkında: "Rasûlullah o fiiliyle uhrevî olan durumları ve husûsî bir kulluk şeklini kastetmiştir" demek mümkündür. Halbuki durum ulemâya göre hiç de öyle değildir. Dahası ondan dünyaya yönelik hiçbir fiilin bulunmaması gibi bir sonuç da lâzım gelir. Bundan, dünyevî olduğunu açıkça söylediği fiilleri bir istisna olur. Zira bu takdirde açıklamadıkça, kastı kapalı olacağından fiilin dünyevî oluşu hiçbir zaman açıklık kazanmayacaktir. (Bu durumda uhrevî olduğu beyan edilen fiil, uhrevî olacaktır.) Yönünün belirtilmemesi halinde de durum aynı olacaktır. Çünkü onun da âhiret için olma ihtimali vardır. Bu durumda dünya işleriyle ilgili olarak beyan çok nadir olacak demektir. Bu ise şeriatın büyük çoğunluğunun delâlet ettiği şeyin hilafına bir durum olmaktadır. Bu sabit olunca, bu şekil üzere bir uymanın sabit olmadığı ortaya çıkar ve hadiste ona ait bir delâlet unsuru da bulunmamaktadır.
Kaldı ki hadis daha önce de geçtiği gibi "Her peygamberin üm.meti hakkında müstecâb bir duası vardır..." ifadesiyle duanın kendisine değil, ümmete mahsûs olmasını gerektirmektedir. Dolayısıyla o zatın zikrettiği tercih (îsâr) mânâsı burada bulunmamaktadır. Çünkü tercih (îsâr), aslen yararlanma durumunda olan tercihte bulunan kimsenin, kendisine ait olan hakkı ikinci birine devretmesi demektir. Burada ise böyle bir durum yoktur. Çünkü dua, daha başlangıç itibarıyla ümmet lehine tahsis edilmiştir.
ikinci Kısım: Eğer, hâkimin atanması vb. gibi ise, bu takdirde de onun (atandığı konuda) fiiline uymanın sıhhati konusunda bir kuşku bulunmamaktadır. Zira insanlar için o fiilin hükmünü (fiilî olarak) açıklamak üzere tayin olunmuşlukla, işlenilen ya da terke-dilen o fiilin hükmünü (söz ile) tasrih arasında bir fark bulunmamaktadır.
Eğer âlimin fiile ya da terke yönelik kasdımn taabbudîlik olduğuna karineler delâlet ediyorsa, o takdirde konu ihtilafa mahal olmaktadır:
Böyle bir fiile uyulamayacağını savunan taraf şöyle diyebilir: O âlimin masum olmaması sebebiyle, fiillerine hata, unutma ve hatta kasten isyan arız olabilir. Fiilinin ne mahiyetle işlenmiş olduğu be-lirmeyince de, ibadetler ve muameleler konusunda ona uymak nasıl sahih olabilir?! Bu yüzdendir ki seleften bazıları şöyle demişlerdir: "İlmin en zayıfı görmektir" Yani, "Falanı şöyle yaparken gördüm" demektir. Olur ya belki de o adam, o şeyi yanılarak yapmıştır. İyâs b. Muâviye de: "Fakihin ameline bakma; aksine sen ona sor, o sana doğrusunu söyler" demiştir. Allah Teâlâ da: "Biz babalarımızı bir din üzere bulduk..[61] âyetinde bu tavrı gösterenleri[62] yermiştir. Hadiste de: "İnsanları, birşey derlerken işittim, ben de onu söyledim" diyen şüphecinin tavrından bahsedilmektedir. Bu durumda farzedilen biçimdeki birine uyma, diğer insanlara uymak gibidir; ya da en azından ona yakın bir durumdadır.
Konuya müsbet bakanlar ise şöyle diyebilirler: Zannı galip, ahkâm konusunda dikkate alınmakta ve onunla amel edilmektedir. Böyle bir âlimin, fiil ya da terke yönelik kasdımn karinelerle ortaya çıkması durumunda özellikle de ibadetler konusunda ve sürekli tekrarla birlikte, kendisinin de sözüne uyulan kimse olması halinde fiiline uymak da aynı şekilde caiz olacaktır. İmam Mâlik, sadece cuma günü oruç tutma hakkında "O caizdir" demiş ve buna bazı ilim adamlarını o günde oruç tutarken gördüğünü ifade ederek istidlalde bulunmuş ve "Sanıyorum, oruç için özellikle o günü kollu-yordu" demiştir.[63] Bu haliyle İmam Mâlik, o günü araştırıyor olması zannından hareketle insanlardan bazılarının fiiline istinad etmiş; ilim ve fıkıh ehlinden, arkasından gidilen kimselerden hiçbirinin o günde oruç tutmayı yasakladığını da işitmediğini eklemiştir. O bunu, Rasûhıllah'm sadece cuma günü oruç tutmayı yasaklayan sahih hadisinin hükmünü düşürmek için bir esas olarak kullanmıştır. Buradan şu gözüküyor ki İmam Mâlik, böyle bir uygulamayı, ancak kişinin ilim ve din ehlinden olması, o şeyi bilmeyerek veya yanılarak ya da gaflet sonucu yapmadığına dair zann-ı galip bulunması halinde itibara almaktadır. Çünkü kişinin, kendilerine uyulması gereken ilim ehlinden olması, o şeyi işlemiş olmasını gerektirecektir. Onun o şeyi işlemek için araştırması ise (oruç için cumayı kollaması gibi), ortada bir sehiv ya da gaflet halinin buIlınmadığının delilidir. Selefin örnek alınan fiilleri işte bu şekil üzere olmaktadır. Zira eğer onlar hakkında düşünecek olursan, kendisine uyulan kimsenin kasdını ve o fiili işleyiş şeklini belirleyen karinelerin mevcut olduğunu göreceksin. Dolayısıyla onlara uyma bu haliyle sahih olacaktır.
Üçüncü Kısım: Bu kendisine uyulan kimsenin fiilini dünyevî kasıtla mı yoksa uhrevî kasıtla mı işlemiş olduğunun ortaya çıkmaması veya karineler yoluyla da fiilin işleniş şeklinin belirlenmemiş olması halidir. Eğer biz ikinci kısım hakkında, fiile uymak sahih değildir diyecek olursak, o takdirde bu tür fiillere uyma öncelikli olarak sahih olmayacaktır. Eğer ona uymanın sahih olacağını kabul edersek, bu durumda onda ihtimal zayıflayacaktır. Çünkü fiili işlemek için araştırma karineleri mevcuttur ve bunlar, sıhhat konusunda tutunulan bir delildir.[64]Burada ise karineler bulunmadığından, hata, gaflet vb. ihtimali güçlenmektedir. Kaldı ki dinde ihtiyat prensibi de bulunmaktadır. Bu durumda doğru olan, taklit edilecek fiilin hükmünü sormak ve böylece durumu aydınlatmak, ancak ondan sonra uyma yoluna gitmek olacaktır. Konuyla ilgili olarak "Fa-kihin ameline bakma; aksine sen ona sor, o sana doğrusunu söyler" sözü yerinde söylenmiş bir sözdür. [65]
Fiillerine uyulacak olan kimse, masumluğuna dair hakkında delil bulunan biri olabilir. Rasûlullah'ın fiillerine uymak böyledir. Keza icmâ ehlinin, ya da âdeten veya şer'an hata üzerinde görüşbirliği etmeyecekleri bilinen kimselerin İmam Mâlik'e göre Medine ehlinin ameli gibi fiiline uymak da böyledir. (2)
Birincinin aksi olur. Bu ikinci kısım da ikiye ayrılır:
1. Kasden fiiline uyulması için belirlenmiş (atanmış) olur. Hâkimlerin emir ve yasakları, yargı mahallinde almak, vermek, reddetmek ve onaylamak gibi işleri böyledir. Veya fiile olan kasdmm taabbudîliği, dinine ve emanetine güvenilirliği hasebiyle karinelerle belirmiş olur.[41]
2. Diğeri ise, böyle bir durumun[42] belirlenmemiş olması halidir.
Böylece karşımıza üç kısım çıkmaktadır; uyma (iktidâ) açısından her biri hakkında söz etmemiz gerekmektedir.
Birinci Kısım:
a) Uyan kimse, fiili, sadece uyduğu kimsenin işlediği tarz üzere işlemek isteğini bulundurur ve bunun dışında başka bir kasıt aramaz. İşlenilen fiilin dayanağını anlamış olup olmaması arasında fark yoktur.
b) Veya haddizatında fiilin bir başka tarz üzere işlenmesi ihtimaline rağmen uyduğu kimseyi ihtimaller içerisinde en güzel olanına niyet ettirme[43] ziyadesinde bulunur ve ona olan uymasını muhtemel olan en güzel hal üzerine bina eder,onu bir asıl kılar ve üzerine hükümler tertip eder; meseleler tefrî' eder.
Birinci kısımda[44], usûlcülerin ortaya koymuş olduğu esaslar ü-zere uymanın şahinliği konusunda herhangi bir tereddüt bulunmamaktadır. Nitekim sahabe, pek çok konuda Rasûlullah'fiiline bu şekilde tâbi olmuştur: altın yüzüğü çıkarmaları, namazda iken pabuçlarım çıkarmaları, yolculuk esnasında iftar etmeleri, Hudeybiye senesinde umre ihramından çıkmaları... hep böyle olmuştur. Üzerinde icmâ ettikleri vb. sahabenin fiilleri de aynı şekildedir.[45]
İkinci kısma[46]gelince, maksadın açık seçik olmasının mümkün[47]olması halinde bunun hakkında görüş ayrılığı olabilir. Ancak doğru olan, aşağıdaki durumlar sebebiyle, onun uyma konusunda şer'an muteber olmamasıdır:
Birincisi: (Fiili dinî mahiyette işlemiştir, şeklinde) hüsnüzan bulundurmak, uyan kişinin kendi kasdı önünde, kendisine uyula-nın muhtemel kasdının delilsiz ilgâsı anlamına gelmektedir.[48]
Uyan kişinin belirlemiş olduğu ihtimal, belirlenmiş değildir. Belirlenmiş olmayınca da, tercih ancak nefsânî arzular yoluyla yapılmış olur. Bu ise şer'î işlerde geçerli değildir. Zira şerîatta, delil olmaksızın tercihte bulunmak caiz değildir.
İtiraz: Hüsnüzan beslemek şerîatta zaten genel olarak istenilen birşeydir. Bu durumda, masumiyeti sabit kimse hakkında böyle bir zan beslemek öncelikli olarak sabit olacaktır.
Cevap: İtiraz yerinde değildir. Şöyle ki: Müslümana karş1. hakkında kötü zan beslemeye sebep olacak emareler olsa bile hüsnüzan beslemek hiç kuşkusuz istenmektedir. Meselâ: "Ey iman edenler! Zandan çokça kaçının[49] "Erkek ve kadın mü'minlerin, bu iftirayı işittiklerinde kendi vicdanlarıyla hüsnüzanda bulunup da, 'Bu apaçık bir iftiradır' demeleri gerekmez miydi?[50] âyetleri[51] bunu âmirdir. Hatta bu konuda insan, bilmediği şeyi söylemekle, bilmediği şeye inanmakla dahi emrolunmuştur: "Bu apaçık bir iftiradır"; "Onu duyduğunuzda 'Bunu konuşup yaymamız bize yakışmaz. Hâşâ! Bu çok büyük bir iftiradır' demeli değil miydiniz"[52] âyetleri bunu istemektedir. Buna rağmen, onun yani hüsnüzannın üzerine herhangi bir şer'î hüküm bina edilmiş değildir; ne bir şahidin adaleti konusunda, ne de bir başka konuda, kesin bilgi ya da zannı-ı galip doğuracak açık deliller bulunmadıkça sırf bu hüsnüzan üzerine hüküm binasına gidilmiş değildir.
Mükellef, her müslümânâ karşı hüsnüzan beslemekle yükümlü olmasına, her müslüman da sırf bu zanna müsteniden deneme, tezkiye gibi yollarla sabit olmadıkça âdil olmadığına göre, bu, mücerred birşeye hüsnüzan beslemenin o şeyi ispat etmediğini gösterir. O şeyi ispat etmeyince de onun üzerine herhangi bir şer'î hüküm bina edilmez. Fiillere yönelik hüsnüzan beslemek de bu kabildendir; dolayısıyla onun üzerine de herhangi bir hüküm bina edilmez.
Bunun örneği şudur: Meselâ kendisine uyulan kimse, hem dinî- taabbudî hem de dünyevî ve dinî olmayan maslahatların elde edilmesine yönelik mahiyette olabilecek bir fiil işlese, bu iki ihtimalden birisini tayin edecek herhangi bir karine de bulunmasa, bu durumda uyan kimsenin, kendisine uyulan kimsenin, o fiili hakkında beslediği hüsnüzanna mebni dinî-taabbudî bir mahiyet üzere işlemiş olduğuna hamletmesidir.
İkincisi: Meselâ kendisine uyulan kimseye nisbetle hüsnüzan beslemek mükellefin fiillerinden kalbî bir fiildir. O, vakıadakine uygun olsun olmasın, bununla mutlak olarak zaten memurdur. Zira eğer hüsnüzan besleme emri, vakıaya uygunluğu kesin bilgi ya da zann-ı galip yoluyla bilmeyi gerekli kılsaydı, o zaman hüsnüzan beslemekle mutlak olarak emrolunmazdı; aksine vakıadakine dair zanm galip ifade edecek delillerin bulunması haliyle kayıtlanırdı.
Halbuki hüsnüzan besleme emri ittifakla böyle değildir. Dolayısıyla o, mutabakatı gerektirmemektedir.[53] Bu durum sabit olunca, kendi hüsnüzannına binaen uyması, kendisine uyulan kişi için hasıl olan bir duruma[54] değil de bizzat kendi fiillerinden biri üzerine binada bulunmak olmaktadır. Ancak o, kendisine uyulan kimsenin katında mevcut bulunan şey üzerine binada bulunmayı kastetmiştir. Sonuçta bu, uyma işini, birşey üzerine bina etmiş olmadı. Bu ise bâtıldır. Alâmetlerinin zuhuru üzerine bina edilen uyma ise böyle değildir. Çünkü o, kendisine uyulan kimse hakkında kesin bilgi ya da zann-ı galip yoluyla hâsıl olduğu bilinen birşey üzerine kurulmuş olmaktadır ve uyan kimse, uymasında işte o şeyi kastetmektedir. Böylece de o, sanki (taabbudîliği) belirlenmiş bulunan şeylerde uyma gibi bir hal almıştır.
Üçüncüsü: Böyle bir uymadan tenakuz gerekir. Çünkü ona, haddizatında da öyle diye beslediği zan üzerine uymuş olur. Mücer-red hüsnüzan beslemek ise, o şeyin haddizatında da öyle olmasını ne kesin bilgi ne de zan düzeyinde gerektirmez. Gerektirmeyince de o zaman ona uyma, haddizatında da öyle olduğu esası üzerine yapılmış olmaz. Halbuki biz öyle olduğunu farzetmekteyiz. Bu ise, bir tutarsızlık ve çelişkidir.
Bu nokta, hüsnüzan beslemenin, bizzat zan ile karışması cihetinden belirsizlik arzedebilir. Aralarındaki fark iki durumdan dolayı açıktır:
a) Bizzat zannın kendisi, kendisine uyulan kimseye meselâ "haddizatında da öyle olduğu" kaydıyla taalluk eder. Hüsnüzan besleme ise böyle değildir; o, vakıada o zan üzere olsun olmasın bizzat uyan kişiye taalluk eder.
b) Zan, delillerin tabiî ve zorunlu bir sonucudur ve mükellefin ondan ayrı kalması mümkün değildir. Hüsnüzan beslemek ise, delilden neşet etmemekte, tamamen mükellefin kendi ihtiyarı sonucunda olmaktadır. O sonuçta, kendisine uyulan kimse hakkında müsbet ya da menfi söz konusu olan iki ihtimalden her biri hakkında geçerli olan düşüncelerden bir kısmım yok etmek demektir. Onun hatırına güzel olan düşünce geldiği zaman onu destekler, onu tekrar tekrar düşünmek ve inancı hakkında nefsine telkinde bulunmak suretiyle zihnine yerleştirir. Hatırına diğer ihtimal geldiği za-
man ise, onu zayıflatır ve reddeder, zihninde bunu tekrarlar ve bir daha adını anmaz.
İtiraz: Kendisine uyulan kimsenin zahir hali ve geneldeki durumu uhrevî işlere meyletmek, âhiret için hazırlıkta bulunmak, kendisini Allah Teâlâ yoluna adamak ve Allah Teâlâ ile arasındaki hallerini sürekli murakabe altında bulundurmak olduğuna göre, zahir odur ki, muhtemel bulunan bu cüz'î de, o genel ve galip olan çoğunluğa katılacaktır. Aynen bu tarzda varid olan hükümlerin durumunda olduğu gibi.
Cevap: Bu cüz'î, bu takdire göre bu şekilde belirlendiği zaman, onu uhrevî ihtimale hamletme kasdma yönelik zannı güçlendirebilir ve bu durumda o, inşallah ileride de bahsolunacağı gibi içtihada mahal olur. Ancak bu takdir (farzetme), mücerred hüsnüzan besleme üzerine bina olmamakta, aksine delilden neşet eden zannın bizzat kendisi üzerine kurulu olmaktadır. Bu durumda olan zan ise, bazen şeriatta üzerine hüküm binası için sebep olabilmektedir. Bizim üzerinde durduğumuz mesele ise böyle değildir; aksine iki ihtimalden biri hakkında, onunla ilgili olarak zann-ı galip doğuracak, diğer ihtimali ise zayıflatacak ölçüde bir tercihin bulunmaması esası üzerine mebnidir. Meselâ bir adam[55] düşünün, takva sahibi, Allah Teâlâ'nın emir ve yasaklarına uymakta, dünyalık bir meşguliyeti yok, sadece dünyası ve âhiretine nisbetle yükümlü tutulduğu dinin gereklerini yapmaktan başka bir endişesi yok. Böyle birinin bu dünya hakkında iki hali bulunur:
a)Dünyevî hali: Bununla geçimim sağlar ve Allah Teâlâ'nın kendisine ihsan etmiş olduğu nefsânî nazlarını yaşar.
b) Uhrevî hali: Bununla da âhiret işlerini düzene koyar.
Bu ikincisi hakkında herhangi bir söz yoktur. Bunlar haddizatında belirgin ve ihtimale kapalıdır. Bunun istisnası ise çok nadirdir. Nadire de itibar yoktur.
Birinci kısma gelince, bu ihtimali doğuran kısım olmaktadır. Meselâ mübâhı, kendi nefsânî hazzını elde etmek açısından is] olabileceği gibi, kendi nefsi üzerindeki Allah Teâlâ'nın hakkın ne getirmek açısından da işlemiş olabilir. Kendisine uyulan böyle bir mubahı işler ve onun hangi açıdan işlemiş olduğu da in mezse, bu durumda uyan kimse, onun hakkında beslediği hüs -zanna binaen, o mubahı sadece Allah Teâlâ'ya yaklaşmış olmak" O'na kullukta bulunmak niyetiyle işlemiş olduğu inancından hareketle, o mubahı takarrub (kurbet) kastı ile işler. Bu halde ik kendisine uyulan kimseye karşı beslediği hüsnüzandan başka U dayanağı, üzerine binada bulunacağı bir aslı ise bulunmamaktadı^ Çünkü kendisine uyulan kimsenin o şeyi işlerken, kendisi için mü-bah kılınmış bulunan nefsânî hazza ulaşmayı düşünmesi ve bu düşünce ile onu işlemiş olması pekâlâ mümkündür. Bu durumda uyan kimsenin kasdı, yerini bulmuş olmamaktadır. Bulsa bile, kendisini kurbet kılan mubah birşeye tevafuk etmektedir. Mubah birşey ise Hükümler bahsinde de izahı geçtiği üzere kurbet telakki edile-
mez.
Dahası şunu da söylüyoruz: Kendisine uyulan kişi, bir duruşta bulunsa veya elbisesini bir şekilde alsa veya bir vakitte sakalım tutsa ve benzeri bir harekette bulunsa, şimdi uyan kimse de, bu hareketleri ibadet kastı ile yapmıştır düşüncesine binaen, aynen onun yaptığı gibi bu hareketleri yapmaya koyulsa, bu uyan kişi ahmak ve akhevvellerden biri kabul edilir. Çünkü kendisine uyulan kimsenin o hareketleri dünyevî bir düşünceden dolayı, yahut bilinçsiz bir şekilde yapması pekâlâ mümkündür. Meseleden murad da işte bu ve benzeri durumlardır.
Aynı şekilde meselâ onun bir dirhemi bulunduğunu ve onu dostluk sebebiyle bir arkadaşına verdiğini düşünelim.[56], Aynı anda o dirhemi kendisine harcaması, yahut onunla mubah bir iş yapması, ya da sadaka vermesi kendisi için mümkün de olsun. İşte böyle bir durumda uyan kimse şöyle der: Hüsnüzan, onun o dirhemi ta-saddukta bulunmasını gerektirir. Ancak o, bu uhrevî konuda dostunu kendi nefsine tercih etmiştir.[57] Dolayısıyla bundan uhrevî konularda kişinin, bir başkasını kendi nefsine tercihinin caizliği sonucu çıkar.
Ulemâdan biri bu mânânın, "Ben duamı kıyamet günü ümmetime şefaat için sakladım"[58]hadisinde bulunduğunu söylemiş ve ondan uhrevî konularda bir başkasını tercihin sahih olacağı hükmünü çıkarmıştır. Zira, (hakkında beslenen hüsnüzan- gereği olarak) kendisine tanınan duayı, dünya işleri hakkın-!f de&il mutlaka âhiret işlerinden biri hakında kullanırdı.
Biz geçen esas üzerinden yürüdüğümüzde, birilerinin itiraz ahiyetinde aşağıdaki durumlardan ötürü, bu âlimin söylediklerinin doğru olmayacağını söylemesi mümkündür:
Çünkü, o duasını herhangi bir dünya işi hakkında yapabilirdi. 7'ra onu illâ da şöyle yapacaksın diye kısıtlılık altına alma durumu öz konusu değildir. Bu durumda kendisine nisbet edilecek bir nakısa da yoktur. Rasûlullah dünyada bazı şeyleri sever ve Allah Teâlâ'nın mubah kıldığı nimetlerinden istifade ederdi. Bu meselâ kadınları, güzel kokuyu, tatlıyı, balı, kabağı sevmesi; kelerden hoşlanmaması vb. konularda belirgin bulunmaktadır. O, Allah Teâlâ'nın kendisi için mubah kılmış olduğu bazı şeyler hakkında da ruhsat hükümlerinden faydalanıyordu. Bu gibi şeyler ondan çokça menkûldür.
İkinci bir durum şudur: Rasûlullah dünyevî şeyler hakkında duada bulunmuştur: Fakirlikten, borçtan, insanların galebe çalmasından, düşmanların oh etmesinden, kederden, ezeli ömre[59] düşmekten.. Allah'a sığınması gibi. Rasûlullah bunların yerine uhrevî olan şeylerden Allah'a sığınabilirdi; fakat yapmadı.
Aynı mesele hakkında şu da bir delil olur: Bazı peygamberler, "Her peygamberin ümmeti hakkında müstecâb bir duası vardır..." hadisinde sözü edilen kendilerine ait müstecâb dualarını, dünyaya mahsus bir şekilde, kendilerine caiz bir biçimde ki bunlar ümmetlerine yaptıkları beddualardır kullanmışlardır. Meselâ, "Nûh, Rabbim! dedi, kâfirlerden yeryüzünde hiç kimseyi bırakma![60] âyeti, müfessirlerin naklettiği üzere bu şekildedir. O, bu bedduası yerine, onların âhirette yararlarına olacak başka bir dua yapabilirdi. Onların mahlukât içerisinde Allah Teâlâ'nın en seçkin kulları olmalarına rağmen bu tür dualarda bulunabilmeleri, onların bütün fiil ve sözlerinin sadece âhirete yönelik olması gerektiği gibi bir sonucun doğru olmayacağını ortaya koyar. Aynı şekilde Hasûhıllah'm duasının da, kesin olarak âhiretle ilgili olduğu taayyün etmez. Dolayısıyla da hadiste o âlimin dediklerine delil olacak bir husus yoktur.
Üçüncü durum: Eğer biz bu esas üzerine binada bulunacak olursak, o zaman bu sözü Rasûlullah'm [alevSâmtu] her fiili hakkında söyler olmamız gerekir. Rasûlullah'm fiillerinin onun bir ırı-san olmasının gereği yapılmış olup olmaması da farketmez. Zira onun hakkında: "Rasûlullah o fiiliyle uhrevî olan durumları ve husûsî bir kulluk şeklini kastetmiştir" demek mümkündür. Halbuki durum ulemâya göre hiç de öyle değildir. Dahası ondan dünyaya yönelik hiçbir fiilin bulunmaması gibi bir sonuç da lâzım gelir. Bundan, dünyevî olduğunu açıkça söylediği fiilleri bir istisna olur. Zira bu takdirde açıklamadıkça, kastı kapalı olacağından fiilin dünyevî oluşu hiçbir zaman açıklık kazanmayacaktir. (Bu durumda uhrevî olduğu beyan edilen fiil, uhrevî olacaktır.) Yönünün belirtilmemesi halinde de durum aynı olacaktır. Çünkü onun da âhiret için olma ihtimali vardır. Bu durumda dünya işleriyle ilgili olarak beyan çok nadir olacak demektir. Bu ise şeriatın büyük çoğunluğunun delâlet ettiği şeyin hilafına bir durum olmaktadır. Bu sabit olunca, bu şekil üzere bir uymanın sabit olmadığı ortaya çıkar ve hadiste ona ait bir delâlet unsuru da bulunmamaktadır.
Kaldı ki hadis daha önce de geçtiği gibi "Her peygamberin üm.meti hakkında müstecâb bir duası vardır..." ifadesiyle duanın kendisine değil, ümmete mahsûs olmasını gerektirmektedir. Dolayısıyla o zatın zikrettiği tercih (îsâr) mânâsı burada bulunmamaktadır. Çünkü tercih (îsâr), aslen yararlanma durumunda olan tercihte bulunan kimsenin, kendisine ait olan hakkı ikinci birine devretmesi demektir. Burada ise böyle bir durum yoktur. Çünkü dua, daha başlangıç itibarıyla ümmet lehine tahsis edilmiştir.
ikinci Kısım: Eğer, hâkimin atanması vb. gibi ise, bu takdirde de onun (atandığı konuda) fiiline uymanın sıhhati konusunda bir kuşku bulunmamaktadır. Zira insanlar için o fiilin hükmünü (fiilî olarak) açıklamak üzere tayin olunmuşlukla, işlenilen ya da terke-dilen o fiilin hükmünü (söz ile) tasrih arasında bir fark bulunmamaktadır.
Eğer âlimin fiile ya da terke yönelik kasdımn taabbudîlik olduğuna karineler delâlet ediyorsa, o takdirde konu ihtilafa mahal olmaktadır:
Böyle bir fiile uyulamayacağını savunan taraf şöyle diyebilir: O âlimin masum olmaması sebebiyle, fiillerine hata, unutma ve hatta kasten isyan arız olabilir. Fiilinin ne mahiyetle işlenmiş olduğu be-lirmeyince de, ibadetler ve muameleler konusunda ona uymak nasıl sahih olabilir?! Bu yüzdendir ki seleften bazıları şöyle demişlerdir: "İlmin en zayıfı görmektir" Yani, "Falanı şöyle yaparken gördüm" demektir. Olur ya belki de o adam, o şeyi yanılarak yapmıştır. İyâs b. Muâviye de: "Fakihin ameline bakma; aksine sen ona sor, o sana doğrusunu söyler" demiştir. Allah Teâlâ da: "Biz babalarımızı bir din üzere bulduk..[61] âyetinde bu tavrı gösterenleri[62] yermiştir. Hadiste de: "İnsanları, birşey derlerken işittim, ben de onu söyledim" diyen şüphecinin tavrından bahsedilmektedir. Bu durumda farzedilen biçimdeki birine uyma, diğer insanlara uymak gibidir; ya da en azından ona yakın bir durumdadır.
Konuya müsbet bakanlar ise şöyle diyebilirler: Zannı galip, ahkâm konusunda dikkate alınmakta ve onunla amel edilmektedir. Böyle bir âlimin, fiil ya da terke yönelik kasdımn karinelerle ortaya çıkması durumunda özellikle de ibadetler konusunda ve sürekli tekrarla birlikte, kendisinin de sözüne uyulan kimse olması halinde fiiline uymak da aynı şekilde caiz olacaktır. İmam Mâlik, sadece cuma günü oruç tutma hakkında "O caizdir" demiş ve buna bazı ilim adamlarını o günde oruç tutarken gördüğünü ifade ederek istidlalde bulunmuş ve "Sanıyorum, oruç için özellikle o günü kollu-yordu" demiştir.[63] Bu haliyle İmam Mâlik, o günü araştırıyor olması zannından hareketle insanlardan bazılarının fiiline istinad etmiş; ilim ve fıkıh ehlinden, arkasından gidilen kimselerden hiçbirinin o günde oruç tutmayı yasakladığını da işitmediğini eklemiştir. O bunu, Rasûhıllah'm sadece cuma günü oruç tutmayı yasaklayan sahih hadisinin hükmünü düşürmek için bir esas olarak kullanmıştır. Buradan şu gözüküyor ki İmam Mâlik, böyle bir uygulamayı, ancak kişinin ilim ve din ehlinden olması, o şeyi bilmeyerek veya yanılarak ya da gaflet sonucu yapmadığına dair zann-ı galip bulunması halinde itibara almaktadır. Çünkü kişinin, kendilerine uyulması gereken ilim ehlinden olması, o şeyi işlemiş olmasını gerektirecektir. Onun o şeyi işlemek için araştırması ise (oruç için cumayı kollaması gibi), ortada bir sehiv ya da gaflet halinin buIlınmadığının delilidir. Selefin örnek alınan fiilleri işte bu şekil üzere olmaktadır. Zira eğer onlar hakkında düşünecek olursan, kendisine uyulan kimsenin kasdını ve o fiili işleyiş şeklini belirleyen karinelerin mevcut olduğunu göreceksin. Dolayısıyla onlara uyma bu haliyle sahih olacaktır.
Üçüncü Kısım: Bu kendisine uyulan kimsenin fiilini dünyevî kasıtla mı yoksa uhrevî kasıtla mı işlemiş olduğunun ortaya çıkmaması veya karineler yoluyla da fiilin işleniş şeklinin belirlenmemiş olması halidir. Eğer biz ikinci kısım hakkında, fiile uymak sahih değildir diyecek olursak, o takdirde bu tür fiillere uyma öncelikli olarak sahih olmayacaktır. Eğer ona uymanın sahih olacağını kabul edersek, bu durumda onda ihtimal zayıflayacaktır. Çünkü fiili işlemek için araştırma karineleri mevcuttur ve bunlar, sıhhat konusunda tutunulan bir delildir.[64]Burada ise karineler bulunmadığından, hata, gaflet vb. ihtimali güçlenmektedir. Kaldı ki dinde ihtiyat prensibi de bulunmaktadır. Bu durumda doğru olan, taklit edilecek fiilin hükmünü sormak ve böylece durumu aydınlatmak, ancak ondan sonra uyma yoluna gitmek olacaktır. Konuyla ilgili olarak "Fa-kihin ameline bakma; aksine sen ona sor, o sana doğrusunu söyler" sözü yerinde söylenmiş bir sözdür. [65]
Konular
- ON BİRİNCİ MESELE:
- ON İKİNCİ MESELE:
- ON ÜÇÜNCÜ MESELE:
- ON DÖRDÜNCÜ MESELE:
- İKİNCİ TARAF: FETVA
- MÜCTEHİDİN VERDİĞİ FETVAYA MÜTEALLİK KONULAR
- BİRİNCİ MESELE:
- İKİNCİ MESELE:
- ÜÇÜNCÜ MESELE:
- DÖRDÜNCÜ MESELE:
- ÜÇÜNCÜ TARAF: İSTİFTÂ VE İKTİDÂ
- BİRİNCİ MESELE:
- İKİNCİ MESELE:
- ÜÇÜNCÜ MESELE:
- DÖRDÜNCÜ MESELE:
- BEŞİNCİ MESELE:
- ALTINCI MESELE:
- YEDİNCİ MESELE:
- SEKİZİNCİ MESELE:
- DOKUZUNCU MESELE:
- EK:1 TEARUZ VE TERCİH
- BİRİNCİ MESELE:
- İKİNCİ MESELE:
- ÜÇÜNCÜ MESELE:
- EK: 2
- CEDEL İLMİ
- (SORU VE CEVABA DAİR HÜKÜMLER)
- BİRİNCİ MESELE:
- İKİNCİ MESELE:
- ÜÇÜNCÜ MESELE: