ON ÜÇÜNCÜ MESELE:

Daha önce ictihâd için müctehidin sahip olması gereken ilim­lerden söz edilmiş ve onları elde ettiği zaman herhangi bir kayıt aranmaksızın kendisinin ictihâd etme yetkisi bulunduğu açıklan­mıştı.

Geriye ne kadar bir ilme sahip olursa kendisine ictihâd etme yetki ve görevinin teveccüh edeceği konusunda durmak kalmıştı. Şöyle ki: İlim talibi, tahsiline devam ettikçe üç aşama/mertebe ile karşılaşır: (1)
Ezberlediği konular hakkında yavaş yavaş düşünmeye ve onla­rın sebeplerini araştırmaya başlama aşaması. Bu tahsil ettiği şeylerin[430] yavaş yavaş farkına varması sonucunda ortaya çıkar; ancak henüz mücmeldir ve muhtemelen bazı meseleler hakkında küllî olarak değil de cüz'î olarak ortaya çıkar ve bazen de tam belir­gin bir halde bulunmaz. Bu halde iken o, araştırmasını sürdürür ve bu sırada hocası kendisine içinde bulunduğu aşamaya uygun düşe­cek şekillerde yardımcı olur; yolu boyunca maruz kaldığı evhamla­rını giderir, problemlerini çözer, yolu üzerinde yürümesi esnasında karşılaşacağı problemlerini giderecek noktalara işaret eder, ayakla­rının kaymaması, şaşkınlığa düşmemesi için önlemler alır ve onu eğitmeye devam eder ve böylece sağa sola yalpalamadan sırat-ı müstakim üzere inceleme ve araştırma yapabilmesinin imkânlarını hazırlar.

Böyle bir ilim talibi, bu aşamada kaldığı sürece şer'î kaynak­larla çekişme pozisyonlarına girer; bir kendi asılır, bir kaynaklar asılır, onlara karşı çıkar, onlar kendisinin yolunu keser. Bütün bunları yaparken onların esaslarını öğrenmeyi, hikmetlerine ve maksatlarına ulaşmayı arzular; fakat henüz bunlar açık ve seçik olarak kendisi için belirlenmiş bir halde değildir. Böyle bir ilim tali­binin araştırma ve inceleme yaptığı bir konuda ictihâd etmesi doğ­ru olmaz. Çünkü ictihâd için gerekli olan altyapı henüz kendisi için tamamlanmış değildir ve bu haliyle o, ictihâd edeceği konu hakkın­da, kalbi tam olarak yatacak şekilde açık seçik bir beyyine üzere bulunmamaktadır. Böyle bir kimsenin yapması gereken şey, içtihada yeltenmemek ve taklit yolunu tutmaktır. (2)
Orta aşama: Araştırma, inceleme ve değerlendirme sonucunda tahsil ettiği şeylerin mânâsının, şer'î burhanın kendisini ulaştıraca­ğı şekil üzere tahkiki mertebesi.[431] Bu aşamaya ulaşan ilim talibi için artık yakın (kesin bilgi) hasıl olur ve konu ile ilgili hiçbir şüp­hesi bulunmaz. Hatta bu aşamadaki bir kimse hakkında şüpheler —eğer varsa tabiî— elinde bulunan şeylerin sıhhatini gösteren de­liller mesabesinde olur ve o, kendi elde ettiği şey hakkında şüphesi bulunan kimseler hakkında hayret eder hale gelir. Aynen gözü olan bir kimsenin gündüzün aydınlığını görememesine gösterilecek hay­ret gibi. Ancak durum bu minval üzere devam ederken iş, mahfuzatmın[432] hıfzından hükmen yok olması gibi —her ne kadar fiilen mevcut ise de— bir noktaya kadar gider. Tabiî bunun sonucunda şer'î meseleler hakkında, aleyhinde ya da lehinde herhangi bir hu­sûsî nass bulunmuş bulunmamış hiç aldırış etmeksizin (küllilerden hareketle) kesin bir hükümde bulunmaya kadar gider ve bunda en ufak bir tereddüt göstermez.[433]
İlim talibinin bu mertebeye[434] ulaşması halinde, acaba kendisi için şer'î hükümler konusunda ictihâd etmesi doğru, olur mu? Yoksa olmaz mı? İşte bu nokta, üzerinde durulması gereken, karışıklıkla­ra ve görüş ayrılıklarına sebep olan bir konudur.

Cevaz taraftarları şöyle diyebilirler:
a) Madem ki şer'î maksatlar bu mertebeye ulaşan ilim talibi için gün ışığından daha açık bir hal almıştır, şer'î nassların mânâları açıklık kazanmış ve tam bir uyum halinde ve bir­birini, destekler bir hal almıştır, tahsil edeceği başka bir i          ilim kalmamıştır[435]. Bu mertebedeki bir kimsenin elde etti-

ği şey, şeriatın küllî esasları, din edinmenin direği, teklifin menbaıdır.  Bu durumda o kimse nass ile belirlenmiş tafsilata ya da onların cüzîyyâtına ha bakmış, ha bakmamış ne farkedeçektir. Zira bu konuda yapılacak değerlendirme, kendisine bir katkıda bulunmayacaktır. Eğer öyle olacak olsaydı, o zaman bu mertebeye zaten ulaşmış olamazdı. Hal­buki biz onun bu mertebeye ulaşmış olduğunu kabulleniyo­ruz. Bu bir çelişki olur.
b) Hakkında nass bulunan cüziyyât üzerinde durmaktan maksat, şer'î küllî esaslara ulaşmak[436] ve böylece vereceği fetvaları elde edilecek olan küllî esaslar üzerine oturtmak, ictihâd yoluyla varacağı hükümleri onlara vurmaktır. Eğer bu amaç zaten mevcut ise, o takdirde cüziyyâta gitmek za­ten var olan birşeyin yeniden elde edilmesi (tahsîlu'l-hâsıl) anlamına gelir ki bu da muhaldir.
c) Şer'î maksada ait olan küllî, elbette ki cüziyyât ve husûsiy-yâta derinlemesine vukufiyet sonucunda kendisi için mun-zabıt hale gelmiş, onların mânâlarına muttali olma yoluyla da ulaştığı bu dereceye ulaşabilmiştir. Her ne kadar ona gö­re küllî mânânın onları kuşatması sebebiyle hâkim konum­da değilse de, aslında hâkim durumdadır.[437] Çünkü küliî olan mânâ onlardan elde edilmiş ve bu yolla munzabıt bir hal almıştır. Bu yüzdendir ki bu mertebeye ulaşmış bir kimse, herhangi bir konu hakkında kesin bir hükümde bu­lunduğu zaman mutlaka kendisini destekleyen cûz'î deliller bulunur[438] ve o hükmü teyid ve tasdik eder. Eğer böyle ol­masaydı, ne desteklerdi, ne de yardım ederdi. Hal böyle olunca bu mertebe sahibi olan kimsenin istinbât ve içtihada gerçekten kadir bir konumda olduğu ortaya çıkar. Ulaşıl­mak istenilen sonuç da budur.

Bu mertebede olan kimseye ictihâd etme yetkisi tanımayanlar ise tezlerini şu şekilde delülendirebilirler:
a) Bu mertebe sahibi kimse, bu mertebenin hakikatleri ile yüzyüze geldiğinde, amaçlarının birbirini desteklediğini gördüğünde, kendince kat'î bulunan şeyler kesin delil ile it­tisal peyda edince, şeriat onun hakkında, hiçbir kimsenin ayağının kaymayacağı, hiçbir husûsî meselenin şaz halde itibardan düşmeyeceği yeknesak bir durum ve düzenli bir yol halini alır. (Ancak bu durumda o cüz'î üzerinde durmayı terkedemez). Terketmesi halinde mutlaka her ikisinin de itibara alınması zorunlu olan uçlardan biri terkedilmiş olur.[439]Zira Deliller bölümünde de açıklandığı üzere cüz'î nassların ihmal edilerek sadece küllî esasların dikkate alınması da, bunun aksi de hatalıdır. Durum böyle olunca, hali böyle olan bir kimse, eksiklerini tamamlayıncaya ka­dar ictihâd derecesine ulaşmış olamayacak, kendisinde bu yetkiyi göremeyecektir.
b) Husûsiyyâtın da kendilerine özgü bazı özellikleri vardır ki, bunlar diğerlerinde bulunmaz ya da başkaları hakkında uygun düşmez. Meselâ nikâhı ele alalım; onun her yönden bedelli diğer akitlerle eş tutulması ve onlarda geçerli hü­kümlerin bunda da uygulanmaya çalışılması caiz olmaz. Keza her yönden hibe ve teberru gibi muamelelere de ben-zetilemez. Kölenin malı, ağacın meyvesi, karz, arâyâ, diye­tin âkile üzerine yüklenmesi, kırâz (mudârabe), müsâkât bütün bunların kendi mahiyetlerine uygun —bir başkasına ise uygun düşmeyecek— özellikleri ve dolayısıyla farklı hü­kümleri vardır.[440]İbâdetlerde, günlük işlerde ve diğer hü­kümlerde yer alan ruhsatlar[441] hakkında da durum aynıdır. Hal böyle olunca —ki biz bütün bunların nihâî olarak zarurî, hâcî esasların ya da bunların tamamlayıcı unsurla­rının gerçekleştirilmesi küllî esasına çıktıklarını biliyo­ruz— onların her yerde ve tek bir kalıp üzere konulmaları mümkün olmayacaktır. Aksine her konu kendi hususiyetle­ri ile birlikte ele alınacak, onun cüz'î özellikleri de değerlen­dirilecek ve böylece bir sonuca varılmaya çalışılacaktır. Şimdi bir kimse küllî maksadı bilir, fakat konu ile ilgili husûsî özellikleri bilmezse, bildiği o küllî esası o özel konu hakkında nasıl icra edebilir ve Sâri' Teâlâ'nın maksadının o olduğunu nasıl ileri sürebilir? Bu tutum Sâri' Teâlâ'nın maksadını muhafaza esası ile bir arada yürümez.
c) Bu mertebe, eğer husûsî özellikler dikkate alınmayacak olursa, onların mahallerinin de —ki bunlar mükelleflerin fiilleri oluyor— dikkate alınmaması gibi bir sonucu lâzım kılar. Hatta nasıl ki küllî esasları her bir cüz'î hakkında mutlak surrette icra ediyorsa, kendi hususiyetlerine bak­maksızın onları her bir mükellef üzerine de aynı şekilde ic­ra etmek gibi bir sonuca ulaşır. Bu ise Sâri' Teâlâ'nın mak­satlarından anlaşılacağı üzere sahih değildir. Mükellefle­rin husûsî hallerinin dikkate alınması da ancak husûsî de­lillerin dikkate alınması halinde sahih olur. Bu mertebe sa­hibi, müctehidin derecesinin gerektirdiği yere kadar inebi­lecek bir derinliğe sahip değildir[442] şu halde böyle birinin içtihada kalkışması doğru olmaz.
Görüldüğü gibi her iki tarafin da yaklaşımlarında haklı olduk­ları yerler vardır ve dolayısıyla konu gerçek mânâda değerlendirme karşısında hâlâ problemliğini korumaktadır.[443]
Konu ile ilgili örneklerden biri şudur: Bazıları kıyası toptan reddetmekte ve herhangi bir kayıt aramaksızın nassları esas al­maktadır. Diğer bir grup ise herhangi bir kayıt getirmeksizin kı­yasla amel etmekte ve ona muhalif düşen haberlere aldırış etme­mektedir. Bu iki gruptan her biri de fikrî bir aşırılığa girmiş, mut­lak ve genel bir surette aslında şer'î olan ve fakat dengeyi sağlayan iki uçtan sadece biri tarafına meyletmiş[444], şeriatın tamamı hak­kında bidüziyelik arzedecek ve bu yaklaşımla birlikte onda ne bir noksanlık ne de kusur olmayacağı, aksine, "Bugün size dininizi tamarnladım.[445] âyetinin gereği doğrultusunda bir yaklaşıma sa­hip oldukları inancı içerisinde hareket etmişlerdir.                          

Re'y taraftarları şöyle demektedirler: Şeriat sonuçta, tamamıy­la kulların maslahatlarının gerçekleştirilmesi, onlara dokunacak zararların uzaklaştırılması esasına çıkar. Şer'î deliller hem genel olarak, hem de özel olarak hep bu mânâya delâlet eder. İstikra da aym sonuca ulaştırır. Bu genel ilkeye muhalif olarak gelen her bir cüz'î (ferd) şer'an muteber olamaz. Zira istikra neyin muteber oldu­ğuna, neyin de muteber olmadığına tanıklık etmektedir. Ancak bu küllî ve genel bir şekilde olmaktadır. Bu durumda bu genel ilkeye muhalif bulunan cüzînin reddi, küllî ve genel olan ilkenin gereği ile de amel edilmesi gerekecektir. Çünkü onun delili kat'îdir, husûsînin delili ise zannîdir; dolayısıyla aralarında tearuzdan ba­hisle her ikisinin de birlikte ele alınıp değerlendirilmesi gibi bir du­ruma girilmez, zannî atılır.
Zahirî mezhebi taraftarları ise şöyle derler: Şerîat sadece kul­ların denenmesi ve hangisinin amel bakımından daha güzel oldu­ğunun ortaya çıkarılması için gelmiştir. Onların maslahatları, Sâri' Teâlâ'nın emir ve yasak ettiği şeyler doğrultusunda cereyan eder; yoksa kulların kendi bakışları[446] doğrultusunda değil. Biz nassların gereğine tâbi olmak suretiyle isabet ettiğimizden kesin olarak emin bulunmaktayız. Kaldı ki Sâri' Teâlâ, bizden bu yolla kulluk yapma­mızı istemektedir. Mânâların dikkate alınması ve onlara tâbi olun­ması, re'ydir. Nasslara muhalif düşen her ne olursa olsun muteber değildir. Çünkü o, şeriatın genel esaslarına muhalif düşen husûsî bir durum olmaktadır. Zannî olan hâss ise, kat'î olan amma karşı koyamaz; dolayısıyla aralarında tearuzdan bahsedilemez.
Bu durumda re'y taraftarları, mânâları[447] lâfızlardan soyutla­mışlar, şeriatta onlara itibar etmişler ve lâfızların özelliklerini gö-zardı etmişlerdir. Zahirîler ise lâfızların gereklerini esas almışlar ve şeriata hep lâfızlar arasından bakmışlar, kıyâsî mânâların husu­siyetlerini dikkate almayarak onları bir tarafa atmışlardır. Bu iki gruptan her biri, asla diğerinin yaklaşımına iltifat etmemiş, onun şeriatı anlama ve değerlendirme yoluna bakmamıştır. Çünkü her iki grup da şeriatı anlama konusunda dayandığı bir küllî esasa sa­hiptir ve onun üzerinden yürümekte, husûsiyâta inmemektedir.

ed-Delâil'de Abdussamed b. Abdulvâris'den  Sabit tarafından
- tahrîc edilen şu haberi bu kabilden bir Örnek saymak mümkündür: O şöyle anlatır: Dedemin kitabında şöyle yazılı buldum: Mekke'ye geldim ve orada Ebû Hanîfe, İbn Ebî Leylâ ve İbn Şübrüme ile kar­şılaştım. Ebû Hanîfe'ye geldim ve ona: "Bir satışta bulunan ve bera­berinde de bir şart ileri süren kişinin durumu hakkında ne dersin?" diye sordum. O: "Satış da, şart da bâtıldır" dedi. İbn Ebî Leylâ'ya geldim ve aynı soruyu ona sordum. O da: "Satış caiz, şart bâtıldır" dedi. İbn Şübrüme'ye geldim o da: "Satış da, şart da caizdir" dedi. Ben: "Sübhânallah! Küfe fukahâsmdan üç kişi, aynı mesele hakkın­da bize farklı farklı şeyler söylüyorlar" dedim. Sonra Ebû Hanîfe'ye gittim ve ona diğer ikisinin konu ile ilgili dediklerini anlattım. O: "Onların ne dediklerini bilmiyorum, fakat bana Amr b. Şuayb— ba­bası— dedesi vasıtası ile ulaştığına göre Rasûlullah (s.a.) satış ve şartı bir arada yasaklamıştır" dedi. Bunun üzerine İbn Ebî Ley­lâ'ya geldim ve ona diğerlerinin söylediklerini anlattım. O: "Onların ne dediklerini bilmiyorum, fakat Hişâm b. Urve— babası—Hz. Âişe vasıtasıyla bana ulaştığına göre Rasûlullah (s.a.) (Hz. Âişe'ye) şöyle buyurmuştur: 'Berîre'yi satın al, velâ hakkını onlara şart koş. (Bu önemli değil) çünkü velâ hakkı, âzâd edene aittir.[448] Böylece Rasûlullah (s.a.) satışı geçerli kabul etmiş, şartı ise iptal etmiştir" dedi. Daha sonra İbn Şübrüme'ye geldim ve ona öbürlerinin dedik­lerini haber verdim. O: "Onların ne dediklerini bilmiyorum, fakat Mesûd b. Hakîm— Muhârib b. Disâr kanalıyla Câbir b. Abdillah'ın şöyle dediği bize ulaşmıştır: "Rasûlullah (s.a.) (bir sefer esnasında) benden bir deve satın aldı, ben ona (Medine'ye kadar) binmemi şart koştum. O hem satışı hem de şartı onayladı"[449]
Bu Örnekte imamlardan her biri, muhtemelen verdiği fetvada esas aldığı hadisten çıkarmış olduğu küllî esasa dayanmış, onun dı­şında kalan cüziyyâtı ise muarız olacak evsafta görmemiş ve bu yüzden de onları dikkate almamıştır.[450] Allah'u a'lem!
3) Son mertebe: Küllîyyât ile cüzîyyât arasında dengeyi kura­bilme aşaması: Bu mertebeye ulaşan ilim adamı her iki tarafın da daldığı yere dalar, şer'î mânâları elde eder ve onları ferî cüz*î olay­lara indirgeyebilir; iki uçtan birindeki derinleşmesi, diğer taraftaki derinleşmesine mani olmaz, hem külliyyâtı, hem de cüziyyâtı bilir. Tek bir umûm üzere yürüyüp gitmez, aksine onları birbirine vurur[451] sonra elde ettiği şeyleri, uygun düşecek şekilde mükellef­lerin fiilleri üzerine indirger[452] Aslında o, yükseldiği mertebeye ra-ci olmaktadır; ancak bu her bir cüzîde hem umûmî hem de husûsî olarak gözetilen şer'î maksada dair olan ilimle birlikte olmaktadır.

Bu mertebedeki bir kimsenin ictihâd etmesinin sahih olacağın­da ihtilâf yoktur. Ulaşmış olduğu seviye sayesinde o, problemlerin çözümüne kabiliyeti bulunan, hâkim konumda olan, yenik düşme­yen bir mertebededir. Daha önceki aşamalarda ise, ilim talibi hâkim konumda değildir; o yüzdendir ki o mertebelerde kişinin elde ettiği küllî mânâlar, onu hususiyet arzeden konulara iltifat etmek­ten alıkoyabilmektedir. Sahibi hâkim değil, mahkûm konumunda olan her mertebe, o aşamadaki kimselerin henüz ilimde rüsûh mer­tebesine ulaşmadığını gösterir. Eğer içinde bulunulan aşama, sahi­bi tarafından hâkimiyeti altına alınmış, orada tam bir vukufiyetle tasarruf yetkisi ihraz edilmişse, işte o kimse ilimde rüsûh sahibi ol­muş demektir ve ictihâd yetkisini hak eden, istinbâta ehil olan kim­se de işte odur. Çoğu zaman orta mertebede yer alanlar ile bu mer­tebede bulunan ve içtihada gerçekten ehil olan kimseler birbirine karıştırılır ve bunun sonucunda da içtihada ehil olup olunmama ko­nusunda çekişmeler meydana gelir. Allah'u a'lem! •

Bu mertebeye ulaşmış kimselere "Rabbani" , "Hakîm", "İlimde rüsûh sahibi", "Âlim", "Fakîh" ve "ÂkiP gibi tabirler kullanılır. Çünkü bunlar ilmin büyük meselelerinden önce küçüklerini öğrene­rek işe başlamışlar ve rabbânî bir eğitimle bu mertebeye ulaşmış­lar, herkese/herşeye lâyık olduğu hükmü vermişler, ilmi tam anla­mıyla elde etmişler ve artık ilim kendileri için cibillî bir vasıf (mele­ke) halini almıştır, Allah Teâlâ'nın muradını hakkıyla anlamışlar­dır.

Bu mertebede bulunan müctehidlerin iki belirgin özellikleri vardır: (1)

Bunlar, soruyu yönelten kimsenin husûsî halini de dikkate alırlar ve eğer mesele hakkında husûsî bir hüküm varsa bunları de­ğerlendirirler ve onların hallerine uygun düşecek cevaplar verirler. İkinci rütbede bulunan kimseler ise böyle değillerdir; çünkü onlar husûsî durumları dikkate almaksızın genel hükümleri bildirirler ve ona göre cevaplar verirler. (2)

Sorulara cevap vermeden önce, işin nereye varacağını, verecek­leri cevapların ne gibi sonuçlar doğuracağını da hesaba katarlar, ikinci derecede bulunanlar ise bunu yapmazlar ve verdikleri cevabin ne gibi sonuçlar vereceği noktasına aldırış etmezler. Eğer bir emir ya da yasak karşısında bulunur ve o konuda da küllî bir esas varsa onun doğrultusunda hemen hüküm verirler.
Bu konu ile ilgili olarak pek çok örnek bulunmaktadır. Onlar­dan bir kısmı istihsân bahsinde ve fiillerin sonuçlarının da dikkatte alınması gerektiği meselesinde geçmişti. İmam Mâlik'in mezhebin­de bu konuda çok şey bulunmaktadır.[453] [454]


Eser: El-Muvafakat

  • Yeni Ekle
Yorumlar (0)

El-Muvafakat

 

Son eklenen ruyalar

Sitemizde yer alan soruların cevapları özenle islami eserlerden seçilerek yazılmaktadır.
..