ON DÖRDÜNCÜ MESELE:

Daha önce sadece ulemâya has olan ictihâd ile, bütün mükel­lefler için söz konusu olan ictihâddan bahsedilmişti. Ancak burada her iki türü de açıklayıcı bazı izahlar getirmek ve yaklaşım biçimle­rini belirlemek gerekmektedir.

Şöyle ki: Mekke dönemi teşri lalınan hükümler —ki bunlar ilk olma özelliğine sahiptirler— genellikle mutlak olup, herhangi bir kayıt taşımamaktadırlar. Bunlar, aklıselim sahiplerince yapılagel-mekte olan âdetlerin gereği doğrultusunda cari olan, üstün ahlâk ilkelerinin gerekli kıldığı kabilden bulunan şeyler olmaktadır. Do­layısıyla bunlar —akılla bilinmesi imkânsız bulunan namaz ve ben­zeri şeylerin izah ve belirlenmesi dışında— câri bulunan âdetlerin' iyilerine yapışmak, kötü ve çirkin olanlarından da uzak durmak gi­bi şeylerdir. Bunların büyük çoğunluğu, o âdetlerle ilgili olmak üze­re mükelleflerin kendi değerlendirmelerine ve şahsî ictihâdlarma havale edilmiştir. Böylece her bir mükellefin, kendince uygun olanı ve o küllî güzellikler içerisinden güç yetirebildiği kadarını alabilme­sine ve edinebildiği faziletlerle tek olan Yaratıcısına yönelebilmesi­ne imkân hazırlanmış olmaktadır. Namazı farzı ile nâfilesiyle Ki­tap ve sünnetin beyan ettiği şekilde kılmak, muhtaçlara yardımcı olmak, fakirlere, yoksullara maddî destekte bulunmak için şeriatta belirlenmiş bir miktar (oran) aramaksızın infakta bulunmak, sağ­duyu sahiplerince güzel görünen sıla-ı rahim ilişkilerini sürdürmek ve onların uzak ya da yakın olduklarına bakmamak, komşu hakla­rına riayet etmek, bütün toplumun, uzak yakın herkesin haklarını gözetmek, insanlar arasında bir ayırım yapmaksızın herkesin arasim bulmaya çalışmak, tartışmaya girmemek ve en güzel yollarla karşılık vermek... ve daha başka bu saydıklarımıza benzer mutlak bulunan, henüz haklarında bazı kayıtlar getirilmeyen hükümler işte bu kabilden olmaktadır.

Yasaklanmış bulunan münkerât ve fuhşiyât hakkında da du: mm aynı idi; onların kötülükteki mertebelerine bakılmaksızın hep­sinden aynı şekilde kaçmıyorlardı. Onlar (yani ilk müslümanlar), iyi ve güzel olanlara sarılmaya çalıştıkları gibi, kötü ve iğrenç olan şeylerden de uzak durmaya çalışıyorlardı.

O dönemlerde müslümanlar bütün gayretlerini ortaya koyu­yorlar ve emredilen güzel şeyleri yapmak, yasaklanılan çirkin şey­lerden de uzak durmak için var güçlerini harcıyorlardı. Rasûlul-lah'ın Medine'ye hicret etmesinden sonra vefatına kadar da bu böyle sürdü. Vefatından sonra ve Tabiîn zamanında da aynı şekilde devam etti.
Ancak zamanla İslâm coğrafyası genişlemiş, insanlar akın akın Allah'ın dinine girmeye başlamıştı. Bunun tabiî bir sonucu . olarak muamelât konusunda aralarında görüş ayrılıkları doğdu, hakkın beyan edilmesi konusunda kendilerini ilgilendirecek en ince ayrıntıların belirlenmesi gibi istekler belirdi, yahut kendileri için özel hükümlerin uygulanmasını gerekli kılacak husûsî haller orta­ya çıktı, yahut bazılarından şer'î hükümlere muhalefet veya yasak­lanmış şeylerin irtikabı gibi bazı sapmalar gözlendi. Dolayısıyla bu dönemde, sonradan ortaya çıkan bu hallerin gerekli kıldığı tahdid-lere, daha önceden mevcut bulunan mukaddimeleri tamamlayıcı mahiyet arzeden ayrıntı hükümlere, vacip ile mendup; haram, ile mekruh arasını ayıracak kayıtlamalara ihtiyaç duyuldu. Çünkü ih­tiyaç duyulan bu şeylerin çoğu, herkes bir tarafa aklıselim sahibi kimseler tarafından dahi kavranılıp ortaya konulamayacak mahi­yette cüzîyyâttan olan şeylerdi. Nitekim aynı durum ibadetlerle, kişiyi Allah'a yaklaştıracak olan diğer şeyler ve onların ayrıntıları hakkında da variddi ve aklın bunları belirleme imkânı yoktu. Özel­likle de İslâm'a giren kimseler artık şeriatı anlama konusunda o ilk (saf Arap) muhatapların sahip oldukları anlayış gücünden yoksun­lardı veya eski cahiliyye âdeti üzere bulunuyorlardı ve müntesip ol­duğu insanlar onu güzel görmekte ve ona yapışmakta idiler, dolayı­sıyla içinden ona bir meyil besliyordu, halbuki aslında o, öyle de de­ğildi. Aynı şekilde cahiliyye döneminde gördükleri maslahat sebe­biyle icra ettikleri fakat en azından o maslahat kadar ya da daha fazla mefsedetin bulaşmış olduğu şeylerde de durum aynıdır. Bütün bunlara ilaveten Allah Teâlâ cihadı farz kılmıştı.[455]Müslüman­lar ne zaman ki düşmanlarına karşı güçlü hale geldiler, kendilerin­den bütün insanları Hanîf İslâm milletine davete başlamaları is­tendi, iyiliği emretmek ve kötülüğü yasaklamakla emrolunur hale geldiler, işte o zaman Allah Teâlâ bu meyanda ihtiyaç duydukları herşeyi gayet açık bir şekilde kâh Kitap ile, kâh sünnetle olmak üzere beyan etti. Böylece mücmel bulunan Mekkî esaslar beyan edildi, ihtimaller açıklık kazandı, mutlak ifadelere kayıtlar getirildi, nesh ya da daha başka yollarla umûmî esaslar tahsis edildi. Bü­tün bunlardan sonra geriye kalan muhkem esaslar artık değişmez, bidüziye kanun, dayanılacak asıl halini aldı ve bu tâ Allah Teâlâ yeryüzüne ve üzerinde olanlara varis oluncaya (kıyamete) kadar böyle devam edecekti. Sonradan getirilen bu açıklamalar, kayıtla­malar, tahsise gitmeler...—Allah'tan bir lütuf ve ihsan olarak— önceden getirilmiş bulunan küllî esasların tamamlayıcısı olmuş ve o muhkem esasların üzerine bina edilmişti.

Şu halde ilk esaslar bakidir ve onlar ne değişmiş, ne de neshe maruz kalmışlardır. Çünkü onlar hemen her konuda zarûrî-küllî mahiyetindedir, ya da bunlara tâbi durumundadır. Nesh ya da beyân ise, ancak ve ancak cüz'î bulunan ve tartışmaya açık olan ko­nularda cereyan eder; küllî esaslarda cereyan etmez.Bütün bu arzettiklerimiz, hem Mekke hem de Medine döne­minde inmiş bulunan hükümleri bir arada ele alıp değerlendirme yapan kimseler için gayet açıktır. Zira Mekke dönemi ahkâmı, nef­se zulmetmemek, Allah ve kul haklarına nisbetle emir ve yasaklara son derece bağlılık göstermek esası üzerine kuruludur.
Medine dönemi ahkâmı ise, genelde olaylar ve yeni gelişmeler üzerine indirilmiştir. Bunlar tartışma ve anlaşmazlıklar doğuracak konularda, ruhsatlar ve hafifletici hükümler getirme, bazı cezalar koyma gibi külliyyâtla ilgili olmayıp cüzîyyât hakkında söz konusu olan şeylerdir. Çünkü külliyyât Mekke döneminde muhkem bir şe­kilde konulmuş ve yerleşmiştir. Medine döneminde bu tür cüz'î hü­kümler getirilirken Mekkî küllî esaslar eski hali üzere korunmuş­tur. Bu yüzdendir ki Medine döneminde inen sûrelerde bu küllî esaslar yer yer tekit ve teyid edilir. Böylece —Allah'a hamd ol­sun!— şeriat hem küllî esasları, hem de cüz'î hükümleri açısından kemâle ermiş, ortası, her iki ucuyla birlikte tamamlanmış, eksiği gediği kalmamıştır. Yüce Allah bu meyanda olmak üzere: "Bugün size dininizi ikmâl ettim, üzerinize nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâm'ı beğendim'[456]buyurmuştur.
Fukaha bu iki kısımdan sadece cüziyyâttan olan hükümlerin açıklanması ve sınırlarının belirlenmesi ile ilgilenmişlerdir. Zira bu hükümler, tartışmalara, çekişmelere, nefsânı hazlara, itibara, ânzî durumların gereği ile amele açık bulunmaktadır. Bu halleriyle fukahâ ictihâdlarında sanki, Allah Teâlâ'nm haram kıldığı ile helâl kıldığı şeylerin kesiştiği noktada durmakta ve böylece Allah Teâlâ'nın helâl kıldığı alandan haram kıldığı sahaya geçilmesini önlemeye çalışmaktadırlar. Böylece onlar her olaya nisbetle hü­kümlerin dayanaklarım insanlara belirtiyorlar ve bu şekilde her in­sana göre farklılık arzedebilecek ve bu yüzden haram ile helâl ara­sındaki ayırıcı sınırı ihlâl edebilecek davranışlara girilmesini önle­meye, insanları haram koruluğuna (yasak bölge) düşmekten kur­tarmaya çalışıyorlar. Birinin ayağı sürçüp oraya düştüğü zaman, derhal oradan çıkış yolunu[457] ona gösteriyorlar ve her bir cüz'î me­sele hakkında böyle yapıyorlar. Onları kâh bel kemerlerinden yaka­layıp şiddetle çekiyorlar, kâh yumuşaklıkla[458]uyarıyorlar, ama hep onları yasak bölgeye düşmekten kurtarmaya çalışıyorlar. İşte fukahânın içtihadından maksat budur; onların ictihâd alanları bu tür cüzîyyâttır, bütün uğraşıları bu doğrultudadır.

Bunun dışında kalan üstün ahlâk ilkeleriyle ilgili konulara ge­lince, gerek iyi olanların işlenmesi, gerekse kötü olanların terki kabilinden olsun fukahâ bunların tafsili yoluna gitmemişlerdir. Çün­kü bunların etraflıca açıklanmasına ihtiyaç bulunmamaktadır. Hatta insan çoğu kez bu gibi alanlarda tek başına ne yapacağını kestirebilir. O yüzden bu gibi konularla ilgili hükümleri, bizzat mü­kellefin kendi ihtiyar ve içtihadına havale etmişlerdir. Zira nasıl yaparsa yapsın, o şekil Sâri' Teâlâ'nın emir ya da yasağına uygun düşmüş olacaktır. Bu alanlarda da bazen açıklama gerektirecek du­rumlar olabilir; ancak bu, o şeylerin helâl ile haram noktasını ayır­makta olan sınıra yakınlığı sebebiyle olmaktadır. Fukahâ bu gibi konular hakkında işte bu açıdan söz etmişlerdir. Buna göre, bir kimse bu sınırdan ne kadar çok uzakta ise, küllî esasların gerekleri alanında da o derece köklü olacaktır.vasıflarına ve fiillerine baktığımız za­man, bu iki kısım arasındaki farkı, iki mertebe arasındaki uzak mesafeyi kolayca kavrayabiliriz. Sahabenin sahip olduğu özellik ve o esasların gereği ile amel etmeleri de öyledir.

Ehl-i tasavvuftan meşhur olanlar, işte bu kısım (yani külliy-yât) üzerine eğilmişler, Rasûlullah'ın ve ashabının sıfat­larıyla muttasıf olma konusunda kendi derecelerine ulaşamayan di­ğer kimselere bu yüzden üstünlük sağlamışlardır. Dünyadan nasi­bini almış diğerlerine gelince, bunlar muamele, evlenme-boşanma gibi konularda insanlar arasında cereyan etmekte olan cüziyyât ve olaylara bakmak ihtiyacım duydular ve onları güçleri miktarınca birinci derecede bulunan esaslara vurdular, yine mecbur kaldıkları zaman onları ikinci derecede olan ferî hükümlere uygun olarak icra ettiler ve her konuda muamelelerini bu şekilde yerine getirmeye ça­lıştılar. Böyle bir çabaya da ancak nadir olarak ve tevfike mazhar olan kimseler kadir olabilir. Sahabenin muamelelerindeki durum —siyer müelliflerinin ifade ettikleri gibi— işte böyle idi.
Dünya ile meşguliyetin artması ve detaylarla fazla ilgilenilme-si sebebiyle zamanla genel esasların gerekleriyle amel etme yok ol­maya yüz tuttu ve sonunda onlar tamamen unutulmuş bir hal aldı. Bunun sonucunda onlarla amel etmek isteyen kimse, ailesinden uzak düşmüş garip birinin halini aldı ve, "İslâm, garîb olarak baş­lamıştır, başladığı gibi garîb olarak dönecektir. Garîblere ne mut­lu"[459] hadisinin mânâsı altına girmiş oldu.

Özetle diyebiliriz ki, küllî esaslara bakma anlamında olan ictihâd konusunda çoğunluk halk da, ulemâ ile kısmen müştereklik arzetmektedir. Cüziyyât konusunda yapılacak değerlendirmele-re/ictihâdlara gelince, bu yetki sadece ulemâya has bulunmaktadır. Şeriatta yapılan istikralar bunun böyle olduğunu göstermektedir.

Fasıl:

Hicretten önce müslümanlar, kendi ictihâd ve ihtiyatlarının sonucu olarak Mekkî teşrî'in gereği doğrultusunda hareket ederler­di ve bu yolda çok büyük mesafe katetmişler ve mutlak anlamda "öncüler" diye isimlendirilmişlerdi. Sonra Medine'ye hicret ettiler ve bu konuda kendilerine Medineii Ensâr da katıldı. Böyle böyle, onlar için imanın şu"beleri ve üstün ahlâk anlayışının gerekleri ta­mamlanmış oldu. Onlar dinî hayatı yaşarlarken, ayakları temellere sağlamca basmış oluyordu. Dolayısıyla daha sonradan gelen ta­mamlayıcı unsurlar kendilerine daha kolay gelmişti. Onlar bu özel­likleri ile bir ışık halini aldılar ve bu yüzden kendileri hakkında Al­lah'ın kitabında birçok yerde övgüler indi, onlara senalarda bulu­nuldu. Rasûlullah (s.a.) onların değerlerini yüceltti ve onları dinde önderler kıldı. Bunun sonucunda onlar, şeriatta kendilerine uyula­cak, nümûne-i imtisal edinilecek üstün bir makama ulaştılar. Hic­retten sonra, daha önceki benimsedikleri hallerini bırakmadılar; aksine daha çok çalıştılar ve Mekkî ve Medenî teşrî'in çizmiş oldu­ğu sınırları beraberce koruyabilmek için daha fazla itina gösterdi­ler.
Medine döneminde gelen ruhsatlar, onları Mekkî olan azimet­lerden uzaklaştırmadı, Allah Teâlâ'ya itaat yolunda bütün gayretle­rini ortaya koymak suretiyle çaba sarfetmekten, eski halleri üzere devam etmekten vazgeçirmedi. Halbuki onlar ruhsatları tercih et­meleri halinde, müsamaha ile karşılanabilirlerdi; buna rağmen on­lar Mekkî azimet hükümlerini esas aldılar. "Allah, rahmetini dile­diğine tahsis eder"[460]

Bu. husus göz önüne alındığında şu sonuca varılır: Kim birinci derecede olan esasları benimser ve ashabın yaptığı gibi onlar üze­rinden yürürse, ne mutlu o kimseye! Kim de ikinci derecede bulu­nan esasları kabullenir ve onlar doğrultusunda hareket ederse ne âlâ, ne güzel! Sofiyye, işte bu birinci derecede olan esaslar üzerin­den yürümüş, onların yüklendikleri şeyleri kendileri için lüzumlu görmeyen diğerleri ise, ikinci derecede olan esaslar üzerinden yürü­meyi ilke olarak kabul etmişlerdir. Kendisini tamamen Allah'a ver­miş (el-munkatı' ilâllâh) kimselerin durumları ve maruf gidişatları sonucunda elde etmiş oldukları hususlar, işte bu noktadan anlaşılir. Çünkü ilk bakışta onların, kendilerini diğer insanların üstlen­medikleri ve kendilerine şer'an da gerekli bulunmayan şeylerin al­tına sokmuş oldukları intibaı doğar ve kişi, onların dinde aşırılığa kaçtıkları, nefislerine işkence ettikleri, yükümlü olmadıkları şey­lerle kendilerini mükellef kıldıkları, ehl-i şeriatın tuttuğu yolun dı­şında başka bir yol edindikleri... düşüncesine kapılabilir. Hâşâ lillâh! Onlar bunu yapmıyorlardı. Onlar tuttukları yollarını, sünne­te tâbi olma esası üzerine kurmuşlardı ve onlar ehl-i sünnetin itti­fakı ile Allah'ın seçkin kullan oluyorlardı. İslâm'ın ilk dönemlerin­deki müslümanlarm hali anlaşılır ve nesih kabul etmeyen Mekke dönemine ait nasslar iyi kavranır ve onların davranışları Mekkî teşrî'e vurulursa, işte o zaman bu insanların sülük etmiş olduğu ve tâbi olmaya karşı da aşırı özen gösterdikleri yolun, tefsir mahiye­tinde bulunan Medine dönemi teşrî'ine ters düşmeyecek bir şekil üzere olduğu anlaşılacaktır.
Meselâ, onlardan birine, "İki yüz dirhemden ne kadar zekât vermek gerekir?" diye soru sorulsa ve o: "Bizim mezhebimize göre hepsi Allah içindir; sizin mezhebinize gelince beş dirhem vermek gerekir" şeklinde cevap verse, işte bu cevap arzettiğimiz bu yakla­şımdan kaynaklanmış olmaktadır. Çünkü Mekke dönemi teşriinde Allah'a tâat yolunda mutlak olarak infakta bulunma emredilmekte ve bu yolda vacip olan miktar ile, vacip olmayan arası ayırd edilme­mektedir. Aksine bu, infakta bulunan kişinin kendi ictihâd ve tak­dirine havale edilmiştir. İnfakın bir kısmının vacip, bir kısmının da vacip olmadığında kuşku yoktur. Bu gibi durumlarda ihtiyat, farklı olan ihtiyaçların giderilmesi ve gediklerin kapatılması için yapıla­cak olan infakta mübalağa edilmesidir. Öyle ki, bunun sonucunda infakta bulunan kimse gönül huzuruna kavuşmalı ve harcadığının yeterli olduğuna kani olabilmelidir. Bu örnekte kendisine soru yö­nelten kimse, bizzat kendisini ilgilendiren alanda malın hepsini vermek şeklinde verdiği kendi fetvasını esas almış olmakta ve ya­pacağı kullukta onu kendisine yol edinmekte, kulluğun gereğini ye­rine getirmenin, nimete şükrü eda edebilmenin, nefsânî hazlarını —Sâri' Teâlâ kendisine bunları tamsa bile— düşürmenin, mahza kulluk ayağı üzerinde durmanın yolunun ancak böyle olacağına inanmaktadır. Böylece —Sâri' Teâlâ kendisi için cevaz verse bile— nefsine hiçbir pay bırakmamakta, göklerin ve yerin hazinelerinin Allah Teâlâ'ya ait olduğu inancına dayanmaktadır. Nitekim Allah Teâlâ bu meyanda şöyle buyurmaktadır: "Biz senden bir rızık iste­miyoruz; seni rızıklandıran Biziz[461] "Onlardan bir rızık istemi­yorum; onlardan beni doyurmalarını istemiyorum"[462]Rızkınızda, size vadedilen şeyler de semâdadır"[463] Benzeri daha birçok âyet vardır. Bu, güç yetirebilen kimseler için bir çeşit kulluk şeklidir. Böyle bir yolu kendisi için iltizam edinen bir kimse hakkında, onun yoldan çıkmış olduğunu, kulluk konusunda tekellüfe girdiğini söy­lemek doğru olmaz. Ancak bu meydan herkesin koşuşturabileceği bir alan olmadığından, Medine dönemi teşriinde kayıtlamalar geti­rilmiş ve zekât mükellefiyeti belirlenmek suretiyle mecburi olarak ifası istenen miktar bildirilmiş ve bundan böyle kesin olarak vacip ve daha azı verilemez olan miktar bu olmuş, diğer kısmı ise yine es­kisi gibi mükellefin kendi tercihine bırakılmıştır. Böylece mükellef, isterse geri kalan kısmı caiz olarak tutar, isterse mendup olarak in­fakta bulunur. Kimi fazla infakta bulunur, kimi de az; ama hepsi de övgüye lâyıktırlar. Çünkü onlar Allah Teâlâ'nın çizmiş olduğu sı­nırı ihlâl edip, öteye aşmamışlardır. Durum böyle olunca örnekteki kendisine soru yöneltilen kimse, soru sorana, "Sizin mezhebinize göre mi? Yoka bizim mezhebimize göre mi?" diye soru yöneltmiş ve ona göre cevap vermiştir.

Bir kısmı da vardır ki, infak konusunda malının hepsini tüket­mek noktasına ulaşmaz, bilakis elinde kendisine zekâtın vacip ola­bilmesi için bir miktar bırakır. Buna rağmen o, kasıt bakımından elinde hiçbirşey bırakmayan kimseye muvafık bulunur ve bilir ki, inalda zekâttan başka da bir hak vardır ve bu hak kesin olarak ta­ayyün etmiş değildir, bu hakkın belirlenmesi için ictihâd gerekir.Bu durumda kişi elinde maldan bir parça dahi kaldığı sürece, onun üzerine terettüp eden hakkı belirlemek için ictihâd eder durur. Ta­mamen tükeninceye kadar kendisinde bir emanet gibi onu taşır, ya da halkın vekili gibi olur. Bu arada o maldan bizzat kendisinin de faydalanmış olması, durumu değiştirmez.

Bu, sahabenin çoğu kez takınmış olduğu tavır olmaktadır. On­ların ellerinde mal tutmaları, sebepleri ortaya koyan Allah Teâlâ'ya itimatlarına ters düşmüyordu. Bu düşünce âdet üzere cereyan et­mekte olan şeylerde sünnetullaha itibar etme mânâsına almıyordu. Birinciye göre, ahkâmın kullar üzerinde cereyanı konusunda (dik­kate alma babında) âdiyyâtın herhangi bir meziyeti (etki ve önemi) bulunmamaktadır.

Kendi nefsi için bir haz bırakan kimsenin durumuna gelince, bunda bir beis bulunmamaktadır ve bu haliyle o, mubahlar konu­sunda —vacipleri ihlâl etmemek şartıyla— genişlik göstermiş ol­maktadır. Mekkî hasletlerin her birine bu şekilde bakmak gerektiği böylece anlaşılmaktadır. Eğer böyle yapılırsa, sonucun dediğimiz gibi olduğu anlaşılacaktır.Doğrusu —Allah'tı a'lem!— şudur: Bu kısım ehlinden olanlar, hüküm bakımından kastettikleri ile muamele görürler ve nazlarını elde ederler. Bu onlar için caizdir. İlk iki kısım ise böyle değildir. Onlar, tesebbüb yolu jile almayan, yahut alsa bile kısmet vb, nis-betlerle alan kimselerdir.

İtiraz: Şu halde fukaha bu esasın gereği doğrultusunda niçin fetva vermiyor?
Cevap: Bu konudaki bakış açısı husûsîdir; umûmî değildir. Şu mânâda ki, fetva müsteftînin üzerinde bulunduğu hale mebnîdir. Burada sözü edilen hal de, kişinin her türlü tasarruflarında Allah için işler, Allah için terkeder olmasıdır. Böylece nefsi için haz tale­bi düşmüş olmaktadır. Dolayısıyla onun bu hali üzere fetva vermek cevaz halini almıştır. Çünkü o lisanı hal ile şöyle demiş olmaktadır: "Benim halim bu, binaenaleyh halimin gereği ne ise onu bana yük­le!" Bu durumda ona mutlaka halinin gereği doğrultusunda yük yüklenmesi gerekecektir. Aynen şöyle: Meselâ biri müftîye gelse ve: "Ben sağ elimle avret yerime dokunmayacağıma dair Allah'a ah­dettim" veya "Ben hiçbir kimseden birşey istemeyeceğime; elim, müşrik eline değmeyeceğine dair azmettim..." dese, tabiî ki bu, fa­zilet sayılabilecek bir iş üzere Allah'a verilmiş bir söz olur. Allah Teâlâ ise bu konuda: "Antlaşma yaptığınız zamun, Allah'ın ahdini yerine getirin..."[464]buyurmakta ve kitabında, vördikleri söze riayet eden, onları yerine getiren kimseleri Övmektedir. Herşeyden el etek çekip kendilerini Allah'a ibadete veren kimselerin durumu da aynı şekildedir. Dolayısıyla —sert bir engel olmadıkça— üstlendikleri şeyi yerine getirmeleri, matlup olan şeyler (ahde vefa) zümresin­den olur. Hadiste şöyle buyurulmuştur: "Sizden biriniz için daha hayırlı olanı, hiçbir kimseden birşey istememesidir"[465] Ashap o hal­de idiler ki, birinin kamçısı binek üzerinde iken elinden düşse, hiçbir kimseden onu vermesini istemez, (iner kendisi alırdı). Hz. Os­man  şöyle demiştir: "Onunla Rasûlullah'a be/at ettiğimden beri, sağ elimle edeb yerime asla dokunmadım" Ölüsü arılarca korunan ve müşriklerin eline geçmesine imkân verilmeyen sahâbînin durumu bu mânâda çok açıktır. Zira o, öldürülmeden ön­ce kendisine hiçbir müşrikin dokunamaması için Allah'a ahdetmiş­ti. Bunun üzerine şehit edildikten sonra cesedini arılar korumuş ve hiçbir müşrik cesedine dokunamamıştı.

Şu kadar var ki, bu doğrultuda fetva verme işi ancak sofî şeyh­lerine has bir durumdur. Çünkü bu tür hal sahipleri ile temas halinde olanlar onlardır. Fukahaya gelince, onlar genelde Sâri' Teâ-lâ'nın kendisine helâl kıldığı nefsânî hazları talep makamında bu­lunan kimselerle hemhal olurlar ve tabiî olarak onların içinde bu­lundukları halin gereği doğrultusunda fetva vermek zorundadırlar. Mubah kılınmış nazların sınırları ise, fıkıh ilminin konusu olmak­tadır. Şayet biz farzetsek ki, birisi sual sormak üzere gelse ve hali de geçen şekil üzere bulunsa, bu durumda fakihe gereken şey, o halin gereği doğrultusunda fetva vermek olacaktır. Hal böyle iken, 'Bu, Sâri' Teâlâ'nın açıklamasının aksine birşeydir' denemez. Çün­kü Sâri' Teâlâ, hepsim de açıklamıştır. Şu kadar var ki, bu iki hal­den birini —ki bu üzerinde durduğumuz kısım oluyor— üstün ahlâk anlayışı ve güzel huyların gereğinden saymış, bunları icbârî kılmamıştır. Zira bunlar esasta tercihe bırakılmış bulunan şeyler­dendir. Genellik arzeden diğer kısım ise böyle değildir; onlar her­kes için mecburîdir. Bu da —fukahanm üzerinde söz ettiği diğer hususlar gibi— fetvanın onlar doğrultusunda verilmesini gerekli kılmaktadır.

Soru: Sözü edilen kısım madem ki bağlayıcı değildir, o zaman fetva niçin o şey üzere bağlayıcı tarzda verilmektedir?
Cevap: Onunla, sual soranı kazaen ve mutlaka o şekil üzere so­rumlu tutmak anlamında bağlayıcı tarzda fetva verilmemektedir. Burada verilen fetva, halinin gereği olarak, müftinin, kendisini o fetva ile ilzam etmesini ister konumda olması hasebiyledir. İlzamın aslı, şer'an ma'mûhın bihtir. Onun aslı, bakmak ve teberru mahiyetindeki tasarruflarda ahde vefa göstermektir. Üstün ahlâkla ilgili şeylerden bazıları vardır ki lâzımdır; meselâ talâk sırasında kadına müt'a[466] vermek böyledir. "Sizden biriniz, komşusunu, (biti­şik nizam ev yaparken) hatılını duvarı üzerine koymaktan asla en­gellemesin'[467] hadisinde sözü edilen husus da böyledir. Rasûlul-lahf81;^^^] , ashabına bu yolda muamele eder ve onları bu şekilde­ki davranışlara sevkederdi. Yiyecekleri azalması halinde Eş'arîlerin yapmış oldukları örnek davranışları[468] "Kimin yanında fazla malı varsa, onu hayvanı olmayana versin...[469]hadisi; "Hayır işlemeye­ceğine dair Allah'a yeminde bulunan da kim?[470] buyurması, ashabmdan bazısına, alacaklı olan kimseye borcun yarısını düşürmesini işarette bulunması bu kabilden örneklerdendir. Yüce Allah, Hz. Ebû Bekir'in Mistah'a[471] yardımı keseceğine dair yemin etmesi üze­rine: "İçinizden faziletli ve servet sahibi kimseler akrabaya, yoksul­lara, Allah yolunda göç edenlere (mallarından) vermeyeceklerine dair yemin etmesinler; bağışlasınlar, feragat göstersinler. Allah'ın sizi bağışlamasını arzulamaz mısınız?"[472] âyetini indirmiştir. Hz. Ömer de bu şekilde davranmış ve Muhammed b. Mesleme'nin ara­zisinden su geçirilmesine hükmetmiş ve karşı gelmesi üzerine de ona: "Vallahi, karnın üzerinden de olsa mutlaka bu su oradan geçi­rilecek" demiştir. Bu kabilden daha pek çok örnek vardır. Bundan daha husûsî mahiyette olanı, vera' (takva) sahibi kimselerin, kişile­rin sahip oldukları vera' makamına uygun olarak fetva vermeleri­dir. Buna şu bir örnektir: İmam Ahmed b. Hanbel'e bir kadın gelir ve sultanın ışığından istifade ile yün eğirmenin hükmünü sorar. İmam kendisine: "Sen kimsin?" der. Kadın, kendisinin Bişr b. el-Hafî'nin kızkardeşi olduğunu söyleyince, ona, o ışık altında yün eğirmeyi terketmesini söyler. Olay mânâ olarak böyledir. Mutarrif, bu mânâda İmam Mâlik'ten söz ederken şöyle demiştir: "İmam Mâlik, (ağırlığından dolayı) diğer insanlara yani avama vermediği fetvalar doğrultusunda amel eder ve: 'Böyle olmadıkça, terkettiği zaman günaha girmeyeceği şeyleri işleyerek ihtiyatlı davranmadık­ça âlim, âlim olamaz' derdi" Onun sözü böyle. Bu meyanda ulemâya ait sözler, onlardan yapılan rivayetler çoktur. Allah'u a'lem! [473]
[1] Yani içtihadın genel ve özel anlamda ikiye ayrılması, özel içtihadın gerçek­leşmesi için gerekli olan şartlar, içtihada mahal olup olmayan konular, müctehidin hatasının sebepleri vb. gibi konular bu taraf içerisinde işlene­cektir.
[2] Bu taraf, aslında birinci taraf üzerine kurulu ve onun uzantısı mahiyetinde­dir. Üçüncü taraf ise, maksadı bakımından bu ikinciden uzak birşey değil­dir.
[3] İctihâd: Mümkün olan en son çabanın gösterilmesi ve bütün gücün kulla­nılması demektir. Bu da ya şei^î bir hükmün elde edilmesi yolunda, ya da onların uygulanması yolunda olur.

Hükümlerin tatbiki konusunda yapılan ictihâd, içtihadın birinci kıs­mını oluşturmaktadır ve bu tür ictihâd ümmet içerisinde sadece belirii bir zümreye has birşey değildir. Bu tür ictihâd ittifakla hiçbir zaman için eksik olmaz.
Şer'i hükümlerin elde edilmesi için yapılan ictihâd ise, içtihadın ikin­ci kısmını oluşturmaktadır. Bu kısım sadece içtihada ehil olan    müctehidlere has olmaktadır. Bu tür ictihâdm kesintiye uğramasının müm­kün olup olmadığı konusu tartışmalıdır. Hanbelî âlimleri, hiçbir asrın müc-tehidsiz kalmayacağı görüşündedirler. Cumhur âlimler ise, bazı dönemlerin müctehidsiz kalabileceği görüşündedirler. Daha güçlü olan görüş bu olmak­tadır. Çünkü böyle bir görüşten, lizâtihî muhal olan bir sonuç gerekmemek­tedir, üstelik konu ile ilgili çok sayıda nakli delil de bulunmaktadır. Mese­lâ: "Allah Teâlâ, ilmi öyle çekip çıkarmak suretiyle almaz... "(bkz. Buhâri, İlim, 34 ; Müslim, İlim, 13; Tirmizî, İlim, 5; İbn Mâce, Mukaddime, 8) hadisi bunlardandır.
[4] el-Mînhâe'da şöyle denilir: Tahkikul-menât, üzerinde ittifak edilen illetin, fer'de de aynen bulunup bulunmadığının belirlenmesi işlemidir. Yani, asılda bulunan illetin aynısıyla fer'de de bulunduğuna dair delil ikamesinden iba­ret olmaktadır. Meselâ, ribâda illetin "kât" yani temel gıda maddesi olması üzerinde görüş birliği edilse, sonra bu illetin acaba incirde de olup olmadığı­nın araştırılması tahkiku'l-menât olmaktadır. Bunun sonucunda eğer onun da temel gıda maddesi olduğu delil ile belirlenirse, incir de ribevî mallar arasına girecek demektir. Bu kısım için, illetin illâ da nass ya da icmâ ile belirlenmiş olması şart değildir. Aksine illeti belirleme yollarından doku­zundan hangisi ile isbat edilirse edilsin, hepsi de mümkündür. Keza bu, "kıyâs" kavramı altına da girmez. Aksine bu, sadece külli bir esasın cüzîlere uygulanması demektir.
[5] Bunun nass veya icmâ ya da kıyas ile sabit olması arasında bir fark yoktur.
[6] Yani hükmün cüz'îyyâta ve hârici olaylara tatbiki için.
[7] Talâk 65/2.
[8] Adalet, takva ve mürüvvet sahibi olmak demektir. Takva ise, büyük gü­nahlardan kaçınmaktır. Mürüvvete gelince, kişinin kendisini bayağı, müb-tezel ve toplumun ma'şer'î vicdanının hoş karşılamayacağı şeylerden uzak tutması demektir. Gerek rivayet ve gerekse şehadette aranan nisâb, adalet vasfının en alt mertebesidir. Bu da büyük günahları terketmek ve küçük günahlar üzerinde ısrarlı olmamak yoluyla olur. Usûlcüler adaleti böyle ta­nımlamışlardır.
[9] Müellifin buradaki ifadeleri yerinde değildir. Bir kere daha önce adalet vasfının iki ucu olduğunu söylemişti. Bu ifadeden iki ucun da adalet vasfı çerçevesinde oldukları ancak aralarında mertebeler bulunduğu anlaşılır. Halbuki sözünü ettiği bu iki uçtan biri adalet dairesi dışında kalmakta, en üst mertebe dediği uç ise adalet vasfı dairesi içerisinde kalmaktadır. Eğer, şu anda dışarıda kalan uç yerine, yine içerde kalacak "adalet vasfının ta­hakkuk ettiği en alt mertebe" deyip de bu ikisi arasını mertebelere bölse idi, daha uygun ve anlaşılır olacaktı.
[10] Yani özellikle de mürüvvet ilkesinin tatbiki oldukça zordur. Çünkü bunun belli bir kıstası yoktur ve oldukça da değişkendir. Yöreden yöreye, zaman­dan zamana, milletten millete farklılık arzeder. Dün mürüvvetsizlik kabul edilen bir davranış biçimi, bugün öyle kabul edilmeyebilir. Dolayısıyla bu kıstas ile "adalet" vasfının bulunup bulunmadığını bellirlemek kapalı ve zor olur.(Ç)
[11] Müellifin izahı İmam Mâlik'in mezhebi doğrultusundadır.   Onlara göre "Fakir", sadece yıllık yiyeceğine sahip olan kimsedir. "Miskin = yoksul" ise, hiçbir şeyi olmayan kimsedir. Bu hüküm, bu iki kelimenin de birden zikredilmesi halinde böyledir.   Burada olduğu gibi ikisinin de bir arada zikredilmemesi halinde ise biri diğerinin anlamını da içerir. Dolayısıyla burada fakir kelimesi, hem fakiri hem de miskini içine alır. Birinci surette yani kişinin ne bir malının ne de bir kazancının bulunmaması halinde on­da fakirlik sıfatının tahakkuk edeceği ve dolayısıyla vasiyete hak kaza­nanlar listesine gireceği konusu açıktır. İkinci surette yani kişinin nisaba ulaşmasa bile yıl boyunca kendisine yetecek kadar malı ya da kazancı bu­lunması halinde vasiyete hak kazananlar listesine girmeyeceği konusu da açıktır. Üçüncü şekilde yani nisap miktarından fazla malı ya da kazancı olsa bile ihtiyacına cevap vermeyecek ve sıkıntı içerisinde yaşayacak olan kimse hakkında ise değerlendirme yapmak gerekecektir. Çünkü ihtiyaçlar farklı ve görelidir. Bazı insanlar nafaka ve maişetlerinden birşeyin eksil­mesini sıkıntı ve zorluk sayabilirler. Bazıları ise aynı şeyin yokluğunu hiç­bir zaman hatırlarından bile geçirmezler. Müellifin burada anlattığı şey, Hanefîlerin nisap şartını ileri sürdükleri zenginlik ve fakirlik kavramları­na uymamaktadır. Çünkü onlar zenginlik ve fakirlik ölçüsü olarak nisabı esas almaktadırlar ve nisaba sahip olana zengin, nisaba sahip olmayana da fakir demektedirler. Şâfiîler kazancın (kesb) dikkate alınması konusun­da Mâiikîler gibidirler. Ancak mal ile zengin olunabilmesi için galip olan ömür kadar yetecek ve bakmakla yükümlü olduğu kimselerin nafakalarını karşılayacak miktarı şart koşmaktadırlar.
[12] Mecelle Madde: 67: "Beyyine müddeî için ve yemin münkir üzerinedir."
[13] Tabsıretu'l-hukkâm'da altıncı rüknün ikinci kısmında kazanın nasıl ola­cağı hakkında şöyle denir: Şüphesiz kaza ilmi, davacının davalıdan ayırde-dilmesi esasına dayanır. Çünkü bu, belirlenmesi zor bir konudur. Alimler tarafların ne gibi sorumlulukları olduğu konusunda herhangi bir ihtilafa düşmemişlerdir. Ancak söz onların birbirlerinden ayırdedilmeleri konu­sundadır. Alimlerin davacı ile davalıyı ayırdetme için getirdikleri bazı kıs­taslar vardır: 1) Davacı, davayı terkettiği zaman, dava düşer. 2) Davacının sözü onu doğrulayan birşeye dayanmaz, bu yüzden delil getirmekle ilzam olunur. 3) Sözü bir asıl ya da örfe uygun düşmez. İkincisi yani davalı ise böyle olmayan kimsedir. Ancak iş bu kadarla bitmez, değerlendirmede gö­rüşler, asıllar birbirine girer. Çünkü örfler, asıllar çoğu kez tearuz halinde bulunur. Bunu bir örnekle açıklayalım: Meselâ, rüşdüne ermiş bir yetim, vasisinden malını artık kendisine teslim etmesini dava etse, vasi de malı teslim ettiğini iddia etse ne olur? Burada yetim talepte bulunan konumun­dadır ve davayı terkettiği zaman dava düşmektedir. Asıl ise, vasinin yeti­min malı hakkında emin olduğudur.   Bütün bunlardan davacının yetim, davalının da vasi olduğu anlaşılır. Ancak diğer taraftan bakıldığında vasî de malı teslim ettiğini iddia etmekte, yetim de malı teslim aldığına dair davalı durumunda bulunmaktadır. Her iki itibara göre hükmün farklı ola­cağı ise aşikârdır. Bu durumda problemin halli ancak: "Onlara mallarını verdiğiniz zaman, üzerlerine şahit tutun" (Nisa 4/6) âyetine başvurmak yoluyla mümkün olacaktır. Çünkü bu âyette, vasinin —her ne kadar mal­dan harcama konusunda emin olsa da— malın teslimi konusunda emin ol­madığı ve bu yüzden de şahit tutması istendiği anlaşılmaktadır. Dolayısıy­la vasinin sadece, "Ben malı teslim ettim" demesi, bir beyyineye dayanma­yan iddia olmaktan öte geçemez ve vasî davacı, yetim de davalı durumun­da bulunur. Sonuçta vasinin teslim ettiğine dair beyyine getirememesi ha­linde davalı olan yetime yemin verdirilir ve bunun sonucunda malına hak kazanır.

Kadı Şureyh şöyle demiştir: "Kadılığa tayin edildiğimde, bana getiri­len davalar hakkında âciz kalmayacağım düşüncesinde idim. Daha ilk du­ruşmada, taraflardan hangisinin davacı, hangisinin davalı olduğunu belir­lemek benim için bir hayli zor oldu."
[14] Mâide5/95.
[15] Öncekiler âzâd edilecek kölenin, çolaklık, şaşılık, dilsizlik... gibi kusurlar­dan uzak olması gerektiğini belirlemişlerdir.
[16] Kızın ergenliğini hayız ve sonuçları ile, erkeğin ergenliğini de inzal ve so­nuçlan ile belirlemişlerdir
[17] el-Minhâc'da bazı ictihâd tariflerine itiraz sadedinde şöyle denir: Fukahâ

ıstılahında ictihâd olmayan bazı şeyler de onun kapsamına girer. Meselâ, itlaf olunan malların kıymetlerinin, cinayetlerde erş miktarlarının, kıble yönünün, pisleri ile karışması halinde temiz olan kap ve elbiselerin belir­lenmesi hususunda yapılan ictihâd gibi. O, müellifin yaptığının aksine bu örnekleri —ki hepsi de tahkikul-menât kabilinden olmaktadır— ictihâd kapsamı dışına çıkarmaktadır. el-Amidî'nin el-İhkâm'ında ise müellifin yoluna uygun hareket edilmektedir. el-Âmidi, kişinin kıbleyi tesbitini, fa­lanca adamın âdil olup olmadığının tesbitini ictihâd ve tahkîkul-menât kabilinden saymıştır. O daha önce tahkîku'l-menâtı da şöyle tarif etmiştir: "Hükmün bilmen illetinin ve menâtının, cüz'îlerde bulunup bulunmadığı­nın tesbiti işlemidir." O aynı zamanda şarap içme illetinin —ki sarhoşluk veren keskinliği olmaktadır— nebîz nev'i içinde bulunup bulunmadığına bakmayı da misal olarak vermiştir. Görüleceği üzere el-Amidî, bu suretleri de tahkîku'l-menât içerisine sokmuş ve böylece o, ona hem ferdler hem de nev'iler hakkında genel bir özellik vermiş olmaktadır. Nitekim müellif de aynısını yapmaktadır ve, "Bu da öncekilerin muayyen cüz'ilere yönelik de­ğil de nev'ilere yönelik olması halinde tahkîkul-menât hakkında ictihâdda bulundukları konularda olur" şeklindeki sözü bunu göstermektedir.
[18] Yani hitabın yönelmesi ancak bu türden ictihâdla mümkün olabilir. O za­man bu bir tez, delili de arkadan gelen kısım olur. Ya da arkadan gelen sözle aralarındaki ayrılmazlıktan (mülâzemet) dolayı delil kılınır. Yüküm­lülüğün husulünden maksat, kasıt ve niyetle birlikte yükümlü kılınan şe­yin husulü olur. Yani yükümlülüğün yerine getirilebilmesi ancak, yüküm­lü kılman şeyin bilinmesi ile mümkündür. Bu da ancak bu tür ictihâd ile kabildir. Dolayısıyla bu tür ictihâd, yükümlülüğü yerine getirebilmenin mümkün olabilmesi için gerekli bir şarttır. Bulunmaması ise, bu imkânı ortadan kaldırır. Yerine getirme imkânı olmayan   birşeyle yükümlü kıl­mak, muhal birşey ile yükümlü kılmak olur ki, bu şer'an vaki değildir, ni­tekim bu aklen de mümkün bulunmamaktadır. Bu, ancak memurun bihe {emredilen şey) değil de memura (emre muhatap olan kimse) râci olan mu­hal ile yükümlü kılma kabilinden olursa tamam olabilir. Bu hal için, gafilin yükümlü kılınması hakkında edilen sözün benzeri söylenir. Gafilin yükümlü kılınması muhaldir, çünkü yükümlü kılma, emrin ve emirle geti­rilen fiilin bilinmesi esasına dayanır. Sözünü ettiğimiz şeyde ise —bahis konusu ictihâd olmadığı zaman— emir ile getirilen şey bilinemeyecektir.
Memurun bihe râci olan muhal ile yükümlü kılmaya gelince —ki bu teklifti mâ lâ yutak olmaktadır— onu beş kısma ayırmışlardır: 1) Li zâtihi muhal, 2) Âdeten muhal, 3) Ortaya çıkan bir mani sebebiyle muhal; ayağı bağlı olan kimseye yürümesini emretmek gibi. Bu üç türden olan muhal ile, —her ne kadar vuku bulmamış ise de— yükümlü kılınabileceğini caiz kabul etmişlerdir. 4) İmtisal anında bulunmakla birlikte, teklif anında kudretin bulunmaması hali. Eş'arî'ye göre bütün tekliflerde durum böyle­dir. Çünkü ona göre kudret, fiile mukarin bulunur. 5) Allah'ın ilminin, ol­mamasına taalluk ettiği için olmasına imkân bulunmayan yükümlülük. Ebû Cehil'in imanı gibi. Bu son iki türden olan muhal ile yükümlülükler vakidir. Sanıyoruz, bu izahla müellifin sözü açıklık kazanmıştır.
[19] İctihâd, şer'î mahiyette olup delili zannî bulunan her konuda yapılan bir işlemdir. Bu itibarla lâfızların delâletleri konusunda olabilir; ânımın tah­sis edicisi olup olmadığını, müşterekten muradın ne olduğunu ve müşkil, mücmel gibi delâlet bakımından gizli kalan diğer konularda araştırma yapmak gibi. Keza tearuz halinde tercihte bulunmak vb. gibi konular da ictihâd kapsamına girmektedir. İleride ictihâd mahalli konusunda müelli­fin de bu doğrultuda açıklamaları gelecektir. Buradaki ifadeleri ile onları karşılaştırınız ve burada içtihadı üç şeye hasretmesi üzerinde düşününüz.
[20] Buhârî, Edeb, 68. RasûJullah (s.a.) ona bir köle âzâd etmesini emreder. Keffâret hükmünün illeti nedir? Meselâ bu illet kişinin bedevi olması mı, veya bu kişinin kendi karısıyla ilişkide bulunmuş olması mı, yoksa Rama­zan gününde cima edilmesi mi, yoksa kasıtlı olarak oruca saygısızlık edil­mesi mi? İşte müctehid yaptığı bu ictihâdda bu gibi özellikler içerisinden illet olmaya elverişli olmayanları ayıklar ve hükmün gerçek illetinin (ki Hanefî ve Mâlikîlere göre sonuncusudur) ne olduğu sonucuna ulaşır. İşte bu işleme tenkîkul-menât adı verilir. (Ç)
[21] Bunu hazif yolları itibarıyla dört türe ayırmışlardır: 1) Bazı vasıfların, başka bir yerde geride kalan vasıflar için hükmün sabit olması sebebiyle ilgasını açıklayan kısım. Bunda, geride kalanın müstakilliği ve ilga edile­nin bir cüzü olmaması lâzımdır, 2} Sâri' Teâlâ'nin koymuş olduğu hüküm­ler hakkında mutlak surette ilga edilmiş olduğu bilinen şeylerden olması. Uzunluk, kısalık, beyazlık ve siyahlık gibi. Bunlarla hiçbir hükmün talil edildiği bilinmemektedir. 3) Bahis konusu olan hükümde ilga edilmiş ol­duğunun bilinmesi. Azâd konusunda erkeklik ve dişilik özelliği gibi. 4) Hazfi konusunda değerlendirme yapılan vasfın araştırma sonucunda, hü­kümle kendisi arasında bir münasebetin bulunmadığının ortaya çıkması.

Minhâc'da şöyle denir: el-Mahsûl sahibi der ki: Şüphesiz ki bu, yani hükümle ilgisi bulunmayan vasıfların (fârık) ilgasını beyan eden ve tenkîhul'-menât adıyla anılan bu yöntem, güzel bir yoldur. Şu kadar var ki o, "sebr ve taksim" denilen yolun farksız aynısıdır.

Hanefî usûlcüleri, dördüncü yolu ondan kabul etmezler. Onun aynen sebr ve taksîm yolu olduğu sözü, Fahreddin er-Râzî'ye aittir. Bu söz, arala­rında açık fark olduğu gerekçesiyle reddedilmiştir. Çünkü sebr illetin müs­takil olarak belirlenmesi içindir. Tenkîh ise, fârıkm yani hükümle ilgisi bulunmayan vasıfların tayini ve onların ilgâsı için olup, illetin belirlenme­si için değildir.
es-Safiyyu'1-Hindî şöyle demiştir: Doğrusu o, özel bir kıyastır ve mut­lak kıyas kavramı altına girmektedir. Kıyas ise, ya cami' vasfın zikriyle ya fârıkm yani hükümle ilgisi bulunmayan vasıfların ilgâsı yoluyla yapılır. Bu sonuncusunda Örneğin şöyle denilir: "Asıl ile fer' arasında sadece şun­dan ve şundan başka bir fark yoktur. Bunların ise illet olmada bir  "Aralarında erkeklikten başka bir fark yoktur. Erkeklik vasfı ise bu konuda ittifakla ilga edilmiş bir özellik ol­maktadır."

el-Gazzâlî, tenkîku'l-menâtın caizliği konusunda bir görüş ayrılığı ol­duğunu bilmiyoruz demesi üzerine kendisine itiraz edilmiş ve: "Görüş ayrı­lığı kıyası kabul edenler ve etmeyenler arasında mevcut bulunmaktadır. Çünkü tenkîku'l-menât kıyâsa raci bulunmaktadır" denilmiştir.

Kıyası; illet kıyası, delâlet kıyası, asıl mânâsında olan kıyas diye ayı­rıma gidince, "Şüphesiz ki bu, fârıkm yani hükümle ilgisi bulunmayan va­sıfların bulunmadığı ifade edilmek suretiyle yapılan bir kıyastır" demişler­dir.
[22] el-Amidî şöyle demiştir: "Bu tür, her ne kadar kıyası inkâr edenlerin çoğun­luğu tarafından kabul edilse de, birincinin yani tahkîku'l-menâtın daha al­tında bir seviyede bulunmaktadır."
[23] Aslında bir kısmı demesi gerekirdi. Aksi takdirde illeti mansûs olan ya da illeti üzerinde icmâ bulunan kıyas nev'inde, — her ne kadar bu tahrîcu'l-menât kavramı içerisine girmese bile— kıyâsı ictihâd hâlâ var olmaya de­vam ederdi.
[24] Meselâ, Sâri' Teâlâ, bir gayrimüslimin karısı müslüman olduğunda kendisi de İslâm'a girmeyi kabul etmezse birbirlerinden ayrılmaları gerektiğini hükme bağlamıştır. Nass veya icmâ bu hükmün illetini göstermemiştir. Müctehid, bu hükmün illeti "kadının müslüman olması" mıdır, yoksa erke­ğin "İslâm'a girmeyi kabul etmemesi" midir diye hükme uygun düşen vasıf hakkında inceleme yapıp, sonunda bunlardan birisini illet olarak belirlerse, buna "tahrîcu'l-menât'1 denir. (Ç)

Keza, şarabın haram olmasının illetinin, sarhoşluk verici bir keskinli­ğe ulaşması olduğunun, muteber illeti belirleme yollarından biri ile tesbiti, kısasın gerekliliği hükmünün illetinin, taammüden öldürme olduğunun tes­biti gibi. Bu işlem sonucunda tesbit edilen illeti aynen taşıyan diğer fer'ler de asim hükmüne kıyas yoluyla katılmış olacaktır. Dolayısıyla bu işlem, nassın ya da icmâ'ın delâlet etmiş olduğu hükmün illetinin tesbiti için yapı­lan bir ictihâd şekli olmaktadır. Bu, rütbe bakımından bir öncekinin altın­da yani üçüncü sırada bir yerde bulunmaktadır. Onun için de Zahirîler, Şîa, ve Bağdad Mutezilîlerinden bir grup tarafından kabul edilmemiştir.
[25] Özetlemek gerekirse şöyle: Tahkîku'l-menât iki kısımdır: 1) Nev'ilere dönük olan kısım. 2) Cüz'îlere dönük olan kısım. Ancak bundan müellifin kastı öze! anlamda olmaktadır ve uzunca üzerinde duracaktır. Bu iki kısmın hükmü, ilk iki kısmın hükmü gibidir ve zaman içerisinde bu tür ictihâdla-rın kesilmesi mümkündür ve bu imkânsız olan bir sonucu  doğurmaz. Genel anlamda olan cüz'îlere dönük tahkîku'l-menâta gelince, ki bunda bütün mükellefler aynı düzeydedirler ve hepsine aynı nazarla ba­kılır, bu kısmın zamanla kesintiye uğraması asla caiz değildir. Nitekim da­ha önce geçmişti.
[26] Velilik, vasilik gibi. (Ç)                                                       
[27] Enfâl8/29.
[28] Bakara 2/269.
[29] Enfâl8/29.
[30] Eksiksiz ifa edilmiş ve kabul görmüş hacc ibadeti.
[31] Buhârî, imân, 18 ; Hacc, 4 ; Nesâî, Hacc, 4.
[32] Buhârî, Mevâkîtu's-salât, 5 (1/135).
[33] Nesâî, Sıyâm, 43.
[34] Tirmizî, Deavât, 1 ; İbn Mâce, Duâ. 1 ; Ahmed, 2/362.
[35] Tirmizî, Birr, 61 ; Ahmed, 6/442, 446.
[36] Müslim, îmân, 64, 65.
[37] Müslim, îmân, 63.
[38] Buhârî, Zekât, 50 ; Müslim, Zekât, 124.
[39] Buhârî, Fedâilul-Kur'ân, 21 ; Tirmizî, Sevâbu'l-Kur'ân, 15.
[40] Tirmizî, Deavât, 115.
[41] Bu da tahkîku'l-menât ve vakit ile şahsa nisbetle efdaliyetin bulunduğu suretin belirlenmesi kabilinden olmaktadır.
[42] Bu zat, Rasûlullah'ın (s.a.) haline uygun bu uyarısına kulak vermemiş, da­ha sonra hakkında "Aralarında: 'Allak bize bol nimetinden verecek olursa, and olsun ki sadaka vereceğiz ve iyilerden olacağız' diye O'na and verenler vardır. Allah onlara bol nimet verince cimrilik ettiler, yüz çevirdiler, zaten onlar dönektirler' (Tevbe 9/75) âyeti inmiştir.
[43] Daha önce geçmişti, bkz. [2/264].
[44] Daha önce geçmişti, bkz. [1/177].
[45] Müslim, İroâre, 18 ; Nesâî, Âdâbul-kudât, 1; Ahmed, 2/160.
[46] İşaret parmağı ile orta parmağının beraberliği gibi. (Ç) Hadis daha Önce geçmişti, bkz. [3/80].
[47] Ahmed, 1/109.
[48] Müslim, îmân, 209.
[49] Yani "O ilktir, sondur, zahirdir, bâtındır ve o herşeyi bilendir."
[50] Ben de (Dıraz) derim ki: Rasûlullah (s.a.), oruçlunun karısını öpmesinin hükmünü soran birine hayır demiş, diğerine ise caiz olduğunu söylemiştir. Sonra bakıyoruz bunlardan birincinin genç, ikincinin ise yaşlı olduğunu görüyoruz.
Bu konunun genişçe ele alınması hk. İslâm Hukukunda Ahkâmın Değiş­mesi adlı kitabımızın 81-86. sayfalarına bkz. (Ç)
[51] Buhârî, îmân, 19; Müslim, îmân, 237.
[52] Rasûlullah (s.a.), güttüğü siyasetin bir sonucu olarak kalbi zayıf olanları İslâm'a ısındırmak amacıyla, bazen de azılı İslâm düşmanlarının düşman­lıklarını kırmak için kendilerine bol miktarda mal verdiği olurdu. İmanı güçlü olan kimselere ise vermediği olurdu. Çünkü o, bu iki grubun iç âlemlerine vâkıftı ve bu şekilde davranmanın İslâm'ın lehine olacağını ve o şahısların mizaçlarına da uygun düşeceğini görüyordu. (Ç)
[53] bkz. Buhâri, Zekât, 18 ; Vasâyâ, 16 ; Müslim, Hibât, 26.
[54] Gerekçe olarak Rasûlullah (s.a.) şöyle demişti: "Sizden biri malının tümü­nü getiriyor ve 'Bu benim sadakamdır' diyor, sonra da oturup insanlara el açıyor" bkz. Dârimî, Zekât, 25.
[55] "Rabbani", aslında Rabb'e mensup, ârif-i billâh anlamınadır. Sözün gelişi­ni dikkate alarak bu şekilde çevirdik. (Ç)
[56] Muâz, yatsı namazını kıldırır ve Bakara gibi uzun sureler okuyarak iyice uzatırdı. Halbuki insanlar içinde iş-güç sahibi olanlar, zayıflar, ihtiyaç sa­hibi olanlar vardı. Bu yüzden onu Rasûlullah'a şikayet ettiler. Aslında namazın uzatılması iyi birşey olduğu halde Rasûlullah (s.a.) ona çok ağır söyledi ve onu fitnecilik ile itham etti. bkz. Buhâri, Edeb, 74 ; Müslim, Salât, 178. (Ç)
[57] Mâide5/33.
[58] Yani yükümlülük sürdüğü sürece bulunması zorunlu olduğu belirtilen ictihâd.
[59] Yani ileri sürdüğün delilin, aynısıyla ikinci kısımdan olan içtihadın üç nev'i için de geçerlidir. Onlarda da içtihadın kaldırılmış olması, muhal ile teklife götürür. Dolayısıyla böyle bir ayırıma tâbi tutmanın bir anlamı yoktur.
[60] İçtihadın bazı cüz'îlerde var olmaya devam etmekle birlikte diğer bazı cüz'îlerde kalkmış olması olmayacak birşey değildir. Bu durumda külliyen kalkmamış olmasında her iki kısım da eşit olmuş olur.
[61] .   Zira üç neVin işlememesi halinde, şeriatın ancak bazı fer'î meseleleri mu­attal kalır. Kesintiye uğramasının imkânsızlığı delillendirilmiş olan tahki-ku'1-menâtın durumu ise böyle değildir. Çünkü onun ortadan kalkması de­mek, şeriatın furûunun tümünün, en azından kahir ekseriyetinin ortadan kalkması sonucunu gerektirir.
[62] Şâtıbi, el-Muvâfakât, İz Yayıncılık: 4/87-104
[63] Beşinci ve Altıncı Meselelerde geleceği üzere, bu inhisar gerçek anlamda değildir ve sadece içtihadın bazı türlerine nisbetle böyledir. Diğer bazı ictihâd türleri ise bu iki vasıftan daha fazla özelliklere ihtiyaç gösterir. Ba­zıları için ise bu iki vasfın bulunması gerekmez.
[64] Usûlcüler içerisinde müellifin birinci şart olarak zikrettiği bu vasfa, deği­nen bir başkasını görememekteyiz. Istinbata kadir olma şartına gelince, usûlcülerin meşhur usûl kitaplarında ele aldıkları yegane şart o olmakta­dır. Onlar bu şartı Kitap ve sünnetin bilinmesi şeklinde ortaya koymakta­dırlar. Yani bu şart, hükümlerle ilgili olan Kur'ân ve sünnet nasslarını bil­mek, sonra icmâ mahallerini, kıyasın şartlarını, istidlal şeklini, Arap dili­ni, nâsih ve mensûh ilmini ve râvilerin hallerini bilmekten ibaretttir. Bun­lar müellifin işarette bulunmak istediği ictihâd için gerekli ilimler olmak­tadır. Sonra Şevkânî'nin İrşâdu'l-ftıhûl adlı eserinde, İmam Şafiî'ye daya­nan İmam Gazzâlî'den yapılan bir nakil gördüm. Müctehidih bilmesi gere­ken şeylerin faydalı bir şekilde açıklanmasından sonra şöyle demektedir:

Önce külli kaideler itibara alınır ve onlar cüztyyât üzerine takdim edilir. Meselâ küt bir nesne ile öldürme olayında olduğu gibi. Burada cay­dırıcılık kaidesi, lâfza riayet üzerine takdim olunur. Eğer külli bir kaide yoksa, nasslara ve icmâ mahallerine bakılır..."

Bu, müellifin burada işaret etmek istediği ve Deliller bahsinde Birinci

Mesele'de yeterli şekilde açıklamış olduğu şeyin aynısı olmaktadır. Ancak geriye Tabsıre'de Karâfî'den yapılan "kıyasa, nassa ve kaidelere ters düş­mesi halinde hâkimin hükmünün bozulması" konusundaki nakil hakkında söz etmek kalmaktadır. Orada o, "Onlara ters düşen bir durum olmazsa, hüküm icmâ ile bozulmaz. Nitekim kırâz (mudârabe), müsâkât, selem, havale vb. akitlerin sahihliği konusunda olduğu gibi. Çünkü bunlar şer'î kaidelerin, nassların ve kıyasın hilafına olan akitlerdir. Ancak haklarında bulunan Özel deliller; kaideler, nasslar ve kıyas üzerine takdim edilmiştir. Bunun, müellifin burada işaret etmiş olduğu, daha önce ise detaylarına girdiği ve Gazzâlî'nin İmam Şafiî'den nakilde bulunmuş olduğu anlayışa ters düştüğü hiç de kapalı değildir. Ancak şöyle denilebilir: Karâfî'nin sö­zündeki, özel delilin kaideler üzerine takdiminden maksat, onun  tahsisi demektir ve tearuz durumunda küllî ile hüküm verilmesi yerinde olmuyorsa onun alınması gerekir anlamınadır. Arâyâ ve diğer istisnaî ola­rak meşru kılınan tasarruflarda olduğu gibi. Nitekim bu konuya müellif orada temas etmişti.
[65] Daha önce de geçtiği gibi bir hale ya da zamana veya şahsa göre maslahat olan aynı şey, bir başka hale, zamana ya da şahsa nisbetle mefsedet halini alabilir. Keza aynı şey hakkında güdüİen maksatlar kişilere göre çok fark­lılık arzeder. Bunun sonucunda bir kimsenin amacının gerçekleşmesi, baş­kalarının zararını doğurabilir. Bu itibarla şeriatın, mükelleflerin takdir ve değerlendirmesine tâbi kılınması doğru olmaz. Çünkü bu tamamen göreli bir yaklaşım olur. Aksine hükümler, Sâri' Teâlâ'nın dünya hayatının âhiret hayatı için ikâmesi esasına dayalı takdiri sonucunda belirlenir. Bu durumda arzu ve heveslere ters düşmüş olmasına bakılmaz. Zira: "Eğer Hak, onların heva ve heveslerine tâbi olacak olsaydı, gökler ve yeryüzü fe­sada giderdi." (23/71)

"Hukukun ufkunda insandan başka otorite bulunmayınca, insanlar arasındaki iktidar mücadelesi sonunda hâkim olan sınıfın değer sistemi hukuk haline gelir" ve bu tahterevallinin hiçbir zaman dengeyi bulama­ması gibi böyle sürer gider; istikrarsızlık ve kargaşa hâkim olur, hukuka güven ve saygı kalmaz. Zaten beşeri düzenlerde hukuk egemen sınıfların çıkarlarının korunması için bir araç olarak kullanılagelir. (Ç)
[66] Yani her ne kadar bazı cüz'îler hakkında hangi mertebeye dahil olduğu ko­nusunda görüş ayrılıkları bulunsa bile bu üç mertebenin yani zarûriyyât, hâciyyât ve tahsîniyyât ya da bunların tamamlayıcı unsurları dışında ka­lan bir başka maslahatın bulunmadığı tespit edilmişti.
[67] Bu ifade, içtihadın tecezzi (parçalanma) kabul etmeyeceği görüşüne göre söylenmiş olmalıdır. Bu görüş fazla rağbet görmemiştir. Tercihe şayan olan görüşe göre ise —ki bu içtihadın kısmî olabileceği görüşüdür; Gazzâlî bunu tercih etmiş, İbn Hâcib ise onun sahih olduğunu söylemiştir— içtihada mahal olan konunun dışındaki alanlara ait bilgilere sahip olması şartı aranmamaktadır. el-Mahsül'de şöyle denir: "Doğrusu ictihâd vasfı, bir fende değil de bir başka fende, bir meselede değil de başka bir mesele­de tahakkuk edebilir."
[68] İctihâd için ikinci bir vasfın yani istinbat kudretinin daha bulunması gere­ği bu ifadeye zarar vermez. Çünkü ictihâd için onu şart, bunu ise sebep kılmıştır.
[69] Çünkü şeriatın maksatları, ancak bu ilimler aracılığı ile kavranabilir. Da­ha önce de geçtiği üzere maslahat ve mefsedetlerin kıstasları durumunda olan küllî esaslar vardır ve bunlara ilave olarak da cüz'îyyât yani Kitap, sünnet, icmâ ve kıyastan oluşan hususî deliller vardır ve bunlarla ilgili usûl kitaplarında işlenen mufassal bahisler yer almaktadır. Külliyyât ile yetinerek cüz'îyyâttan müstağni olmak, ya da bunun aksi mümkün değil­dir. Cüz'iyyâttan hareketle herşeyden önce şeriatın genel maksatlarına ulaşılır; bu itibarla onlar şer'î maksatların öğrenilmesi konusunda hizmet görürler. İstinbat sırasında ise bu iki grubun birbirine eklenmesi ve biri­nin diğeri ile desteklenmesi gerekmektedir. Nitekim daha önce Deliller1 bahsinde ilk meselede genişçe ele alınmıştı. Müellif, istinbata kadir olma vasfını ictihâd derecesine ulaşabilmek için ikinci derecede bir şart kabul etmiştir. Şer'î maksatların kavranmış olması vasfını ise birinci derecede bir şart yapmış ve bunun bir sonucu olarak da onun hakkında şarttan da­ha güçlü olan "sebep" ifadesini kullanmış, zira onun asıl maksat olduğunu, öbürünün ise araç olduğunu söylemiştir. Eğer daha önce vermiş olduğu izahat doğrultusunda yürüseydi şöyle bir tahlilde bulunurdu: Küllî esas­lar, ictihâd için gerekli olan iki cüzden daha önemli olanıdır. Zira cüz'îyyâtın her halükârda küllî esaslara vurulması gerekmektedir. Öyle ki cüz'î sebebiyle küllinin zedelenmesi imkânı yoktur, cüz*îyyâtın durumu ise bunun aksinedir. Onlar her ne kadar istinbat sırasında delil olarak kulla­nılmak zorunda ise de, küllî kıstaslara vurulması ve ona göre değerlendi­rilmesi mecburiyeti bulunmaktadır.
[70] Müellifin de ileride ifade edeceği gibi
[71] Bu genellemeden sahabenin istisna edilmesi doğru değildir. Onlar da bu konuda diğerleri gibidir ve hiçbir kimsenin ictihâd ile uzaktan yakından ilgisi olan tecrübe, tıp, vb. gibi bütün ilimlerde mahir olması mümkün de­ğildir. Onların da bu gibi konularda başkalarına başvurması kaçınılmaz­dır. Nitekim vakıada da Öyle olmuştur.
[72] Yani onların verdikleri hükümleri, başka ilim dallarının verilerinden müs­takil olarak düşünmek imkânı yoktur. Eğer müctehidin, ictihâd için ihti­yaç duyulan her ilimde müctehid olması şart olsaydı, o zaman müctehidli-ğinde en ufak tartışma olmayan bu imamların ictihâd mertebesinde olma­maları gibi bir sonuç lâzım gelirdi. Böyle bir sonucun sakatlığı ise ortada­dır.
[73] Bu ikinci bir delil olmaktadır ve kısaca şöyle özetlemek mümkündür: Eğer bu şart olsaydı, o zaman taraflar arasında davaya bakacak kimsenin, dava ile ilgili olan her ilimde ictihâd mertebesinde bulunan bir müctehid olması gerekeceği gibi bir sonuç lâzım gelirdi. Bu ise icmâ ile böyle değildir. Gö­rüldüğü gibi müellif, içtihadı kazaya (yargı) kıyas etmektedir. Halbuki kaza başka bir rütbedir ve çoğu kez cüz'îyyâtta tahkîkul-menât esasına dayanır. Bu yüzdendir ki Rasûlullah'm (s.a.) kaza konusunda ictihâdda bulunduğu noktasında İcmâ etmişlerdir. Öbür taraftan ise, Rasûlullah'm (s.a.) hüküm istinbâtı konusunda ictihâdda bulunup bulunmadığı husu­sunda ihtilaf etmişlerdir. Dolayısıyla hükmün taalluk ettiği her ilmi bilme­nin gerekmeyeceği konusunda içtihadın kaza (yargı) üzerine kıyas edilme­si kabul edilebilir değildir.
[74] Bu aslında üçüncü delil olmaktadır.
[75] "Serî hükümlerin istinbâtı hakkında ictihâd ilmi" adında ve konu itibarıy­la da diğer ilimlerden farklı olan bir ilim bulunmamaktadır ki, ondan çı­kan her birşey, o ilmin özü ile değil de arazları ile ilgili olduğu varsayılsın. Eğer müellifin buradaki ictihâddan maksadı, içtihadın üzerine kurulduğu ilimler ise, o zaman bu bizim, Öğrenmeye çalıştığımız ve içtihadın tevakkuf ettiği kısım ile öyle olmayan kısmı ayırd etme yolunda olduğumuz şeydir. İçtihadın üzerine tevakkuf ettiği ilimler, diğerlerinden ayrıldıktan sonra da, "Bunun ötesinde kalan diğer ilimler üzerinde durmak, bir ilmin diğer ilme sokulmasına daha çok benzer olacaktır" denilecektir. Bu ise usûlcüle-re göre iyi birşey değildir. Kısaca bu delil, bir ayıklamaya gidilip, içtihada temel teşkil eden ilimler şeklinde bir tahsise gidilmedikçe fazla bir anlam ifade etmeyecektir.
[76] Bunda bir ictihâd yok ki, onu müctehidden almıştır densin. Tabib ile ilgili olarak geçen misalde olduğu gibi. Burada söz konusu olan sırf bir rivayet­tir ve almadır. Bu konuda müctehid, kendisinden rivayet edilen ile birlikte müştereklik gösterir. Ancak şöyle demek mümkündür: Rivayet konusunda müctehidin, kıraat âliminin bilgisine itimat etmesi yeterlidir ve onun da o rivayetin yollarını, ravilerinin hallerini bilmesi şart değildir. Kıraat âliminin durumu ise bunun aksinedir ve onun "kurrâ" diye nitelenebilmesi için bunları bilmesi gereklidir
[77] Bakara 2/180.
[78] Birazdan müellif, müctehidin dil konusunda, gerek müfredat ve gerekse terkipler konusunda ictihâd mertebesinde bulunması gerektiğini ve bu mertebede olmayan birinin Allah'ın kitabı hakkında edeceği sözün mute­ber olmayacağım söyleyecektir. Oradaki sözü ile bu sözü birbiri ile bağdaş­mamaktadır.
[79] Tahrîr ve Şerhi, Beydâvî'nin Minhâc'ı gibi eserlerde ictihâd için iman şartı ileri sürülmektedir. Sonra bu tecvizin semeresi ne olacaktır? Böyle bir kâfirin istinbat ettiği bir hükme, mü'minler uyacaklar mı? Doğrusu bu makûl değildir. Yoksa onunla kendisi mi amel edecektir? Bu da bizi ilgi­lendirmez ve bu şeriatta yapılmış bir ictihâd sayılmaz.
[80] Bu kadarı yeterli değildir ; aksine mutlak surette o öncüllerin sahih oldu­ğunun kesinlik kazanması lâzımdır ki , bunun sonucunda ona dayalı hük­mün sahihliğine dair kesin ya da kesine yakın bir bilgi sahibi olabilsin. Mücerred onların şahinliğini farzetmek ise, ulaşılacak hüküm hakkında kesin bir tarafa, zan ölçüsünde dahi bir bilgi ifade etmez. Bu itiraz aynı zamanda kâfirin içtihadı hakkında da geçerlidir. Çünkü o, içtihadını  üzerine bina edeceği şeriattaki öncüllere inanmamaktadır; çünkü bu ön­cüller Kitap, sünnet ve sonuçta onlara dayanan şeylerden ibaret bulun­maktadır. Kâfir ise, bunlara inanmamaktadır. Tahrîr ve şerhinde şöyle denir:

Adalet ise, fetvasının kabulü için şarttır. Çünkü diyanetle ilgili konu­larda fâsıkın sözüne itibar edilmez. Adalet vasfı, fetvanın sıhhati için ise şart değildir. Çünkü fâsık bir kimsenin dahi kendisinde ictihâd kudretini bulundurması mümkündür. Bu durumda o, kendi içtihadını alabilir ve onunla amel edebilir."

Görüldüğü üzere söz, kâfirin değil fâsıkın içtihadı hakkındadır, el-Âmidî de şöyle demiştir:

"İçtihadın şartı, Rabbin varlığını ve O'nun için vacip olan sıfatları bil­mesi ve Rasûlü ve getirdiklerini tasdik etmesidir."
[81] Öncüllerin sahihliğini varsaymak, acaba onlar üzerine kurulacak olan ne­ticenin sahihliği hakkında kesin ya da kesine yakın bir bilgi verebilir mi? Yoksa sonuç, hakkında ne kesin ne de kesine yakın bir bilgiye sahip olma­dığı birşey durumunda mı olur? Eğer öncüller sahih olsa fakat kişi duru­mu bilmese, onlar üzerine kurulan sonuç sahih olur. Düşün.
[82] Mütekaddimînden olan mantıkçılar, bu delilin iki kıyastan mürekkep ol­duğu görüşündedirler: Önce iktirânî-şartî; sonra istisnaî. Şöyle: Eğer matlûp hak olmasaydı, o zaman zıddı hak olurdu. Eğer zıddı hak olsaydı, o zaman muhal sabit olurdu. Netice ise şu: Eğer matlup hak olmasaydı, o za­man muhal sabit olurdu. Bu netice istisnaî kıyas içine konulur ve şöyle de­nilir: Ancak muhal sabit değildir; öyleyse matlup haktır.

Bazı müteahhir âlimler ise bunun muttasıldan mürekkep sadece istisnaî bir kıyastan ibaret olduğu görüşündedirler. Birinci önermesi mat­lubun zıddı, ikincisi, kendisinden zıddı istisna edilen muhalin durumudur. Her halükârda doğru ve yalan, iktirânî-şartîde keza muttasıl istisnaîde, sadece irtibat ile telâzumun varlığı ile bunların bulunmaması noktasına bağlıdır. Neticenin ortaya çıkarılması ise, onun küllî ve devamlı olmasına tevakkuf eder. Bu durumda haddizatında üzerine hüküm binasında bulu­nulan bâtıl öncüller nerede ki, matlûp hakkında ilim ifade etsin. Bu itibar­la müellifin sözü açık değildir.
[83] Bu nasıl olabilir ki?! İçtihadın bu türü ancak Sâri' Teâlâ'nın nassının içer­miş olduğu vasıfların tesbit ve tatbiki yolu ile olur. Nasslar ise Arapça'dır ve onları anlamak için şart koşulan seviyede Arap diline vukûfiyete ihti­yaç duyulur.
[84] Müellif daha önce, "istinbata kadir olma vasfı, pek çok bilgi ve ilimlerin tahsiline bağlıdır ve o, şer'î maksatların kavranması konusunda yardımcı (hadim) konumdadır...&


Eser: El-Muvafakat

  • Yeni Ekle
Yorumlar (0)

El-Muvafakat

 

Son eklenen ruyalar

Sitemizde yer alan soruların cevapları özenle islami eserlerden seçilerek yazılmaktadır.
..