BEŞİNCİ MESELE:


Şer'î mesâil üzerinde duranlar, ya aslî kaideleri üzerinde ya da fer'î cüz'îleri üzerinde dururlar. Her iki durumda da o kimse ya müctehid olur ya da münâzır. Araştırma yapan müctehid ve bunu da kendisi için yapıyorsa, içtihadı sonucunda ulaştığı netice kendisi hakkında hüküm olur. Ancak usûl ve kaideler sadece kat'î esaslar ile sabit olur; bunların zarurî veya nazarî; aklî veya naklî olması arasında fark yoktur. Fer'î meselelere gelince, bunların sabit olabil­mesi için yerinde bilinen kayıtları taşıması şartıyla sadece "zan"[93] yeterlidir. Bu durumda delilin ortaya koyduğu sonuç da, aynı şekil­de kendisi hakkında hüküm olacaktır ve bu konuda münazaraya ihtiyaç duymaz. Çünkü onun araştırdığı konu hakkındaki bu değer­lendirmesi (nazar) ya bir cüz'î hakkında olacaktır ki bu, onu üzeri­ne bina etmiş olduğu küllî hakkındaki değerlendirmesinin bir uzantısı (ikincil) olacaktır. Ya da değerlendirme, daha baştan bir küllî üzerinde yapılmış olacaktır. Küllî esaslar üzerinde yapılan ça­lışma ve değerlendirme ise, önceden yapılan istikranın uzantısı ola­caktır. Bunun için de düşünme ve tetkike, basirete ve geniş bir za­mana ihtiyaç duyacaktır. Meselenin aklî olması halinde de durum aynı olacaktır. Burada münazaranın farzedilmesi bir anlam ifade etmeyecektir. Çünkü müctehid bu sonuca ulaşmadan önce kendi bilgisi dahilinde olan delilleri incelemiş ve onları değerlendirmiştir. Dolayısıyla bu konuda başkalarına ihtiyacı yoktur. Sonuca ulaştık­tan sonra ise, kendisine nisbetle elde ettiği hüküm hakkında bir beyyine üzerinde olmaktadır. Dolayısıyla bu aşamadan sonra onun hakkında münazarada bulunması bir fazlalıktır.

Sonra müctehid kendisi hakkında güvenilir kimsedir. Sözü kabul edilir bir kimse olduğuna göre de, mukallit onu kabul eder ve diğer müctehidi onun emanetine havale eder. Zira o, ona göre sözü kabul edilir bir müctehiddir. Dolayısıyla —eğer meselenin dayanağı (meslek) kendisince açıklık kazanmışsa— münazaraya ihtiyaç kal­maz.
Buna dair pek çok örnek vardır: Meselâ Rasûlullah'ın Hendek savaşı sırasında kuşatmanın kaldırılmasını temin için Me­dine hurmalarının yarısını müşriklere vermeyi teklif etme konu­sunda iki Sa'd'e[94] danışması ve onların fikrini alması, onların sa­vaşma hakkındaki kararlı tavırlarım görünce başka birşey isteme­mesi ve diğerleriyle bu konuda istişareye gerek duymaması böyle­dir. Hz. Âişe'nin durumu hakkındaki danışması ve durumu arzet-mesi de böyledir.[95] Allah Teâlâ konu hakkındaki hükmü indirince, meselenin açıklık kazanması sebebiyle artık onu hiç kimseye açma­mıştır. Bazı Arap kavimleri Rasûlullah'm vefatını mütea­kip zekât vermeye yanaşmayınca Hz. Ebû Bekir onlarla savaş et­meye karar verdi ve bu konuda Hz. Ömer ile konuştu[96] ve savaşın yapılmaması sonucunda ortaya çıkacak maslahata itibar etmedi.Zira aksini gerektiriri şer'î nassı bulmuştu. Üsâme ve ordusunu dinden dönenlerle savaşmak üzere kendisine destek edinmesi için geri çevirmesini istemişlerdi. O buna yanaşmadı; çünkü Rasûlul-lah'ın harekete geçirdiği bir orduyu durdurmanın men'ine dair delile sahip bulunuyordu.

Bunun şeriatta ve ona hakkıyla vakıf olan sahabe ve müctehid-lerde varlığı sabit olunca, içtihada ehil olan değeri en dirmecinin me­seleye vukufıyet peyda ettikten sonra münazara ve tekrar müracaata ihtiyacı kalmayacaktır; bunu ancak ihtiyat kabilinden yaparsa yapacaktır. Onun ihtiyatlı davrandığının farzedümesi, üzerinde durduğu konuda bazı tereddütlerinin bulunması halinde olacaktır. O takdirde onun için iki davranış şekli gerekli olacaktır: Ya kendi araştırması ile yetinerek meselenin açıklık kaşanmasına kadar su­sacaktır; zira yol açıklık kazanmadıkça kendisi için bîr yükümlülük söz konusu olmayacaktır. Ya da güvendiği bir başkasından yardım talebinde bulunacaktır. Bu durumda o yardım isteyen münâzır (müzakereci) olacaktır. Bu halde onlar, münazara ettikleri konu­nun dayandığı küllî esaslarda birbirleri ile ya uyum içinde olacak­lar, ya da öyle olmayacaklardır.

Eğer uyum içinde iseler, o takdirde ondan yardım istemesi ve ona dayanması sahih olacaktır. Çünkü kendisi için sadece münaza­ra edilen meselenin tahkîku'î-menâtı kalacaktır ki, o da kolaydır. Eğer bunda ikisi de ittifak ederlerse bu güzeldir; yok ihtilaf ederler­se ortada herhangi bir sıkıntı olmayacaktır. Çünkü bu konuda yapı­lacak iş, o konuda ictihâd eden müctehidin zannına dönmektir. Bu noktadan meydana gelebilecek görüş ayrılığının bir sakıncası yok­tur. Nitekim yerinde konu açıklanmıştır.
Bu esasın örnekleri çoktur. Bunun içine sahabenin kendilerine müşkil gelen konularla ilgili olarak Rasûîullah'a yönelttikleri sorular da girer. Meselâ "İnanıp, imanlarına hiçbir zulüm ka­rıştırmayanlar..[97] âyeti indiği zaman sordukları soru; keza "İçi­nizde olanı açığa vursanız da gizleseniz de, Allah onunla sizi hesa­ba çeker[98]âyeti indiği zaman sordukları soru; (âmâ olan) îbn Ümm Müktûm'un, "Mü'minlerden oturanlar ile malları ve canla­rıyla Allah yolunda cihad edenler bir olmaz"[99] âyeti indiği zaman sorması ve sonunda, "Özür sahibi olanlardan başka' kısraımn na­zil olması; Hz. Âjse'nin, Rasûlullah'ın: "Kim hesaba çeki­lirse azap görür[100]sözünün, "Kimin kitabı sağuıdan verilirse ko­lay bir hesapla hesaba çekilecek"[101] buyruğuna ters düştüğü düşün­cesiyle soru sorması vb. bu kabilden olmaktadır.

Biz bu tür suallerin, yardım isteyen mütıâzır (müzakereci) kıs­mına girdiğini söyledik; çünkü bunlar deliller üzerinde durduktan sonra sormaktadırlar. Delillere bakınca durum kendileri için prob­lem arzetmekte ve bunun izalesine çalışmaktadırlar. Daha baştan hükmü öğrenmek için soru soranın durumu ise bunun aksinedir.
Çünkü onlar öğrenciler durumundadır. Dolayısıyla onlar için hük­mün bildirilmesinden başka birşeye ihtiyaç duyulmaz. Burada "münâzır" kelimesini kullanmanda senin için bir sakınca yoktur. Çünkü bu sade bir ıstılahtır ve üzerine herhangi bir hüküm teret­tüp etmemektedir. Nitekim bu kısma kendi kendisine karşı ihticac-da bulunan hasmın, kendisini istifade eden sualci yerine koyması ve böylece hasmın en yakın yoldan yenilgiyi kabul etmesi amaçla­nan örnekler de girer. Hz. İbrahim'in kavmi ile olan mücadelesinde yıldız, ay ve güneşle deliller getirmesi böyledir. O, kendisim onların huzurunda farzetmiş ve böylece onların ilahlar olamayacağına dair onlar için burhan ikamesinde bulunmuştur. Diğer âyette bulunan: "Hani o babasına ve kavmine, 'Neye tapıyorsunuz?' demişti. 'Puta tapıyoruz ve onlara tapmaya devam edeceğiz' diye cevap verdiler'[102]s kavli de aynıdır. Mabûd hakkında soru sorunca, mabuda özel olan bir hususiyeti dile getirdi ve: "Peki, yalvardığınızda onlar sizi işiti­yorlar mı? Yahut size fayda ya da zararları olur mu?"dedi.[103] Onlar buna cevap vermekten yan çizdiler ve sadece babalarını öyle bul­duklarını ve onlara tâbi olduklarını ifade ile yetindiler. "Belki de bu işi, şu büyükleri yapmıştır'[104] sözü de böyledir. "Allah, o yüce varlıktır ki sizi yaratmış, sonra rızıklandtrmıştır; sonra O, hayatı­nızı sona erdirecek, daha sonra da sizi tekrar dirütecektir. Peki si­zin (Allah'a eş tuttuğunuz) ortaklarınız içerisinde bunlardan birini yapabilecek var mı?[105] "Ortak koştuklarınızdan hakka iletecek olan var mı? De ki: Hakka Allah iletir. Öyle ise hakka ileten mi uyulmaya daha lâyıktır, yoksa hidayet verilmedikçe kendi kendine doğru yolu bulamayan (tanrılar) mı?[106] "Onların (putların) yürü­yecekleri ayakları mı var, yoksa tutacakları elleri mi var..[107] âyetleri de bu kabilden olmaktadır. Bu ve benzeri âyetler, düşünme ve değerlendirme konusunda istifade ve yardım isteme mevkiine inmeye —her ne kadar onlardan asıl amaç, hasmı ilzam etmek ve susturmak ise de— işarette bulunmaktadır. Zira bu, doğruluğa hakkında istişare sadedinde burhanın getirilmiş olmasıdır. Dolayı­sıyla bu tavır, maksada ulaşma konusunda açıktan ilzam ve iskât için karşı koymadan daha etkin[108] olmaktadır. Onlar teşri kılman esaslar arasına birçok kötü şeyleri sokunca —ki bunların en çirkinide şirk olmaktadır— o zaman kendilerinden iddialarına delil ikame etmeleri istenmiştir: "Yoksa O'ndan başka tanrılar mı edindiler? De ki: Haydi delillerinizi getirin![109] "De ki: Allah'ın size indirdiği rızıktan bir kısmını helâl, bir kısmını da haram bulmanıza ne der­siniz? De ki: Allah mı izin verdi? Yoksa Allah'a ifttira mı ediyorsu­nuz?[110] "Her kim Allah ile birlikte diğer bir tanrıya taparsa, —ki bu hususla ilgili hiçbir delili yoktur— o kimsenin hesabı ancak Rabbinin nezdindedir. Şurası muhakkak ki kâfirler iflah olmaz[111] Bu, en güzel olan yolla mücadele cümlesinden olmaktadır.

Eğer münâzır, ele alman meselenin üzerine bina edileceği küllî esaslar konusunda muhalif ise, o takdirde ondan yardım talebinde bulunması doğru olmaz ve münazarasında ondan faydalanamaz. Çünkü meselesine dair her bir yön, bir küllî esas üzerine bina edile­cektir. Küllî esas üzerinde muhalif olunca, onun üzerine bina edile­cek olan cüz'î hakkında da öncelikli olarak muhalif olacaktır. Bu durumda cüz'î hakkındaki muhalefeti iki yönden olmuş olacaktır ve onun, üzerinde ittifak edilen bir mânâya irca edilmesi imkânı da ol­mayacağından, ondan yardım görme gerçekleşmeyecektir.
Bunun Örneği fıkhı konularla ilgili olarak bizzat isim olarak be­lirlenmemiş pirinç, darı, mısır, boy tohumu (hulbe: çemen) vb. gibi nesneler hakkında ribânın cereyanı meselesidir. Bunlar hakkında kıyası delil olarak inkâr eden Zahirîlerden yardım talebinde bulunmak mümkün değildir. Çünkü o meseleyi kıyasın inkârı esası üze­rine bina etmektedir. Kıyâsı olan her meselede durum aynıdır ve onunla yardım talebinde bulunulacak bir kimsenin edasıyla müna­zarada bulunması imkânsızdır. Zira o, başvuracakları esasa (ilke­ye) muhalif bulunmaktadır. Boy tohumu, mısır vb. hakkında Mâlikî birinin Şafiî ya da Hanefî birinden yardım istemesi halinde de du­rum aynıdır, Gerçi bunlar kıyası delil olarak kabul ediyorlarsa da, meseleyi Mâlikîlerin bina ettiği esasın dışında başka esaslar üzeri­ne bina etmektedirler.[112]Bu kısım fıkhın diğer konularında da yaygın bulunmaktadır. İcmâ'ı inkâr eden bir kimseden, icmânın sıhha­ti üzerine bina edilen bir mesele hakkında yardımını istemek müm­kün değildir. Medine ehlinin icmâını kabul etmeyen bir kimseden, onun üzerine bina edilen bir mesele hakkında yardımını istemek imkânsızdır. Çünkü temeli inkâr etmektedir. Emir kipi, mendupluk ya da ibaha içindir veya bu konuda durup beklemek (tevakkuf et­mek) gerekir diyen bir kimsenin, emrin kesin olarak vucûb için ol­duğunu kabul eden kimseye ne faydası olur?

Eğer muhalifin, yardımcı olacağı farzedüecek olursa, o takdirde ondan yardım talebi —gerçekten yardımcı olması halinde olduğu gibi— sahih olur ve bu nokta açıktır.

Fasıl:
Münâzırın, kendi değerlendirmesinde müstakil olduğu, her­hangi bir yardım talebinde bulunmadığı ve buna ihtiyacı da olmadı­ğı, ancak hasmını kendi görüşüne çevirmek ya da onu kendi yanma çekmek istediği farzedüecek olursa, o takdirde durum ne olacaktır? Bu konunun açıklanmasını ulemâ üzerine almıştır. Şu kadar var ki, konuyla ilgili başvurulacak bir prensip (asıl) bulunmaktadır ki, Deliller bölümünün başında onun üzerine dikkat çekilmişti. Bura­da ise Allah'ın yardımıyla onu tamamlamak istiyoruz. Şöyle ki: [113]


Eser: El-Muvafakat

  • Yeni Ekle
Yorumlar (0)

El-Muvafakat

 

Son eklenen ruyalar

Sitemizde yer alan soruların cevapları özenle islami eserlerden seçilerek yazılmaktadır.
..