2- Menkûl Mallarla İlgili Davalar

Eğer, davacının iddia eylediği eşya, huzurda ise; bizzat eliyle ona işaret etmesi gerekir. Ve: "Şu eşya benimdir." demesi icabeder.

Başı ile işaret kafi gelmez; eliyle gösterecektir. Ancak, iddiacının işartiyle, malı belli olursa, o müstesnadır. Fetâvâyi Kâdîhân'da da böyledir.

Şayet, iddia edilen şey, (müddba bih) iddia olunan zatın ( = müddea aleyhin) yanında ise, işaret edip gösterilmesi için, huzura celbî istenilir. Şehadette ve yeminde olduğu gibi.. Kâfî'de de böyledir.
Şemsii'1-Eime Halvanî:   Müddea bih, taşınır mallardan olur da, hakimin huzuruna çıkarılması mümkün olmazsa; (buğday, arpa yığını veya koyun sürüsü gibi...) o zaman, hakim muhayyerdir. İsterse, kendisi oraya gider; isterse, onları bir yere toplatır; isterse, kendi yerine o şeyi o yerde görmesi için bir vekil gönderir. Muhiyt'te de böyledir.

İddia sahibi: "Muhakkak huzurda olsun" derse; davalının onu huzura getirmesi gerekir. Eğer davalı inkar ediyorsa bu böyledir. Şayet inkar etmiyorsa, huzura gelmeye lüzum kalmaz ve ikrar olunan mal davacıya verilir. Kerderî'nin Vecizi'nde de böyledir.

Bir adam, diğerinin yanında olan bir malı iddia eder ve o malın hakimin huzuruna getirilmesini ister, iddia olunan da inkar ederek, "elinde, böyle bir malın bulunmadığını" bildirirse; o zaman, davacı, iki şahit getirir. Şahitler o malın, davacıya ait olduğuna şahitlik yaparlarsa; —bir sene önce olsa bile— davalının, o malı huzura getirmesi cebredilir. Hizanetü'l-Müftîn'de de böyledir.

Eğer dava, yeri bilinmeyen kaybolmuş bir mal hakkında ise (Şöyle ki: Bir adam, iddia ederek: "Benim, bir öküzümü zoraki aldı." veya "Cariyemi cebren aldı. Ben, şimdi onun nerede olduğunu bilmiyorum. Duruyor mu, yoksa durmuyor mu? bilmiyorum." derse) eğer cinsini, sıfatını, kıymetini açıklarsa; davası dinlenir ve beyyinesi makbul olur.

Şayet kıymetini belirtmese bile, bütün kitaplarda, davasına bakılacağı yazılmıştır. Zahîriyye'de de böyledir.

Şayet, iddia olunan şey, zayi olmuşsa; dava sahih olmaz. Ancak, cinsini,  yaşını,  sıfatını  ve  kıymetini  beyân  ederse,  davası  dinlenir. Çünkü, ancak bunların söylenmesiyle eşya belli olur.

Hassâf kıymetinin açıklanmasını şart koşmuştur. Bazı hakimler ise, kıymetini açıklamayı şart koşmamışlardır. Serahsî'nin Muhıyü'nde de böyledir.

Fakıyh Ebû Leys, kıymeti ile birlikte, hayvan ise, erkek veya dişi olduğunu da söylemesini şart koşmuştur. Kâfî'de de böyledir.

Hayvanlarla ilgili da'vada, hayvanın renginin söylenmesi" şart koşulmamıştır.

Hatta bir adam, merkebinin zoraki alındığını iddia ederek, rengini de söyler; davasının doğruluğunu şahitlerle de isbat eder; davalı da merkebi huzura getirince; davacı: "İşte benim dava ettiğim budur." der; şahitler de öyle zannedip rengine bakarlar; tarifleri bir birini tutmaz; oslada bazı şahitler: "Kulağı yarık olacaktı, bunun kalağı, yarık değildir," derlerse; alimler: "Bu durum, iddia sahibinin hükmünü bozmaz ve bu şehadetleirne halel getirmez. Eşek davacıya hükmolunur." demişlerdir. Füsûlü'l-Imâdiyye'de de böyledir.

İmâm Zahîrü'd-Dîn'den soruldu:

—Bir da'vacı: "Hintli olan bir kölemi, zoraki elimden aldı." diye iddia da bulunuyor ve sıfatım da açıklıyor durum ne olur?

İmâm, şu cevabı verdi:

Eğer iddiacı, "işte bu köle benimdir." derse; sıfatında tebdil ve tağyir bulunması halinde davası sahih olmaz.

Eğer müddet, köle huzura geldikten sonra: "Bu benim kölemdir." der ve başka bir şey söylemezse, beyyinesi kabul edilir ve davasına bakılır

Bir adam cinsi, vasfı, kıymeti, rengi değişik şeyleri iddia ettiğinde, hepsinin kıymetini, birden söylese de, her birinin kıymetini ayrı ayrı söylemese; davası sahih olur; tafsilat şart değildir. Hızânetü'l-Müftîn'de ve Fetâvâyi Kâdîhân'da da böyledir.

Bir  adam,  zayi  olrnuş  eşyaları  için,  başkasından bin dinar iddiasında bulunsa; elbette o eşyaların zayi olduğu zaman ki kıymetini beyan etmesi gereklidir.

Keza, eşyaları da beyan etmesi gereklidir. Gerçekten onlardan ben­zeri olan vardır ve kıymeti belli olan benzeri vardır. Füsûlü'l-Imâdiyye'de de böyledir.

Bir adam, sarığını, talebesiyle sardırmak için sarıkçıya, onu gü­zelce sarması için gönderdiğinde; sarıkçı onu aldığını inkar eder; talebe de ölmüş veya kaybolmuş, olur; iddia sahibi "sarığın kendisine ait olduğunu, onun sarıkçıya verildiğini" söylerse; işte bu dava dinlenmez.

Ancak, sarıkçıya: "Sen onu zayi eyledin." der ve kıymetini iddia eder ve: "Ben sana gönderdim." derse davasına bakılır. Hulasa'da da böyledir.

Bir adam, mevcut üzüme işaret ederek onu iddia ederse; vasfını, ağırlığım çeşidini söylemesine ihtiyaç yoktur.

Eğer kablar içinde ise, elbette mikdarını, çeşidini ve sıfatını söyle­mesi gerekir.

Keza, iyi veya orta halli olduğunu da söyler.

Şayet çarşı da, insanlar arasında, kalmamış ve satılmıyorsa; hakim ona "Ne istiyorsun?" diye sorar. Davacı "üzümümü..." derse, davası dinlenmez.

Eğer: "Bedelini istiyorum." derse; hakim, sebebini sorar. Çünkü, eğer "satılanın halk arasında kalmadığını" söyler; veya veresiye verdiğini yahut onu zayi eylediğini" veya ödünç verdiğini sebeb göste­rirse; davası düşmez. Belki de onun kıymeti davalıdan taleb edilir. Ker-derî'nin Vecizi'nde de böyledir.

İmâm Zahîrü'd-dîn de böyle söylemiştir.

Şayet, iki çeşit üzüm iddiasında bulunursa (Şöyle ki: Bin batman en yüksek kaliteli ve orta tatlı derse) "bunlardan şu kadarı iyi; şu kadarı da orta halli" demesi gerekir. Muhiyt'te de böyledir.

Eğer davacı, bir yük nar veya ayva iddiasında bulunursa, onun ağırlığını   ve   ekşi   veya   tatlı   olduğunu;   yahut   küçüklüğünü   ve büyüklüğünü söylemesi gerekir.

Et davasında da, davacının sebeblerini söylemesi gerekir. Hulasa'da da böyledir.

Eğer, iddiasının sebeblerini beyan eder ve satılanın parasını açıklarsa; davası sahih olur.

Vasıflarını, yerlerini söylemesi de gereklidir. Kerderî'nin Vecizi'nde de böyledir.

Bir  adam,  diğerinden,  yüz men  (=   batman)  kuru  ekmek iddiasında bulunursa; bu dava sahih olmaz; ancak, sebebini beyandan sonra sahih olur. Çünkü veresiye ekmek satmak ihtilaflı bir mes'eledir. Ödünç vermek de böyledir.  Keza,  bu zayi olursa bedelini ödemesi gerekir. Şayet satılanın bedelini açıklarsa, davası dinlenir ve sahih olur.

Buz davasında, buz tükendiği zaman, dava sahih olmaz. Tüken­mesinden dolayı reddi (= geri verilmesi) mümkün olmaz. Ancak, dava zamanındaki kıymetini isteyebilir. Kerderî'nin Vecizi'nde de böyledir.

Zeytin  yağı  ve  benzerleri  ile  ilgili  davalarda;  satış  sebebini açıklaması, huzura gelince, ona işaret etmesi gerekir. Şayet zayi etmek veya ödünç olmak sebebiyle veya emniyet sebebiyle olursa; huzura gel­mesine ihtiyaç yoktur. Hız^netü'l-Müftîn'de de böyledir.

Bir adam,  diğerinde ipeği olduğu,  iddiasında bulunur fakat ağırlığım açıklamazsa; bu ipek durmakta ise, onun huzura getirilmesi ve ona davacının işaret etmesi şarttır. O takdirde, ağırlığını söylemeye ihtiyaç yoktur. Diğer vasıflarını beyan etmeye de ihtiyaç yoktur.

Eğer bu ipek bir alacak ise, ağırlığım söylemek şart mı değil mi? bunda ihtilaf vardır. Umumî bilginlere göre, ağırlığının söylenmesi şartır.

Sabin olan da budur. Zehıyre'de de böyledir.

Mehir hakkında,  da'vamn sihhatine fetva verilmiştir.  Mehir babındaki   cehalet   (=   bilgisizlik),   sahibini   zimmetten   düşüremez. Muhiyt'te de böyledir.

Hayvanın yaşında ihtilaf olursa; şahitlere başvurulur.

Keza, demir iddiasında bulunan bir kimse "On batmandır." dediği halde o, yirmi batman veya sekiz batman olursa, davası sahih olur. Şahitlerin şehadetine göre hükmedilir. Çünkü işaret olunan da ağırlık lağviyattır; ona itibar edilmez. Kerderî'nin Vecizi'nde de böyledir.

Pamuk davasında, elbette pamuğun yezgani mi, beyhaki mi, caciri mi? nere pamuğu olduğunu açıklamak gereklidir. Hızânetü'l-Müftîn'de de böyledir.

"Filandan,  şu kadar batman alındı."  demeye hacet yoktur. Yalnız, pamuğun atılmış olduğunu veya olmadığını söylemek gerektir. Kerderî'nin Vecizi'nde de böyledir.

Gömlek davasında, nevini, cinsini, sıfatını kıymetini bildirmek zaruridir.   Ve   açıklama   da   yapılacaktır.   Hızânetü'l-Müftîn'de   de böyledir.

Elbise yakma ve hayvan yaralama davasında, elbiseyi ve yara­lanan hayvanı huzura getirmek şart değildir. Çünkü, iddia olunan şeyin. hakikatte bir cüz'ü zayi olmuştur. Hulasa'da da böyledir.

Cevher iddiasında, elbette onun ağırlığını söylemesi gereklidir. Eğer iddia olunan şey kaybolmuş; davalı da onu inkar ediyor ve yanında olmadığını söylüyorsa böyledir. Siradyye'de de böyledir.

İnci davasında, onun devri, parlaklığı ve ağırlığı söylenir. Hizfl-netii'MMüftîn'de de böyledir.

İğnenin sayısı davasında da, elbette, onun sebebi söylenmelidir. Çünkü o, hazıra gelmesi gereken bir şeydir.

Eğer veresiye verilmiş bir borç veya satılan bir şeyin bedeli ise, elbette onun çeşidi, sıfatı, söylenmelidir ki, bilgisizlik kalksın. Böyleleri zayi olunca kıymetleri söylenir. Borç olduğu söylenilmez. Çünkü, onu borç almak caiz olmaz. Kerderî'nin Vecizi'nde de böyledir.

Bir batman kına iddiasında bulunan şahsın da onun taze, orta halli veya engin olduğunu söylemesi gerekir.

Keza, kınanın vsfımda açıklaması lazımdır; ince mi? kalın mı? Öğütülmüş mü? Öğütülmemiş mi? Bu gibi hallerini söylemek icab eder. Şayet, bir şahıs tutiya iddiasında bulunursa; onun da üğütülmüş veya üğütülmemiş olduğunu açıklar. Böyle olmadıkça, dava sahih olmaz. Hızânetü'l-Müftîn'de de böyledir.

Bir adam, diğerinin elinde bulunan değirmeni iddia ederse; onun hududunu söylemesi gerekir. Aynı zamanda değirmenin içinde bulunan edevatrda açıklaması lazımdır. Aksi takdirde onlar, kendisine teslim edilmezler.

"Değirmenin    keyfiyetini    açıklamazsa,    dava    sahih    olmaz." denilmiştir.

Sahih olan görüş de budur. Muhıyt'te de böyledir.

Reşidü'd-Din'in Fetvâlan'nda şöyle zikredilmiştir:

Uygun olan, dava sözünde, emanet davasında: "Gerçekten benim, onun yanında şu kadar kıymeti olan şeyim vardır." demesi gerekir. Eğer karşı taraf inkar ederse "O, şeyin, benim olduğuna dair belgem vardır." der. Eğer, karşı taraf ikrar ederse; tahliyesini (= Önünü açmasını) ister. Füsûlü'l-Imâdiyye'de de böyledir.

Emanet bırakılan şeyle ilgili davada,  emanet bırakılan yerin söylenmesi gerekmektedir. Hangi şehir olursa olsun müsavidir.

Gasb davasında, gasbedilen şey taşınmamışsa gasb yerini söylemeye ihtiyaç yoktur. Hulasa'da da böyledir.

Bir adam, diğerinin, buğdayım zoraki aldığını iddia ediyorsa; şartlarını beyan edecek ve nerede gasbetmişse, yerini söyleyecektir. Kerderî'nin Vecizi'nde de böyledir.

Gasbolunan şey zayi olmuşsa;  gasb zamanındaki  kıymetinin söylenmesi uygun olur.

Zahirü'r-Rivayede böyledir. Füsulü'S-Imâdiyye'de de böyledir.

Taksim (= paylaşdırma) davasında;   terekenin   nev'inden, eşyaların açıklanmasından, hayvanların durumundan ve değerlerinden bahsetmek  gereklidir.  Böylece,  hisselerde  fazlalık noksanlık  olması önlenmiş olur.

Şayet varislerin bazıları, bir kısım eşyayı telef etmişler, sonra da telefle birlikte sulh olmak istemişlerse; tmâmeyn'e göre sahih olmaz. Gasb ve telefden sonra sulh mes'elesinde olduğu gibi, burda da kıymeti artırılmaz. Kerderî'nin Vecizi'nde de böyledir.

Bir adam, diğerine karşı, kendisiyle arasında ortak oldukları bir eşyayı sattığını iddia eder ve: "Satış haberi bana gelince, ben de razı oldum. Bedelinin yarısının bana verilmesi gerekir." derse bu dava sahih olmaz.

Ancak, bu davada, satılan şeyin müşterinin elinde olmasına kendi­sinin izin verdiği zaman, izin zamanındaki piyasa değerini söylemezse böyledir.

Keza, elbette satıcının, "müşteriden bedeli aldığını da" söyleye­cektir.

Hakim de, iddia sahibine: "Aranızdaki, ortaklık mülk ortaklığı mıdır; yoksa sözleşme ortaklığı mıdır?" diye sorar.

Eğer: "Müîk ortaklığı" derse; "hangi şartlarla ortak olduğunu" söylemesi gerekir. Eğer: "Sözleşme ortağıyız." derse, ortağın satışa izin vermiş olması halinde eşyanın durmakta olması şart değildir.

Fakat,  bedelin yarısını isteyebilmesi için bedelini  almış olması şarttır. Fiisûlü'l-Imâdiyye'de de böyledir.

Cehaletten dolayı ölüm sebebiyle, ortak mal davasında, onun, şirket malını bilmeden öldüğünü açılaması veya müşterinin ortaklık malından ne olduğunu bilmediğini beyan etmesi gerekir. Çünkü ortaklık mal, misliyle ödenir. Müşteri de kıymetini öder red ve teslim gerekmez. Çünkü, reddi vacib olan  şey, emanet bırakılan şeydir. Hizanetü'l-Müftîn'de de böyledir.

Bırakılan emaneti ve eşyayı bilmeden ölenin davasında, öldüğü , zamanki kıymetinin açıklanması gerekir.

Müdarebe malı da böyledir. Müdarıb bilgisiz olark ölürse, elbette müdarıbım öldüğü günde, mudaraba malının nelerden ibaret olduğunu açıklamak gerektir. Nakid nedir? Arz nedir? bilinmelidir. FüsûÜi'I-Imâdiyye'de de böyledir.

Bir adam, diğerine karşı "şu kadar ölçek, buğdayımı aldı" diye dava ederse; onun reddi (= geri verilmesi) —bedeli mevcutsa— gerekir.

Şayet zayi olmuşsa mislini öder. Uygun olan: "Eğer duruyorsa, kendisini; zayi olmuşsa, bedelini ver." demesidir. Hulasa'da da böyledir.

"Benden, veresiye olarak teslim aldı." diye iddia eder ve verdiği şeyin uzunluğunu, enini, ve, kıymetini söylerse; —eğer duruyorsa— aynısını teslim etmek gerekir.

Şayet durmuyorsa, kıymetini Öder.

Eğer zayi olmuşsa, müşteri olan zat: "Ben veresiye satın almıştım." demedikçe dava sahih olmaz. Füsûlü'l-Imâdiyye'de de böyledir.

Rehin  bırakan  şahıs,   "bu rehni  rehin  bırakan  şahsa teslim ettiğini" iddia ederse sahih olur mu?

Tahavî şöyle buyurmuştur:

Rehin bırakılan şahsın, rehin bırakan şahsakkarşi zahmeti vardır. Buna göre, şayet rehin bırakan şahsı, rehninin red ve teslimini isterse; bu sahih olmaz.

Bazıları da: "Rehin bırakılan şeyin, kendisine rehin bırakılan şahsa, zorluğu vardır. Buna göre, da'vanın sahih olması, rehinin emanet gibi rehin bırakılması ve onun da rehin bırakana reddi ve teslimi uygun olur.

Hızânetü'l-Müftîn'de de böyledir.

Bir adam, belirli bir şey satar ve sattığı bu şey de, efendisinin yanında bulunan bir köle olur; sonra da efendisi, "o kölenin kendi nefsi için satıldığını iddia ederse; bu kölenin izinli bir köle olması halinde efendinin davası sahih olmaz.

Eğer köle, satıştan men edilmiş birisiyse, dava sahih olur. Zahîriy-ye'de de böyledir.

Bir adam, satışa zorlandığını iddia eder ve satılan şeyin geri verilmesini isterse; "sattı ve teslim etti" demedikçe, davası sahih olmaz.

Bu, her birisine karşı mükreh (= zorlama) olur.

Eğer, bedeli alınmışsa, uygun olan, onun alındığım söylemektir. Bu da mükrehdir. Fakat, mükreh (= zorlanan) şahıs kendi mülkünden vermiş ve o da müşterinin elinde bulunuyorsa; davası sahih olmaz. Mükrehin satışı ve onu teslim almak, kendi mülkünde sabit oluyorsa bu böyledir.

Şayet satışın fasid olduğunu söylüyor ve mah da müşterinin yanında ise, haksız olarak dava sahih olmaz. Kerderî'nin Vecizi'nde de böyledir.

Reşîdü'd-Din'in Fetvâsi'nda şöyle zikredilmiştir: Satış için cebre­dilmiş bulunan şahsın satışı davasında, cebren şahsı belirtmesine hacet yoktur. Siaye (- gammazlık) sebebiyle mal iddia eden gibi...

Esahh olan da budur. Füsûlü'l-Imâdiyye'de de böyledir.

Müntekâ'da şöyle zikredilmiştir:

Bir adam, diğerini, "filana emreyledi de malını aldı." diye iddia ettiğinde, eğer emreden, hükümdar ise; dava sahihdir. Eğer değilse, emredene bir şey gerekmez.

Eğer me'mura karşı tazminat davası açarsa; emredenin hükümdar olması halinde, memura karşı dava açmak sahih olmaz.

Eğer emreden hükümdar değilse, me'mura karşı dava açmak sahih olur. '

İmamın (= devlet başkanının, hükümdarın) mücerred emri de ikrah olur. Hizânetü'I-Müftîn'de de böyledir.

Gammazlık davasında, malı alanın ismini ve nesebini söylemeye hacet yoktur. Fakat gammazı açıklar.

Şayet: "Beni, filan gammazladı da, zulmen zarar verdim." derse; bu kadarlıkla dava sahih olmaz. Keza: "Filan haksız yere zarar verdi." dese dava sahih olmaz. Hulasada da böyledir.

Bir kimse, "insanlar, bana, şu sebeple, haksız yere, şukadar zarar verdi." diye iddia edip şahitlerini de dinletir ve "Onlar da sultanın adamlarıdır. Gammazlıkla, haksız yere, şu kadar malımı aldılar." derse; bu dava ve şahitlerin şehadeti sahih olur.

Bunlar, alınan malı tayin etmeseler bile, gammazlığın sebebini açıklamaları gerekir. Böylece, onlara tazminat gerekip gerekemdiğine bakılır. Çünkü, bu hal onun hükümdarın adamlarına hücumu da ola­bilir.

Hükümdar: Benim onun üzerinde vacib hakkım vardır. O, onu bana vermekle emrolundu." der ve onun edasını isteyip, ondan alır. Bu gammazlık tazminatı gerektirmez. Çünkü, o bir haktır.

"O karıma geldi ve o yüzden sultandan mal aldı." derse, bu söz tazminati gerektirmez. Çünkü, o, bu sözüyle lüzumsuzluk yapmıştır. Bu şekildeki gammazlık için de tazminat gerekmez.

Tazminatın gerekmesi için, gammazın yalan söylemiş olması gerekir. Çünkü bu, mal almaya sebeb olur.

Mesela: Eğer hükümdarın yanında: "Gerçekten fülan mal buldu." derse işte bu, tazminatı gerektirir. Çünkü sultan, zahire hükmen bu sebebden o adamın malını almıştır. Hızânetü'I-Müftîn'de de böyledir.

Bir adam iddia ederek,  kendisinden, birisinin rüşvet aldığını söylerse; onu tafsilatıyla açıklamadıkça, davası sahih olmaz.
Eğer onu tefsir ederse (- açıklarsa) davası dinlenir; değilse din­lenmez. Hulasada da böyledir. [7]


Eser: Fetvayı Hindiye

  • Yeni Ekle
Yorumlar (0)

Fetvayı Hindiye

 

Son eklenen ruyalar

Sitemizde yer alan soruların cevapları özenle islami eserlerden seçilerek yazılmaktadır.
..