1- Vakıfta Dâva

Bir kimse, bir yerini sattıktan sonra: "Ben, onu kendime vak­fetmiştim." veya: "O, vakıftır." der, ancak, böyle olduğuna beyyine getirmezse, iddia ettiği kimsenin yemin etmesini  talep etme hakkına sahip olamaz.

Çünkü yemin, sahih olan bir dâvada gerekli olur. Bu gibi noksan dâvalarda yemin bulunmaz.

Ancak bu şahıs, beyyine ikâme ederse; muhtar olan kavle göre, sözü kabul edilir.

Çünkü, her ne kadar dâva, bâtıl ise de, şehâdet bakîdir.

Bu ise, vakıf bakımından dâvâsız olarak makbuldür. Gıyâsiyye'de de böyledir.

Bu kimsenin dâvası kabul olununca, bu satış, bey'ı fâsid (= alım-satım şartlarında eksiklik bulunan bir satış) olur. Vakıât-ı Hüsâmiyye'de de böyledir.

Fetâvâyi Nesefî'de şöyle zikredilmiştir:

"Dâvâsız olarak vakıfta şehâdet, mutlaka makbuldür.

Bu cevap, ale'l-ıtlak (= umumiyetle, genel olarak, mutlaka, nasıl olursa olsun) sahih değildir.

Sahih olan: Allah için yapılan her vakıfta şehâdet, dâvâsız sahih olur.

Kul hakkı bulunan vakıflarda ise, dâvâsız şehâdet makbul olmaz. Zehıyre'de de böyledir.

Reşîdü'd-dîn: "Bu tafsildir. Bunu, bu şekilde, İmâm el-Fadlî genişletip açıklamıştır." demiştir.

Muhtar olan da budur. Ebû'l-Fadl'ın fetvası da budur. Füsûlü'l-Imâdiyye'de de böyledir.

Satın alan şahıs, bedeli sebebiyle, bu yeri elinde tutup zaptedemez. Tecnîs'den naklen Tatarhâniyye'de de böyledir.

Bu yeri satan şahıs: "Ben, onu camiye vakfettim." der ve bu hususta belge de ibraz ederse, iddiası kabul edilir ve satış bozulur.

Biz, bu görüşü kabul ederiz.

Bazıları ise: "Hayır, satıcı tenakuz (= bir sözünün diğerini çürütmesi, bir sözünün diğerine uymaması, zıddiyet) içindedir." demişlerse de, esahh olan, önceki kavildir. Vecîz'de de böyledir.

Bu şahıs: "Bana   karşı  vakıftır." dememiş olsaydı, Nesefî'nin Fetvâları'nda zikrettiğine göre, bu dava, asla dinlenmezdi. Hulâsa'da da böyledir.

Bu şahıs, bir başkasına: "Şu yer, senin nâmına vakıftır." der, sonra da kendisine karşı vakf edildiğini iddia ederse; bu dava da asla dinlenmez. Zehıyre'de de böyledir.

Bir kimse: "bu yer, benimdir. Babamdan bana miras olarak kalmıştır." dedikten sonra: "Babam, benim nâmıma vakfetti." derse; sözü, tenakuz makamında «olduğu için dinlenmez.

Bir kimse, vakf olunmuş bir evin mütevellîliğini veya bilerek tereke hakkındaki vasıyyeti kabul eder ve "bunların kendisine vakıf olduğunu" iddia ederse; bu iddiası kabul edilmez.

Bu kimse, önce "vakıftır." diye iddia ettikten sonra, "mirastır." diye iddia ederse; yine, iddiası kabul edilmez.

Ancak, sözlerinde muvafakat bulunması halinde müstesnadır.

Meselâ: "Babam vakfetti; fakat, vakfın vukuu lâzım olmadı ve babam öldü." derse; bu durumda, iddiası kabul edilir.

Bir kimse, hududu belli olan bir yerin, kendi malı olduğunu iddia ettikten sonra, bu yer için "vakıftır." derse; bu vakıf sahih olur.

Eğer, bu dâvası, o vakfa mütevelli olmak sebebi ile olursa, muva­fakat ihtimâli vardır. Çünkü, âdette, tasarrufuna velayet edeceğinden dolayı, bunu nefsine izafe ediyor olabilir.

Bir kimse, "bir evin, kendi evi olduğunu" iddia ettikten sonra, "onun, vakıf olduğunu" söyler ve: "onu, filan şahıs, mescide vakfetti." derse; vakıf dâvası dinlenmez. Füsûlü'l-Imâdiyye'de de böyledir.

Nesefî, Fetvâları'nda şöyle demiştir:

"Müşteri, satıcıya karşı: "Bu yer vakıftır. Sen, onu, bana haksız olarak sattın." diye iddia ederse, bu dâva olmaz."

Burada, dâva mütevelliye aittir.

Bu durumda, hâkim, bir mütevelli tâyin eder ve bu şahıs, onu dâva eder.

Eğer, bu yerin vakıf olduğu anlaşılırsa, satış bâtıl (= geçersiz) olur. Ve satın alan şahıs, ödediği bedeli, satan şahıstan alır. Muhıyt'te de böyledir.

Mütevelli, satın alan şahsı, dâva edip: "Bu ev, filanın çocukları nâmına vakıftır." der ve bunu isbât ederse; satın alan şahıs, ödediği bedeli, satan şahıstan geri alır.

Ancak, bu evi satan şahıs: "Evet, bu ev, filanın çocukları nâmına vakıftır. Fakat, vakfeden şahıs ölünce, vârisleri durumu hâkime çıkardılar ve hâkim ,bu vakfın ibtâline hükmetti. Ben de, bu vakfa vâris idim. Tereke taksim edilince, bu ev benim hisseme düştü ve şimdi de sattım." derse; vakıf dâvası sona erer ve bu ev, satın alan şahsın elinde kalır. Füsûlü'l-Imâdiyye'de de böyledir.

Bu kimse, buranın vakıf olduğunu iddia eder veya şahitler, "vakıftır." diye şehâdette bulunur; faka?, vâkıfın kim olduğu söylen­mezse; Hassâf: "Vakıf dâvası ve şahitlerin bu husustaki şehâdeti, vak­feden şahıs söylenilmeden de sahih olur." demiştir. Fetâvâyi Kâdîhân'da da böyledir.

Bir kimse, bir yerin kendisine vakfedilmiş olduğunu" dâva ederse, bu sözü dinlenmez.

Bu hususta, mütevellinin dâvası dinlenir. Hulftsa'da da böyledir.

Reşîdü'd-dîn, Fetvâlan'nda şöyle demiştir:
Kendisine vakfedilmiş bulunulan şahıs (= mevkufun aleyh) iddia eder ve dâvası hâkimin izni ile olursa, bu dâva, bi'1-ittifak sahih olur.

Mevkufun aleyhin, hâkimin izni olmadan dâva etmesi hâlinde ise, iki rivayet vardır.

Bunlardan esahh olanı, bu dâvanın sahih olmadığıdır.

Çünkü bu şahsın, vakfın gelirinde hakkı vardır.

Şayet, kendi namlarına vakfedilmiş bulunanlar,bir topluluk olur ve bunlardan birisi, hâkimin izni olmadan dâva ederse, bir rivayete göre, bunun da dâvası sahih olmaz.

Keza, vakfın gelirine hak sahibi bulunan kimse de, bu gelire karşı, dâvada bulunamaz.

Dâva hakkına, ancak, mütevelli sahiptir, füsûlü'l-lmâdiyye'de de böyledir.

Vakıf sahibi olan kimse, vakıf işleri ile ilgili dâva açmak isterse, beyyine gerekir.

Ancak, bu durumda bakılır: Sultan, eğer o şahsı, nâşsen veya örfen mütevelli yapmışsa, dâva etmesi caiz olur; aksi takdirde caiz olmaz. Vâkıâtü'l-Hüsâmiyye'de de böyledir.

Bir yer, hazırda olan bir şahsın, başka bir yer de hazırda olmayan bir şahsın elinde bulunur; başka bir kimse de, hazırda bulunan şahsı dâva ederek, "bu iki yerin de, kendi nâmına vakfedilmiş olduğunu" söyleyerek,  "bu iki yeri de, dedesinin, çocuklarına ve çocuklarının çocuklarına    vakfettiğini    iddia    ederse;    Fakıyh    Ebû     Ca'fer'in buyurduğuna göre:  Bu iki yerin vakıf olduğuna,  şahitler şahitlikte bulunursa, bu yerlerin her ikisi de, vâkıfın olur. Ve bu durumda, iki yerin de vakıf olduğuna hüküm verilir.

Eğer, şahitler, "bu iki yerin, ayrı ayrı vakfedilmiş olduğunu" söylerlerse, bu durumda, sadece hazırda bulunan şahsın elindeki yerin "vakıf olduğuna" hüküm verilir. Fetâvâyi Kâdîhân'da da böyledir.

Bir yer, iki kardeşe vakfedilir; bunlardan birisi ölür ve vakıf, sağ kalan kardeşle ölenin çocuklarının elinde kalır ve bilâhare sağ olan kardeş, ölen kardeşinin çocuklarından birine karşı, "bu vakıf, batnen ba'de batnin (=  önceki batından biri bulundukça, sonraki batından olanlara, gelirinden bir şey verilmeyen vakıf)tır." diye beyyine getirir ve "Vakfeden de birdir; vakıf da birdir." derse; dâvası kabul edilir.

Bu şahsın diğer yeğenleri, dâva ederek, "bu vakfın, mutlak vakıf olduğunu ve kendileri ile amcalarına vakfedilmiş bulunduğunu" isbâta çalışırlarsa; bu durumda, "batnen ba'de batnin" diyen evlâ yani vak­fın gelirine hak sahibi olur. Kunye'de de böyledir.

Bir kimse, başka bir şahsın elinde   bulunan bir üzüm bağını (n kendisine vakfedilmiş olduğunu) iddia eder; müddeâ aleyh (= aleyhinde dâva açılan, iddiada bulunulan kimse) de, bunu ikrar eder; ancak, "bağın şartlı vakıf olduğunu" iddia eden şahsın, beyyinesi de bulunmaz ve diğer şahsın yemin etmesini isterse; bu isteğinin, bağı o şahsın elinden almak maksadı ile olması hâlinde, karşıdaki şahıs da yemin etmekten imtina ederse; o yemin etmeye zorlanmaz.

Ancak, müddeî (= iddia eden şahıs), bağın kıymetini almak için, müddeâ aleyh'in (= iddiada bulunulan, aleyhinde dâva açılan kimsenin) yemin etmesini istediği halde, o yemin etmekten kaçınırsa, bu durumda, bu şahsın yemin etmesi gerekir. Muzmarât'ta da böyledir.

Mescide bitişik olarak iki kat bir bina bulunur ve mescidin safı, yaz kış namaz kılınmakta olan bu evin alt  katındaki safa ulaşır ve ev halkı ile mescid ehli arasında ihtilâf çıkar ve ev halikı: "Burası, bize mirastır." derse; bunların sözü geçerlidir. Muhıyt'te de böyledir.

Bir kimse, başka bir şahsın elinde bulunan bir ev hakkında, "benimdir." diye iddia edip, "aslının da, binasının da, kendi mülkü olduğunu" söylerse, müddeâ aleyh (= aleyhinde dâva açılan) de bunu inkâr edince, bu defa da, "mescidin; ıslâhı için yapılmış, bir vakıftır." diye iddia eder ve bu dâvasına da şahit getirirse; buna (yani evin mescide vakfedilmiş olduğuna) hükmedilir ve —bu hüküm— deftere kaydedilir.

Bu şahıs, sonradan, "evin yerinin vakıf, üzerindeki binanın ise kendisine ait olduğunu" iddia ederse; bu dâvası bâtıl (= geçersiz) olur. Semerkand'lı âlimlerin kavilleri budur. Zehıyre'de de böyledir.

Bir şahıs, bir evin kendisine ait olduğunu iddia eder veya bu ev, o şahsa hükmolunduktan sonra, bir mütevelli, "bu arsanın, vakıf arsası olduğunu iddia eder ve buna belge de getirir; ancak önceki şahsın iddiası bina olursa, bu mütevellî'nin belgesi kabul edilmez.

Ancak bu şahıs, binayı iddia etmiyorsa, bu arsa, vakıf olarak kalır.

Bu şahıs, iddia ederek evi aldıktan sonra, mütevelli, arsaya hak kazanırsa, bu durumda da, binanın mülkiyeti, iddia eden bu şahısta kalır. Füsûlü'l-lmâdiyye'de de böyledir.

İki kardeş nâmına vakfedilmiş bulunan bir evi,,hazır bulunan kardeş —gâib olan değil— teslim alıp, tam dokuz sene faydalandıktan sonra ölür, evi bir vasiye bırakır ve bilâhare gaip kardeş gelerek,bu vasi­den,   evin gelirindeki hissesini isterse, Fakıyh Ebû Ca'fer'in kavline göre, hazırda bulunup vakfın gelirini alan kardeş, bu vakfın kayyımı ise, gaip kardeş, gelirden hissesini almak için, ölen kardeşinin terekesine müracaat eder.

Bu kardeş, vakfın kayyımı olmaz ve bu evi, iki kardeş birlikte icara vermiş bulunurlarsa, yine gâib kardeş, diğerinin terekesine baş vurur.

Hazırda bulunan kardeş, burayı, yalnız başına kiraya vermişse, gelirin tamamı kendisinin olur.

Bu hükmen böyledir.

Fakat böyle yapmak, temiz bir şey olmaz. Böyle bir durumda gaip olanın hissesini, fakirlere tasadduk etmek güzel olur. Fetâvâyi Kâdîhân'da ds böyledir.

Bir kimsenin elinde, bir evin yarısı bulunur, başka bir şahıs da, "o evi vakfettiğini" iddia ederse, ev onun olur.

Evin tamamının vakıf olduğunu belgelerse, bu kabul edilir. Çünkü, iddiacı, evin tamamının vakıf olduğunu iddia etmektedir. Muzmarât'ta da böyledir,

Bir kimse, erbâb-ı vakfa karşı, vakıf hakkında bir iddiada bulu­nursa, bu şahsın sözü dinlenmez.

Bu hususta, ancak, vâkıf veya kayyımın sözü dinlenir. Fetâvâyi Attâbiyye'de de böyledir.

Bir mütevelli,bir yerin vakıf olduğuna,başka bir şahıs da, aynı yerin, kendi mülkü bulunduğuna beyyine getirirlerse, zü'l-yed (= kendi mülkü olduğunu iddia edenin elinde bulunursa) olması hâlinde, müte­vellinin beyyinesi kabul edilmez; hâriçten beyyine gerekir.

Mütevelli, bundan sonra, vakfa karşı beyyine getirirse, bu, fmâm Ebû Yûsuf (R.A.)'a göre dinlenmez. Füsûlü'l-Imâdiyye'de de böyledir.

Bir kimse, bir mütevellinin eli altında bulunan bir ev hakkında: "Zeyd, o evi mescide vakfetti." diye iddiada bulunur; hâkim de böyle hüküm verdikten sonra, başka bir mütevelli gelip, o evin mescidin olduğunu söylerse, bu ev mescidin evi olur.

Hâkimin, bir kimseye: "Şu vakfı, aylık icara ver." diye emir vermiş bulunduğu bir vakıf için dâva açılamaz.
Keza, vakıf olmayan bir yeri, sürüp-eken ziraatcinin, "burası vakıftır." diye iddia etmesi sahih olmaz. Hızânetü'l-Müftîn'de de böyledir. [48]


Eser: Fetvayı Hindiye

  • Yeni Ekle
Yorumlar (0)

Fetvayı Hindiye

 

Son eklenen ruyalar

Sitemizde yer alan soruların cevapları özenle islami eserlerden seçilerek yazılmaktadır.
..