Üçüncü Mesele:
Sebeblerin işlenilmesi sırasında mükellefin müsebbeblere yönelik bir kası d ve iltifatta bulunması gerekmez. Mükelleften istenilen şey, sadece konulan hükümler doğruitusundaha-reket etmektir. Bu hükümler ister sebeb olsun ister başka şey olsun, veya bu hükümler ister talîl edilebilen (deductive = bir illete bağlanabilen) kısımdan olsun ister talîl edilemeyen kısımdan olsun farketme-mektedir.
Buna delilimiz şudur:
1. Daha Önce de geçtiği gibi müsebbebler, hükümleri koyan ve sebebleri vaz'eden Allah'a aittir. Bunlar mükellefin kudreti dâhilinde olmamaktadır.[20] Müsebbeblerin mükellef ile bir ilgisi olmadığına göre, onun riâyet etmesi gereken şey, ancak kendi kesbiyle ilgili olan şey olacaktır ki, bu da sebebtir. Bunun dışındakiler ise mükellef için bağlayıcı değildir. İstenilen de budur.
2. Keza, şer'an yapılması istenilen bazı şeylerde, nefsin güttüğü bir takım hazlar ve ona karşı meyiller bulunmaktadır. Bu durum, o şeyin taleb altına girmesini engellemektedir.[21] Hz. Peygamber
amme velayetini gerektiren görevlere talepte bulunan kimseleri getirmezdi. Kaldı kİ, şer'î velayetlerin tamamı ya vâcib ya da mendûb düzeyinde olmak üzere matlûb olan şeylerdir. Ancak Hz. Peygamber bu konuda, muhtemelen nefsin nazlarının dikkate alınmasına sebebiyet verecek hususları dikkate almış ve uygulamalarında bu tür hizmetleri isteyenlere vermemiştir. Bu gibi şeylerde hazlarm dikkate alınması, ileride de geleceği gibi, hoşlanılmadık neticelere müncer olacaktır. Hatta Hz. Peygamber bu gibi hususlara mubahlarda dahi dikkat etmiştir: Hadislerinde: "Senden bir beklenti olmadan bu maldan sana geleni al..."[22] buyurmuşlar; malın kabulü için nefsin beklenti halinde olmamasını şart koşmuşlardır. Bu da, kişinin beklenti halinde olması durumunda onu almasının farklı bir hükümde olduğunu göstermektedir. Buhadislerini bir başka hadisi de tefsir etmektedir: ".. .Her kim, bir malı hakkı ile alırsa, o mal kendisi hakkında mübarek kılınır. Her kim de haksız yere alırsa (ya da hakkını vermezse) o da yiyip yiyip doymayan (obur) gibi olur." Malın hakkı ile alınması, onda bulunan Allah hakkının unutulmaması demektir. Bu da mal üzerinde nefsin beklentilerinin olmamasının bir [194] neticesi olarak ortaya çıkacaktır. Hakkını vermeyerek alması ise bunun aksine olacaktır. Başka bir rivayet bu mânâyı açıklamaktadır: "Kendisinden yoksula, yetime, yolcuya verilen mal, müslüman kimse için ne güzel arkadaştır," Veya şöyle dedi: "Her kim hakkını vermeden onu alırsa o kimse yiyip yiyip doymayan (obur) gibi olur [23] ve o mal yarın kıyamet gününde aleyhine şâhid bulunur." [24]
3. Bu gibi konularda kendilerini kale almak durumunda olduğumuz ümmetin âbidleri, amellerini nefislerinin bu tür hazlar peşinde olması şaibesinden arındırmak için çalışmışlar; hatta nefislerin bazı salih amellere karşı olan meyillerini hazlarma ulaşmak için kurdukları bir türlü hileler ve tuzaklar olarak telakki etmişlerdir. Bu durumda onlar, amellerin tearuzu ve birbirlerine takdimi konusunda bir kaide geliştirerek, nefsin bir hazzı olmayan amelin ya da nefse daha ağır gelen amelin Öne alınması neticesine varmışlardır. Hatta öyle ki, onların bütün amelleri nefsin meyline muhalefet esâsı üzerine bina edilir olmuştur. Bunlar bu yaşantılarında hüccet olan kimselerdir. Çünkü onların icmâı icmâ olmaktadır. Bu da sebebler işlenirken mü-sebbeblere yönelik bir kasıd bulundurmamanın sıhhatine delâlet eden bir delil olur. Hz. Peygamber LaİE^3â£uJ , Cibril tarafından kendisine yöneltilen "İhsan nedir?" sorusuna : "Allah'ı görüyormuşçasına O'na ibâdet (kulluk) etmendir. Her ne kadar sen O'nu görmüyorsan da, O seni görüyor ,[25] diye cevap vermişlerdir. Kulun şeriat dâiresinde işlediği bütün tasarrufları ibâdettir. Allah'ı görüyormuşçasına Allah'a ibâdet eden kimsenin ibâdetine başladığı anda nefsine ait onda hiçbir hazzı kalmaz. Kişinin kendisini bir şeye vermesi durumunda, başka her şeyi unutması câri olan âdet-i ilâhîyenin bir gereği olmaktadır. Bu Gazzâîî ve benzerleri gibi, erbabı tarafından açıklanmış bulunan bir mânâdır. Şu halde, meşru olan sebeblerin ortaya konulması sırasında, müsebbeblere yönelik bir kasıd ve iltifatın bulundurulması şart olmamaktadır.
Bunlar yapılması istenilen (meşru; sebebler hakkında geçerli olduğu gibi, gaynmeşrû olan sebebler hakkında da geçerlidir. Müsebbeblere yönelik bir kasdm bulunmaması, sebebîer üzerine terettüp edecek (doğacak) sevap ya da günaha bir etkide bulunmaz. Çünkü bu, sebebten müsebbebleri ortaya çıkaracak olan Allah'a ait bir şeydir. Onu tazammun eden şey de sebebtir. Onu kulun kasdmın bulunmaması değil; ancak sebebte bulunması gereken bir şartın veya aslî ya da tekmîlî (tamamlayıcı) bir cüzün bulunmaması ortadan kaldırabilir. [26]
Buna delilimiz şudur:
1. Daha Önce de geçtiği gibi müsebbebler, hükümleri koyan ve sebebleri vaz'eden Allah'a aittir. Bunlar mükellefin kudreti dâhilinde olmamaktadır.[20] Müsebbeblerin mükellef ile bir ilgisi olmadığına göre, onun riâyet etmesi gereken şey, ancak kendi kesbiyle ilgili olan şey olacaktır ki, bu da sebebtir. Bunun dışındakiler ise mükellef için bağlayıcı değildir. İstenilen de budur.
2. Keza, şer'an yapılması istenilen bazı şeylerde, nefsin güttüğü bir takım hazlar ve ona karşı meyiller bulunmaktadır. Bu durum, o şeyin taleb altına girmesini engellemektedir.[21] Hz. Peygamber
amme velayetini gerektiren görevlere talepte bulunan kimseleri getirmezdi. Kaldı kİ, şer'î velayetlerin tamamı ya vâcib ya da mendûb düzeyinde olmak üzere matlûb olan şeylerdir. Ancak Hz. Peygamber bu konuda, muhtemelen nefsin nazlarının dikkate alınmasına sebebiyet verecek hususları dikkate almış ve uygulamalarında bu tür hizmetleri isteyenlere vermemiştir. Bu gibi şeylerde hazlarm dikkate alınması, ileride de geleceği gibi, hoşlanılmadık neticelere müncer olacaktır. Hatta Hz. Peygamber bu gibi hususlara mubahlarda dahi dikkat etmiştir: Hadislerinde: "Senden bir beklenti olmadan bu maldan sana geleni al..."[22] buyurmuşlar; malın kabulü için nefsin beklenti halinde olmamasını şart koşmuşlardır. Bu da, kişinin beklenti halinde olması durumunda onu almasının farklı bir hükümde olduğunu göstermektedir. Buhadislerini bir başka hadisi de tefsir etmektedir: ".. .Her kim, bir malı hakkı ile alırsa, o mal kendisi hakkında mübarek kılınır. Her kim de haksız yere alırsa (ya da hakkını vermezse) o da yiyip yiyip doymayan (obur) gibi olur." Malın hakkı ile alınması, onda bulunan Allah hakkının unutulmaması demektir. Bu da mal üzerinde nefsin beklentilerinin olmamasının bir [194] neticesi olarak ortaya çıkacaktır. Hakkını vermeyerek alması ise bunun aksine olacaktır. Başka bir rivayet bu mânâyı açıklamaktadır: "Kendisinden yoksula, yetime, yolcuya verilen mal, müslüman kimse için ne güzel arkadaştır," Veya şöyle dedi: "Her kim hakkını vermeden onu alırsa o kimse yiyip yiyip doymayan (obur) gibi olur [23] ve o mal yarın kıyamet gününde aleyhine şâhid bulunur." [24]
3. Bu gibi konularda kendilerini kale almak durumunda olduğumuz ümmetin âbidleri, amellerini nefislerinin bu tür hazlar peşinde olması şaibesinden arındırmak için çalışmışlar; hatta nefislerin bazı salih amellere karşı olan meyillerini hazlarma ulaşmak için kurdukları bir türlü hileler ve tuzaklar olarak telakki etmişlerdir. Bu durumda onlar, amellerin tearuzu ve birbirlerine takdimi konusunda bir kaide geliştirerek, nefsin bir hazzı olmayan amelin ya da nefse daha ağır gelen amelin Öne alınması neticesine varmışlardır. Hatta öyle ki, onların bütün amelleri nefsin meyline muhalefet esâsı üzerine bina edilir olmuştur. Bunlar bu yaşantılarında hüccet olan kimselerdir. Çünkü onların icmâı icmâ olmaktadır. Bu da sebebler işlenirken mü-sebbeblere yönelik bir kasıd bulundurmamanın sıhhatine delâlet eden bir delil olur. Hz. Peygamber LaİE^3â£uJ , Cibril tarafından kendisine yöneltilen "İhsan nedir?" sorusuna : "Allah'ı görüyormuşçasına O'na ibâdet (kulluk) etmendir. Her ne kadar sen O'nu görmüyorsan da, O seni görüyor ,[25] diye cevap vermişlerdir. Kulun şeriat dâiresinde işlediği bütün tasarrufları ibâdettir. Allah'ı görüyormuşçasına Allah'a ibâdet eden kimsenin ibâdetine başladığı anda nefsine ait onda hiçbir hazzı kalmaz. Kişinin kendisini bir şeye vermesi durumunda, başka her şeyi unutması câri olan âdet-i ilâhîyenin bir gereği olmaktadır. Bu Gazzâîî ve benzerleri gibi, erbabı tarafından açıklanmış bulunan bir mânâdır. Şu halde, meşru olan sebeblerin ortaya konulması sırasında, müsebbeblere yönelik bir kasıd ve iltifatın bulundurulması şart olmamaktadır.
Bunlar yapılması istenilen (meşru; sebebler hakkında geçerli olduğu gibi, gaynmeşrû olan sebebler hakkında da geçerlidir. Müsebbeblere yönelik bir kasdm bulunmaması, sebebîer üzerine terettüp edecek (doğacak) sevap ya da günaha bir etkide bulunmaz. Çünkü bu, sebebten müsebbebleri ortaya çıkaracak olan Allah'a ait bir şeydir. Onu tazammun eden şey de sebebtir. Onu kulun kasdmın bulunmaması değil; ancak sebebte bulunması gereken bir şartın veya aslî ya da tekmîlî (tamamlayıcı) bir cüzün bulunmaması ortadan kaldırabilir. [26]
Konular
- Üçüncü Mesele
- Dördüncü mesele
- Beşinci Mesele
- Yedinci Mesele
- Sekizinci Mesele
- Dokuzuncu Mesele
- Onuncu Mesele
- On Birinci Mesele
- On İkinci Mesele
- On Üçüncü Mesele
- VAZ'Î HÜKÜMLER
- Vaz'ı Hükümlerin Birinci Nevi: Sebeb
- Birinci Mesele
- İkinci Mesele
- Üçüncü Mesele:
- Dördüncü Mesele
- Beşinci Mesele
- Altıncı Mesele
- Yedinci Mesele
- Sekizinci Mesele
- Dokuzuncu Mesele
- Onuncu Mesele
- On Birinci Mesele
- On İkinci Mesele
- On Üçüncü Mesele
- On Dördüncü Mesele
- Vaz'î Hükümlerin İkinci Nevi: Şart
- Birinci Mesele