Altıncı Mesele
Geçen izahlardan sonra sebeblere girmenin, iki kısma ayrılan mertebelerine geçebiliriz: Sebebler ortaya konulurken, müsebbeblere yönelik iltifat ve kasdın üç mertebesi bulunmaktadır:
1. Sebeblerin, sanki müsebbeblerin faili imiş, onu ortaya koymada etkinmiş gibi telakki edilmesi. Bu Allah korusun! şirk ya da ona benzer bir şey olmaktadır. Çünkü sebeb bizatihi fail ve müsebbeb-de etkin değildir. "Allah her şeyin yaratıcısıdır.[44] "Allah sizi de, yaptıklarınızı da yarattı. âyetleri bu hususu açıkça ortaya koymaktadır. Hadis-i şerifte de: "Allah: 'Kullarımdan kimisi mii'min, kimisi de kâfir sabahladı. Kim Allah'ın lutfa ve rahmetiyle yağmura kavuştuk dediyse, işte o bana îmân ve yıldızı inkâr etmiştir; kim de falan ve falan yıldızın doğması veya batmasıyla yağmura kavuştuk dediyse; o da beni inkar, yıldıza îmân etmiştir,' buyurdu." denilmiştir.[45] Hadiste ifâde edilen yıldıza îmân edip de Allah'ı inkar eden kimse, yıldızı yağmurun yağdırılması hususunda bizatihi fail telakki edenlerdir. Bu konu kelâm ilminin sahasına girmektedir.
2. Sebebin ortaya konulması sırasında, âdet-i ilâhîye göre mü-[202] sebbebin de onunla birlikte bulunmasına itikad etmek. Bundan Önce
üzerinde durulan konu da işte bu kısım olmaktadır. Bunun özeti şudur: Bu telakkiye göre sebebin ortaya konulmasından müsebbeb de talep edilmektedir; ancak bu sebebin müstakillen onda etkin olduğu düşüncesiyle değil, onun müsebbeb için sebeb olarak konulması açısından olmaktadır. Sebebin mutlaka bir müsebbebe sebeb olması gerekmektedir. Çünkü sebebden anlaşılan mânâ budur; aksi takdirde sebeb olmazdı. Bu açıdan müsebbebe iltifatta bulunmak, Yüce Allah'ın yaratılış konusundaki sünnet-i ilâhîsinin gereği hâricine çıkmak sayılmamaktadır; keza, bu telakki sebebin Allah'ın kudretiyle meydana geldiği hususuna da ters düşmemektedir. Çünkü Yüce Allah'ın kudreti, sebebin bulunması halinde de, bulunmaması halinde de ortaya çıkabilmekte (ve müsebbebi ortaya koyabilmekte)dir. Dolayısıyla sebebin bulunması, Yüce Allah'ın müsebbebin yaratıcısı olmasına münâfî değildir. Ancak burada bazan ona iltifat galebe çalabilir; hatta öyle ki, (sebebin bulunmasına rağmen) müsebbebin bulunmaması müessir olabilir ve inkarla karşılanabilir. Bu şunun için olur: Carî olan âdet sebeb üzerinde durulurken, onun hep sebeb olması hükmüyle ele alınması hususunda galebe çalmış ve onun bizatihi ge-rektirici değil de ca'lî (yapay) olarak konulmuş olduğu unutulmuştur. Sebebler icra edilirken, çoğunluk halkın itikadı işte bu şekilde olmaktadır.
3. Sebeb ortaya konulurken, müsebbebin Allah'dan olacağı, çünkü müsebbibin (sebebiyet verenin) de bizzat O olduğu düşüncesinde bulunmak. Bu mertebeye sâhib kimselerin genelde inançları; müsebbebe gerçek anlamda sebebin sebeb olduğu düşüncesi olmaksızın, onun bizzat Allah'ın kudret ve iradesiyle ortaya çıktığı şeklindedir. Çünkü, sebebin ona sebeb olduğu gerçek anlamda sahîh olsa, hiçbir zaman bidüziyeliğinin bozulmaması, her sebeble birlikte mutlaka müsebbebin de bulunması gerekecektir. Aklî sebeblerde olduğu gibi. Durum böyle olmayınca, ilk sebeb delilinden da hareketle müsebbebin Rabbin kudreti ve irâdesi doğrultusunda çıktığı, ona sebebiyet verenin Yaratıcı olduğu kesin olarak ortaya çıkar. Burada "Sebeb bulunursa, müsebbeb de bulunur, sebeb bulunmazsa müsebbeb de bulunmaz." şeklindeki bir itikadda bulunan kimseye şöyle denilebilir: "Peki ilk sebeb neden ortaya çıkmıştır?" Benzeri bir durum için de Hz. Peygamber [ aieSSu ] : "Peki ilkine kim sirayet ettirdi?"[46] buyurmuşlardır. Sebebler, müsebbebleriyle birlikte Allah'ın kudreti altına dahil bulunduklarına göre, müsebbeblerin vücûda gelmesine sebebiyet veren bizzat Yüce Allah'tır, bizatihi sebeblerin kendileri değildir. Zira O'nun mülkünde, O'na eş ve ortak hiçbir şey yoktur. Bütün bunlar kelâm ilminde açıklanmıştır. Özetlemek gerekirse: Müsebbebin vücûda gelmesinde, itibar bizatihi sebebin kendisine değildir. Sebebiyet verenin bizzat Allah olması açısından sebebe itibarda bulunmak gerekir. Bu telakki de doğrudur.
Fasıl:
Müsebbebe yönelik iltifat ve kasdı terketmenin üç mertebesi vardır:
Birinci mertebe: Sebebler, kulların nasıl yapacaklarının ortaya çıkması için Allah tarafından konulmuş bir deneme ve imtihan unsuru olmaktadır. Dolayısıyla birinci mertebede sebebler, başka bir şeye iltifat söz konusu olmadan, sırf bu açıdan ortaya konulur. Bu telakki, sebeblerin ve müsebbeblerin bu dünyada, kulların imtihan edilmeleri ve denenmeleri için konulmuş olduğu, onların cennetlik ve cehennemlik olmaları için bir yol oldukları esasına bina edilmektedir. Bunlar iki tür olmaktadır:
a) Akılların denenmesi için konulmuş olanlar: Üzerinde düşünülmesi ve arkasında bulunan şeylere delâlet eden bir sanat olması açısından bütün âlem bu şekilde kabul edilmektedir.
b) Nefislerin denenmesi için konulmuş olanlar: Kullara menfaatleri ve zararları ulaştırmaları, keza kendi emirlerine boyun eğdirilmiş ve isteklerini yerine getirecek şekilde itaatkâr kılınmış olmaları açısından da yine bütün âlem bu türden olmaktadır. Böylece kaza ve kader programı dahilinde onların tasarrufları ortaya çıkacak; amelleri şeriat hükümleri çerçevesinde yürüyecek; cennetlik olan cennetlik, cehennemlik olan cehennemlik olacak; ezelî olan ilm-i ilâhî ve çevirme imkanı olmayan kesin kaderin gereği ortaya çıkacaktır. Zira Yüce Allah âlemlerden müstağnidir ve yaptığı bir şeyi yapmada sebeb ve vesilelere muhtaç olmaktan münezzehtir; ancak O, bu sebebleri ve onlara bağlı olarak müsebbebleri sadece kullarını denemek için koymuştur. Bu mânâya delâlet eden deliller pek çoktur. Misal olarak şu âyetler görülebilir: "Arşı su üzerinde iken, hanginizin daha güzel iş işleyeceğini ortaya koymak için, gökleri ve yeri altı günde yaratan O'dur.[47] "Hanginizin daha iyi iş işleyeceğini belirtmek için Ölümü ve dirimi yaratan O'dur." [48]"İnsanların hangisinin daha iyi iş işleyeceğini ortaya koyahm diye yeryüzünde olan şeyleri, yeryüzünün süsü yaptık.[49]"Sonra onların ardından, nasıl davranacağınıza bakmak için sizi yeryüzünde olanların yerlerine geçirdik[50] "Sonra, iki taraftan hangisinin bekledikleri sonucu iyi hesaplamış olduğunu belirtmek için onları uyandırdık[51] "Allah'ın gerçekten inananları belirtmesi ve içinizden şahidler edinmesi; Allah'ın inananları arıtması ve inkar edenleri yok etmesi için insanlar arasında bugünleri hazan lehe hazan aleyhe döndürür dururuz" [52] "Derken denemek için Allah sizi [204] gerj çevirip bozguna uğrattı."[53] Bu ve benzeri âyetler sebeblerin sadece imtihan ve deneme unsuru olmak üzere konulmuş olduklarını göstermektedir. Durum böyle olduğuna göre, sebebleri bu açıdan ortaya koyan kimse, onları konulmuş oldukları şekilde ve hakikatlerine vâkıf bir vaziyette gerçekleştirmiş oluyor demektir. Böyle bir netice ise sahihtir. Böyle bir kasda sahip kimse, ortaya koyduğu sebeblerle Allah'a kullukta bulunuyor demektir. Çünkü kendisine izin verilen bir konuda o izine dayanarak, müsebbeblere yönelik bir kasıd ve iltifatı olmaksızın, sırf Allah'a olan kulluğunu ortaya çıkarmak amacıyla sebebi ortaya koyunca, o sanki mahza ibâdet olan şâir amelleri işlemiş gibi olacaktır.
İkinci mertebe: Müsebbeblere iltifat bir tarafa, sonradan ortaya konulmuş ve yaratılmış şeyler olmaları hasebiyle sebeblere yönelik iltifattan soyutlanma kasdı ile onların içerisine girmek. Bu mertebe de, "ibâdetlerin sadece mabuda has kılınması, niyetinde ondan baş-kasmayer ayırmamak, kasdında başkalarını ona ortak kılmamak suretiyle olur; böyle bir ortak kılma O'na olan ibâdette katkısız bir tev-hîdden dışarı çıkmak olur" şeklindeki telakki üzerine bina edilmiştir. Çünkü bütün bunlara yönelik hâlâ bir kasıd ve iltifatın bulunması, sonradan meydana gelmiş şeylerle (yaratıklarla) hemhal olmak, O'n-dan başkalarına meyletmek anlamına gelir. Bu telakki , şirkin nefyi konusunda ince düşünmek anlamı taşır. Keza bu mertebe de, yerinde sahih olmaktadır. Bu anlamda şirkin nefyine delâlet eden şer'ı deliller de bulunmaktadır: "Rabbine kavuşmayı um,an kimse sâlih amel işlesin ve Rabbine kullukta hiç ortak koşmasın.[54] "Öyle ise, dîni Allah için hâlis kılarak O'na kulluk et.[55]ve benzeri âyetleri bu meyanda örnek olarak zikretmek mümkündür. Keza, âlemlerin Rabbi olan Allah'a teveccühte doğruluk ve ihlâs isteyen deliller de bu doğrultudadır. Bütün bunlar, Allah'a halisane teveccühte bulunma ve ona kullukta herhangi bir şaibeye yer vermeme konusunda çıkarılan bu mânâyı ortaya koymaktadır. Bu mertebeye sâhib olan kimse, konulmuş olan sebebleri onların müsebbeblerine kasıd ve iltifat bir tarafabizzat onlara dahi ilgi duymak ve onlara nazar atfetmek gibi bir durumdan sıyrılmak üzere ortaya koyarak Allah'a olan kulluklarım icra ederler. Bu mertebe sâhibleri sebeblere, sadece onların müsebbib ve vâzı'ı olan Allah'a ulaşabilmek için, birer vesile ve vasıta; O'na yakınlık mertebelerine çıkabilmek için birer merdiven olmaları sebebiyle yönelirler. Onların sebebleri işlerken iltifat ve kasıtları sadece müsebbib olan Allah'a yöneliktir.
Üçüncü mertebe: Sebebi işlerken, mücerred şer'î izinden yola [205] çıkma ve başka bir amaç gütmeme mertebesi. Bu mertebede kişinin sebebe yönelik kasdı, kulluk makamına gerçek anlamda ulaştığı için onu getiren emre icabette bulunmaktır. Çünkü sebebi ortaya koyma hakkında mükellefe izin verilince veya emirde bulunulunca, bu emir ve izine istinaden sebebi işlemesi durumunda o (mükellef), onu emreden Allah'ın ona yönelik bir kasdınm bulunması hasebiyle ona icabette bulunmuş olmaktadır. Daha önce [56]müsebbibin (sebebi ortaya koyanın) Allah olduğu ve âdet-i ilâhîyi o şekilde cereyan ettirenin O olduğu, eğer isteseydi cereyan ettirmeyeceği, nitekim dilediğinde bu âdeti yırtarak sebebsiz de müsebbebleri var ettiği ortaya konulmuştu. Keza sebeblerin bir deneme ve imtihan unsuru olduğu, kulluğun her türlü şaibeden arındırılmak üzere icabette bulunulduğu ve onun O'na yönelişte doğruluğu ve ihlası gerektirdiği de belirtilmişti. İşte daha önceki kısımlarda zikredilen bütün bunlar, bu mertebe altına girmektedir. Dolayısıyla burada söz konusu edilen kasıd daha önce geçenlerin tümünü kapsar olmuştur. Çünkü bu mertebede mükellef Şâri'in kasdına, başka bir şey düşünmeden yönelmiştir. Şâri'in o işlerde (sebeblerde) kasdmm olduğu da bilinmektedir, Böylece mükellef sebebi ortaya korken onun içeriğinde bulunan bildiği ve bilmediği her şey kendisi için hasıl olacaktır. O nıüsebbebi sebeb yoluyla taleb etmektedir ve aynı anda Allah'ın bizzat müsebbib olduğunu; o sebeble kendisini denediğini de bilmektedir ve sebeb vasıtasıyla Allah'a olan teveccühünde samimî ve yakın mertebesine ulaşmıştır. Her ne kadar kasdı içerisine, müsebbebe yönelik kasdı girse de, onun kasdı mutlaktır; ayrıca, bu kasıd tamamen O'ndan gayrı ne varsa hepsinden uzak, her türlü şaibeden arınmış olmaktadır. [57]
1. Sebeblerin, sanki müsebbeblerin faili imiş, onu ortaya koymada etkinmiş gibi telakki edilmesi. Bu Allah korusun! şirk ya da ona benzer bir şey olmaktadır. Çünkü sebeb bizatihi fail ve müsebbeb-de etkin değildir. "Allah her şeyin yaratıcısıdır.[44] "Allah sizi de, yaptıklarınızı da yarattı. âyetleri bu hususu açıkça ortaya koymaktadır. Hadis-i şerifte de: "Allah: 'Kullarımdan kimisi mii'min, kimisi de kâfir sabahladı. Kim Allah'ın lutfa ve rahmetiyle yağmura kavuştuk dediyse, işte o bana îmân ve yıldızı inkâr etmiştir; kim de falan ve falan yıldızın doğması veya batmasıyla yağmura kavuştuk dediyse; o da beni inkar, yıldıza îmân etmiştir,' buyurdu." denilmiştir.[45] Hadiste ifâde edilen yıldıza îmân edip de Allah'ı inkar eden kimse, yıldızı yağmurun yağdırılması hususunda bizatihi fail telakki edenlerdir. Bu konu kelâm ilminin sahasına girmektedir.
2. Sebebin ortaya konulması sırasında, âdet-i ilâhîye göre mü-[202] sebbebin de onunla birlikte bulunmasına itikad etmek. Bundan Önce
üzerinde durulan konu da işte bu kısım olmaktadır. Bunun özeti şudur: Bu telakkiye göre sebebin ortaya konulmasından müsebbeb de talep edilmektedir; ancak bu sebebin müstakillen onda etkin olduğu düşüncesiyle değil, onun müsebbeb için sebeb olarak konulması açısından olmaktadır. Sebebin mutlaka bir müsebbebe sebeb olması gerekmektedir. Çünkü sebebden anlaşılan mânâ budur; aksi takdirde sebeb olmazdı. Bu açıdan müsebbebe iltifatta bulunmak, Yüce Allah'ın yaratılış konusundaki sünnet-i ilâhîsinin gereği hâricine çıkmak sayılmamaktadır; keza, bu telakki sebebin Allah'ın kudretiyle meydana geldiği hususuna da ters düşmemektedir. Çünkü Yüce Allah'ın kudreti, sebebin bulunması halinde de, bulunmaması halinde de ortaya çıkabilmekte (ve müsebbebi ortaya koyabilmekte)dir. Dolayısıyla sebebin bulunması, Yüce Allah'ın müsebbebin yaratıcısı olmasına münâfî değildir. Ancak burada bazan ona iltifat galebe çalabilir; hatta öyle ki, (sebebin bulunmasına rağmen) müsebbebin bulunmaması müessir olabilir ve inkarla karşılanabilir. Bu şunun için olur: Carî olan âdet sebeb üzerinde durulurken, onun hep sebeb olması hükmüyle ele alınması hususunda galebe çalmış ve onun bizatihi ge-rektirici değil de ca'lî (yapay) olarak konulmuş olduğu unutulmuştur. Sebebler icra edilirken, çoğunluk halkın itikadı işte bu şekilde olmaktadır.
3. Sebeb ortaya konulurken, müsebbebin Allah'dan olacağı, çünkü müsebbibin (sebebiyet verenin) de bizzat O olduğu düşüncesinde bulunmak. Bu mertebeye sâhib kimselerin genelde inançları; müsebbebe gerçek anlamda sebebin sebeb olduğu düşüncesi olmaksızın, onun bizzat Allah'ın kudret ve iradesiyle ortaya çıktığı şeklindedir. Çünkü, sebebin ona sebeb olduğu gerçek anlamda sahîh olsa, hiçbir zaman bidüziyeliğinin bozulmaması, her sebeble birlikte mutlaka müsebbebin de bulunması gerekecektir. Aklî sebeblerde olduğu gibi. Durum böyle olmayınca, ilk sebeb delilinden da hareketle müsebbebin Rabbin kudreti ve irâdesi doğrultusunda çıktığı, ona sebebiyet verenin Yaratıcı olduğu kesin olarak ortaya çıkar. Burada "Sebeb bulunursa, müsebbeb de bulunur, sebeb bulunmazsa müsebbeb de bulunmaz." şeklindeki bir itikadda bulunan kimseye şöyle denilebilir: "Peki ilk sebeb neden ortaya çıkmıştır?" Benzeri bir durum için de Hz. Peygamber [ aieSSu ] : "Peki ilkine kim sirayet ettirdi?"[46] buyurmuşlardır. Sebebler, müsebbebleriyle birlikte Allah'ın kudreti altına dahil bulunduklarına göre, müsebbeblerin vücûda gelmesine sebebiyet veren bizzat Yüce Allah'tır, bizatihi sebeblerin kendileri değildir. Zira O'nun mülkünde, O'na eş ve ortak hiçbir şey yoktur. Bütün bunlar kelâm ilminde açıklanmıştır. Özetlemek gerekirse: Müsebbebin vücûda gelmesinde, itibar bizatihi sebebin kendisine değildir. Sebebiyet verenin bizzat Allah olması açısından sebebe itibarda bulunmak gerekir. Bu telakki de doğrudur.
Fasıl:
Müsebbebe yönelik iltifat ve kasdı terketmenin üç mertebesi vardır:
Birinci mertebe: Sebebler, kulların nasıl yapacaklarının ortaya çıkması için Allah tarafından konulmuş bir deneme ve imtihan unsuru olmaktadır. Dolayısıyla birinci mertebede sebebler, başka bir şeye iltifat söz konusu olmadan, sırf bu açıdan ortaya konulur. Bu telakki, sebeblerin ve müsebbeblerin bu dünyada, kulların imtihan edilmeleri ve denenmeleri için konulmuş olduğu, onların cennetlik ve cehennemlik olmaları için bir yol oldukları esasına bina edilmektedir. Bunlar iki tür olmaktadır:
a) Akılların denenmesi için konulmuş olanlar: Üzerinde düşünülmesi ve arkasında bulunan şeylere delâlet eden bir sanat olması açısından bütün âlem bu şekilde kabul edilmektedir.
b) Nefislerin denenmesi için konulmuş olanlar: Kullara menfaatleri ve zararları ulaştırmaları, keza kendi emirlerine boyun eğdirilmiş ve isteklerini yerine getirecek şekilde itaatkâr kılınmış olmaları açısından da yine bütün âlem bu türden olmaktadır. Böylece kaza ve kader programı dahilinde onların tasarrufları ortaya çıkacak; amelleri şeriat hükümleri çerçevesinde yürüyecek; cennetlik olan cennetlik, cehennemlik olan cehennemlik olacak; ezelî olan ilm-i ilâhî ve çevirme imkanı olmayan kesin kaderin gereği ortaya çıkacaktır. Zira Yüce Allah âlemlerden müstağnidir ve yaptığı bir şeyi yapmada sebeb ve vesilelere muhtaç olmaktan münezzehtir; ancak O, bu sebebleri ve onlara bağlı olarak müsebbebleri sadece kullarını denemek için koymuştur. Bu mânâya delâlet eden deliller pek çoktur. Misal olarak şu âyetler görülebilir: "Arşı su üzerinde iken, hanginizin daha güzel iş işleyeceğini ortaya koymak için, gökleri ve yeri altı günde yaratan O'dur.[47] "Hanginizin daha iyi iş işleyeceğini belirtmek için Ölümü ve dirimi yaratan O'dur." [48]"İnsanların hangisinin daha iyi iş işleyeceğini ortaya koyahm diye yeryüzünde olan şeyleri, yeryüzünün süsü yaptık.[49]"Sonra onların ardından, nasıl davranacağınıza bakmak için sizi yeryüzünde olanların yerlerine geçirdik[50] "Sonra, iki taraftan hangisinin bekledikleri sonucu iyi hesaplamış olduğunu belirtmek için onları uyandırdık[51] "Allah'ın gerçekten inananları belirtmesi ve içinizden şahidler edinmesi; Allah'ın inananları arıtması ve inkar edenleri yok etmesi için insanlar arasında bugünleri hazan lehe hazan aleyhe döndürür dururuz" [52] "Derken denemek için Allah sizi [204] gerj çevirip bozguna uğrattı."[53] Bu ve benzeri âyetler sebeblerin sadece imtihan ve deneme unsuru olmak üzere konulmuş olduklarını göstermektedir. Durum böyle olduğuna göre, sebebleri bu açıdan ortaya koyan kimse, onları konulmuş oldukları şekilde ve hakikatlerine vâkıf bir vaziyette gerçekleştirmiş oluyor demektir. Böyle bir netice ise sahihtir. Böyle bir kasda sahip kimse, ortaya koyduğu sebeblerle Allah'a kullukta bulunuyor demektir. Çünkü kendisine izin verilen bir konuda o izine dayanarak, müsebbeblere yönelik bir kasıd ve iltifatı olmaksızın, sırf Allah'a olan kulluğunu ortaya çıkarmak amacıyla sebebi ortaya koyunca, o sanki mahza ibâdet olan şâir amelleri işlemiş gibi olacaktır.
İkinci mertebe: Müsebbeblere iltifat bir tarafa, sonradan ortaya konulmuş ve yaratılmış şeyler olmaları hasebiyle sebeblere yönelik iltifattan soyutlanma kasdı ile onların içerisine girmek. Bu mertebe de, "ibâdetlerin sadece mabuda has kılınması, niyetinde ondan baş-kasmayer ayırmamak, kasdında başkalarını ona ortak kılmamak suretiyle olur; böyle bir ortak kılma O'na olan ibâdette katkısız bir tev-hîdden dışarı çıkmak olur" şeklindeki telakki üzerine bina edilmiştir. Çünkü bütün bunlara yönelik hâlâ bir kasıd ve iltifatın bulunması, sonradan meydana gelmiş şeylerle (yaratıklarla) hemhal olmak, O'n-dan başkalarına meyletmek anlamına gelir. Bu telakki , şirkin nefyi konusunda ince düşünmek anlamı taşır. Keza bu mertebe de, yerinde sahih olmaktadır. Bu anlamda şirkin nefyine delâlet eden şer'ı deliller de bulunmaktadır: "Rabbine kavuşmayı um,an kimse sâlih amel işlesin ve Rabbine kullukta hiç ortak koşmasın.[54] "Öyle ise, dîni Allah için hâlis kılarak O'na kulluk et.[55]ve benzeri âyetleri bu meyanda örnek olarak zikretmek mümkündür. Keza, âlemlerin Rabbi olan Allah'a teveccühte doğruluk ve ihlâs isteyen deliller de bu doğrultudadır. Bütün bunlar, Allah'a halisane teveccühte bulunma ve ona kullukta herhangi bir şaibeye yer vermeme konusunda çıkarılan bu mânâyı ortaya koymaktadır. Bu mertebeye sâhib olan kimse, konulmuş olan sebebleri onların müsebbeblerine kasıd ve iltifat bir tarafabizzat onlara dahi ilgi duymak ve onlara nazar atfetmek gibi bir durumdan sıyrılmak üzere ortaya koyarak Allah'a olan kulluklarım icra ederler. Bu mertebe sâhibleri sebeblere, sadece onların müsebbib ve vâzı'ı olan Allah'a ulaşabilmek için, birer vesile ve vasıta; O'na yakınlık mertebelerine çıkabilmek için birer merdiven olmaları sebebiyle yönelirler. Onların sebebleri işlerken iltifat ve kasıtları sadece müsebbib olan Allah'a yöneliktir.
Üçüncü mertebe: Sebebi işlerken, mücerred şer'î izinden yola [205] çıkma ve başka bir amaç gütmeme mertebesi. Bu mertebede kişinin sebebe yönelik kasdı, kulluk makamına gerçek anlamda ulaştığı için onu getiren emre icabette bulunmaktır. Çünkü sebebi ortaya koyma hakkında mükellefe izin verilince veya emirde bulunulunca, bu emir ve izine istinaden sebebi işlemesi durumunda o (mükellef), onu emreden Allah'ın ona yönelik bir kasdınm bulunması hasebiyle ona icabette bulunmuş olmaktadır. Daha önce [56]müsebbibin (sebebi ortaya koyanın) Allah olduğu ve âdet-i ilâhîyi o şekilde cereyan ettirenin O olduğu, eğer isteseydi cereyan ettirmeyeceği, nitekim dilediğinde bu âdeti yırtarak sebebsiz de müsebbebleri var ettiği ortaya konulmuştu. Keza sebeblerin bir deneme ve imtihan unsuru olduğu, kulluğun her türlü şaibeden arındırılmak üzere icabette bulunulduğu ve onun O'na yönelişte doğruluğu ve ihlası gerektirdiği de belirtilmişti. İşte daha önceki kısımlarda zikredilen bütün bunlar, bu mertebe altına girmektedir. Dolayısıyla burada söz konusu edilen kasıd daha önce geçenlerin tümünü kapsar olmuştur. Çünkü bu mertebede mükellef Şâri'in kasdına, başka bir şey düşünmeden yönelmiştir. Şâri'in o işlerde (sebeblerde) kasdmm olduğu da bilinmektedir, Böylece mükellef sebebi ortaya korken onun içeriğinde bulunan bildiği ve bilmediği her şey kendisi için hasıl olacaktır. O nıüsebbebi sebeb yoluyla taleb etmektedir ve aynı anda Allah'ın bizzat müsebbib olduğunu; o sebeble kendisini denediğini de bilmektedir ve sebeb vasıtasıyla Allah'a olan teveccühünde samimî ve yakın mertebesine ulaşmıştır. Her ne kadar kasdı içerisine, müsebbebe yönelik kasdı girse de, onun kasdı mutlaktır; ayrıca, bu kasıd tamamen O'ndan gayrı ne varsa hepsinden uzak, her türlü şaibeden arınmış olmaktadır. [57]
Konular
- Yedinci Mesele
- Sekizinci Mesele
- Dokuzuncu Mesele
- Onuncu Mesele
- On Birinci Mesele
- On İkinci Mesele
- On Üçüncü Mesele
- VAZ'Î HÜKÜMLER
- Vaz'ı Hükümlerin Birinci Nevi: Sebeb
- Birinci Mesele
- İkinci Mesele
- Üçüncü Mesele:
- Dördüncü Mesele
- Beşinci Mesele
- Altıncı Mesele
- Yedinci Mesele
- Sekizinci Mesele
- Dokuzuncu Mesele
- Onuncu Mesele
- On Birinci Mesele
- On İkinci Mesele
- On Üçüncü Mesele
- On Dördüncü Mesele
- Vaz'î Hükümlerin İkinci Nevi: Şart
- Birinci Mesele
- İkinci Mesele
- Üçüncü Mesele
- Dördüncü Mesele