Yedinci Mesele
Sebeblere tevessül etmek ya şer'an yasaklanmıştır ya da yasaklanmamıştır: Eğer yasak kısımdansa, o takdirde sebebin ortaya ko-mılmamasına dair bir talep var olduğu hususunda herhangi bir problem bulunmayacaktır. İster sebebe tevessül eden kimse, müsebbebin vukuunu da kasdetmiş olsun, ister böyle bir kasdı bulunmasın, netice fark etmeyecektir. Çünkü sebebe tevessül eden kimse hakkında her iki durumun da düşünülmesi mümkündür: Meselâ bazan haksız yere öldürme ile ruhun çıkmasını da kasdetmiş olabilir ve fiilen de öyle olur; keza gasb ile, gasbedilen şeyden faydalanmayı kasdetmiş olabilir ve öyle de olur. Ancak bu neticeler (müsebbebler), şeriatın gereği üzere değil de, cereyan etmekte olan âdet-i ilâhînin gereği üzere böyle olurlar. Bazan da asla vuku bulmazlar. Bazan da sebebe tevessül eden kimsenin nazarından, daha önce zikri geçen engel [58]gibi olmamakla birlikte başka bir çeşit arızî bir halden dolayı müsebbebe yönelik herhangi bir kasıd ve iltifat geçmeyebilir. Ancak bu engele ve neticede böyle bir kasdının bulunmamasına itibar edilmez.
Eğer sebebe tevessül etmek, şer'an yasaklanmış değilse, o takdirde zikri geçen altı mertebenin hepsinde de esbaba tevessülün menine dâir bir istekte bulunulmayacaktır. [206]
Birinci mertebede: Bizzat sebebe tevessülün genel anlamda mübâh veya matlûb olduğunu farzettiğimizde; sebebi işleyen kimsenin "sebebin bizatihi müsebbeb üzerinde etkin ve fail olduğu" şeklindeki telakkisi, bir masıyet (günah, isyan) olur ve o masıyet mübâh ya da matlûb olan bir amele bitişmiş olur; neticede de onu iptal etmez. Ancak böyle bir beraberliğin ifsâd edici olduğu, bir masiyete bitişik olan mübâh ya da matlûb bir amelin, bitişik olan ifsâd edici unsur yüzünden yasaklanılmış bir vasıf kazanacağı görüşü esas alındığında netice farklı olacaktır. Gasbedilmiş bir evde namaz kılmak, gasbedil-miş bir bıçakla hayvan boğazlamak örnekleri burada hatırlanabilir. Bu konu usûl-ı fıkıhta açıklanmıştır.
ikinci mertebede: Bu mertebede de zahir olan, sebebe tevessülde bulunmanın sahîhliğidir. Çünkü burada sebebe yapışan kimse, cereyan eden âdet-i ilâhîye dayanmaktadır; bunlarda gâlib olan ise se-beblerin işlenmesi neticesinde onlardan müsebbeblerin doğmasıdır. Neticede bu husus zanna galebe çalmaktadır. Bu telakkiye rağmen sebebe tevessül edilmemesi, bizzat kendi eliyle kendisini tehlikeye atmak gibi hatta gibisi fazla bizzat kendisini tehlikeye atmak olur. Aynı şekilde bu telakki cereyan etmekte olan âdete bağlı olarak kat'iyet mertebesine ulaştığında da, mükellefe düşen sebeblere yapışmasıdır. Bu yüzdendir ki, çaresiz kalan (muztar) kişi hakkında: "Eğer helak olmaktan korkarsa, istemesi /dilenmesi veya ödünç alması ya da lâşe vb. gibi şeyleri yemesi vâcib olur. Kendi nefsini ölüme terket-mesi caiz değildir." demişlerdir. Yine bu noktadan hareketle Mesrûk da: "Kim Allah'ın haram kıldığı bir şeyi yemek zorunda kalır ve yemez içmez ve neticede ölürse, o cehenneme girer." demiştir.
Üçüncü mertebede: Burada da durum açıktır. Ancak başka bir bahis daha vardır: Acaba bu mertebede sebeblere tevessül eden kimse, ikinci mertebede bulunanın derecesinde midir? Yoksa değil midir? Bu üzerinde durulacak bir konudur. Fukâhânın sözlerinin mutlaklığma bakılacak olursa aralarında bir fark olmaması gerekmektedir. Mutasavvıflardan ulup erbâh-ı tevekkülün hallerine bakıldığında da aralarında fark olması gerekmektedir. Gerçi İmâm Gazzâlî'nin konuyla ilgili tafsilâtlı sözlerinin zahirinden, bu hükümde her iki mertebenin de fukâhânın sözlerinde olduğu gibi birbirlerine eşit oldukları anlaşılmaktadır. Ancak Öyle gözüküyor ki, meselede farklı bir bakış açısı daha bulunmaktadır. Söyle ki: Bu mertebe; ilmî olur, hâlî (halle ilgili) olur. İlim ile hâl arasındaki fark erbabınca bellidir. Eğer ilmî olursa, o zaman o ikinci mertebeden olur.[59] Zira her mü'min üzerine vâcib olan, sebeblerin bizatihi fail olmadıklarına, failin ancak ve ancak sebeble-rin müsebbibi olan Yüce Allah olduğuna; ancak O'nun yaratmada câri olan sünnet-i ilâhîsinin bidüziyelİk arzeden âdetler doğrultusunda işlemekte olduğuna; dilediği zaman ve dilediği kimseler için bazan bu âdetleri yırtarak onların üzerine çıktığına itikad eylemektir. Yarat-f207] ma sünnetinin bir âdet-i ilâhî doğrultusunda işlemesi açısından, esbaba tevessül gerekmektedir. Diğer taraftan sebeblerin de, müseb-bebleri gibi Yaratıcının elinde olması açısından bakıldığında da, mükellefin onları ortaya koymak ya da onları terketmek hakkının bulunması gerekmektedir. Bazan bu iki taraftan birisi mükellefin kanâatinde daha ağır basabilir.[60]Eğer birinci taraf yâni her şeyin bir âdet-i ilâhî içerisinde cereyan ettiği düşüncesi ağır basacak olursa, onun durumu yukarıda anlatıldığı şekilde olacaktır. Eğer ikinci taraf ağır ba-sacaksa, o takdirde bu telakkinin sahibi ilmîlikten hâl mertebesine çıkmış olacaktır ve ona göre artık, sebebe tevessülde bulunma ile bulunmama aynı olacaktır. Çünkü, mesela acıktığı ve iyice çaresizlik hissettiği zaman; onun için esbaba tevessülde bulunmakla bulunmamak arasında fark bulunmayacaktır. Zira onun yakînî îmânına göre, sebeb de müsebbeb gibi Allah'ın elindedir. Bu durumda olan hâl ehli için, sebebi terketmiş olması, kendisini eliyle tehlikeye atmak mânâsına gelmemektedir. Aksine onun îmân ve itikadı her iki hâl için de tek ve aynıdır. Bu itibarla o "Kendinizi kendi elinizle tehlikeye atmayın."[61] âyetinin hükmü altına girmemektedir. Ona göre, bu hâlin kaldırılması için bir sebebe tevessül etmek vâcib olmamaktadır. Zira, sebebin müsebbib olan Allah'ın elinde olduğu şeklindeki (tabiî vasıfları gibi artık kendi s in de bir hâl olan) yakînî ilmi, müsebbebin tayîn üzere kendi tarafından istenilmesi keyfiyetinden kendisini müstağni kılmıştır. Ona göre sebebin bulunmasıyla bulunmaması arasında bir fark yoktur. Nasıl ki, sebeb işlenirken müsebbebe olan itimad, kişinin kendi nefsini kendi eliyle tehlikeye atmak sayımlıyorsa, terki durumunda da netice aynı olacaktır. Sebebe tevessül eden kimsenin, bu tevessülünü, müsebbebe yönelik itimadını düşürmek amacıyla gerçekleştirdiği farzedilecek olsa bu, kendisini kendi eliyle tehlikeye atmak olurdu. Çünkü bu durumda bizzat sebebin kendisine itimad etmiş olmaktadır. Halbuki, sebebin bizzat kendisinde, ona dayanılmayı gerektirecek bir özellik yoktur. Ona itimad ancak, sebeb olarak konulmuş olması açısından olabilir. Sebebi, başka bir şey için olmaksızın terketmesi durumu da aynıdır; yakînî îmân mertebesinde, her iki halde de sebebin bulunmasıyla bulunmaması arasında bir fark bulunmamaktadır. Bu gibi durumlarda herkes, kendi nefsinin fakîhidir. Bu hususa delâlette bulunacak deliller daha önce geçmişti.[62] Bu meyândahadiste şöyle buyrulmuştur: "Olacak şeyleri kalem yazmış ve mürekkeb kurumuş (artık iş bitmiş)tir. Allah'ın sana yazmadığı bir şeyi sana vermek için bütün yaratıklar bir araya toplansalar, buna güç yetiremezler."[63]yâz, Mâliki fukahâsmdan olan Hasen b. Nasr es-Sûsî'den şöyle nak-letmiştir: Bu zatın oğlu, fiyatların yükselmekte olduğu bir senede kendisine:
Babacığım! Yiyecek satın al; çünkü ben fiyatların yükselmekte olduğunu görüyorum; demiş. Bunun üzerine bu zat, hemen evinde bu- [208] lunan ne kadar yiyecek varsa hepsinin satılmasını emretmiş ve sonra da oğluna:
Sen Allah'a tevekkül eden kimselerden değilsin; sen yakîni (îmânı) kıt birisin. Sanki buğday babanın yanında bulunursa, bu seni Allah'ın hakkındaki kazasından kurtaracak öyle mi? Kim Allah'a tevekkül ederse, Allah ona yeter; demiştir.
Meselemizin fıkıhtaki benzerleri: Gâzînin, yalnız başına düşman ordusu üzerine saldırması: Fukahâ, bu konuda zannına galebe çalan şeyin selâmet ya da helak olması, ya da bunlardan birisinin kesin olarak vukuuna kanâaat getirmesi şekilleri arasını ayırmaktadırlar. Eğer gâzî, kendisine bir şey olmayacağı itikadında ise, bu saldırısı caiz olacaktır. Bir faydası olmayacak şekilde, kendisinin helak olacağı itikadında ise, bu takdirde bu davranışından men edilecektir. Buna da "Kendinizi kendi elinizle tehlikeye atmayın."[64] âyetini delîl olarakkul-lanmışlardır. Çöle azıklı veya azıksız olarak girme de aynı şekildedir. Eğer kendisine bir şey olmayacağı zannı gâhb ise, çöle girmesi caiz; eğer helak olacağına dâir zannı gâlib bulunuyorsa oraya girmesi caiz değildir. Aynı şekilde zann-ı galibine göre vakit çıkmadan su bulacağı itikadını taşıyorsa, teyemmüm etmez ve namazı ertelemesi emredilir. Denize açılan kimsenin durumu da aynı şekildedir. Buna göre, vakit içerisinde suya ulaşabilme hakkındaki inancına göre teyemmüm edebilecek veya edemeyecektir. Bir hasta, orucunu tuttuğu zaman hastalığının artacağı veya geç iyileşeceği ya da kendisine meşakkat dokunacağı zann-ı galibini taşıyorsa, orucunu tutmayabilecektir.[65] Buna benzer zann-ı gâlib üzere bina edilmiş daha bir çok mesele vardır. Her ne kadar zanlarm gerekleri farklılık arzedecekse de, bu burada ortaya koyduğumuz esası zedelemeyecektir. Meselemiz bu kaide altına dâhil bulunmaktadır.
Allah Teâlâ'nm rızkı garanti etmesine nisbetle esbaba tevessülü bırakmakla ona yapışmanın aynı olacağı hakîkatma ulaşmış kimseler hakkında, onlara rizık için sebeblerine yapışmanın vacib olmadığını söylemek doğru olacaktır. Bu yüzdendir ki, hâl sahihlerinin tehlikeli ve emniyetli olmayan şeyler içerisine girdikleri, başkalarına göre "kendilerini kendi elleriyle tehlikeye atmak" şeklinde telakki edilecek bazı şeylere kendilerini attıkları görülmektedir. Oysa ki, onlara göre hiç de böyle değildir. Çünkü bu mertebeye ulaşmış yakînî îmâna göre, onların içerisinde bulundukları aldanma ve tehlike içeren durumlarla, bize göre emniyet, güven ortamı ve kurtuluş sebebleri olarak gördüğümüz şevlerin aralarında bir fark bulunmamaktadır. Iyâz, Ebû'l-Abbâs el-Ibânî'den şöyle nakletmiştir: Âbid bir zat olan Atıyyetul-[209] Cezerî Ebûl-Abbâs'm huzuruna girer ve:
Hem ziyaret hem de Mekke'ye gitmek üzere size veda için geldim, der. Ebû'l-Abbâs ona:
Dualarının bereketinden bizi de unutma! der ve ağlar. Atıy-ye'nin beraberinde ne su kabı vardır, ne de azık torbası. Sonra Atıyye arkadaşlarıyla birlikte yola çıkar. Hemen onun akabinde bir adam gelir ve Ebû'l-Abbâs'a:
Allah size hayırlar versin! Beraberimde elli miskal altın ve bir de katırım var. Mekke (hac) için yola çıkmamı uygun görür müsün? der. Ebû'l-Abbâs kendisine:
Acele etme! Biraz daha para biriktir; diye cevap verir. Râvî diyor ki: Biz bu iki adamm hallerinin farklılığından dolayı verilen farklı cevaplara hayret etmiştik. Bunun üzerine Ebû'l-Abbâs bu hayretimizi şöyle giderdi:
Atıyye bana danışmak için değil, veda etmek için gelmişti. Allah'a tam bir güveni vardı. Bu ise bana danışmak üzere gelmişti ve yanında bulunan mallarını zikrediyordu. Anladım ki, niyeti zayıf, o yüzden ona da gördüğünüz gibi, tedârikini çoğaltması için nasihatte bulundum.
İşte ilimde imâm olan bu zat, görüldüğü gibi niyeti zayıf olan kimse hakkında sebeblere iyice yapışmasını, gerekli hazırlığı eksiksiz olarak yapmasını tavsiye etmiş; öbür taraftan güçlü bir yakînî itikada sâhib olan kimsenin sebeblere sırt çevirmesini de kabulle karşılamıştı. Allah daha iyi bilir ya o, bu farklı tutumunu, ortaya koyduğumuz güvenlik ve helak konusunda söz konusu olan itikad ve zann-ı gâlib kaidesi üzerine bina etmişti. Bu konu fıkıhta üzerinde durulması gereken bir konudur. Bunun içindir ki, aynı bir olay karşısında, farklı insanlara göre hükümler de farklılık arzetmektedir.
Soru: Bu mertebe sahibi için hangisi daha üstündür: Sebeblere tevessül etmesi mi? Yoksa onları terketmesi mi?
Cevap: Buna verilecek cevap iki açıdan olacaktır:
1. Onun hakkında da mutlaka sebebler vardır; nitekim diğerleri hakkında da durum aynıdır. Çünkü (keramet vb. gibi) harikuladelikler her ne kadar onun hakkında sebeb makamına kâim bulunsa da haddizatında onlar da birer sebeb olmaktadırlar. Şu kadar var ki, bunlar alışılmadık (garîb) sebebler olmaktadırlar. Yaygın olan sebebler konusunda, esbaba tevessülü belli bir şekil ve sayıyla sınırlamak mümkün değildir. Mesela yol için gerekli olan hazırlığı bulunmadan hac yolculuğuna çıkan kimseyi örnek olarak ele alalım. Allah onu hiç ummadığı yollardan rızıklandırabilir; bu ya yeryüzünün bitirdiği nebatlarla, yahut bâdiye ve sahrada rastlayacağı insanlar sebebiyle; veya sahrada yaşayan hayvanlar vasıtasıyla veya daha başka yollarla... olabilir. Şayet, Allah câri olan âdet-i ilâhînin üzerine çıkarak onun üzerine gökten bir şeyler indirecek olsaydı veya yeryüzünden çıkaracak olsaydı, bunlar da onlara has olan erbabı tarafından bilinen carî sebeblerden sayılacaktı. Bu durumda bu kimse, sebeblerle amel etme hâricine çıkmış değildir. Bu tür alışılmamış sebeblerden birisi de namazdır. Çünkü Yüce Allah: "Ehline namaz kılmalarını emret, kendin de onda devamlı ol. Biz senden rızık istemiyoruz, sana rızık veren Biziz."[66]buyurmuştur. Rivayete göre Hz. Peygamber da yiyecek bulamadıklarında ailesine namaz kılmalarını emrederlerdi.[67]Durum böyle olduğuna göre, soru yerinde değildir.
2. Sorunun yerinde olduğunu kabul etsek bile, biz kesinlikle biliyoruz ki, Hz. Peygamber'in ashabı bu mertebeyi elde etmiş kimselerdi ve hem hâl olarak hem de ilim olarak bu yakînî mertebenin hakkını vermişlerdi. Bununla birlikte Hz. Peygamber onlara, âhiretlerinin mamur olmasına vesîle olacak sebeblere tevessülde bulunmalarını emrettiği gibi dünyevî maslahatlarının gerçekleşmesini temin edici sebeblere tevessülde bulunmalarını da emirde bulunmuş ve onları bu hal üzere terketnıemiştir. Bu da, daha üstün olan te-lakkînin, Hz. Peygamber'in onlara irşâdda bulunduğu husus olduğuna delâlet edecektir. Ve yine bu hal bir makam olarak itibar görmemektedir. Hz. Peygamber'in "Deveni bağla ve tevekkül et!"[68]sözüne dikkatle bakıldığında bu görülecektir. Keza, bu hâlle hallenenler harikuladelikler sahibi kimselerdir; buna rağmen onlar Hz. Peygamber'in ahlakıyla ahlâklanmak için esbaba tevessülde bulunmayı terketmemişlerdir. Onlar ilim sahibi kimselerdi, hal böyle iken daha üstün (efdal) olanı bırakıp da başkasını alacak değillerdi.
Dördüncü mertebede: Her şeyin imtihan için olduğu telakkisinde de, esbaba yapışmak gereği açıktır. Çünkü bu mertebe sahiplerine göre, sebebler, kayıtsız olarak mükelleflerin denendikleri birer yükümlülük halini almıştır. Bu anlayış, taabbudîolan olmayan bütün sebebler için geçerlidir ve bunlardan sadece birisine tahsis edilemez. Nasıl ki, ibâdetlerle ilgili sebeblerin, o sebebleri koyan Allah'a tamamen kendi yetki ve hükmünde olması hasebiyle itimadda bulunmak suretiyle terki sahîh olmuyorsa, taabbudî olmayan (muamelâtla ilgili) sebebler hakkında da durum aynıdır. İşte bu noktadan hareketledir ki, Hz. Peygamber ."Sizden hiçbir kimse ve dünyaya gelen hiçbir nefis yoktur ki, onun cennet ya da cehen-[2ii] nemdeki yeri belli olmasın." buyurduğunda sahabe:
-Yâ Rasûlallah! O zaman niçin çalışıyoruz?! (İlâhî kadere boyun eğerek) tevekkül edip beklemeyelim mi? diye sormuşlardı. Hz. Peygamber Hayır! Çalışın. Herkes ne içinyaratıldı ise, ona o şeyin (yolları) kolaylaştırılmıştır." buyurmuş ve sonra da "Elinde bulunandan verenin, Allah'a karşı gelmekten sakınanın, en güzel söz olan Allah'ın birliğini doğrulayanın işlerini kolaylaştırırız. ..."[69] âyetlerini okumuşlardır.[70] Taabbudî olmayan (âdiyyât) sebebler de aynı şekildedir, çünkü onlar da bir anlamda ibâdetlerdir. Bu mertebe sâliklerine göre, onlar da konulmuş hükümler üzere carî olmaktadır. Bu mertebe sâlikinin sebeblere bakışı ile ibâdetlere bakışı arasında bir fark yoktur. O dikkatini sadece sebeblere atfetmekte, onların mü-sebbeblerini ise, sebeblerin vâzı'ı (müsebbib) olan Allah'a havale etmektedir.
Beşinci mertebede: Bu mertebede de, esbaba tevessülün sahîhliği ortadadır. Çünkü bu mertebede olan kimse, her ne kadar, sebebe sebeb olması açısından iltifatta bulunmasa da tabiî müsebbebe de evleviyet tarîki ile yönelmeye çektir, sebeblere mutlaka kendisini müsebbib olan Allah'a ulaştırıcı birer vesile ve vasıta olmak üzere yönelmektedir. Bunun delili de ibâdetlere ait sebeblerdir. Keza, sebebler kendisini onlarla kullukta bulunduğu Zâta ulaştıran birer merdiven olmaları hasebiyle gözünün nuru olmuşlardır. Taabbudî olan (ibâdiyyât) sebeblerle, taabbudî olmayan (âdiyyât ya da muamelâtla ilgili) sebebler arasında da bir fark yoktur. Ancak bu mertebeye ulaşmış kimseler genelde Allah'tan başka herşeyden soyutlanma amacın-dadırlar. Bu yüzden de muhtemelen, sebeblerden zarurî olmayanları atacak, sadece zarurî olanlarla yetinecek, böylece sebebler alanında, bunların kalbinde fazla yer işgal etmemesinden kaçmış olmak için, kendi nefsi aleyhine sahayı daraltacaktır. Böylece kendi bakış açılarında birlik ortaya çıkacaktır.
Sebebler matlûba ulaştmcı olduklarına göre, bu mertebede onlara tevessülde bulunulacağı konusunda herhangi bir şüphe bulunmamaktadır. Zira matlûba sahîh bir şekilde ancak bunlar cihetinden ulaşılacaktır.
Altıncı mertebede: Bu mertebe, daha Önceki mertebelerde zikredilen özellikleri toplayıcı bir mâhiyet arzettiğine göre, daha öncekiler için delîl olanlar bu mertebe için de delil olacaklardır. Şu kadar var ki, bu mertebede sebebler, kulluk ve emre mutlak imtisal (uyma) vasfı açısından dikkate alınmakta; başka bir açıdan yaklaşılmamaktadır. Teklifte gözetilen maslahatın açık olmasıyla gizli olması arasında bir fark da aranmamaktadır. Bütün bunlar kulun Allah'ın emrine imtisâlde bulunmak kasdı içerisinde mevcut bulunmaktadır. Her ne kadar mükellef olunan şey vücûdun bir kısmının ya da tamamının irtibatlı olduğu konulardan ise de; mükellefin emre imtisâldeki kasdı, ona da şâmil olmaktadır.
Allahu a'lem! [71]
Konular
- Sekizinci Mesele
- Dokuzuncu Mesele
- Onuncu Mesele
- On Birinci Mesele
- On İkinci Mesele
- On Üçüncü Mesele
- VAZ'Î HÜKÜMLER
- Vaz'ı Hükümlerin Birinci Nevi: Sebeb
- Birinci Mesele
- İkinci Mesele
- Üçüncü Mesele:
- Dördüncü Mesele
- Beşinci Mesele
- Altıncı Mesele
- Yedinci Mesele
- Sekizinci Mesele
- Dokuzuncu Mesele
- Onuncu Mesele
- On Birinci Mesele
- On İkinci Mesele
- On Üçüncü Mesele
- On Dördüncü Mesele
- Vaz'î Hükümlerin İkinci Nevi: Şart
- Birinci Mesele
- İkinci Mesele
- Üçüncü Mesele
- Dördüncü Mesele
- Beşinci Mesele