Beşinci Mesele
Usûlde bi^ıen bir prensip vardır: Eğer sebebin tesiri bir şarta bağlı ise, o şart olmadan müsebbebin bulunması sahîh değildir. Bu konuda şartın kemâl ya da yeterlilik (iczâ) şartı olması arasında fark yoktur. Bir şarta bağlı bulunması durumunda, o şart bulunmaksızın kemâle hükmetmek mümkün olmadığı gibi, yeterliliğin bir şarta bağlı olması durumunda, eğer o şart yoksa yeterliliğe hükmetmek de sahîh değildir. Usûlcülerin sözlerinden zahir olan budur. Çünkü eğer meşrutun şart olmadan vukuu sahîh olacak olursa, o takdirde meşrutta şart, şart değildir demektir. Oysa ki, [269] sart olduğu takdir ve kabul edilmiştir. Bu ise bir çelişkidir. Yine eğer bu sahîh olacak olsa, o takdirde aynı anda vukuu şarta bağlı olan şeyin, vukuu şarta bağlı olmayan bir şey olması gerekir. Böyle bir netice ise muhaldir. Hem sonra şart, şart olması hasebiyle, meşrutun ancak kendisinin bulunması durumunda bulunmasını gerektirir. Eğer meşrutun şart bulunmadan vukuu caiz olsaydı, meşrutun hem vâki olması hem de vâki olmaması söz konusu olurdu. Bu netice de muhaldir. Konu uzatmaya gerek duyulmayacak kadar açıktır.
Ancak usûlciılerden bir grubun sözlerinden başka bir prensibin daha mevcut olduğu anlaşılmaktadır ve bu prensip Mâliki mezhebine nisbet edilmektedir. Şöyle ki: Hükmün sebebi mevcut ve müsebbebin vukuu da bir şarta bağlı bulunursa; acaba bu şart bulunmadan müsebbebin vukuu sahîh midir? Yoksa değil midir? Bu konuda: a) Sebebin gereğine nazaran b) Şartın bulunmamasına nazaran olmak üzere iki görüş vardır. Sebebi göz önünde bulunduranlar, onun müsebbebini gerektireceği noktasından hareketle bu yönü galebe çaldırmışlar ve müsebbebin vukûunun şarta bağlı olmasına bakmamışlardır. Şart tarafına ve sebebin ona bağlı oluşunun müsebbebin vukuuna mâni olacağı görüşünde olanlar ise, mü-cerred sebebin bulunmasına aldırış etmemişlerdir. Bunlara göre ne zaman ki şart bulunur, işte ancak o zaman sebeb gereğini ortaya koyabilir.
Hatta, bazıları bu prensipte görüş ayrılıklarının (hilaf) mutlak surette mevcut bulunduğunu da söylemişlerdir ve bu konuda misaller getirmişlerdir:
■ Nisabın mevcudiyeti, zekâtın vücûbu için sebebtir. Üzerinden bir sene geçmesi ise şartıdır. Bununla birlikte sene dolmadan zekâtın Önceden verilmesi ittifakla caizdir.
■ Yemin, keffâret için sebebtir. Yemini bozmak (hıns) ise şartıdır. İki görüşten birisine göre, keffâreti yemini bozmadan önce yerine getirmek de caizdir.
■ Katilin eylemi kısas ya da diyet için sebebtir. Canın çıkması ise şarttır. Bununla birlikte sebebten sonra ve fakat can çıkmadan Önce af caizdir. Bu konuda ihtilaftan da bahsedilmemiştir.
■ Mezhebde (Mâliki) şöyle bir durum vardır: Bir adam evleneceği bir kadının talak yetkisini isterse, boşamak isterse bırakmak üzere halihazırda karısı bulunan bir kadının eline verse; sonra ev-lenme konusunda ondan izin istese ve kadın da izin verse; adam evlenince bu kez kadın kocasının evlendiği kadını onun aleyhine boşamak istese İmam Mâlik: "Bu konuda kadının boşama hakkı yoktur." demiştir. Bu görüş kadının, şartın ki evlilik oluyor meydana gelmesinden önce olsa da, sebebin ki temlik oluyor- cereyanından sonra hakkını düşürmüş olması esâsına bina edilmiştir.
■ Ölüm hastalığında vârisler Ölüm halindeki kimseye mirasın üçte birinden fazlada tasarruf izni verseler bu caizdir. Halbuki onların hakları ancak ölümden sonra takarrür etmektedir. Hastalık onların mirasa mâlikiyetleri için sebeb olmaktadır. Ölüm ise şarttır. Onların bu izni İmâm Mâlik'e göre şart vuku bulmasa dahi geçerlidir. Ebû Hanîfe ve îmanı Şafiî ise buna muhaliftirler. Bazıları da onların izinlerinin sıhhat ve hastalık anında geçerli olacağını söylemişlerdir. Bunlara göre sebeb hastalık değil, yakınlıktır (karabet). Tabiî bunların da ölüm için şarttır demeleri kaçınılmaz olmaktadır.
■ Yine mezhebde şöyle bir mesele vardır: "Bir kimse cimâda bulunsa ve (boşalma) lezzeti alsa fakat meni gelmese; sonra yıkan-sa ve yıkandıktan sonra meni gelse, bu adam için ikinci bir defa gu-sül abdesti gerekir mi?" konusunda iki görüş bulunmaktadır: Vâcib değildir şeklindeki görüşün esâsını şu oluşturuyor: Guslün sebebi meninin yerinden kopmasıdır ve adam yıkanmıştır. Dolayısıyla onun için bir daha yıkanmaz. Bu Sehnûn ve İbnu'l-Mevvâz'm delili olmaktadır. Sebeb meninin yerinden ayrılmasıdır; dışarı çıkması ise şarttır ve itibara alınmamıştır.... Ve daha bir çok mesele bu esas etrafında dönmektedir.
Bu ikinci esas ilk önceki esasa açıkça ters düşmektedir. Çünkü birincisi, mutlak surette şart bulunmadan meşrutun bulunmasının sahîh olmayacağına hükmetmektedir. İkincisi ise, bazı âlimlere göre bunun sahîh olacağına hükümde bulunmaktadır. Bazan bu türden olup da ittifakla sahih kabul edilenler de vardır. Can çıkmadan önce af meselesinde olduğu gibi. Bu durumda, bu iki esasın mutlak surette sahîh olmaları mümkün değildir. Malûm olan birinci esasın sıhhatidir. Bu durumda mutlaka ikinci esas ile ilgili sözleri üzerinde durmamız gerekecektir.
Evvela bizzat bu tenakuzun kendisi onun sahîh olmadığının bir delilidir. Çünkü birinci esasın mutlak surette sıhhati bilinmektedir.
İkinci olarak: Bu zikredilen meselelerin şarta itibar edilmeme esâsı üzerine câri olduklarını kabul etmiyoruz. Çünkü biz diyoruz ki: Diğer mezheblerden olup da sene dolmadan önce zekâtın ödenebileceğini mutlak surette caiz gören kimseler, senenin dolmasının bir şart olmadığı esâsından yürümektedirler. Bunlara göre senenin dolması kesinleşmesi için bir şarttır. Bu görüşe göre senenin tamamı zekâtın vücûbu için sanki tek bir geniş (müvessa') vakit gibidir. Dolayısıyla diğer geniş vakitlerde de olduğu gibi, vücûb vaktin sonunda kesinlik kazanır, Bizim mezhebimize (Mâliki) göre sene dolmadan biraz önce zekâtın çıkarılabilmesinin caiz olması ise, "Bir şeye yaklaşan, o şeyin hükmünü alır." kaidesine göredir. Dolayısıyla vücûb şartı mevcut bulunmaktadır.
Yemini bozmak konusunda edilecek söz de aynıdır: Yemini bozmadan (hıns) önce keffâretin verilebileceğini söyleyenlere göre, yemin bozma keffâretin vücûbunun şartı değil, muhayyerliği ortadan kaldıran kesinleşmesinin şartı olmaktadır.
Can çıkması meselesine gelince, bu kısas ya da diyetin vücûbu için şarttır; yoksa affın sıhhati için şart değildir. Bu konu üzerinde ittifak vardır. Zira can çıktıktan sonra af mümkün değildir. Dolayısıyla eğer vâki olacaksa, mutlaka can çıkmadan önce olması gerekmektedir. Netice olarak o sırada affın sıhhati için şart olması sahih değildir. Affın sıhhatinin izahı şöyle: Bu yaralanan kimsenin mala taalluk etmeyen bir hakkıdır. Dolayısıyla diğer yaralardan, iftiraya maruz kalması durumunda kazften vb. affı caiz olduğu gibi cânîyi mutlak surette affı da caizdir.[21]Af hükmünün onların dedikleri esasa [22]dayandırılmadığınm delili şudur: Ne yaralanan kimse, ne de onun velîleri için can çıkmadan önce kısası uygulamaları veya tam diyet almaları ittifakla caiz değildir. Eğer onların dedikleri gibi olsaydı, o takdirde bu meselede iki görüş bulunurdu.[23]
Kadına talak hakkının temliki meselesine gelince, kadın burada evlenmeden önce kocası üzerine şart koştuğu konuda kendi hakkını düşürünce, artık iskattan sonrası için bir hakkı kalmamaktadır. Çünkü temlik yoluyla sahip olduğu hakkını sebebi mevcut olduktan sonra düşürmüştür.[24] Bu itibarla daha sonra kocanın evlenmesinin, daha önceden düşürülen bir konuda tesiri olmayacaktır. Bu açıktır.
Vârislerin üçte birden fazlada izin vermeleri meselesinde ise durum daha da açıktır: Çünkü ölüm mirasa mâlikiyetin taalluku konusunda değil, sıhhati konusunda sebeb olmaktadır. Hastalık ise, vârislerin mâlik olmaları konusunda değil, haklarının vâris olunan kimsenin malına taalluku konusunda sebebtir. Bunlar iki ayrı sebebtirler ve her biri diğerinin gerektirmediği bir hüküm gerektirmektedir. Hastalığın hakkın taallukuna sebeb olması bakımından mâlikiyet olmasa da, izinleri yerinde vâki olmaktadır. Çünkü vârislerin hakları ölüm hastalığındaki kimsenin malına taalluk edince, bir nevi onlar için mülkiyet şüphesi bulunmaktadır. Dolayısıyla üçte birden fazla kısımda haklarını düşürdükten sonra, artık bir daha talep hakları kalmaz. Çünkü hastalık halinde iken hastanın tasarrufunu geçerli kılmak suretiyle o andan itibaren artık, o konuda yabancılar gibi olmuşlardır. Neticede de hasta öldükten sonra üçte birde olduğu gibi, artık fazla olan miktarda da bir hakları bulunmayacaktır. İznin geçerli olmadığı görüşünde olanların görüşü, ölümün şart olduğu görüşüyle birlikte sahih olmaktadır. Çünkü vârisler temlikten ve şartın meydana gelmesinden önce izin vermişlerdir; dolayısıyla geçerli değildir. Aynen diğer şartlar ve meşrutlarında olduğu gibi.
İnzal (meninin gelmesi) meselesine gelince, bu meselenin burada söz konusu edilen gusülde inzalin şart olmadığı veya böyle bir inzalin hükmü bulunmadığı esâsı üzerine bina edilmesi mümkündür. Çünkü inzal bir lezzet olmaksızın vuku bulmuştur.[25]
Kısaca, bu zikredilen şeylerden, şartın itibara alınmayacağı neticesini çıkarmak mümkün değildir. [26]
Konular
- Altıncı Mesele
- Yedinci Mesele
- Sekizinci Mesele
- Dokuzuncu Mesele
- Onuncu Mesele
- On Birinci Mesele
- On İkinci Mesele
- On Üçüncü Mesele
- On Dördüncü Mesele
- Vaz'î Hükümlerin İkinci Nevi: Şart
- Birinci Mesele
- İkinci Mesele
- Üçüncü Mesele
- Dördüncü Mesele
- Beşinci Mesele
- Altıncı Mesele
- Yedinci Mesele
- Sekizinci Mesele
- Vaz'î Hükümlerin Üçüncü Nevi: Mâni (Engel)
- Birinci Mesele
- İkinci Mesele
- Vaz'î Hükümlerin Dördüncü Nevi: Sıhhat Ve Butlan (Sahîh Ve Bâtıl)
- Birinci Mesele: Sıhhatin Anlamı
- İkinci Mesele: Butlan (Bâtıl)
- Üçüncü Mesele
- Vaz'î Hükümlerin Beşinci Nevi: Azimet Ve Ruhsat