logo logo

Yeni nesil güncel konularla ilgili sorular ve cevaplar!

Fetvalar.Com

Yeni Nesil Fetvalar

Sistemimize üye olarak sitemizi daha aktif olarak kullanabilirsiniz.

Üyelik için tıkla

Fetvalar.Com

Güncel sorular ve cevapları


[1] Yani şart, ya meşrutun hikmetinin  ya da hükmünün tamamlayıcısı olur. Birinci durumda şartın bulunması hikmeti, ikinci durumda da hükmü ih­lal eder.
[2] Metinde geçen "ya da zenginliğin hikmeti için" sözü tefennün içindir. Ya­ni  şöyle  demek olur: "mülkiyetin gerektirdiği  şey,  zenginlik  vasfından ibaret olan hikmet, için..."
[3] Muhsanlık: Müslüman, ergen, akıllı, hür bir kimsenin sahîh evlilik içinde birleşmesi demektir.  İmâm Şafiî'ye göre muhsanlık için kişinin  müslü-man olması şart değildir. (Ç)
[4] Mesela bey akdinin müsebbebi olan mülkiyet için tarafların rızasının bu­lunması şarttır; denilir.
[5] Mesela amden öldürme ile talîl edilen kısas için hâkim ya da müslüman cemâat tarafından olması şarttır; denilir
[6] Mesela kısası gerektiren öldürme için akıllı bir kimseden sâdır olması şarttır. Akıllı olmak illet olan öldürme fiilinin mahallinde bulunan bir va­sıftır.
[7] Burada  müellif,  vaz'î  hükmün  taksimi  sırasında  usûlcülerin  sözlerine işaret etmek istemektir. Şâri'in hüküm için koyduğu şey, eğer hükmün vücûdu ona tevakkuf ediyor ve konulan şeyle hüküm arasındaki münâ­sebet de aklı selîm tarafından anlaşılıyor ve kabul görüyorsa, yani aklen bu konulan şey üzerine hükmün terettüp edeceği makûl bulunuyorsa, ona illet adı verilmektedir. Mesela düşmanlığı doğuracak ve tecâvüzü yaygın­laştıracak olan  haksız yere kasıtlı olarak öldürme kısasın illeti olarak vaz' edilmiştir. Sağduyu sahibi akıllar bu hükmün böyle bir illet üzerine terettüp etmesini kavrayabilir. Çünkü illetin hükme uygunluğu açıktır. Eğer aradaki bu münâsebet açık olmaz, ancak vasıtalarla ve kısmen anla-şılabilirse, buna da sebeb adı verilir. Nisaba mâlikiyet. gibi. Çünkü bu kıs­men zenginliğe götürür; zenginlik de zekatın istenilmesi noktasına ulaştı­rır. Her ne kadar Sâri' onu hükme bir alâmet kılmışsa da, hüküm ile ken­disi arasında açık bir münâsebet ya da ona götürme durumu yoktur. Na­mazlar için vakitlerin sebeb olması gibi.
[8] Namazın vücûbu için akıl ve bulûğ hakîkî, namazın sıhhati için taharet, şehâdet için hürriyet itibarî şartlar olmaktadır. İtibarî oluşu, o şartın sa­dece Şâri'in itibârına bağlı olarak sübût bulması dolayısıyla dır.
[9] Burada îbn Hâcib'in şerhlerinden bazı alıntılarda bulunmak istiyoruz: "Mâni iki çeşittir:

a) Sebeb için mâni.

b) Hüküm için mâni.

Aynı şekilde şart da iki çeşittir:

a) Sebeb için şart.

b) Hüküm için şart.

Mutlak anlamda şart, eğer bulunmazsa bir anlamda mâni anlamına gelir. Mâni'in sebebi ya da hükmü men'î ise, mevcudiyeti sebebiyledir. Sebebin şartının yokluğu, sebebin hikmetine münâfî olan bir durumun varlığını içerir. Örnek: Bey akdi, mülkiyetin sübûtu için sebebtir. Hikme-tiyse, mebî ile faydalanmanın helal olmasıdır. Şartı, mebîin teslimine kudretin bulunmasıdır. Kudretin bulunmaması faydalanmadan acziyeti gerektirir. Bu da faydalanmanın helalliği hikmetini ihlal eder. Hükmün şartı hakkında ulemânın sözleri farklılık arzeder: Bazıları: "Onun yoklu­ğu, hükmün hikmetine münâfî başka bir hikmeti gerektirir." demişierdir. Bu görüşün tatbiki durumunda, bidüziye (muttarid) ve birbirine münâfî iki hikmetin (bir arada) bulunması zor olur; demişlerdir. Bu yüzden baş­kaları: "Hükmün şartı, öyle bir şeydir ki onun yokluğu aynı hükme münâfî olan bir hikmeti içerir." demişler ve misal olarak da namazı ver­mişlerdir: Namaz sebebin hükmüdür. Hüküm; sevabın verilmesi ve ceza­landırmaya gidümemesidir. Namazın hikmeti; Cenâb-ı Allah'a yönelmek­tir. Şartı taharettir. Taharetin bulunmaması, öyle bir durumdur kî, o Şâri'e sevap için tahareti şart kılması konusunda muhalefet etmek anla­mı taşır. Bu ise, her ne kadar namazın hikmeti —ki Cenâb-ı AHab'& mut­lak anlamda yönelmek oluyordu—taharetsiz de olsa namaz diye isimlen­dirilen şeyde mevcut ise de hükme münâfîdir. Hüküm ise sevaba nâiliyet ve cezalandırılmaktan kurtulmaktı. Buna göre sebebin şartının yokluğu, sebebin hikmetini ihlal etmektedir. Sebebin hikmetinin ihlalinden de se­bebiyet verme (tesebbüb) yoluyla hüküm ihlale uğrar. Hükmün şartı ise, sebebin hikmeti mevcut bile oîsa hükmü ihlal eder."

Şİmdi ise, müellifin sözlerinin açıklanmasına ve bunlarla mukayese­sine geçelim: Müellif "Şart; hikmeti ya da hükmü konusunda meşrutun vasfı mesabesinde olan şeydir. " demiştir. Yani şöyle demektir: Eğer şart, meşrutun hikmeti konusunda tamamlayıcı (mükemmil) unsur ise, şartın bulunmaması hikmetin ihlâli olur. Müellifin bundan sebebin şartını kas-detmiş olduğu kapalı değildir. Keza müellif, şartın meşrutun hükmü ko­nusunda tamamlayıcı olacağından bahsetmiştir. Yani: Şart, meşrutun hikmeti konusunda değii de, bu meşrut sebebiyle hâsıl olacak hükmün gerektirdiği hikmet konusunda mükemmil unsur olur. Durum böyle olunca da, şartın yokluğu, hükmün hikmetini ihlal edecek başka bir hik­met gerektirecektir. Bu kısmın da, hükmün her bir şartına tatbikinin zor olduğu söylenerek itiraz edilen birinci görüşe göre hükmün şartı olduğu açıktır.

Müellifin misâlinin ikinci görüşe göre olduğu gözükmektedir. O her iki nev^ de tek bir tarif içerisine koymak istemektedir. Şartı tek bir nev'i saymıştır. Aynı şeyi mâni'de de yapacaktır. Müellif kendi ıstılahını bu şe­kilde koymaktadır. Misallerine gelince: Birinci misal sebebin şartı içindir: Çünkü nisaba mâlikiyet zekâtın vücûbu ve zenginlik vasfının gerektirdiği hikmet için sebebtir. Hikmetin tamamlayıcı unsuru olan bu sebebin şartı da senenin dolması, başka bir ifâdeyle nema imkanının bulunmasıdır. Çünkü mülki­yet hükmünün istikrarı, ancak çeşitli şekillerde ondan faydalanma imka­nının bulunmasıyla olur. Bu da bir yıl ile takdir edilmiştir. Çünkü bir yıl boyunca onun elinde bulunması ve böylece ondan istifade imkanına sahip olması, onun zenginliğini ortaya koyan bir deîîl olmaktadır. Şartın {yani istifâde imkanının) bulunmaması sebebin hikmetine —ki zenginlik ol­maktadır— münâfîdir. Buna göre, her ne zaman ki, şartın bulunmaması yüzünden sebebin hikmeti ihlale uğrar; hüküm de terettüp etmez.
ikinci misali, hükmün şartı içindir. Zina, reemden ibaret olan hükmün sebebidir. Hikmeti neslin ve insan nevinin bekâsının muhafazasıdır. Yani üzerine hüküm terettübünün ve meşruiyetinin hikmeti müellife göre nes­lin muhafazasıdır. Şartı muhsan olmaktır. Zina eden kişi muhsan olma-diğ] zaman mazur olur ve recm hükmü bulunmaz.

Üçüncü misali sebebin şartıyla ilgilidir. Kasden haksız yere adam öl­dürmek kısasın sebebidir. Hükmün meşruiyetinde gözetilen hikmet zecr (engelleme) ve emniyetin sağlanmasıdır Şartı eşitliktir; daha üstün olan daha aşağı derecede olan birisine karşılık öldürülmez. Eşitlik şartı bu­lunmadığı zaman sebebin hikmeti —ki zecr ve emniyetin temini idi— ihlâl edilmiş olmaktadır. Çünkü daha üstün durumda olan birinin, daha aşağı durumda olan biri karşılığında öldürülmesi bir mefsedettîr; niza ve anarşiye sebebiyet verir. Çünkü nefisler böyle bir şeyi kabul etmez. Şar­tın bulunmaması sebebin hikmetini ihlal eder. Dolayısıyla hüküm de yoktur.

Dördüncü misali de yine sebebin şartı olmaktadır. Namaz sevâb için sebebtir. Hikmeti münâcât ve tazarru için huşu ve edeble huzurda dur­maktır. Taharet şartıdır. Taharetin olmaması, huşu ve edebe mugayirdir Dolayısıyla hüküm yani sevab bulunmaz.

Müellif, şart bahsinde, bakış açısının meşrut için tamamlayıcı bir un­sur olması olduğunu; ister şart sebebin, ister illetin... vasfı olsun netice­nin farketmeyeceğini söylemiştir. Şart konusunda mihver; şartın, meşrutun hikmeti veya hükmün hikmeti konusunda onun mükemmil (ta­mamlayıcı) unsuru olmasıdır. Bu bir başkasının vasfı durumunda olan bütün şartları şâmildir. Keza namazın vücûbu için akıl ve bulûğ gibi hakîkî; ve namazın sıhhati için taharet, şehâdet için hürriyet gibi itibarî olan vasıfları da şâmil olmaktadır.

Bu ve bundan önceki verdiğimiz dipnotlardan sonra, müellifin bu ko­nuda usûlcülerin ıstılahlarından ayrılmadığı, sadece bunun bir ifâdede kaldığı ve şartın iki nevini (sebebin şartı, hükmün şartı) bir ifâde altında toplamış olmaktan öte geçmediği anlaşılmış olmaktadır. Ancak müellif, çok kısa bilmece gibi meseleyi ortaya koymuştur. Bu yüzden uzunca açık­lamalara girmek gerekmiştir.
[10] Şatibi, El-Muvafakat İslami İlimler Metodolojisi, İz Yayıncılık. 1/261-262
[11] Bu hüküm teklifi de olabilir, vaz'î de olabilir. Verdiği misallerde fayda­lanmanın mübahlığı teklifi hükümdür; mülkiyetin intikâli vaz'î hüküm­dür.
[12] Sebeb açık ve munzabıt bir vasıftır. İllet ise öyle değildir. İllette bu iki vasfın bulunması gerekmez.
[13] Taalluk ettiği tabirinden maksat, onlarla ilgili meşru kılman ... demek­tir. Müellifin sözünün zahirinden illeti sadece teklifi hükümlerin taalluk ettiği konulara hasrettiği anlamı çıkmaktadır. Oysaki vakıada öyle değil­dir, illet daha geneldir. Mesela alış veriş akidlerinde tarafların ihtiyaçla­rının  karşılanması,  mülkiyetin  intikâlinin   kendisine taalluk ettiği  bir hikmettir.
[14] Şâri'in hükme sebeb olarak kıldığı şey mazinne olmaktadır. Mazinne me­sela yolculuk gibi munzabıt ve açıktır. Meşakkat ise munzabıt ve açık de­ğildir.
[15] Zihnin yerinde olmaması  munzabıi olmayan  bir vasıftır; Öfke hâli  ise onun mazinnesi (muhtemelen bulunduğu yeri,ı olmaktadır; açık ve zabtı mümkün bir vassftır. Bu yüzden de öfke hükme sebeb kılınmıştır.
[16] . Müellif, mâni konusunda "mutlaka onda, sebebin illetine münâfî bir ille­tin bulunması gerekir" noktasından yürümüştür ve mâni'i tek bir nevi' olarak kabul etmiş ve usûlcülerin "hükmün mâni'i" diye isimlendirdikleri kısmı, sebebin mâni'i içerisine sokmuştur. Müellif sebebin mâni'i için iki misal vermiştir. Verdiği bu misallerden birincisi, diğerleri tarafından se­bebin mâni'i, diğeri de hükmün mâni'i olarak kabul edilmektedir. Usûlcülerin hükmün mâni'i dedikleri babalık misâlinde zahir odur ki, mâni'in hikmeti bulunmakladır. Bu hikmet, babanın oğulun mevcudiyeti­ne sebeb olmasıdır. Bu hikmet, zecr sebebinin tahakkukuna ise mâni de­ğildir. Qünkü zecrin husulü, öldürmeden el çektirme ve can güvenliğinin sağlanması, babanın oğuluna karşılık kısas edilmesi durumunda da mevcut bulunmaktadır. Dolayısıyla babalık hikmeli sebebin hikmetini İh­lal etmemektedir. Burada söz konusu olan iki sebebin tearuzudur. Dolayı­sıyla müellifin mâni hakkında ortaya koyduğu izaha göre. babalığı kısasa bir mâni olarak kabul etmemesi gerekirdi. Görüldüğü gibi müellifin mâni'i "'hikmetini, sebebin hikmetini ortadan kaldırdığı şeye" hasretme­si, bu nev'i (yani hükmün mâni'i kısmını) mâni' kapsamı dışında bırakmış ve mâni'in tarifini ek.sik yapmıştır. Buna göre müellifin ıstılahında mâni' '"her mâni'de, sebebin illetine münâfi bir illet vardır" esâsı üzerine kurul­maktadır. Bu durumda müellifin bunu tahkikle ortaya koyması gerekirdi. Aksi takdirde usûicülerin mâni'i iki nev'e ayırma şeklindeki ıstılahların­dan ayrılmanın bir mânâsı kalmaz.
[17] Şatibi, El-Muvafakat İslami İlimler Metodolojisi, İz Yayıncılık. 1/263-265
[18] Şatibi, El-Muvafakat İslami İlimler Metodolojisi, İz Yayıncılık. 1/265-266
[19] Mücerred zikri geçen hastalık, vârislerin haklannm yerleşmesi için se-bebtir. Ancak şartı ölümdür.
[20] Şatibi, El-Muvafakat İslami İlimler Metodolojisi, İz Yayıncılık. 1/266-267
[21] Malının üçte birini aşsın veya aşmasın. Bu konuda vârislerin herhangi bir müdâhelesi söz konusu değildir
[22] Yani mücerred sebebin bulunması, şart bulunmasa da sebebin iktizâsına nazaran müsebbebin terettübüne hükmeder; şeklindeki asıl.
[23] Bilindiği gibi, kîsâs ve diyette canın çıkması şarttır. Bütün âlimler bu şartın bulunmaması durumunda kısasın yapılamayacağı ve diyetin alına­mayacağı konusunda müttefiktirler. Onların bu ittifakları, şart bulun­maksızın mücerred sebebin bulunması üzerine müsebbebin terettüp et­meyeceğine bir delîl olur. Eğer müsebbebin terettübü için şart bulunmak­sızın sadece sebebin bulunmasını yeterli görenler olsaydı, o takdirde can çıkma şartının bulunmasından Önce kısasta bulunulmasının ya da diyet alınmasının sıhhatine hükmeden kimselerin bulunması gerekirdi. Halbu­ki, böyle bir görüşte olan yoktur. Dolayısıyla bu, bütün ulemânın müseb­bebin hükmünün tahakkuku için şartın bulunmasının lüzumu üzerinde müttefik olduklarına delâlet eder.
[24] Yani temlikin sıhhati için kadınla evlenmesi şart değildir. Çünkü mâliki­yet mücerred sîga ile tamam olmaktadır. Şu kadar var ki, neticesi evlen­dikten sonra ortaya çıkacaktır. Bu durumda kadın mülkiyetini düşürdü­ğü zaman, bu şartın tahakkukundan önce düşürme kabilinden olmamak­tadır.
[25] Yani cimada guslün vâcib olması için inzal şartı yoktur. Mesele cima şek­linde farzedilmiştir. Dolayısıyla bu takdirde inzal şartı iddiası sahîh de­ğildir. Veya şöyle denilir: Guslün vâcib olmaması, bundan daha genel bir esas üzerine mebnîdir ki o da şudur: Lezzetle vuku bulmayan inzal eğer cimâdan nâşi değilse çok nadirdir ve yok hükmündedir ve bir hükmü bu­lunmaz.
[26] Şatibi, El-Muvafakat İslami İlimler Metodolojisi, İz Yayıncılık. 1/267-271
[27] hkz. 156. dipnot.
[28] Kişinin kendisiyle muhsan olduğu evlilik gibi. Aslında evlilik mubahtır ve zina durumunda recm hükmünün terettüp etmesi için şarttır.
[29] Şatibi, El-Muvafakat İslami İlimler Metodolojisi, İz Yayıncılık. 1/272
[30] Burada şöyle denilemez: Meselenin mevzuu her iki kısım için de âmmdir. Müellif ise teklif hitabını zikirle tahsîs etmiştir. Dolayısıyla bir Önceki meselede zikredilen birinci kısma has olur. Bu iae meselenin ortaya ko­nulmasına uygun değildir. Nitekim gelecek misallere de uygun bulunma­maktadır. Çünkü biz diyoruz ki: Vaz'î hitâb buradaki müellifin sözleri al­tında mündemiçtir. Çünkü burada söz ettiği meseleler mükellefin muhay­yer kılındığı teklif hitabının bir neticesi olarak ortaya çıkmaktadır. Mese­la zekat malın bir sene boyunca tutulması neticesinde vâcib olur. Malın bir sene boyunca tutulması veya harcanması ise mükellefin muhayyer ol­duğu bir konudur. Muhsanlık da keza muhayyer olunan nikâh üzerine te­rettüp etmektedir ... Bütün bunların üzerine vaz'î hitap terettüp etmek­tedir. O itibarla kelâm, ortaya konulan mesele ile uyum içerisindedir. Mükellef eğer şartı memur olduğu için yaparsa veya yasaklandığı için terkederse, veya muhayyer kılındığı için yaparsa ve bütün bunlarda güt­tüğü kasıd da ihtiyacını gidermeye yönelikse, şer'î bir müsebbebi iptal amacı yoksa, ortaya koyduğu şartın üzerine hükümlerinin terettüp etme­si konusunda herhangi bir söz edilecek değildir
[31] Yani eğer mükellef şartı gerçekleştiren veya şartı ihlal eden şeyi yapar ve bundan da kasdı sebebin gereğini (müsebbebi) düşürmek olursa, onun bu yaptığı şey bâtıldır ve üzerine neticesi terettüp etmez.
[32] Buhârî, Zekât 34; İbn Mâce, Zekât 11. Bu eylem zekâtm şartını veya artı­şını ihlâl etmekte olduğu için yasaklanmıştır.
[33] Buhârî, Büyü 19, 22, 42; Müslim, Büyü 43, 46, 47... Burada eylem mu­hayyerlik şartını ortadan kaldırmaya yöneliktir. Bu yüzden de yasaklan­mıştır.
[34] Ebû Dâvûd, Cihâd 62; İbn Mâce, Cihâd 44; Ahmed, 2/505. Ebû Dâvud'da-ki lafza göre tercüme ettik. Atın geçeceğinden emin olunması durumunda yapılan eylem müsabaka kasdını ihlal etmiş olmaktadır. Bu yüzden de yasaklanmıştır.
[35] bk2. s. 215  Sebebin gereğinin iskâtı ve böylece neticesinin terettüp etme­mesi kasdı ile yapılan bir girişimdir. Bu yüzden yasaklanmıştır. bk2. s. 215  Sebebin gereğinin iskâtı ve böylece neticesinin terettüp etme­mesi kasdı ile yapılan bir girişimdir. Bu yüzden yasaklanmıştır.
[36] Müşteri aldığı malı mutlak surette satmamak veya daha başka ileri sü­rülen şartlarla satmak gibi. Bu mebî üzerine terettüb edecek olan müşte­rinin şâir tasarruf yetkilerini düşürmek oluyor.
[37] Selefin bir anlamı karzdır. Hadiste geçen şey mesela: "Bu köleyi sana bin dirhem borç vermen karşılığında bine sattım." demek suretiyle olur. Bu akid menfaat içeren bir karz akdi içerdiği gibi, akidde de bir şart söz ko­nusudur, (bkz. Nihâye, 2/390 ). (Ç)
[38] Mesela Berîre hadisinde olduğu gibi. Berîre'nin sahipleri onun azâd edil­mesini şart koşmuşlar. Azâd şartı içerisinde de velâ şartının kendilerine ait olmasını şart olarak ileri sürmüşlerdir.
[39] Ebû Dâvûd, Büyü 68; Tirmizî, Büyü 19; Neseî, Büyü 60, 76.
[40] Buhârî, Tevhîd 24; Müslim, Eymân 218; Muvatta, Akdiye 11; Ahmed, 1/189.
[41] Ibn Mâce, Keffârât 14. Kendisinin olmayan bir hakkın kendisinin olması için yapılan yeminden de yasaklanmıştır. Yeminde bulunan kimse, hük­mün mesnedi olmak üzere bir şartı yerine getirmiş olmaktadır. Ancak mevcut olan kasdı sebebiyle yasaklanmış ve Sâri' yeminde, yemin verdirenin niyetini esas almıştır. Böylece yemin eden kimsenin bu bâtıl kasdıyia hükme mesned olacak şartın yerine getirilmesine imkan veril­memiştir.
[42] Âl-i İmrân, 3/77.
[43] Bakara, 2/ 229.
[44] Nisa, 4/29.
[45] Bakara, 2/230
[46] bkz. Ahmed,l/448; Ebû Dâvûd, Nikah 15; Tirmizî, Nikâh 28 ...
[47] Buhârî, Büyü 64; Müslim, Büyü 11; Ahmed, 2/244.
[48] "Gışş" hakkında bkz. Müslim, îmân 164; Ebû Dâvûd, Büyü 50; İbn Mâce, Ticârât 36. "Hılâbe" hakkında bkz. İbn Mâce, Ticârât 42; Ahmed, 1/433.
[49] Bubârî, Büyü 60; Müslim, Büyü 13.
[50] Bu "kadın boşandıktan sonra Abdurrahman b. Zübeyr ile evlenmişti. An­cak Abdurrahman ona dokunamamış ve kendisinden ayrılmıştı. Kadını ilk kocası olan Rifâa tekrar nikahlamak istemişti. Durumu Hz. Peygam-bcr'e (as) anlattı. Hz. Peygamber (as) onunla tekrar evlenmesini yasak­ladı ve: "Balcağızından tutmadıkça helal olmaz." buyurdu, (bkz. Ebû Dâ­vûd, Talak 49; Neseî, Talak 9; İbn Mâce, Nikah 32; Muvatta 17, 18; Ah­med, 1/214.
[51] Geçen bütün misalİerde fiilen şart bulunmaktadır; ancak sahîh olmayan bir kasıdla vücûda getirilmişlerdir. Dolayısıyla bütün bunlar bu açıdan boşuna bâtıl bir uğraşı olmaktadır. Rifâa'nm hanımıyla ilgili hadiste ise şart bulunmamaktadır. Burada şart, boşanmış kadının huile gibi kötü bir kasıdia başka bir kimse tarafından nikahlanmasıdır ve bu kötü kasdınm bir neticesi olarak şart üzerine terettüp edecek netice ilga edilmiş ola­caktır ve durum hulîe nikahından önceki gibi olacaktır. Bu meselede şar­tın tahakkuk etmediğinin delili Hz. Peygamberin (as) "Hayır! Bal cağızından tatmadıkça ..." buyurmalarıdır. Buradan da anlaşılmaktadır ki, Abdurrahman kadına dokunmamıştır. Bu itibarla bu örneğin, üzerin­de durduğumuz mesele altına sokulması pek münâsip değildir.
[52] Müellif daha önce geçen âyet ve hadislerle nakli yönden istidlalde bulun­duktan sonra aklî yönden istidlale geçmiştir. Müellif hükümlerin konulu­sunda maslahatlara itibarın esas oîduğunu, eğer söz konusu edilen kas-dın bulunduğu bir şarta itibar edilecek olursa, Sâri' Teâlâ'mn o sebebler üzerine bina etmiş olduğ^ı maslahatların ortadan kalkacağını belirtmiş­tir. Mesela zekattan kaçmak niyetiyle /ekat mallarının birleştirilmesi ya da ayrılması gibi durumlara gidilmesi, ya da senenin dolmasından az ön­ce harcamaya giderek nisâbtaıı aşağı düşürülmesi itibara alınacak olur­sa, bu takdirde herkes için böyle bir şartı yapmak ya da terketmek sure­tiyle zekat yükümlülüğünden kaçmak mümkün olabilecek ve böylece ze­kat üzerine bina edilen maslahatlar ortadan kalkacaktır. Aynı şeyi diğer misallerde de söylemek mümkündür
[53] Mesela nisâbda, üzerinden bir senenin geçmesi şartı gibi. Kişi zekâtı dü­şürmek  kas-dıyla nisabın bir kısmını  harcarsa, nisâb üzerine terettüb eden zekâtın düşürülmesine yönelik kasdı, aynı nisabın üzerine zekâtın gerekmesi şeklinde tecellî eden Şâri'in kasdma ters düşmektedir
[54] Daha önce geçen delilde zikredildiği gibi, yaptığı şey Şâri'in kasdma mu­haliftir. Şâri'in kasdına muvafıktır da, çünkü Şâri'in kasdı, sebebin mü-sebbebini şartın yokluğu anında değil, vücûdu anında gerektirmesidir. Buna göre pek çok takdirde şöyle demek gerekecektir: "Kişi bu haliyle ya­sak ve günah olan bir iş işlemiştir. Fakat kendisine zekat da vâcib olma­yacaktır. Günahı Şâri'in kasdına ters düşmesi sebebiyledir. Zekatın vâcib olmaması ise, Şâri'in sebebin tesirini kendisine bağladığı şartın bulunma­ması sebebiyledir."
[55] Daha önce bir usûl kaidesi geçmişti: Hiçbir kimsenin sebebin hükmünü kaldırma yetkisi yoktur. Çünkü müsebbeb Allah'ın fiilinden olup, kulun fiili değildir. Bu kaide ışığı altında meseleye yaklaşıldığında şartın, mü­sebbebi ortadan kaldırmaya yönelik olduğu görülecek ve o lağv ve sanki hiç yokmuş gibi kabul edilecektir.
[56] bkz, s. 266.
[57] Müellif "vâki olan sebeblerin hükümleri" diye kayıtlamıştır. Çünkü daha önce de geçtiği gibi, kalkmayan müsebbeb, bilfiil vâki olan sebebin mü-sebbebidir.
[58] Yani geçen itirazda, bir açıdan Şâri'in kasdına muhalif, bir açıdan da mu­vafıktır; sözü doğru değildir. Çünkü her açıdan Şâri'in kasdına muhalif bulunmaktadır. Çünkü madem ki, yasaklanılan şey bizzat şartın ortaya konulması veya ortadan kaldırılmasıdır. Öyleyse o şart bâtıldır ve sanki yok hükmündedir
[59] Aslında hu zayıf bir yaklaşımdır. Ancak daha önce de geçtiği gibi, bu tür bir davranışın yasak olması ve Şâri'in kasdına muhalif bulunması açısm-

,dan bâtıl olduğu da dikkate alındığında istidlal tamamlanmış olmaktadır. Şartın hârici tamamlayıcı bir unsur olması delîl olabilecek durumda değildir. Eğer daha sonra gelecek kısmı müstakil bir delîl değil de, önceki delilin tamamlayıcı kısmı şeklinde arzetseydi, o zaman doğru olurdu. Delilin esâsını da diye başlayan kısım teşkil etmekte­dir. Delillerin misallere tatbiki sırasındaki sözü de bunu gerektirmekte­dir.
[60] Şatibi, El-Muvafakat İslami İlimler Metodolojisi, İz Yayıncılık. 1/273-281
[61] Altıncı ve yedinci meselelerde şartları "şer'an muteber" diye kayıtlamıştı. Burada ise, taksimin sahih olabilmesi için mutlak olarak zikretmiştir. Burada söz konusu edilen şartlar geneldir ve Şâri'in ileri sürdüğü şartlan kapsadığı gibi, kişinin kendi ileriye sürdüğü mülayim, münâfî, ne müla­yim ne de münâfî gibi şartları da kapsamaktadır
[62] Çünkü mescidde devamlı surette durması gerekiyor
[63] Şatibi, El-Muvafakat İslami İlimler Metodolojisi, İz Yayıncılık. 1/281-283