Sekizinci Mesele
Sebeblerin işlenmesi, müsebbeblerin ortaya konulması mertebesindedir. Mükellefin sebebi işlerken, müsebbebe yönelik kasdının olup olmaması arasında fark yoktur. Çünkü carî olan âdet-i ilâhîye göre müsebbebler sebeblere bağlı kılınmıştır. Bu itibarla sebebi işleyen kimse sanki doğrudan müsebbebi işlemiş kabul edilmektedir. Carî olan âdet-i ilâhî buna şâhid bulunmaktadır. Zira bunlarda müsebbebler sebeblere nisbet edilmektedir. Mesela doymak yemeğe, kanmak suya, yakmak ateşe, ishal müshile [72]ve diğer müsebbeblerin kendi se-beblerine nisbetleri gibi. Bizim kesbimizin sebebiyet verdiği fiiller de aynı şekilde bizim kendi fullerimizden olmasalar da bize nisbet edilmektedirler. Bu durumun böyle olduğu malûm ve maruf olduğuna göre, şer'î örfte de, şer'î sebeblerle onların müsebbebleri aynı paralelde câri olacaktır.
Meşru olan-olmayan bütün sebeblere nisbetle durumun böyle olduğuna dair şer'î deliller pek çoktur. Bu meyanda şu âyet ve hadislere bakılabilir: "Bunun için Isrâîloğullarına şöyle yazdık: 'Kim bir kimseyi, birkimseye veya yeryüzünde bozgunculuğa karşılık olmadan öldürürse, bütün insanları öldürmüş gibi olur. Kim de onu diriltirse (ölümden kurtarırsa) bütün insanları diriltmiş gibi olur.'[73] hadiste de şöyle buyrulur: "Haksız yere öldürülen hiçbir kimse yoktur ki, onun günahından Âdem'in ilk oğluna bir pay ayrılmasın. Çünkü yeryüzünde ilk kan akıtma çığırını açan odur."[74] Yine hadiste; "Kim güzel bir çığır açarsa, onun sevabı ve kıyamete kadar da onu işleyenlerin sevabı kendisine yazılır. Keza kim de kötü bir çığır açarsa..[75] buyrulur. Başka bir hadiste de.[76] "Gerçek şu ki, çocuk ebeveyni için ateşe karşı bir örtüdür. Bir müslüman bir ağaç dikerse, o ağaçtan yenilen (yemiş) mutlaka onun için sadakadır. O ağaçtan çalınan (yemiş) onun için sadaka, yabanî hayvanların yediği sadaka, kuşların yediği dahi onun için sadakadır. Hâsılı bir kimse o ağacın yemişini yiyip azaltırsa, bu onun için mutlaka sadaka olur.[77] buyurmuşlardır. Ekin de aynıdır. Âlim ilim yaymaktadır ve onun ilmiyle faydalanan herkesin sevabı kadar onun da sevabı olmaktadır. Buna benzer sayılamayacak kadar çok örnek vardır. Oysa ki, bu örneklerde fayda ya da zararın meydana gelmesini intâc eden müsebbebler sebebi ortaya koyan kimsenin fiili değildir.
Durum böyle olduğuna göre, sebebi işleyen kimse, onun müseb-bebini gerektirici bir tarzda onu işlemiş olmaktadır. Ancak bazan sebebin müsebbebi gerektirici tarzda işlenmesi genel anlamda ve bütün tafsilatıyla ihata durumunda olmasa bile yine de tafsilâtlı [2i3] denilebilecek tarzda bilinçli olarak olur. Bazan da tafsil üzere değil de, sadece genel anlamda olur. Şöyle ki: Allah tarafından her emredilen şey, mutlaka işlendiği zaman ortaya çıkaracağı maslahat için emredilmiştir. Yasaklanılan her şey de, işlendiği zaman gerektireceği mef-sedetten dolayı yasaklanmıştır. Bu durumda mükellef bir sebebe tevessül ettiği zaman, o sebebin altında bulunan maslahat ya da mefse-detlere sebebiyet vereceği şartı üzere ona girmiş olacaktır. Mükellefin o şeyin (sebebin) üzerine terettüb edecek maslahat ya da mefsedetleri veya onların miktarlarını bilmemesi, kendisini bu konumdan çıkarmayacaktır. Çünkü o şeyin emredilmiş olması, emredilen şeyin işlenmesinde Allah tarafından bilinen bir maslahat bulunduğu ve bu yüzden de onu emretmiş olduğu mânâsını tazammun etmektedir. Keza nehiyde, nehyedilen şeyin işlenmesinde Allah tarafından bilinen bir mefsedet bulunduğu ve bu yüzden de onun nehyedilmiş olduğu mânâsı bulunmaktadır. Dolayısıyla fail, o sebebin ortaya çıkaracağı bütün maslahat ve mefsedetleri bunların detaylarını bilmese bile iltizam etmiş, kabullenmiş olmaktadır.
Soru: Kişi, yapmadığı şeyden dolayı sevâb görür veya cezalandırılır mı?
Cevap: Sevâb ve ceza, kişinin ancak işlediği ve irtikabda bulunduğu şeylere terettüb eder; işlemediklerine gerekmez. Ancak şer'an bir fiilin değeri, ondan neşet edecek olan maslahat ve mefsedetlere göre ölçülür. Sâri' bunu beyan etmiş ve fiilleri bir ayırıma tabi tutarak onlar içerisinden maslahatı büyük olanları esâs ve temel (rükün) yapmış; mefsedeti büyük olanları da büyük günah (kebîre) kabul etmiştir. Keza bu ayarda olmayanları da açıklamış ve onları da ayırıma tabi tutarak, maslahat içerenlere 'ihsan' (iyilik); mefsedet içerenlere de 'küçük günah' (sağîre) adını vermiştir. Böyle bir yolla, dînin rükün ve esaslarını teşkil edenlerle, furû ve tâli unsurlarını teşkil eden şeyler birbirinden ayrılır olmuş; günahlardan hangisinin büyük (kebîre, ç. kebâir), hangisinin de küçük (sağîre, ç. sağâir) olduğu anlaşılmış olmaktadır. Sâri' Teâlâ'nın emrettikleri arasında daha fazla önem atfettiği şeyler, dînin esaslarından (usûlu'd-dîn) olmakta; aynı ayarda önem atfetmediği emir ve istekleri de dînin furûu ve tamamlayıcı unsurlarından olmaktadır. Yasakladığı şeyler içerisinde de, ayrı bir önemle üzerinde durduğu şeyler büyük günahlar (kebâir); aynı seviyede Önem atfetmediği yasaklar da küçük günahlardan olmaktadır. Bütün bunlar, emredilen ya da yasaklanılan şeylerin işlenmesi neticesinde ortaya çıkacak olan maslahat ve mefsedetler ölçüsünde olmaktadır. [78]
Konular
- Dokuzuncu Mesele
- Onuncu Mesele
- On Birinci Mesele
- On İkinci Mesele
- On Üçüncü Mesele
- VAZ'Î HÜKÜMLER
- Vaz'ı Hükümlerin Birinci Nevi: Sebeb
- Birinci Mesele
- İkinci Mesele
- Üçüncü Mesele:
- Dördüncü Mesele
- Beşinci Mesele
- Altıncı Mesele
- Yedinci Mesele
- Sekizinci Mesele
- Dokuzuncu Mesele
- Onuncu Mesele
- On Birinci Mesele
- On İkinci Mesele
- On Üçüncü Mesele
- On Dördüncü Mesele
- Vaz'î Hükümlerin İkinci Nevi: Şart
- Birinci Mesele
- İkinci Mesele
- Üçüncü Mesele
- Dördüncü Mesele
- Beşinci Mesele
- Altıncı Mesele