Dokuzuncu Mesele
Geçen meselelerde müsebbeblerin mükelleflerin kudreti dâhilinde olmadığı, onlar için yükümlü olunan şeyin sadece sebeb olduğu zikredilmişti. Şimdi bunlar göz önüne alındığı zaman bunun üzerine bazı durumlar bina edilecektir:
1. Sebeb mükellef tarafından tam şartları yerli yerinde, mânilerinden uzak bir vaziyette ortaya konulmuşsa, bundan sonra onun müsebbebin vuku bulmamasına yönelik kasdı, olmayacak bir şeyi (muhal) isteme ve kendisinin kaldırma güç ve yetkisinin bulunmadığı bir şeyi kaldırma, menine dâir yetkilikılınmadığı bir şeyin menine gitme çabasından başka bir şey değildir. Mesela, şeriattaki konulusu üzere bir kimse nikah akdinde bulunsa veya satış ya da başka bir akid gerçekleştirse, sonra da bu akidle akid konusu olan şeyin (makûdun aleyh) kendisine mübâh kılınmamasını istese, bu isteği abes olur; sebebini ortaya koyduğu müsebbeb vuku bulur. Keza, şerîatte konulduğu şekil Üzere talakta veya azâdda bulunsa, sonra da bunların gereklerinin vuku bulmamasını kasdetse, bu bâtıl bir kasıd olur. Aynı şekilde ibâdetlerde de durum böyledir. Mesela emrolunduğu gibi namaz kılsa, oruç tutsa veya hacca gitse; sonra da kendi kendine gerçekleştirdiği bu ibâdetlerin kendisi için sahih olmamasını ve bir tâat (kurbet) olarak kabul görmemesini... istese, böyle bir kasıdda bulunsa, bu kasıd da boş bir kasıd olacaktır. Yasaklanmış sebebler hakkında da durum aynı şekildedir. "Ey inananlar! Allah'ın size helâl ettiği şeyleri haram kılmayın. Hududu aşmayın, Doğrusu Allah aşırı gidenleri sevmez."[79] âyeti bu meyânda nazil olmuştur. İşte bu noktadan hareketledir ki, Allah'ın helal kılmış olduğu yiyecek, içecek, giyecek... gibi şeyleri haram kılma girişiminde bulunmak abes kabul edilmiştir. Keza filhal evli değilken veya ileriye yönelik ve tahsise giderek bir talikte bulunma kasdı olmaksızın genelleme yoluyla talikte bulunmak bunun aksinedir[80] nikâhın haram kılınmasına yeltenmek de aynı şekildedir. Bütün bunlar boş şeylerdir. Çünkü Yüce Allah'ın mükelleften zahir bir sebeb olmaksızın helalliğini belirlediği/ üstlendiği şey, mükellefin sebebini işlemiş olduğu şey gibidir. Bunun bir örneği de Hz. Peygamber'in şu hadislerinde ifâdesini bulmuştur: "Ve/â hakkı ancak azâd edene aittir. ... Kim Allah'ın kitabında[81] olmayan bir şart koşarsa, o şart bâtıldır; isterse yüz şart olsun." [82]Hem sonra Sâri' daha önce de geçtiği gibi sebeblerden müsebbeblerin vukuunu kasdetmektedir. Dolayısıyla sebebi ortaya koyan kimsenin böyle bir kasdı, Şâri'in kasdına ters düşmektedir. Şâri'in kasdına ters düşen her kasıd ise bâtıl olmaktadır. Dolayısıyla bu kasıd da bâtıldır. Netice itibarıyla mesele açıktır.
İtiraz: Bu netice iki açıdan problem arzetmektedir:
a) Sebeblerin konulmasında mükellefin ihtiyar ve kasdmın bulunması şart olmaktadır.[83] Eğer mükellefin ihtiyar ve kasdı, sebeblerin müsebbeblerini gerektirmesine ters düşüyorsa, bunun anlamı mükellefin sebebi yerli yerinde tam olarak ortaya koymamış, aksine şartı ki ihtiyar olmaktadır eksik olarak gerçekleştirmiş olduğudur. Bu durumda şart eksik olacağı için sebebler sahîh olmayacak, bundan da sebeblerden neşet edecek müsebbeblerin vuku bulmaması lâzım gelecektir.
b) Şâri'in maksadına ters düşen kasıd, bu kitapta ilgili yerinde de zikredilmiş olduğu üzere, ameli iptal edici bir Özellik arzetmektedir. Mesela mübâh kılıcı sebeblerin, mübâh kılmayıcı niyetiyle ortaya konulması, Şâri'in maksadına açık bir zıtlık göstermektedir. Çünkü Şâri'in kasdı, bu vesileler sebebiyle o neticelerin husule getirilmesidir. Şu halde bu şekilde sebeblerin işlenmesi bâtıl ve yasaklanmış olacaktır. Meselâ: namaz kılan ve kendisi için onun yeterli olmayacağına; [2ie] abdest alıp, onun namazı kendisine mübâh kılıcı olmamasına niyet eden kimse vb. gibi. Dolayısıyla bu esas ile daha önce geçen esas arasını bulmak (cem), birbirine ters düşen iki şeyi bir arada toplamak olur
ki, böyle bîr netice de bâtıl olmaktadır.
Cevap: Önce birinci itiraza cevap verelim: Bizim burada ortaya koyduğumuz konu, sebeblerin sebeb olabilmeleri için ihtiyar ile konulmuş olmaları, ancak müsebbeblere yönelik bir kasdın bulunması konusudur. Yoksa, ihtiyar bulunmadan sebeblerin ortaya konulması üzerinde durmuyoruz. Bunların arasını aklen bulmak (cem) mümkündür. Çünkü bunlardan birisi diğerinden Öncedir; dolayısıyla aralarında birbirlerini ortadan kaldırıcı bir durum yoktur. Mesela: Cinsî münâsebeti kasıd ve ihtiyarda bulunsa ve bundan çocuğun yaratılmasını kerih görse, istemese veya toprağa tohum saçsa ve bitmesini istemese veya bir insana doğrulttuğu okunu fırlatsa ve ona değ-memesini istese... vb. gibi. Bunların zikrettiğimiz misallerde olduğu gibi şer'î olmayan konularda (âdiyyât) olması caiz olduğu gibi, aynı şekilde şer'î olan konularda da olması caizdir.
İkinci İtiraza Cevap: Bizim üzerinde durduğumuz bu konuda, sebebin faili, Şâri'in netice versin diye koyduğu şeyin netice vermemesini kasdetmekte ve O'nun sebeb olarak koyduğunu yine sebeb olarak, fakat müsebbebi olmasın kasdıyla ortaya koymaktadır. Oysa ki, kendisinin böyle bir yetkisi bulunmamaktadır. Dolayısıyla onun bu kasdı abes olmaktadır. Şâri'in maksadlanyla ilgili ileri sürdüğünüz kaidede ise durum böyle değildir. Çünkü orada fail; sebebi, Sâri' Teâlâ'mn o sebebe bir müsebbeb olarak tertîb etmediği bir şeye sebeb yapmaya çalışmaktadır. Menedilmesi görüşünde olanlara göre hülle nikâhını buna misal vermemiz mümkündür. Burada muhallil[84], nikâhı ile kadını başkasına helâl kılmak istemektedir. Oysaki Sâri' nikâhı böyle bir müsebbeb için koymamıştır. Dolayısıyla böyle bir kasdın akid sırasında bulunması sebebiyle, o nikâh şer'î bir sebeb olmamaktadır; neticede de böyle bir nikâh, ne nikâhı akdeden muhallil için, ne de ilk koca (muhallelleh) için, nikaha mahal olan kadını helal kılıcı olmamaktadır. Çünkü bâtıldır.
Kısaca, bunlardan biri sebebi, sebeb olmayacak şekilde ortaya koymuş, diğeri ise netice vermeyecek bir sebeb almak üzere işlemiştir. Birincisinin herhangi bir neticesi olmayacaktır. Diğerinin ise neticesi olacaktır. Çünkü ikinci durumda sebebin netice verip vermemesi kişinin ihtiyarının olup olmamasına bağlı değildir. Bu ikinci durumda sebebin faili sebebin sebebliği konusunda Şâri'in kasdma muhalefet de etmemektedir; şu kadar var ki, sebebin rnüsebbebinin vuku bulmayacağı zannına kapılmıştır. Bu ise, bir yalandır veya yersiz bir istek ve 12171 ^zudur. Birincisi ise sebebi, Şâri'in koymuş olduğu sebeb olmak üzere işlemiş değildir. Aralarında ince bir fark vardır; iyi kavramak gerekir.
Bu konuya şu husus da açıklık kazandırmaktadır: Bunlardan birisinde kasıd fiile bitişiktir. Diğerinde ise fiilin istikrar bulmasından sonra ortaya çıkmakta ve fiile tâbi olmaktadır. Bu itibarla birincisinde fiile etki edecek, ikincisinde ise etkide bulunmayacaktır.
İtiraz: Hüküm bakımından bu, niçin ibâdetlerdeki iptal (rafd) gibi olmuyor? Çünkü bu gerçek anlamda, o şeyin şer'î bir sebeb olmasını iptal anlamı içermektedir. Meselâ hadesin kaldırılması konusunda abdest almayı Örnek alalım. Eğer kişi, abdestin hadesi kaldırmaması niyetinde bulunmuşsa, bu abdestte aranan niyetin iptali anlamına gelir. Niyetin iptalinin ise, ibâdetleri iptal edebilecek geçerli bir sebeb olacağını belirtmişlerdir. Bu durumda, burada üzerinde durduğumuz konu tamamıyla başka bir mecraya girmiş olacaktır ve artık konuyu "bütün bunların müsebbeblerin iptaline değil de, bizzat sebeblerin iptaline yönelik olması" teşkil edecektir.
Cevap: Durum hiç de öyle değildir. Niyetlerin iptali ancak Allah'ın emrine imtisâli (uymayı) kasdederek başladığı ibâdetler esnasında mümkün olur. Daha Önce başladığı şekilde bitirmez, bilakis başlamış olduğu ibâdetine uymayan daha başka bir niyetle devam eder. Mesela: Abdest alan bir kimse, hadesin izâlesine niyetle başlasa ve sonra bu niyetini değiştirerek , serinleme ya da bedenindeki maddî kirlerden temizlenme niyetiyle abdest almayı sürdürse niyetini iptal etmiş olur. Ancak ibâdet tamamlandıktan, bütün şartlan yerli yerinde bulunduktan sonra, kişinin o ibâdetin ibâdet olmamasına, üzerine sorumluluğu düşürmesi veya abdest örneğinde namaz kılmayı kendisine mübâh haline getirmesi vb. gibi herhangi bir hüküm terettüp etmemesi şeklindeki kasdinm hiçbir etkisi yoktur. Aksine bu yaptığı ibâdetleri, böyle bir kasdinm bulunmadığı haldeki hükmü üzere bulunmaktadır. Aralarındaki fark açıktır.
İptal (rafd) konusunda söz edip de, bir tafsile gitmeden sadece onun müessir olduğunu söyleyen kimselerin ifâdelerinde buna ters düşen bir unsur yoktur. Çünkü abdestin iptali konusunda fukahânın sözleri ve aralarındaki ihtilafları şu açıdan bu esasın haricinde değildir. Şöyle ki: Abdest konusunda burada iki yaklaşım bulunmaktadır: Abdestin lâyık-ı veçhile alınması üzerinde duran kimse "Namazın mübâh kılınması isteği abdest fiilinin bir lâzımı ve müsebbebi olmaktadır. Bu neticenin kaldırılması da ancak sonradan ortaya çıkan ve onu (.abdesti) bozan bir şeyle olur." demişlerdir. Onun hükmüne yani abdestle birlikte bulunan ve namaz kılıncaya kadar sürecek olan namazı mübâh kılma isteğine bakan kimseye göre ise, bu ileride olacak bir iştir. Dolayısıyla şart olarak ilk niyetle ve abdeste bitişik durumda olması aranır. Bu ise kendisini iptal edecek niyetle bozulmuştur; dolayısıyla artık o abdestle gelecek namazın mubah kılınması sahîh olmaz. Çünkü bu, fiile bitişik iptal gibidir. Bu tür iptaller fiile bitişik olduğu zaman tesir etmektedir. Burada da durum aynıdır. Ama taharet niyetini, o abdestie namazı edâ ettikten ve namazın hükmü tamamlandıktan sonraiptal edecek olsa, bu durumda ona yeniden abdest alıp namazını iade etmesini söylemek sahîh olmayacaktır.[85] Aynı şekilde namaz kılan ve selam verdikten sonra o namazını iptal etmek isteyen kimsenin durumu da aynıdır; kendisine emredileni emredildiği şekil üzere îfâ etmiştir. Her ne kadar abdest, onunla kıldığı namazın tamamlanmasından sonra da olsa iptali ile bozulur diyen de varsa da, kaide onun bu sözü karşısında açık bulunmaktadır.
Allah en iyisini bilir ve tevfîk ancak ondandır.
Buraya kadar anlattıklarımız, sebeblerin şartları yerli yerinde tam ve mânilerden de uzak olarak işlenmesi durumuyla ilgiliydi.
Sebeblerin, olması gerektiği şekilde yapılmaması, şartlarını tam olarak içermemesi ve mânilerinden de uzak olmaması durumuna gelince, bu takdirde o sebeblerden doğması istenen müsebbebler meydâna gelmeyecektir; mükellefin kasdı-na itibar edilmeyecektir. Çünkü müsebbebîerin vuku bulup bulmaması mükellefin elinde olmayan bir şeydir. Sonra Sâri, onları mü-sebbeblerini doğuracak şekilde sebeb olarak koyarken, onların belli şartları taşıması ve mânilerden da uzak bulunması şartını da getirmiştir; onları ancak bu şartla sebeb olarakkabul etmiştir. Dolayısıyla bu şartlar tam olarak bulunmadığı zaman sebeb, şer'î bir sebeb olmak için yeterli ve tam olmayacaktır. İster sebebin şartlarının bulunması ve mânilerinden uzak olması, onun (yani sebebin) parçalarını oluştururlar diyelim, ister bu görüşte olmayalım netice fark etmeyecektir. Keza, şayet bütün eksikliklerine rağmen, mükellef diliyor diye sebeb müsebbeblerini gerektirecek olsaydı veya sebeb tam olmasına rağmen mükellefin kasdı yok diye müsebbebleri ortaya çıkmasaydı, o takdirde sebebleri Sâri' Teâlâ'nın koymuş olmasının bir mânâsı kalmayacaktı ve O'nun bu vaz'ı abes olacaktı. Çünkü onların şer'î sebeb-ler olmasının anlamı, ortaya konulduklarında şer'an müsebbebleri-nin ortaya çıkmasıdır. Keza onların şer an sebeb olmayışlarının anlamı da, onlar ortaya konulsa bile, şer'an müsebbeblerinin ortaya çıkmamasıdır. Eğer mükellefin ihtiyar ve kasdı bunların şer'î hakikatlerini çevirecekse, o takdirde sebeblerin şer'an belli bir konulurları (vaz') olmayacaktır. Halbuki biz prensip olarak sebeblerin şerîatte belli bir vaz' üzere konulmuş olduklarını kabul ediyoruz. Dolayısıyla bu bir tutarsızlıktır ve muhaldir. Böyle bir neticeye götürecek olan şey de onun gibi tutarsız ve muhal olacaktır. Böylece şer'î sebebler bahsinde, mükellefin kasıd ve ihtiyarının herhangi bir tesiri olmayacağı ortaya çıkmış olmaktadır.
İtiraz: Bu nasıl olabilir? Halbuki, "Nehiy (yasak) nehyedilen şeyin fesadına delâlet etmez." veya "Nehiy sıhhate delâlet eder." yahut da "Zâtına yönelik bir husustan dolayı (lizâtihî) nehiyde bulunulanla, vasfına yönelik bir husustan dolayı (li vasfıhî) nehiyde bulunulan şey arasını ayırmak gerekir..." şeklinde görüşler bulunmaktadır. Bu görüşler yasaklanmış olan bir sebebin ortaya konmasınınki bu şartları tam olarak bulunmayan, manîlerinden uzak olmayan bir sebebin işlenmesi demektir müsebbeblerini ortaya koyacağına delâlet etmektedir. İmâm Mâlik'in mezhebinde de buna delâlet eden şeyler vardır: Ona göre fâsid olan alış veriş akidleri ilk başlangıçta, mebîin kabzı sırasında mülkiyet şüphesi ifâde ederler. Keza onlar, pazarın değiştirilmesi (mebîin nakledilmesi) ve onun maddî varlığını ortadan kaldırmayan diğer tasarruflarla da mülkiyet ifâde ederler. Gasb ve benzeri gayr-ı meşru tasarruflar da, gasbedilen şeyin (ayın) maddî varlığı ortadan kaldırılmasa bile, ona (Mâlik) göre çeşitli meselelerde mülkiyet ifâde ederler. Halbuki gasb ve benzeri gayr-ı meşru şeyler aslında bir sebeb değillerdir. Buradan da; yasaklanmış olan sebebin işlenmesi durumunda, onun üzerine müsebbebin terettiib edeceği neticesi çıkmaktadır. Ancak "Nehiy mutlak surette nehyedilen şeyin fesadını gerektirir." denilecek olursa o zaman netice farklı olacaktır.
Cevap: Kaide geneldir. Bu bahsedilen şeylerde mülkiyet mânâsının ifâdesi, bizzat birinci akdin kendisinden çıkmayan haricî başka durumlardan dolayı olmaktadır. Onun açıklanmasının yeri şimdi burası değildir. İnşallah bu konuya sonra temas edilecektir.
Fasıl:
Daha önce geçen meseleler üzerine bina edilen konulardan birisi de şudur: Sebebi işleyen kimsenin, müsebbebi ortaya koymanın kendi yetki ve ihtiyarıyla ilgisi bulunmadığı şuuru içerisinde olması gerekir ve eğer kişi sebebi işlerken müsebbebi failine (Allah'a) havale eder ve ondan tamamen sarf-ı nazarda bulunursa bu kendisinin ihlâsı, Allah'a olan itimat ve tevekkülü için daha uygun olur; emredilen sebeb-lere tevessül; yasaklanılan sebeblerden de kaçınma konusunda sabır olmasına, gerçek anlamda şükrünü îfâda bulunmasına ve diğer güzel makamlara ulaşmasına yardımcı olur. Aslında açık olmakla birlik-Î2201 te, bunlardan bir kısmının zikre dilme siyi e konu açıklık kazanacaktır.
İhlâs konusunu ele alalım: Mükellef sebeb konusunda vârid olan emir ve nehye icabet edip, bunların ötesinde başka bir şeye atf-ı nazarda bulunmayınca, kendi beklentilerinden uzak kalmış, Rabbinin hukukunu îfâ etmiş ve gerçek kulluk makamında yerini almış olur. Mü-sebbebe iltifatta bulunması ve ona j'önelik bir kasdının olması durumu ise böyle değildir. Çünkü o takdirde Allah'a olan teveccühü saflığını yitirecek; sebebe tevessül ile ortaya koymaya çalıştığı Allah'a olan teveccühü, müsebbebe olan teveccühü vasıtasıyla olmuş olacaktır. İh-lâs açısından bu iki mertebenin arasında farklılığın bulunduğunda ise herhangi bir şüphe bulunmamaktadır.
Tevekkül ve işleri Allah'a tevdî (tefviz) noktasından da daha uygundur demiştik; çünkü, mükellef müsebbebin kendi yükümlü tutulduğu şeyler altında olmadığını, kendi güç ve kudretinin yeteceği tarzda da bulunmadığını bildiği zaman, bütün kalbiyle onu elinde bulunduran Allah'a dönecek; böylece Allah'a tevekkül ve her şeyini O'na havale etmiş olacaktır. Bu ibâdetlerle ilgili olsun olmasın bütün yükümlülüklerde böyle olacaktır. İbâdetlerle ilgili yükümlülüklerde bunlara ilâveten kulun sebehlere tevessülden sonra da, hâlâ korku ve umut arasında bulunmaya devam etmesi gibi bir netice de doğacaktır.[86] Eğer kişi sebeblere tevessülde bulunmakla müsebbeblere iltifat ve kasdı bulunan kimselerden ise, bu sebebiyetin vereceği neticeyi hep bekler olacak, belki de bu aceleci tavrı, neticeyi beklemekte olduğundan sebebin tamamlanmasından Önce ondan yüz çevirmesine sebeb olabilecektir.[87] Neticede de teveccühü, kendi güç ve yetkisinde olmayan şeye kayacak ve kendisinden yapılması istenilen şeye teveccühü kalmayacaktır. Şu hikâye işte bu konumda cereyan etmiş olmalıdır: Birisi "Kim kırk sabah Allah için ihlâsta bulunursa, hikm.et pınarları onun kalbinden dili üzere ortaya çıkar,"[88] hadisini işitmiş ve kendi zanmnca hikmete ulaşmak için ihlâsa başlamış, süre dolmuş, fakat hikmet gelmemiş. Sonra bunu ehline sormuş. Kendisine:
Sen sadece hikmet için ihlâsta bulunmuşsun; Allah için ihlâsta bulunmamışsın; diye cevap verilmiş. Sebeblerin işlenmesi sırasında müsebheblerin göz önünde bulundurulması konusunda bu gibi şeyler çok olmaktadır. Hatta bazan bu mülâhazaları iyice taşar ve sebeblere riâyetle, o sebebleri koymak durumunda olan kişi arasına girdiği bile olur. Böylece âbid olan ibâdetlerini çok görmeye başlayabilir, âlim ilmiyle gururlanma hâline girebilir. Ve benzeri durumlar,Sabır ve şükür konusuna gelince, çünkü kişi devamlı ve sadece Allah'ın emirlerine bakıp, müsebbeblerin ve onların sebeblerinin kıvamı O'nun elinde bulunduğuna, kendisinin sadece memur bir kul olduğuna inanınca, Allah'ın emri yanında duracak; kendisi için ondan kaçış durumu olmayacak, hiçbir zaman o emri göz önünden ırak etmeyecek ve o konuda nefsini sabıra zorlayacaktır. Çünkü kendisinin sürekli murakabe altında olduğunu biliyordur ve Allah'ı görüyormuşçasına kullukta bulunan kimselerdendir. Bu durumda iken eğer müseb-beb vuku bulacak olursa, layıkıyla şükreden kimselerin başında yer alacaktır. Zira o müsebbebin ortaya çıkmasında, kendisinin esbaba tevessül etmiş olmasına en ufak bir pay ayırmayacaktır ve ondan dolayı kendi nefsine ne bir fayda ne de bir zarar biçmeyecektir. Her ne kadar o bir alâmet ve âdî bir sebeb ise de, nihayet bir sebebiyet vermeden, cereyan eden âdet-i ilâhiye uygun bir tertipten başka bir şey değildir. Her şey Allah'ın elindedir.
Ama böyle olmaz da müsebbebe iltifat ve kasıdda bulunacak olursa durum daha farklı olacaktır. Sebeb ya netice verecektir, ya da neticesiz kalacaktır. Netice verdiği zaman sevinecek: neticesiz kaldığında ise. Allah'ın taksim ve kazasına rıza göstermeyecek, sebebi bir hiç gibi telakki edecektir. Muhtemelen bu durum kendisini usandıracak ve onu terkedecek; belki ondan sıkılacak ve artıkkendisine ağır gelmeye başlayacaktır. Bu Allah'a dînin bir tarafından kulluk etmeye benzemektedir. Böyle bir durum kulluk boyunduruğu altına giren kimselerin âdetleriyle bağdaşmayacak bir tavırdır. Diğer yandan güzel ve rızaya uygun makam ve haller üzerinde düşünenler, onların müsebbeblere iltifatı terk esası üzerinde bulunduklarını göreceklerdir. Belki de bu yaklaşım, keramet ve harikuladelikler sahibi kimselere en çok fayda veren bir tavır olmuştur.
Fasıl:
Müsebbeblerin Allah'ın elinde olduğu düşüncesiyle, onlara iltifatta bulunmayan kimsenin bütün düşüncesi tevessül etmekte olduğu sebeb olacaktır. O kişinin hatırı sürekli onu korumak, onu gözetmek ve onun hakkında nasîhatta bulunmakla meşgul olacaktır. Çünkü sebebden başkası kendisiyle ilgili değildir. Şayet sebebden gözettiği kasıd müsebbeb olsaydı, o takdirde sebebi asıl konuluş şekli üzere işlemesi ve ona bir kulluk icrası kasdı dışında başka amaçlarla yaklaşmış olması ihtimali doğacaktı. Belki de bu durum onu, haberi bile olmadan sebebin ihlâli neticesine bile ulaştıracaktı. Belki haberli olacaktı fakat hakkında düşünmeyecekti. Buradan da pek çok mefsedet ortaya çıkacaktı. Bu anlayış hem dünya hem de âhiretle ilgili konularda, ibâdetler alanında aldanmanın aslını teşkil etmektedir. Hatta bütün helak edici özelliklerin aslını bu telakki teşkil etmektedir. Dünyevî işlerde bu açıktır. Çünkü kişi ancak ticâretinde umduğu kazancı bir an evvel elde etmek amacıyla veya icra ettiği zenâatının revâc bulması için (yani müsebbebe yönelik kasdmdan dolayı) hile yapar/aldanır. İbâdetlere gelince, Allah Teâlâ'mn sevdiği bir kulun özelliğinden olmak üzere gök ehlinin kendisini sevmesinden sonra yeryüzünde onun için hüsnü kabul konulur. Nafilelerle yaklaşmak önce Allah sevgisini, sonra da meleklerin sevgisini kazanmanın sebebi [222] olmaktadır. Daha sonra da o kimse için yeryüzünde hüsnü kabul konulmaktadır. Muhtemelen âbid, sebeble ki nafileler oluyordu bu müsebbebe iltifat ve kasıdda bulunacak, sonra ona ulaşmak için aceleci davranacak ve kendi işi olmayan bir şeyi talep etmek işin içine karışacaktır. Neticede de bu durum sebebi açığa vurduracaktır ki bu da riya olmaktadır. Diğer helak edici şeylerde de durum aynıdır. Böyle bir netice de fesad olarak yeterlidir.
Fasıl:
Bir diğer husus da, bu halin sahibi huzurludur, gönlü rahattır, dağınık değildir; kalbi her türlü dünyevî yorgunluklardan uzaktır, tek bir yönü vardır. Böylece bu kimse dünyada mutlu bir hayat sürecek, âhirette de mükâfatlandırılacaktır. Yüce Allah: "Kadın, erkek, inanmış olarak kim iyi iş işlerse, ona hoş bir hayat yaşatacağız.[89] buyurmaktadır. Rivayet edildiğine göre Cafer es-Sâdık, âyette geçen hoş bir hayat (hayâten tayyibeten) hakkında: "O marifetullahtır, gerçek anlamda Allah'la birlikte olmaktır, Allah'ın emrine hakkıyla vâkıf olmaktır." demiştir. İbn Atâ da: "Allah'la birlikte yaşamak, O'ndan başka herşeyden yüz çevirmektir." demiştir.
Keza kişinin kendisini sebebe verip müsebbebe yönelik herhangi bir iltifat ve kasıdda bulunmaması şeklindeki bir davranışta, bütün düşüncesi tek bir nokta üzerinde yoğunlaşacağı için diğer düşüncelerden kurtulma durumu da bulunmaktadır. Ancak sebeble birlikte [223] onun müsebbebine yönelik bir kasıd da bulunduran kimsenin durumu böyle değildir. Çünkü böyle bir kimse işlediği her sebebin müsebbebini de dikkat nazarına alacaktır. Bu ise düşünceleri çoğaltıcı, dikkatleri dağıtıcı bir davranış olacaktır. Yine sebeblerin netice doğurucu, do-ğurmayıcı olmalarına bakma neticesinde de zihin ve düşünce dağınık bir hal alacaktır. Sebebler netice verdiğinde tek bir doğrultuda netice vermeyecek ve sahibinin kalbi hep keşke netice (müsebbeb) bulunduğu şekilden daha uygun olsaydı şeklinde meşgul, düşüncesi sürekli dağınık birhalarzedecekti. Bazan sebebi kınayacak, bazan da müsebbebe karşı rıza ve hoşmıdsuzluk gösterecektir. Hz. Peygamberin "Dehre (zamana, feleğe) sövmeyin. Çünkü 'dehr'Allah'tır." [90] sözü ve benzerleri işte bu mânâya işaret etmektedir.
Başka bir şeye iltifat etmeden sırf sebeble meşgul olan kimse ise, tek bir şeyle meşgul olmaktadır ki, o da sebeb vasıtasıyla hangi sebeb olursa olsun Allah'a olan kulluğun icrâsıdır. Hiç şüphe yoktur ki, pek çok düşüncelere nisbetle tek bir düşünce, nefis üzerinde gerçekten çok hafif kalacaktır. Hatta sabit durumda olan tek bir düşüncenin dahi, kendi içerisinde çeşitli ve değişken durumda olan bir düşünceye nisbetle hafifliği inkar edilemez. Hadis-i şerifte: "Kim bütün düşüncelerini tek bir düşünce haline getirirse, şâir düşünceleri için Allah ona kâfidir. Kim de bütün tasasını âhireti için toplarsa, onun dün-ya işlerine Allah yeterlidir."[91]huymlmuştuT. Şu söz de bu mânâya çok yakın bulunmaktadır: "Kim ilmi Allah için talep ediyorsa[92] az bir ilim kendisine yeterlidir. Kim ilmi insanlar için tahsil ediyorsa, insanların ihtiyaçları pek çoktur." Zâhidler bu meydanda düşkünlük göstermişler ve giriştikleri yarışlarla sevinmişler, hatta bazıları "Eğer melikler bizim üzerinde bulunduğumuz şeyleri bilselerdi, onları elde etmek için bize karşı silahla savaş açarlardı" demişlerdir. Hadis-i şerifte: "Dünyada zühd kalbi ve bedeni rahatlatır.[93] buyrulmuştur. Zühd; yoksulluk, her şeyden el-etek çekrcek değildir. Aksine o kalbde bulunan bir haldir ki, isterseniz ona esbaba tevessülle kullukta bulunmak ve onları işlerken müsebbeblerine iltifat etmemek diyebilirsiniz. Bunlar bazı numunelerdir ve kaidenin genel içeriği hakkında size bir fikir verecek ve dikkatinizi çekecek mâhiyettedir.
Fasıl;
(Müsebbebin mükellefin kudreti dâhilinde olmadığı ve onunla yükümlü de bulunmadığı esası üzere bina edilen hususlardan birisi de şudur:) Müsebbebe yönelik olan iltifat ve beklenti bazan orta şiddette olur. Buna inşallah ileride temas edilecektir. Bu kişinin sebeble-ri cereyan etmekte olan âdet-i ilâhîye müsteniden ortaya koyması durumunda olur. Müsebbeblere yönelik iltifat ve beklentileri olan kim-[224] seler için, daha salim olan yol da budur. Müsebbeblere karşı olan iltifat ve beklenti bazan da beşerin tahammül gücünün üstünde aşın ve mübalağalı bir dozda olur. Bu yüzden de esbaba tevessül eden kimse için neticede aşın yorgunluk ya da kendi işini terk ile kendi işi olmayan bir işe girişmek gibi bir durum ortaya çıkar.
Aşırı yorgunluk, daha çok seyr ü sülük erbabının karşılaştıkları şeydir. Bazan esbaba tevessül eden kimsenin aşırı bir korku ve bedbinlik içerisinde olduğu da gözlenir.Bu meselenin aslını, Kur'ân'daki Yüce Allah'ın Hz. Peygamber'e yönelik uyarılan teşkil etmektedir: Hz. Peygamber fevkalâde bir gayretle insanları Allah'ın dînine davet ediyordu. Halbuki, onun için daha uygun olanı orta derecede bir beklenti içerisinde
olmasıydı. Konuyla ilgili âyetlerde şöyle deniliyor: "Ey Muhammedi Onların söylediklerinin seni üzeceğini elbette biliyoruz; doğrusu onlar seni yalancı saymıyorlar, fakat zâlimler Allah'ın âyetlerini bile bile inkâr ediyorlar.... Onların yüz çevirmesi sana ağır gelince, eğer gücün yeri delmeye veya göğe merdiven dayamaya yetmiş olsaydı, onlara bir mucize göstermek isterdin. Allah dileseydi onları yolda toplardı. Sakın bilmeyenlerden olm,a.[94] "Ey Muhammedi İnanmıyorlar diye nerdeyse kendini mahvedeceksin.[95] "Ey Peygamber! Küfre koşanlar seni üzmesin.[96] "Putperestlerin: 'Ona bir hazine indirilmeli veya yanında bir m,elek gelmeli değil miydiV demelerinden senin Ey Muhammedi- kalbin daralır ve belki de sana vahyolunanın bir kısmını terkedecek olursun. Sen ancak bir uyarıcısın, Allah her şeye vekildir." 8S; "Sabret, senin sabrın ancak Allah'ın yardımıyindir: onlara üzülme, kurdukları düzenlerden endişe etme." 89
Bu ve benzeri âyetler, Hz. Peygamber'in göğüs gerdiği sıkıntılarını azaltmasına ve kendisinin sadece Allah'ın emrettiği şeylerleki sebeblerin icrası olmaktadır yetinme durumuna avdet etmesini teşvik etmektedir. Dilediğini doğru yola iletecek olan Allah'tır. "Sen sâdece bir uyarıcısın,[97] "Sen sadece bir korkutucusun. Allah her şeye vekildir.[98] vb. âyetler buna delîl olmaktadır. Bütün bunlar Hz. Pey- [225] gamber'den [ ""îîSEuta1 ] istenilen şeyin esbaba tevessülde bulunmak olduğunu göstermektedir. Sebebleri vaz' eden (müsebbib) ve müsebbebin yaratıcısı ise Allah'tır. "Allah'ın onların tevbelerini kabul veya onlara azab etm.esi işiyle senin bir ilişiğin yoktur.[99] Bu âyetler size göstermektedir ki; Hz. Peygamber [ 8l«*«Tta''] , onların îmân etmelerine aşırı hırs göstermekten, tebliğde mübalağaya kaçmaktan dolayı, keza yaptığı çağrının neticesini ki cehennemden kurtulmalarını temin edecek imanları oluyordu elde etmek amacından dolayı aşın bir sıkıntıya maruz kalmıştır. Öyle ki, bunu yansıtmak üzere Kur'ân'da "And olsun ki, içinizden size, sıkıntıya uğramanız kendisine ağır gelen, size düşkün, inananlara şefkatli ve merhametli bir peygamber gelmiştir."[100] âyetiinmiştir. Bununla birlikte Hz. Peygamber , nübüvvet makamına daha uygun ve lâyık olan, daha az sıkıntı ve meşakkat çekmesini temin edici bir ölçüye (orta Ölçülü olmaya) davet edilmiştir. Her ne kadar, peygamberlik makamının hiçbir makamla kıyaslanamayacak kendine has ve lâyık bir şeref ve mertebesi varsa da; bu durum, ona ait olan bu hükümlerle, onun daha altında bulunan ve ümmete uygun olan mertebelere istidlalde bulunmayı zedeleyecek değildir. Nitekim şeriat âlimleri Hz. Peygamber'in hallerini, ona dair hükümleri ümmetiyle ilgili hükümlerde, . onlan delîl olarak kullanmanın şahinliğini sadece kendisine has olduğuna dair bir delîl bulunmadıkça kabul etmektedirler.
Kendi işini terkle, kendi işi olmayana yeltenmeye gelince; burada kişi sebebi icra ederken bizzat müsebbebe yönelerek onun olmasını ya da olmamasını kasdettiğinden, bu haliyle Şâri'in maksadına muhalif düşmüş olmaktadır. Zira bilindiği üzere, müsebbebin mükellefle bir ilgisi yoktur; kişi onunla yükümlü tutulmamıştır. Aksine s müsebbeb sadece Allah'ın yetki ve irâdesinde olmaktadır. Müsebbebe ' yönelik kasdı bulunan kimse ifratı hasebiyle genelde, onun vukuunu belli bir garaza mebnî istemiş olmaktadır. Halbuki o, her açıdan kulun belli garazına uygun olarak değil, sadece Allah'ın irâdesi doğrultusunda cereyan etmektedir. Dolay] sıyla kulun garazı ve kasdı vaz' (ko-nuluş) itibarıyla murâd olunan şeye muhalif düşmektedir. Bu ise edeb sının mn dışına çıkmak ve kadere karşı koymaky a da o mânâda birşey demektir. Nitekim sahîh hadiste bu mânâya dikkat çekilmiş ve şöyle buyrulmuştur: "Kuvvetli mümin Allah'a zayıf mu'minden daha hayırlı ve daha makbuldür. Her bir şeyde hayır vardır. Sana fayda veren şeye çaba göster; Allah'tan yardım dile ve âciz olma. Başına bir şey gelirse 'Eğer şöyle yapsam, şöyle olurdu.'deme! Ancak 'Bu Allah'ın kaderi, O ne dilerse yapar.' de! Çünkü 'eğer' kelimesi şeytanın amelini açar."[101] Hadiste 'eğer' ifâdesinin, şeytanın amelini açacağına dikkat çekilmiştir. Çünkü bu tavır, sebeb ortaya konulurken müsebbebe yönelik bir iltifat ve kasdın bir neticesi, sanki müsebbeb sebebten doğar-mış ya da aklen onun lâzımı (zorunlu) bir neticesiymiş gibi bir telakkinin sonucu olmaktadır. Halbuki, müsebbebin vukuu tamamen ilâhî irâde ve kader dahilindedir. O dilediğini yapar. Zira, O'na ne sebebin mevcudiyeti yardımcı olur, ne de sebebin bulunmaması O'nu acze düşürür.
Sözün kısası, ortaya çıkan şey (müsebbeb), kesin olan kaderin yürürlük bulması demektir. Geride kalıyor sebeb: Eğer o yükümlü olunan bir şeyse, teklif gereğince o işlenecektir. Kulun kudreti dâhilinde olmadığı için yükümlü olunmamış bir şeyse, o zaman onu da her şeyin Allah'ın elinde bulunduğu şuurunda olan kimsenin tavrıyla Allah'a havale etmek ve O'na boyun eğmek gerekecektir. Böyle yapıldığı takdirde üzerine şeytanın ameli açılmayacaktır. Çoğu zaman insan, bu mânâda mübalağa eder ve neticede, şeytanın vesvesesine kapılmak, kadere karşı koymak vb. gibi, şer'an hoş olmayan durumlara düşebilir.
Fasıl:
Müsebbebi dikkate almayan kimse, eğer işlediği şey ibâdetse, mertebece daha yüksek, amelce de daha ihlâslı ve temiz olacaktır. Eğer işlediği şey ibâdet dışı bir konuysa, ecri daha çok olacaktır. Çünkü kendi hazzını düşürmek üzere amelde bulunmaktadır. Müsebbeb-lere yönelik beklentileri olan kimse ise böyle değildir. Çünkü o, nefsinin güttüğü hazlara ulaşmak amacıyla amele girişmiştir. Amellerin neticeleri Allah'ın yaratması olmakla birlikte nihâî olarak kulların kendilerine döner. Çünkü onlar ya maslahatlardır ya da mefse-detlerdir. Nitekim Ebû Zer'in rivayet ettiği kudsîhadiste de: "Ey Kullarım! Bunlar ancak sizin amellerinizdir. Onları size sayıyorum. Sonra onların karşılığını size tastamam veriyorum...."[102] buyrulmak suretiyle buna işaret edilmiştir. Bu mânânın aslı da bizzat Kur'ân'da [227] bulunmaktadır. "Kim salih bir amel işlerse kendi nefsi içindir." [103]
Şu halde, onlara iltifatta bulunan kendi hazzı yüzünden amel etmiş olmaktadır. Sırf emir ve nehye yönelik olmak üzere amel eden kimse ise, nefsinin hazlarını düşürmüş olmaktadır. Bu hâl erbabının tuttuğu yol olmaktadır. Bu konu başka bir yerde genişçe ele alınmıştır.
Soru:Müsebbebîere atf-ı nazarın olup olmaması nasıl anlaşılacaktır? Bunun bir kıstası var mıdır?
Cevap: Hazlarm terki bazan, kalbin onlara genel anlamda iltifat etmemesi anlamında açık olabilir. Bu azdır ve bu hal daha çok sofilerden hâl erbabına mahsûstur. Bunlar mutlak anlamda sebebi ortaya koyarlar ve onun bir müsebbebinin olup olmamasına dahi bakmazlar.
Bazan da, hazlar kalpten tümden düşmez, dolayısıyla da bu anlamında durum tam açık olmaz. Burada müsebbebe yönelik olan iltifat (doğrudan değil) emir ve nehyin arkasından olmuştur. Bu, kişinin Allah'ın dilediği gibi tasarrufta bulunabileceğine olan itikadıyla birlikte, carî olan âdet-i ilâhî doğrultusunda hareket etmesiyle olur. Keza; bu, sebeble müsebbebin taleb edilmesiyle yani, Müsebbib olan Allah'tan sebebin gereğini talepte bulunmakla olur. Bir nevi sebeb elini uzatarak Müsebbib'ten istemek gibi. Aynen, tazarru (dua, niyaz) elini uzatarak bir şeyi istemek gibi. Veya bu, müsebbeb hakkında durumu kendi yetki ve irâdesinde bulundurana tevdî yoluyla olur. İşte bunlar sebebi işlerken müsebbeb hakkında sarf-ı nazarda bulunmuş kimseler olmaktadırlar. Müsebbebe iltifat demek sadece, onun sebeble birlikte cereyan ettiğine, ona bağlı olduğuna itikat demektir. Örneğin müsebbebi bizzat sebebin kendisinden istemek, yahut müsebbebi doğuran şeyin bizzat sebeb olduğuna itikat etmek gibi. Zikri geçen mefsedetlere uygun düşen ve neticesinden korkulan telakki de işte budur.Bu iki uç arasında kalan kısımlar ise, ictihad sahası olmaktadır. Taraflardan hangisine daha yakın iseler, onun hükmünü alırlar. Benzeri bir mütâlâa, hazlar meselesinde de aynı şekilde söz konusudur. [104] ...
1. Sebeb mükellef tarafından tam şartları yerli yerinde, mânilerinden uzak bir vaziyette ortaya konulmuşsa, bundan sonra onun müsebbebin vuku bulmamasına yönelik kasdı, olmayacak bir şeyi (muhal) isteme ve kendisinin kaldırma güç ve yetkisinin bulunmadığı bir şeyi kaldırma, menine dâir yetkilikılınmadığı bir şeyin menine gitme çabasından başka bir şey değildir. Mesela, şeriattaki konulusu üzere bir kimse nikah akdinde bulunsa veya satış ya da başka bir akid gerçekleştirse, sonra da bu akidle akid konusu olan şeyin (makûdun aleyh) kendisine mübâh kılınmamasını istese, bu isteği abes olur; sebebini ortaya koyduğu müsebbeb vuku bulur. Keza, şerîatte konulduğu şekil Üzere talakta veya azâdda bulunsa, sonra da bunların gereklerinin vuku bulmamasını kasdetse, bu bâtıl bir kasıd olur. Aynı şekilde ibâdetlerde de durum böyledir. Mesela emrolunduğu gibi namaz kılsa, oruç tutsa veya hacca gitse; sonra da kendi kendine gerçekleştirdiği bu ibâdetlerin kendisi için sahih olmamasını ve bir tâat (kurbet) olarak kabul görmemesini... istese, böyle bir kasıdda bulunsa, bu kasıd da boş bir kasıd olacaktır. Yasaklanmış sebebler hakkında da durum aynı şekildedir. "Ey inananlar! Allah'ın size helâl ettiği şeyleri haram kılmayın. Hududu aşmayın, Doğrusu Allah aşırı gidenleri sevmez."[79] âyeti bu meyânda nazil olmuştur. İşte bu noktadan hareketledir ki, Allah'ın helal kılmış olduğu yiyecek, içecek, giyecek... gibi şeyleri haram kılma girişiminde bulunmak abes kabul edilmiştir. Keza filhal evli değilken veya ileriye yönelik ve tahsise giderek bir talikte bulunma kasdı olmaksızın genelleme yoluyla talikte bulunmak bunun aksinedir[80] nikâhın haram kılınmasına yeltenmek de aynı şekildedir. Bütün bunlar boş şeylerdir. Çünkü Yüce Allah'ın mükelleften zahir bir sebeb olmaksızın helalliğini belirlediği/ üstlendiği şey, mükellefin sebebini işlemiş olduğu şey gibidir. Bunun bir örneği de Hz. Peygamber'in şu hadislerinde ifâdesini bulmuştur: "Ve/â hakkı ancak azâd edene aittir. ... Kim Allah'ın kitabında[81] olmayan bir şart koşarsa, o şart bâtıldır; isterse yüz şart olsun." [82]Hem sonra Sâri' daha önce de geçtiği gibi sebeblerden müsebbeblerin vukuunu kasdetmektedir. Dolayısıyla sebebi ortaya koyan kimsenin böyle bir kasdı, Şâri'in kasdına ters düşmektedir. Şâri'in kasdına ters düşen her kasıd ise bâtıl olmaktadır. Dolayısıyla bu kasıd da bâtıldır. Netice itibarıyla mesele açıktır.
İtiraz: Bu netice iki açıdan problem arzetmektedir:
a) Sebeblerin konulmasında mükellefin ihtiyar ve kasdmın bulunması şart olmaktadır.[83] Eğer mükellefin ihtiyar ve kasdı, sebeblerin müsebbeblerini gerektirmesine ters düşüyorsa, bunun anlamı mükellefin sebebi yerli yerinde tam olarak ortaya koymamış, aksine şartı ki ihtiyar olmaktadır eksik olarak gerçekleştirmiş olduğudur. Bu durumda şart eksik olacağı için sebebler sahîh olmayacak, bundan da sebeblerden neşet edecek müsebbeblerin vuku bulmaması lâzım gelecektir.
b) Şâri'in maksadına ters düşen kasıd, bu kitapta ilgili yerinde de zikredilmiş olduğu üzere, ameli iptal edici bir Özellik arzetmektedir. Mesela mübâh kılıcı sebeblerin, mübâh kılmayıcı niyetiyle ortaya konulması, Şâri'in maksadına açık bir zıtlık göstermektedir. Çünkü Şâri'in kasdı, bu vesileler sebebiyle o neticelerin husule getirilmesidir. Şu halde bu şekilde sebeblerin işlenmesi bâtıl ve yasaklanmış olacaktır. Meselâ: namaz kılan ve kendisi için onun yeterli olmayacağına; [2ie] abdest alıp, onun namazı kendisine mübâh kılıcı olmamasına niyet eden kimse vb. gibi. Dolayısıyla bu esas ile daha önce geçen esas arasını bulmak (cem), birbirine ters düşen iki şeyi bir arada toplamak olur
ki, böyle bîr netice de bâtıl olmaktadır.
Cevap: Önce birinci itiraza cevap verelim: Bizim burada ortaya koyduğumuz konu, sebeblerin sebeb olabilmeleri için ihtiyar ile konulmuş olmaları, ancak müsebbeblere yönelik bir kasdın bulunması konusudur. Yoksa, ihtiyar bulunmadan sebeblerin ortaya konulması üzerinde durmuyoruz. Bunların arasını aklen bulmak (cem) mümkündür. Çünkü bunlardan birisi diğerinden Öncedir; dolayısıyla aralarında birbirlerini ortadan kaldırıcı bir durum yoktur. Mesela: Cinsî münâsebeti kasıd ve ihtiyarda bulunsa ve bundan çocuğun yaratılmasını kerih görse, istemese veya toprağa tohum saçsa ve bitmesini istemese veya bir insana doğrulttuğu okunu fırlatsa ve ona değ-memesini istese... vb. gibi. Bunların zikrettiğimiz misallerde olduğu gibi şer'î olmayan konularda (âdiyyât) olması caiz olduğu gibi, aynı şekilde şer'î olan konularda da olması caizdir.
İkinci İtiraza Cevap: Bizim üzerinde durduğumuz bu konuda, sebebin faili, Şâri'in netice versin diye koyduğu şeyin netice vermemesini kasdetmekte ve O'nun sebeb olarak koyduğunu yine sebeb olarak, fakat müsebbebi olmasın kasdıyla ortaya koymaktadır. Oysa ki, kendisinin böyle bir yetkisi bulunmamaktadır. Dolayısıyla onun bu kasdı abes olmaktadır. Şâri'in maksadlanyla ilgili ileri sürdüğünüz kaidede ise durum böyle değildir. Çünkü orada fail; sebebi, Sâri' Teâlâ'mn o sebebe bir müsebbeb olarak tertîb etmediği bir şeye sebeb yapmaya çalışmaktadır. Menedilmesi görüşünde olanlara göre hülle nikâhını buna misal vermemiz mümkündür. Burada muhallil[84], nikâhı ile kadını başkasına helâl kılmak istemektedir. Oysaki Sâri' nikâhı böyle bir müsebbeb için koymamıştır. Dolayısıyla böyle bir kasdın akid sırasında bulunması sebebiyle, o nikâh şer'î bir sebeb olmamaktadır; neticede de böyle bir nikâh, ne nikâhı akdeden muhallil için, ne de ilk koca (muhallelleh) için, nikaha mahal olan kadını helal kılıcı olmamaktadır. Çünkü bâtıldır.
Kısaca, bunlardan biri sebebi, sebeb olmayacak şekilde ortaya koymuş, diğeri ise netice vermeyecek bir sebeb almak üzere işlemiştir. Birincisinin herhangi bir neticesi olmayacaktır. Diğerinin ise neticesi olacaktır. Çünkü ikinci durumda sebebin netice verip vermemesi kişinin ihtiyarının olup olmamasına bağlı değildir. Bu ikinci durumda sebebin faili sebebin sebebliği konusunda Şâri'in kasdma muhalefet de etmemektedir; şu kadar var ki, sebebin rnüsebbebinin vuku bulmayacağı zannına kapılmıştır. Bu ise, bir yalandır veya yersiz bir istek ve 12171 ^zudur. Birincisi ise sebebi, Şâri'in koymuş olduğu sebeb olmak üzere işlemiş değildir. Aralarında ince bir fark vardır; iyi kavramak gerekir.
Bu konuya şu husus da açıklık kazandırmaktadır: Bunlardan birisinde kasıd fiile bitişiktir. Diğerinde ise fiilin istikrar bulmasından sonra ortaya çıkmakta ve fiile tâbi olmaktadır. Bu itibarla birincisinde fiile etki edecek, ikincisinde ise etkide bulunmayacaktır.
İtiraz: Hüküm bakımından bu, niçin ibâdetlerdeki iptal (rafd) gibi olmuyor? Çünkü bu gerçek anlamda, o şeyin şer'î bir sebeb olmasını iptal anlamı içermektedir. Meselâ hadesin kaldırılması konusunda abdest almayı Örnek alalım. Eğer kişi, abdestin hadesi kaldırmaması niyetinde bulunmuşsa, bu abdestte aranan niyetin iptali anlamına gelir. Niyetin iptalinin ise, ibâdetleri iptal edebilecek geçerli bir sebeb olacağını belirtmişlerdir. Bu durumda, burada üzerinde durduğumuz konu tamamıyla başka bir mecraya girmiş olacaktır ve artık konuyu "bütün bunların müsebbeblerin iptaline değil de, bizzat sebeblerin iptaline yönelik olması" teşkil edecektir.
Cevap: Durum hiç de öyle değildir. Niyetlerin iptali ancak Allah'ın emrine imtisâli (uymayı) kasdederek başladığı ibâdetler esnasında mümkün olur. Daha Önce başladığı şekilde bitirmez, bilakis başlamış olduğu ibâdetine uymayan daha başka bir niyetle devam eder. Mesela: Abdest alan bir kimse, hadesin izâlesine niyetle başlasa ve sonra bu niyetini değiştirerek , serinleme ya da bedenindeki maddî kirlerden temizlenme niyetiyle abdest almayı sürdürse niyetini iptal etmiş olur. Ancak ibâdet tamamlandıktan, bütün şartlan yerli yerinde bulunduktan sonra, kişinin o ibâdetin ibâdet olmamasına, üzerine sorumluluğu düşürmesi veya abdest örneğinde namaz kılmayı kendisine mübâh haline getirmesi vb. gibi herhangi bir hüküm terettüp etmemesi şeklindeki kasdinm hiçbir etkisi yoktur. Aksine bu yaptığı ibâdetleri, böyle bir kasdinm bulunmadığı haldeki hükmü üzere bulunmaktadır. Aralarındaki fark açıktır.
İptal (rafd) konusunda söz edip de, bir tafsile gitmeden sadece onun müessir olduğunu söyleyen kimselerin ifâdelerinde buna ters düşen bir unsur yoktur. Çünkü abdestin iptali konusunda fukahânın sözleri ve aralarındaki ihtilafları şu açıdan bu esasın haricinde değildir. Şöyle ki: Abdest konusunda burada iki yaklaşım bulunmaktadır: Abdestin lâyık-ı veçhile alınması üzerinde duran kimse "Namazın mübâh kılınması isteği abdest fiilinin bir lâzımı ve müsebbebi olmaktadır. Bu neticenin kaldırılması da ancak sonradan ortaya çıkan ve onu (.abdesti) bozan bir şeyle olur." demişlerdir. Onun hükmüne yani abdestle birlikte bulunan ve namaz kılıncaya kadar sürecek olan namazı mübâh kılma isteğine bakan kimseye göre ise, bu ileride olacak bir iştir. Dolayısıyla şart olarak ilk niyetle ve abdeste bitişik durumda olması aranır. Bu ise kendisini iptal edecek niyetle bozulmuştur; dolayısıyla artık o abdestle gelecek namazın mubah kılınması sahîh olmaz. Çünkü bu, fiile bitişik iptal gibidir. Bu tür iptaller fiile bitişik olduğu zaman tesir etmektedir. Burada da durum aynıdır. Ama taharet niyetini, o abdestie namazı edâ ettikten ve namazın hükmü tamamlandıktan sonraiptal edecek olsa, bu durumda ona yeniden abdest alıp namazını iade etmesini söylemek sahîh olmayacaktır.[85] Aynı şekilde namaz kılan ve selam verdikten sonra o namazını iptal etmek isteyen kimsenin durumu da aynıdır; kendisine emredileni emredildiği şekil üzere îfâ etmiştir. Her ne kadar abdest, onunla kıldığı namazın tamamlanmasından sonra da olsa iptali ile bozulur diyen de varsa da, kaide onun bu sözü karşısında açık bulunmaktadır.
Allah en iyisini bilir ve tevfîk ancak ondandır.
Buraya kadar anlattıklarımız, sebeblerin şartları yerli yerinde tam ve mânilerden de uzak olarak işlenmesi durumuyla ilgiliydi.
Sebeblerin, olması gerektiği şekilde yapılmaması, şartlarını tam olarak içermemesi ve mânilerinden de uzak olmaması durumuna gelince, bu takdirde o sebeblerden doğması istenen müsebbebler meydâna gelmeyecektir; mükellefin kasdı-na itibar edilmeyecektir. Çünkü müsebbebîerin vuku bulup bulmaması mükellefin elinde olmayan bir şeydir. Sonra Sâri, onları mü-sebbeblerini doğuracak şekilde sebeb olarak koyarken, onların belli şartları taşıması ve mânilerden da uzak bulunması şartını da getirmiştir; onları ancak bu şartla sebeb olarakkabul etmiştir. Dolayısıyla bu şartlar tam olarak bulunmadığı zaman sebeb, şer'î bir sebeb olmak için yeterli ve tam olmayacaktır. İster sebebin şartlarının bulunması ve mânilerinden uzak olması, onun (yani sebebin) parçalarını oluştururlar diyelim, ister bu görüşte olmayalım netice fark etmeyecektir. Keza, şayet bütün eksikliklerine rağmen, mükellef diliyor diye sebeb müsebbeblerini gerektirecek olsaydı veya sebeb tam olmasına rağmen mükellefin kasdı yok diye müsebbebleri ortaya çıkmasaydı, o takdirde sebebleri Sâri' Teâlâ'nın koymuş olmasının bir mânâsı kalmayacaktı ve O'nun bu vaz'ı abes olacaktı. Çünkü onların şer'î sebeb-ler olmasının anlamı, ortaya konulduklarında şer'an müsebbebleri-nin ortaya çıkmasıdır. Keza onların şer an sebeb olmayışlarının anlamı da, onlar ortaya konulsa bile, şer'an müsebbeblerinin ortaya çıkmamasıdır. Eğer mükellefin ihtiyar ve kasdı bunların şer'î hakikatlerini çevirecekse, o takdirde sebeblerin şer'an belli bir konulurları (vaz') olmayacaktır. Halbuki biz prensip olarak sebeblerin şerîatte belli bir vaz' üzere konulmuş olduklarını kabul ediyoruz. Dolayısıyla bu bir tutarsızlıktır ve muhaldir. Böyle bir neticeye götürecek olan şey de onun gibi tutarsız ve muhal olacaktır. Böylece şer'î sebebler bahsinde, mükellefin kasıd ve ihtiyarının herhangi bir tesiri olmayacağı ortaya çıkmış olmaktadır.
İtiraz: Bu nasıl olabilir? Halbuki, "Nehiy (yasak) nehyedilen şeyin fesadına delâlet etmez." veya "Nehiy sıhhate delâlet eder." yahut da "Zâtına yönelik bir husustan dolayı (lizâtihî) nehiyde bulunulanla, vasfına yönelik bir husustan dolayı (li vasfıhî) nehiyde bulunulan şey arasını ayırmak gerekir..." şeklinde görüşler bulunmaktadır. Bu görüşler yasaklanmış olan bir sebebin ortaya konmasınınki bu şartları tam olarak bulunmayan, manîlerinden uzak olmayan bir sebebin işlenmesi demektir müsebbeblerini ortaya koyacağına delâlet etmektedir. İmâm Mâlik'in mezhebinde de buna delâlet eden şeyler vardır: Ona göre fâsid olan alış veriş akidleri ilk başlangıçta, mebîin kabzı sırasında mülkiyet şüphesi ifâde ederler. Keza onlar, pazarın değiştirilmesi (mebîin nakledilmesi) ve onun maddî varlığını ortadan kaldırmayan diğer tasarruflarla da mülkiyet ifâde ederler. Gasb ve benzeri gayr-ı meşru tasarruflar da, gasbedilen şeyin (ayın) maddî varlığı ortadan kaldırılmasa bile, ona (Mâlik) göre çeşitli meselelerde mülkiyet ifâde ederler. Halbuki gasb ve benzeri gayr-ı meşru şeyler aslında bir sebeb değillerdir. Buradan da; yasaklanmış olan sebebin işlenmesi durumunda, onun üzerine müsebbebin terettiib edeceği neticesi çıkmaktadır. Ancak "Nehiy mutlak surette nehyedilen şeyin fesadını gerektirir." denilecek olursa o zaman netice farklı olacaktır.
Cevap: Kaide geneldir. Bu bahsedilen şeylerde mülkiyet mânâsının ifâdesi, bizzat birinci akdin kendisinden çıkmayan haricî başka durumlardan dolayı olmaktadır. Onun açıklanmasının yeri şimdi burası değildir. İnşallah bu konuya sonra temas edilecektir.
Fasıl:
Daha önce geçen meseleler üzerine bina edilen konulardan birisi de şudur: Sebebi işleyen kimsenin, müsebbebi ortaya koymanın kendi yetki ve ihtiyarıyla ilgisi bulunmadığı şuuru içerisinde olması gerekir ve eğer kişi sebebi işlerken müsebbebi failine (Allah'a) havale eder ve ondan tamamen sarf-ı nazarda bulunursa bu kendisinin ihlâsı, Allah'a olan itimat ve tevekkülü için daha uygun olur; emredilen sebeb-lere tevessül; yasaklanılan sebeblerden de kaçınma konusunda sabır olmasına, gerçek anlamda şükrünü îfâda bulunmasına ve diğer güzel makamlara ulaşmasına yardımcı olur. Aslında açık olmakla birlik-Î2201 te, bunlardan bir kısmının zikre dilme siyi e konu açıklık kazanacaktır.
İhlâs konusunu ele alalım: Mükellef sebeb konusunda vârid olan emir ve nehye icabet edip, bunların ötesinde başka bir şeye atf-ı nazarda bulunmayınca, kendi beklentilerinden uzak kalmış, Rabbinin hukukunu îfâ etmiş ve gerçek kulluk makamında yerini almış olur. Mü-sebbebe iltifatta bulunması ve ona j'önelik bir kasdının olması durumu ise böyle değildir. Çünkü o takdirde Allah'a olan teveccühü saflığını yitirecek; sebebe tevessül ile ortaya koymaya çalıştığı Allah'a olan teveccühü, müsebbebe olan teveccühü vasıtasıyla olmuş olacaktır. İh-lâs açısından bu iki mertebenin arasında farklılığın bulunduğunda ise herhangi bir şüphe bulunmamaktadır.
Tevekkül ve işleri Allah'a tevdî (tefviz) noktasından da daha uygundur demiştik; çünkü, mükellef müsebbebin kendi yükümlü tutulduğu şeyler altında olmadığını, kendi güç ve kudretinin yeteceği tarzda da bulunmadığını bildiği zaman, bütün kalbiyle onu elinde bulunduran Allah'a dönecek; böylece Allah'a tevekkül ve her şeyini O'na havale etmiş olacaktır. Bu ibâdetlerle ilgili olsun olmasın bütün yükümlülüklerde böyle olacaktır. İbâdetlerle ilgili yükümlülüklerde bunlara ilâveten kulun sebehlere tevessülden sonra da, hâlâ korku ve umut arasında bulunmaya devam etmesi gibi bir netice de doğacaktır.[86] Eğer kişi sebeblere tevessülde bulunmakla müsebbeblere iltifat ve kasdı bulunan kimselerden ise, bu sebebiyetin vereceği neticeyi hep bekler olacak, belki de bu aceleci tavrı, neticeyi beklemekte olduğundan sebebin tamamlanmasından Önce ondan yüz çevirmesine sebeb olabilecektir.[87] Neticede de teveccühü, kendi güç ve yetkisinde olmayan şeye kayacak ve kendisinden yapılması istenilen şeye teveccühü kalmayacaktır. Şu hikâye işte bu konumda cereyan etmiş olmalıdır: Birisi "Kim kırk sabah Allah için ihlâsta bulunursa, hikm.et pınarları onun kalbinden dili üzere ortaya çıkar,"[88] hadisini işitmiş ve kendi zanmnca hikmete ulaşmak için ihlâsa başlamış, süre dolmuş, fakat hikmet gelmemiş. Sonra bunu ehline sormuş. Kendisine:
Sen sadece hikmet için ihlâsta bulunmuşsun; Allah için ihlâsta bulunmamışsın; diye cevap verilmiş. Sebeblerin işlenmesi sırasında müsebheblerin göz önünde bulundurulması konusunda bu gibi şeyler çok olmaktadır. Hatta bazan bu mülâhazaları iyice taşar ve sebeblere riâyetle, o sebebleri koymak durumunda olan kişi arasına girdiği bile olur. Böylece âbid olan ibâdetlerini çok görmeye başlayabilir, âlim ilmiyle gururlanma hâline girebilir. Ve benzeri durumlar,Sabır ve şükür konusuna gelince, çünkü kişi devamlı ve sadece Allah'ın emirlerine bakıp, müsebbeblerin ve onların sebeblerinin kıvamı O'nun elinde bulunduğuna, kendisinin sadece memur bir kul olduğuna inanınca, Allah'ın emri yanında duracak; kendisi için ondan kaçış durumu olmayacak, hiçbir zaman o emri göz önünden ırak etmeyecek ve o konuda nefsini sabıra zorlayacaktır. Çünkü kendisinin sürekli murakabe altında olduğunu biliyordur ve Allah'ı görüyormuşçasına kullukta bulunan kimselerdendir. Bu durumda iken eğer müseb-beb vuku bulacak olursa, layıkıyla şükreden kimselerin başında yer alacaktır. Zira o müsebbebin ortaya çıkmasında, kendisinin esbaba tevessül etmiş olmasına en ufak bir pay ayırmayacaktır ve ondan dolayı kendi nefsine ne bir fayda ne de bir zarar biçmeyecektir. Her ne kadar o bir alâmet ve âdî bir sebeb ise de, nihayet bir sebebiyet vermeden, cereyan eden âdet-i ilâhiye uygun bir tertipten başka bir şey değildir. Her şey Allah'ın elindedir.
Ama böyle olmaz da müsebbebe iltifat ve kasıdda bulunacak olursa durum daha farklı olacaktır. Sebeb ya netice verecektir, ya da neticesiz kalacaktır. Netice verdiği zaman sevinecek: neticesiz kaldığında ise. Allah'ın taksim ve kazasına rıza göstermeyecek, sebebi bir hiç gibi telakki edecektir. Muhtemelen bu durum kendisini usandıracak ve onu terkedecek; belki ondan sıkılacak ve artıkkendisine ağır gelmeye başlayacaktır. Bu Allah'a dînin bir tarafından kulluk etmeye benzemektedir. Böyle bir durum kulluk boyunduruğu altına giren kimselerin âdetleriyle bağdaşmayacak bir tavırdır. Diğer yandan güzel ve rızaya uygun makam ve haller üzerinde düşünenler, onların müsebbeblere iltifatı terk esası üzerinde bulunduklarını göreceklerdir. Belki de bu yaklaşım, keramet ve harikuladelikler sahibi kimselere en çok fayda veren bir tavır olmuştur.
Fasıl:
Müsebbeblerin Allah'ın elinde olduğu düşüncesiyle, onlara iltifatta bulunmayan kimsenin bütün düşüncesi tevessül etmekte olduğu sebeb olacaktır. O kişinin hatırı sürekli onu korumak, onu gözetmek ve onun hakkında nasîhatta bulunmakla meşgul olacaktır. Çünkü sebebden başkası kendisiyle ilgili değildir. Şayet sebebden gözettiği kasıd müsebbeb olsaydı, o takdirde sebebi asıl konuluş şekli üzere işlemesi ve ona bir kulluk icrası kasdı dışında başka amaçlarla yaklaşmış olması ihtimali doğacaktı. Belki de bu durum onu, haberi bile olmadan sebebin ihlâli neticesine bile ulaştıracaktı. Belki haberli olacaktı fakat hakkında düşünmeyecekti. Buradan da pek çok mefsedet ortaya çıkacaktı. Bu anlayış hem dünya hem de âhiretle ilgili konularda, ibâdetler alanında aldanmanın aslını teşkil etmektedir. Hatta bütün helak edici özelliklerin aslını bu telakki teşkil etmektedir. Dünyevî işlerde bu açıktır. Çünkü kişi ancak ticâretinde umduğu kazancı bir an evvel elde etmek amacıyla veya icra ettiği zenâatının revâc bulması için (yani müsebbebe yönelik kasdmdan dolayı) hile yapar/aldanır. İbâdetlere gelince, Allah Teâlâ'mn sevdiği bir kulun özelliğinden olmak üzere gök ehlinin kendisini sevmesinden sonra yeryüzünde onun için hüsnü kabul konulur. Nafilelerle yaklaşmak önce Allah sevgisini, sonra da meleklerin sevgisini kazanmanın sebebi [222] olmaktadır. Daha sonra da o kimse için yeryüzünde hüsnü kabul konulmaktadır. Muhtemelen âbid, sebeble ki nafileler oluyordu bu müsebbebe iltifat ve kasıdda bulunacak, sonra ona ulaşmak için aceleci davranacak ve kendi işi olmayan bir şeyi talep etmek işin içine karışacaktır. Neticede de bu durum sebebi açığa vurduracaktır ki bu da riya olmaktadır. Diğer helak edici şeylerde de durum aynıdır. Böyle bir netice de fesad olarak yeterlidir.
Fasıl:
Bir diğer husus da, bu halin sahibi huzurludur, gönlü rahattır, dağınık değildir; kalbi her türlü dünyevî yorgunluklardan uzaktır, tek bir yönü vardır. Böylece bu kimse dünyada mutlu bir hayat sürecek, âhirette de mükâfatlandırılacaktır. Yüce Allah: "Kadın, erkek, inanmış olarak kim iyi iş işlerse, ona hoş bir hayat yaşatacağız.[89] buyurmaktadır. Rivayet edildiğine göre Cafer es-Sâdık, âyette geçen hoş bir hayat (hayâten tayyibeten) hakkında: "O marifetullahtır, gerçek anlamda Allah'la birlikte olmaktır, Allah'ın emrine hakkıyla vâkıf olmaktır." demiştir. İbn Atâ da: "Allah'la birlikte yaşamak, O'ndan başka herşeyden yüz çevirmektir." demiştir.
Keza kişinin kendisini sebebe verip müsebbebe yönelik herhangi bir iltifat ve kasıdda bulunmaması şeklindeki bir davranışta, bütün düşüncesi tek bir nokta üzerinde yoğunlaşacağı için diğer düşüncelerden kurtulma durumu da bulunmaktadır. Ancak sebeble birlikte [223] onun müsebbebine yönelik bir kasıd da bulunduran kimsenin durumu böyle değildir. Çünkü böyle bir kimse işlediği her sebebin müsebbebini de dikkat nazarına alacaktır. Bu ise düşünceleri çoğaltıcı, dikkatleri dağıtıcı bir davranış olacaktır. Yine sebeblerin netice doğurucu, do-ğurmayıcı olmalarına bakma neticesinde de zihin ve düşünce dağınık bir hal alacaktır. Sebebler netice verdiğinde tek bir doğrultuda netice vermeyecek ve sahibinin kalbi hep keşke netice (müsebbeb) bulunduğu şekilden daha uygun olsaydı şeklinde meşgul, düşüncesi sürekli dağınık birhalarzedecekti. Bazan sebebi kınayacak, bazan da müsebbebe karşı rıza ve hoşmıdsuzluk gösterecektir. Hz. Peygamberin "Dehre (zamana, feleğe) sövmeyin. Çünkü 'dehr'Allah'tır." [90] sözü ve benzerleri işte bu mânâya işaret etmektedir.
Başka bir şeye iltifat etmeden sırf sebeble meşgul olan kimse ise, tek bir şeyle meşgul olmaktadır ki, o da sebeb vasıtasıyla hangi sebeb olursa olsun Allah'a olan kulluğun icrâsıdır. Hiç şüphe yoktur ki, pek çok düşüncelere nisbetle tek bir düşünce, nefis üzerinde gerçekten çok hafif kalacaktır. Hatta sabit durumda olan tek bir düşüncenin dahi, kendi içerisinde çeşitli ve değişken durumda olan bir düşünceye nisbetle hafifliği inkar edilemez. Hadis-i şerifte: "Kim bütün düşüncelerini tek bir düşünce haline getirirse, şâir düşünceleri için Allah ona kâfidir. Kim de bütün tasasını âhireti için toplarsa, onun dün-ya işlerine Allah yeterlidir."[91]huymlmuştuT. Şu söz de bu mânâya çok yakın bulunmaktadır: "Kim ilmi Allah için talep ediyorsa[92] az bir ilim kendisine yeterlidir. Kim ilmi insanlar için tahsil ediyorsa, insanların ihtiyaçları pek çoktur." Zâhidler bu meydanda düşkünlük göstermişler ve giriştikleri yarışlarla sevinmişler, hatta bazıları "Eğer melikler bizim üzerinde bulunduğumuz şeyleri bilselerdi, onları elde etmek için bize karşı silahla savaş açarlardı" demişlerdir. Hadis-i şerifte: "Dünyada zühd kalbi ve bedeni rahatlatır.[93] buyrulmuştur. Zühd; yoksulluk, her şeyden el-etek çekrcek değildir. Aksine o kalbde bulunan bir haldir ki, isterseniz ona esbaba tevessülle kullukta bulunmak ve onları işlerken müsebbeblerine iltifat etmemek diyebilirsiniz. Bunlar bazı numunelerdir ve kaidenin genel içeriği hakkında size bir fikir verecek ve dikkatinizi çekecek mâhiyettedir.
Fasıl;
(Müsebbebin mükellefin kudreti dâhilinde olmadığı ve onunla yükümlü de bulunmadığı esası üzere bina edilen hususlardan birisi de şudur:) Müsebbebe yönelik olan iltifat ve beklenti bazan orta şiddette olur. Buna inşallah ileride temas edilecektir. Bu kişinin sebeble-ri cereyan etmekte olan âdet-i ilâhîye müsteniden ortaya koyması durumunda olur. Müsebbeblere yönelik iltifat ve beklentileri olan kim-[224] seler için, daha salim olan yol da budur. Müsebbeblere karşı olan iltifat ve beklenti bazan da beşerin tahammül gücünün üstünde aşın ve mübalağalı bir dozda olur. Bu yüzden de esbaba tevessül eden kimse için neticede aşın yorgunluk ya da kendi işini terk ile kendi işi olmayan bir işe girişmek gibi bir durum ortaya çıkar.
Aşırı yorgunluk, daha çok seyr ü sülük erbabının karşılaştıkları şeydir. Bazan esbaba tevessül eden kimsenin aşırı bir korku ve bedbinlik içerisinde olduğu da gözlenir.Bu meselenin aslını, Kur'ân'daki Yüce Allah'ın Hz. Peygamber'e yönelik uyarılan teşkil etmektedir: Hz. Peygamber fevkalâde bir gayretle insanları Allah'ın dînine davet ediyordu. Halbuki, onun için daha uygun olanı orta derecede bir beklenti içerisinde
olmasıydı. Konuyla ilgili âyetlerde şöyle deniliyor: "Ey Muhammedi Onların söylediklerinin seni üzeceğini elbette biliyoruz; doğrusu onlar seni yalancı saymıyorlar, fakat zâlimler Allah'ın âyetlerini bile bile inkâr ediyorlar.... Onların yüz çevirmesi sana ağır gelince, eğer gücün yeri delmeye veya göğe merdiven dayamaya yetmiş olsaydı, onlara bir mucize göstermek isterdin. Allah dileseydi onları yolda toplardı. Sakın bilmeyenlerden olm,a.[94] "Ey Muhammedi İnanmıyorlar diye nerdeyse kendini mahvedeceksin.[95] "Ey Peygamber! Küfre koşanlar seni üzmesin.[96] "Putperestlerin: 'Ona bir hazine indirilmeli veya yanında bir m,elek gelmeli değil miydiV demelerinden senin Ey Muhammedi- kalbin daralır ve belki de sana vahyolunanın bir kısmını terkedecek olursun. Sen ancak bir uyarıcısın, Allah her şeye vekildir." 8S; "Sabret, senin sabrın ancak Allah'ın yardımıyindir: onlara üzülme, kurdukları düzenlerden endişe etme." 89
Bu ve benzeri âyetler, Hz. Peygamber'in göğüs gerdiği sıkıntılarını azaltmasına ve kendisinin sadece Allah'ın emrettiği şeylerleki sebeblerin icrası olmaktadır yetinme durumuna avdet etmesini teşvik etmektedir. Dilediğini doğru yola iletecek olan Allah'tır. "Sen sâdece bir uyarıcısın,[97] "Sen sadece bir korkutucusun. Allah her şeye vekildir.[98] vb. âyetler buna delîl olmaktadır. Bütün bunlar Hz. Pey- [225] gamber'den [ ""îîSEuta1 ] istenilen şeyin esbaba tevessülde bulunmak olduğunu göstermektedir. Sebebleri vaz' eden (müsebbib) ve müsebbebin yaratıcısı ise Allah'tır. "Allah'ın onların tevbelerini kabul veya onlara azab etm.esi işiyle senin bir ilişiğin yoktur.[99] Bu âyetler size göstermektedir ki; Hz. Peygamber [ 8l«*«Tta''] , onların îmân etmelerine aşırı hırs göstermekten, tebliğde mübalağaya kaçmaktan dolayı, keza yaptığı çağrının neticesini ki cehennemden kurtulmalarını temin edecek imanları oluyordu elde etmek amacından dolayı aşın bir sıkıntıya maruz kalmıştır. Öyle ki, bunu yansıtmak üzere Kur'ân'da "And olsun ki, içinizden size, sıkıntıya uğramanız kendisine ağır gelen, size düşkün, inananlara şefkatli ve merhametli bir peygamber gelmiştir."[100] âyetiinmiştir. Bununla birlikte Hz. Peygamber , nübüvvet makamına daha uygun ve lâyık olan, daha az sıkıntı ve meşakkat çekmesini temin edici bir ölçüye (orta Ölçülü olmaya) davet edilmiştir. Her ne kadar, peygamberlik makamının hiçbir makamla kıyaslanamayacak kendine has ve lâyık bir şeref ve mertebesi varsa da; bu durum, ona ait olan bu hükümlerle, onun daha altında bulunan ve ümmete uygun olan mertebelere istidlalde bulunmayı zedeleyecek değildir. Nitekim şeriat âlimleri Hz. Peygamber'in hallerini, ona dair hükümleri ümmetiyle ilgili hükümlerde, . onlan delîl olarak kullanmanın şahinliğini sadece kendisine has olduğuna dair bir delîl bulunmadıkça kabul etmektedirler.
Kendi işini terkle, kendi işi olmayana yeltenmeye gelince; burada kişi sebebi icra ederken bizzat müsebbebe yönelerek onun olmasını ya da olmamasını kasdettiğinden, bu haliyle Şâri'in maksadına muhalif düşmüş olmaktadır. Zira bilindiği üzere, müsebbebin mükellefle bir ilgisi yoktur; kişi onunla yükümlü tutulmamıştır. Aksine s müsebbeb sadece Allah'ın yetki ve irâdesinde olmaktadır. Müsebbebe ' yönelik kasdı bulunan kimse ifratı hasebiyle genelde, onun vukuunu belli bir garaza mebnî istemiş olmaktadır. Halbuki o, her açıdan kulun belli garazına uygun olarak değil, sadece Allah'ın irâdesi doğrultusunda cereyan etmektedir. Dolay] sıyla kulun garazı ve kasdı vaz' (ko-nuluş) itibarıyla murâd olunan şeye muhalif düşmektedir. Bu ise edeb sının mn dışına çıkmak ve kadere karşı koymaky a da o mânâda birşey demektir. Nitekim sahîh hadiste bu mânâya dikkat çekilmiş ve şöyle buyrulmuştur: "Kuvvetli mümin Allah'a zayıf mu'minden daha hayırlı ve daha makbuldür. Her bir şeyde hayır vardır. Sana fayda veren şeye çaba göster; Allah'tan yardım dile ve âciz olma. Başına bir şey gelirse 'Eğer şöyle yapsam, şöyle olurdu.'deme! Ancak 'Bu Allah'ın kaderi, O ne dilerse yapar.' de! Çünkü 'eğer' kelimesi şeytanın amelini açar."[101] Hadiste 'eğer' ifâdesinin, şeytanın amelini açacağına dikkat çekilmiştir. Çünkü bu tavır, sebeb ortaya konulurken müsebbebe yönelik bir iltifat ve kasdın bir neticesi, sanki müsebbeb sebebten doğar-mış ya da aklen onun lâzımı (zorunlu) bir neticesiymiş gibi bir telakkinin sonucu olmaktadır. Halbuki, müsebbebin vukuu tamamen ilâhî irâde ve kader dahilindedir. O dilediğini yapar. Zira, O'na ne sebebin mevcudiyeti yardımcı olur, ne de sebebin bulunmaması O'nu acze düşürür.
Sözün kısası, ortaya çıkan şey (müsebbeb), kesin olan kaderin yürürlük bulması demektir. Geride kalıyor sebeb: Eğer o yükümlü olunan bir şeyse, teklif gereğince o işlenecektir. Kulun kudreti dâhilinde olmadığı için yükümlü olunmamış bir şeyse, o zaman onu da her şeyin Allah'ın elinde bulunduğu şuurunda olan kimsenin tavrıyla Allah'a havale etmek ve O'na boyun eğmek gerekecektir. Böyle yapıldığı takdirde üzerine şeytanın ameli açılmayacaktır. Çoğu zaman insan, bu mânâda mübalağa eder ve neticede, şeytanın vesvesesine kapılmak, kadere karşı koymak vb. gibi, şer'an hoş olmayan durumlara düşebilir.
Fasıl:
Müsebbebi dikkate almayan kimse, eğer işlediği şey ibâdetse, mertebece daha yüksek, amelce de daha ihlâslı ve temiz olacaktır. Eğer işlediği şey ibâdet dışı bir konuysa, ecri daha çok olacaktır. Çünkü kendi hazzını düşürmek üzere amelde bulunmaktadır. Müsebbeb-lere yönelik beklentileri olan kimse ise böyle değildir. Çünkü o, nefsinin güttüğü hazlara ulaşmak amacıyla amele girişmiştir. Amellerin neticeleri Allah'ın yaratması olmakla birlikte nihâî olarak kulların kendilerine döner. Çünkü onlar ya maslahatlardır ya da mefse-detlerdir. Nitekim Ebû Zer'in rivayet ettiği kudsîhadiste de: "Ey Kullarım! Bunlar ancak sizin amellerinizdir. Onları size sayıyorum. Sonra onların karşılığını size tastamam veriyorum...."[102] buyrulmak suretiyle buna işaret edilmiştir. Bu mânânın aslı da bizzat Kur'ân'da [227] bulunmaktadır. "Kim salih bir amel işlerse kendi nefsi içindir." [103]
Şu halde, onlara iltifatta bulunan kendi hazzı yüzünden amel etmiş olmaktadır. Sırf emir ve nehye yönelik olmak üzere amel eden kimse ise, nefsinin hazlarını düşürmüş olmaktadır. Bu hâl erbabının tuttuğu yol olmaktadır. Bu konu başka bir yerde genişçe ele alınmıştır.
Soru:Müsebbebîere atf-ı nazarın olup olmaması nasıl anlaşılacaktır? Bunun bir kıstası var mıdır?
Cevap: Hazlarm terki bazan, kalbin onlara genel anlamda iltifat etmemesi anlamında açık olabilir. Bu azdır ve bu hal daha çok sofilerden hâl erbabına mahsûstur. Bunlar mutlak anlamda sebebi ortaya koyarlar ve onun bir müsebbebinin olup olmamasına dahi bakmazlar.
Bazan da, hazlar kalpten tümden düşmez, dolayısıyla da bu anlamında durum tam açık olmaz. Burada müsebbebe yönelik olan iltifat (doğrudan değil) emir ve nehyin arkasından olmuştur. Bu, kişinin Allah'ın dilediği gibi tasarrufta bulunabileceğine olan itikadıyla birlikte, carî olan âdet-i ilâhî doğrultusunda hareket etmesiyle olur. Keza; bu, sebeble müsebbebin taleb edilmesiyle yani, Müsebbib olan Allah'tan sebebin gereğini talepte bulunmakla olur. Bir nevi sebeb elini uzatarak Müsebbib'ten istemek gibi. Aynen, tazarru (dua, niyaz) elini uzatarak bir şeyi istemek gibi. Veya bu, müsebbeb hakkında durumu kendi yetki ve irâdesinde bulundurana tevdî yoluyla olur. İşte bunlar sebebi işlerken müsebbeb hakkında sarf-ı nazarda bulunmuş kimseler olmaktadırlar. Müsebbebe iltifat demek sadece, onun sebeble birlikte cereyan ettiğine, ona bağlı olduğuna itikat demektir. Örneğin müsebbebi bizzat sebebin kendisinden istemek, yahut müsebbebi doğuran şeyin bizzat sebeb olduğuna itikat etmek gibi. Zikri geçen mefsedetlere uygun düşen ve neticesinden korkulan telakki de işte budur.Bu iki uç arasında kalan kısımlar ise, ictihad sahası olmaktadır. Taraflardan hangisine daha yakın iseler, onun hükmünü alırlar. Benzeri bir mütâlâa, hazlar meselesinde de aynı şekilde söz konusudur. [104] ...
Konular
- Onuncu Mesele
- On Birinci Mesele
- On İkinci Mesele
- On Üçüncü Mesele
- VAZ'Î HÜKÜMLER
- Vaz'ı Hükümlerin Birinci Nevi: Sebeb
- Birinci Mesele
- İkinci Mesele
- Üçüncü Mesele:
- Dördüncü Mesele
- Beşinci Mesele
- Altıncı Mesele
- Yedinci Mesele
- Sekizinci Mesele
- Dokuzuncu Mesele
- Onuncu Mesele
- On Birinci Mesele
- On İkinci Mesele
- On Üçüncü Mesele
- On Dördüncü Mesele
- Vaz'î Hükümlerin İkinci Nevi: Şart
- Birinci Mesele
- İkinci Mesele
- Üçüncü Mesele
- Dördüncü Mesele
- Beşinci Mesele
- Altıncı Mesele
- Yedinci Mesele