Yedinci Mesele
Üzerinde durulduğu zaman hafifletme sebebi olarak düşünülebilecek meşakkatlerin iki kısım olduğu görülecektir:
a) Hakîkî meşakkatler: Ruhsatların söz konusu olduğu hususlardaki mevcut meşakkatlarin büyük çoğunluğu bu kısımdandır. Hastalık, sefer ve benzeri mevcut muayyen sebebi olan meşakkatler gibi.
b) Vehme dayanan (hayalî) meşakkatlar: Bunlar, ruhsat hükmünü gerektiren sebebin ya da sebebin hikmetinin bulunmadığı meşakkatlerdir. Bunlar mutad olan meşakkatlerin üzerinde olmayan meşakkatlerdir.
a) Hakîkî meşakkatler:
Bu tür meşakkatlerin bulunması durumunda mükellefin azî-met hüküm üzerinde ısrar etmesi, ya onu şer'an veya bedenen altından kalkılamayacak bir sıkıntıya sokacaktır ve bu durumda meşakkat kesin olacak; zan ya da vehim dahilinde bulunmayacaktır; ya da böyle (kesin) olmayacaktır. Eğer birinci neviden ise, o takdirde ruhsat hükümle amel edilmesi matlûp olacaktır ve bu nevi, üzerinde herhangi bir anlaşmazlık bulunmayan ruhsatın birinci kısmına dâhil bulunacaktır. Çünkü bu durumda ruhsat Allah hakkı için olmaktadır.
Eğer ikinci neviden yani meşakkatin bulunmasının zan dahilinde olması halinde ise, zanlar farklılık arzedeceğinden asıl olan, azimet hükmü üzerinde kalmak olacaktır. Bu durumda azîmet hükmün gereği, zan tarafı güçlendikçe zayıflayacak, zayıfladıkça da güçlenecektir. Mesela Ramazan'da oruç tutmamayı mubah kılabilecek bir hastalığa yakalanan kimsenin, bu hastalıkla birlikte kendisinin oruç tutamayacağını zannetmesi gibi. Ancak bu zan:
1. Ya belli bir sebebe müstemden olur: Mesela oruca baylar fnkat t»mninİHvnmıty»cağını anlar ve bozar veya namaza Bynkt.H iknn bn^lıır l'akal. devamına güç yetiremez ve oturarak tamamlar. Mu birinci kısımdan olur ve onun hükmünü alır; zira mükellef üzerine götüreme,yeceği yük yüklenme-inektedir.
2. Ya da pek çok tecrübeden alınmış olan bir sebebe müsteniden olur ve sebeb de fiilen mevcut bulunur. Yani hastalık mevcuttur ve böyle bir hastalıkla oruç tutmaya ve ayaktn namaz kılmaya veya abdest için su kullanmaya âdeten tfüç yetirilemez. Buuları bizzat kendisinin tecrübe etmiş olmalı da gerekmez. Bu da bazan bir önceki kısma katılır. Bunun bir önceki kısma katılması sebebin fiilen bulunması açısından olur. Ondan ayrı mütâlâa edilmesi ise şu açıdandır: Mükellefin kadir olmadığı bizzat kendisince sabit olmamıştır; çünkü gerçekten kudretinin olmadığı, ancak ibâdete başlaması ve kendisini denemesi halinde ortaya çıkar. Bu ise azîmet üzere istenildiği şekilde ibâdeti yapmaya girişmemiştir ki, onu tamamlamaya kadir olup olmadığı ortaya çıksın. Dolayısıyla bu durumda daha uygun olanı, üzerine hüküm bina edilecek şey ortaya çıkıncaya kadar azîmet hükümle amel etmektir.
b) Vehme dayanan (hayalî) meşakkatlar:
Bunlar vehme dayanan hayalî meşakkatlerdir. Ortada meşakkatin ne sebebi ne de hikmeti vardır. Bu kısımdan olan meşakkatlerin sebeblerinin daha sonra olacağına dair değişmez (muttarid) bir âdet vardır veya yoktur: Eğer birinci kısımdan ise bu takdirde sebeb ya bulunacaktır ya da bulunmayacaktır. Eğer sebeb mevcut ise ve ruhsat da yerinde vâki olmuşsa, işte bu durumda ihtilaf bulunmaktadır. İhtilaf; baştan mükellefin ruhsat hükme yeltenmesi konusunda olmayıp, ruhsatla amel etmesi durumunda, bunun mükellef için yeterli olup olmayacağı konusundadır. Zira bir hükmün henüz ortaya çıkmamış sebeb üzerine bina edilmesi sahîh değildir. Hatta kendisi bulunsa bile şartı bulunmayan bir sebeb üzerine dahi hüküm binasına gidilmesi sahîh değildir. Hükmü gerektiren sebeb-tir. Sebebin şartı bulunmadığı zaman bile hüküm binasına gidile-mediğine göre, ya bizzat sebebin kendisinin bulunmaması durumunda vaziyet nasıl olacaktır? Burada üzerinde durulan şey, âdet olan nöbetlerine göre yarın kendisini sıtma tutacağını bilen ve henüz nöbeti gelmeden önce orucunu bozan kimse gibileri hakkındadır. Keza bugün hayız görmeye başlayacağı zannıyla orucunu bozan bir kadının durumu da böyludir. Bütün bunlar gerçekten zayıf mesnedlerdir. B»i» âlimlir bu mesnedleri keffâretlerin düşürülmesi ko-nuHunda itibâra almanın sahîh olacağına dâir şu âyetle istidlalde bulunmuşlardır: "Daha önceden Allah'tan verilmiş bir hüküm olmadaydı, aldıklarınızdan (ganimet) ötürü size büyük bir azab erişirdi.[120] Bu âyet, müslümanlardan cezanın düşürüldüğünü belirtmekte ve gerekçe olarak da onlara ganimetin ilm-i ilâhîde helal kılınmış olduğunu göstermektedir.[121]Bu bizim burada üzerinde durduğumuz konu ile ilgili değildir. Çünkü konumuz mükellef üzerine terettüp eden şer'î hükümlerle ilgilidir. Burada azabın terettübü şer'î bir düzenlemeye yönelik değildir; aksine o insana günahları sebebiyle ulaşan diğer cezalar (ukubet) gibi ilâhî bir durum olmaktadır. "Başınıza gelen herhangi bir musibet ellerinizle işlediğinizden ötürüdür.[122]âyetinde de böyle bir durum vardır.
Eğer sebebin bulunacağına dair değişmez bir âdet yoksa, o takdirde bir problem de yok demektir.
Bu taksimin özeti şudur: Kesin olmayan zan ve varsayımlar, vehme dayalı ve hayalî meşakkatler kısmına dâhil bulunmaktadır. 18M1 Bunlar ise çeşitlidir. Nefislerin arzu ve hevesleri de aynı şekildedir. Çünkü nefisler aslı olmayan şeyleri var sayarlar. Bu durumda doğru olan hareket tarzı, ihlal edici bir meşakkatin bulunmaması halinde aslî azîmet hükmü ile amel etmek olacaktır. Çünkü insanın akıl ve dînine etki etmediği sürece meşakkate metanet ve sabır göstermek daha hayırlı bir şeydir. Hakîkî meşakkatin bulunması demek, mükellefin ona sabredememesi demektir. Sabırla emredilmiş olanlar ancak ona takat getirebilecek kimselerdir. İstikra neticesinde görülmektedir ki, meşakkatlerin mevcudiyetine dâir vehimler, bizzat o meşakkatlerin hükmünü almamakta, daha hafif bir hükme tabi tutulmaktadır. Çünkü vehimler bir çok hallerde isabetli değildir. Şu halde vehim durumunda gerçek anlamda bir meşakkat bulunmamaktadır. Gerçek meşakkat, ruhsat için konulmuş olan illet olmaktadır. O da olmadığına göre, hüküm bağlayıcı olmayacaktır. Ancak mazinne ki sebeb olmaktadır hikmet makamına geçerse, o takdirde sebeb bağlayıcılık için değil de câizlik için dikkate alınabilecektir. Çünkü mazinne (illetin muhtemelen bulunduğu yer) illet demek olan hikmeti kemâli üzere gerektirmez. Dolayısıyla daha uygun olan davranış şekli asıl olanla amel etmek olacaktır. Sonra vehme dayalı olan meşakkatlerin dikkate alınması hakîkî meşakkatlerden olabilir şeklindeki bir ihtiyata yöneliktir. Hakîkî olan ise vuku bakımından aynı düzeyde bulunmamaktadır. Dolayısıyla vehme dayalı mi|tkkıibr ttitrin» hüküm bina edilmeli mümkün değildir.
Nefislerin arzu ve heveslerinden kaynaklanan meşakkatlor ise, birincinin zıddı olmaktadır. Zira bilindiği gibi şer'î hükümlerin konulmasında Şâri'in maksadı, nefisleri arzu ve heveslerinden kurtarmak, alışkanlıklarından çıkarmaktır. Dolayısıyla ruhsatların meşruiyetinde nefislerin arzu ve istekte bulunduğu şeylere nisbetle söz konusu olacak meşakkatlere itibarda bulunulmayacaktır. Dikkat edilirse görülecektir ki, Yüce Allah kendisine ruhsat verilmesi için nefislerin arzularıyla ilgili bir konuyu ileri süren ve sefere katılmamasına bunu mazeret, olarak gösteren kimse hakkında zemde bulunmuş ve şöyle buyurmuştur: "Onlardan 'Bana izin ver, beni fitneye düşürme' diyen vardır. Bilin ki onlar zaten fitneye düşmüşlerdi. Cehennem inkar edenleri şüphesiz kuşatacaktır.[123] Bu âyet, el-Ced b. Kays'ın Hz. Peygamber'e Tebük seferi için "Bana sefere katılmamam için izin ver; beni sarışın kızlarla fitneye düşürme; çünkü ben onlara karşı sabır gösteremem." sözü ile ilgilidir. Keza Allah şöyle buyurmuştur: '"Sıcakta savaşa çıkmayın' dediler. De ki: 'Cehennem ateşi daha sıcaktır.' Keski buseydiler![124] Allah daha sonra gerçek özrü belirtmiş ve şöyle buyurmuştur: "Güçsüzlere, hastalara ve sarfedecek bir şeyi bulunmayanlara, Allah ve peygamberine bağlı kaldıkları müddetçe sorumluluk yoktur.[125] Allah burada gerçek özür sahiplerini açıklamıştır. Bunlar cihada takat yetiremeyen kötürümler, çocuklar, yaşlılar, deliler, körler vb. gibi kimselerdir. Keza asla yol tedâriki için gerekli hiçbir şeyi bulunmayan, bir başkasınca da masrafları karşılanamayan kimseler de mazurdurlar. Âyette "Allah ve peygamberine bağlı kaldıkları müddetçe" kaydı getirilmiştir. Bunun bir gereği de, Allah'a taat konusunda nefislerine herhangi bir pay bırakmamalarıdır. Şu âyete dikkatle bakmak gerekecektir: "İsteyen, istemeyen hepiniz savaşa çıkın.[126] "Çıkmazsanız Allah size can yakıcı azâbla azâb eder ve yerinize başka bir millet getirir.[127] Hal böyle iken, özrü sadece nefsinin arzu ve hevesleri olan kimsenin durumu nasıl dikkate alınarak, onun hakkında ruhsat verilecektir.
Evet! Şer'î hükümlerin, nefsî arzuların Şâri'in maksadına tabi olması üzere konulduğu doğrudur. Yüce Allah bir mefsedete sebebiyet vermeyecek biçimde kulların şehvetlerini giderebilmeleri, nimetlerden istifâde etmeleri konusunda genişlik göstermiştir. Getirilen yükümlülüklerle, mükellefe bir meşakkat binmemesi ve belirlendiği üzere yapıldığında onun nimetlerden istifâde etmesini engelleyecek bir neticeye müncer olmaması istenilmiştir. Bu yüzden de daha baştan selem, kırâz (mudârabe), müsâkât ve benzeri genişlik getiren ruhsatlar her ne kadar bir başka kaidede bunları engelleyen unsurlar bulunsa da meşru kılınmış; dünya menfaatlerinden pek çok şey helal kılınmıştır. Bu durumda her ne zaman nefsi taşkınlık gösterir ve Şâri'in kendisi için helal yoldan gidermesini helal kıldığı bir şehvet ve arzunun peşine düşer; onu helal yoldan gidermeyerek gayrı meşru yollara başvurursa, bu şeytanî ve mutlaka uzaklaşılması vâcib olan bir arzu ve heves olmuş olur. Mesela bir günaha düşkünlük gösteren kimsenin durumu gibi. Böyle bir kimseye düşkün olduğu o konuda asla ruhsat yoktur. Çünkü burada ona verilecek ruhsat, bizzat şeriatın kendisine muhalefet olmaktadır. Daha önce geçen ruhsatlar ise böyle değildir. Çünkü onlar tam kıstasa vuruldukları zaman şeriata bir uygunluklarının bulunduğu görülmektedir.
Bu açıklamalardan da anlaşılmıştır ki, arzu ve hevaya muhalefetten doğacak meşakkatten dolayı asla ruhsat verilmeyecektir. Hakîkî meşakkatin bulunması durumunda ise şartları ile birlikte ruhsat vardır. Şartı bulunmadığı zaman ise, zimmetini mesuliyetten tam olarak temize çıkarmak isteyen kimse için lâyık olan azî-met hükme yönelmesi ve onunla amel etmesidir. Ancak bu durum yani azîmet hükümle amel, bazan mendûb kabilinden bazan da vâcib kabilinden olur.
Allahu a'lem!
Fasıl:
Bu yolda ortaya çıkacak faydalardan birisi de, hakkında tartışma bulunan kısımla ilgili olmak üzere, ruhsatlardan kaçınma ve bu konuda ihtiyatlı davranma, onların içerisine girmekten sakınma olmaktadır. Çünkü bu konu net değildir ve karıştmlabilen bir konudur; şeytanın her türlü desiseleri, nefsin uğraşıları, arzu ve heves peşinde körükörüne koşturma buradan neşet etmektedir. Bu yüzdendir ki, sûfi şeyhleri mürîdlerine ruhsatlarla amel etmeyi tamamen terketmeyi tavsiye etmişler ve azîmetlerle amel etmeyi kendilerine bir usûl kabul etmişlerdir. Allah onlara rahmet etsin! Elde ettikleri faydalı neticelerden de belli ki, bu sahîh ve güzel bir yoldur. Ruhsatlardan, ancak durumu kesin olanların veya ibâdetlerde olduğu gibi yapılması istenilen şer'i bir vaııf ulmitilin durumunda ya dn hâel olduğu için müsâkât ve karz gibi dank baftan ruhsat olarak meşru kılınan şeylerin işlenmesi uygun olur. Bualt« rın dışında kalan konularda ise azîmet hükme yönelinilir ve onunla amel edilir.
Bir diğer fayda da, güçlüğün kaldırılması hakkında vârid olan delillerin mertebelerine göre mânâlarının anlaşılmış olmasıdır. Mo sela "Allah ruhsatlarının işlenmesini sever.[128] hadîsinde söz konusu olan 'ruhsat' hakkında talep bulunduğu sabit olan ruhsat olmaktadır. Çünkü biz burada sözü edilen meşakkati, benzeri hakkında Hz. Peygamber'in Yolculukta oruç tutmak iyilik ve takvadan değildir.[129] buyurduğu meşakkate yoracak olursak, bu durum Yüce Allah'ın şu buyruklarına uygun düşecektir: "Allah sizin hakkınızda kolaylık diler, zorluk dilemez.[130]"Allah sizden yükünüzü hafifletmek ister.[131] Allah bu buyruklarını, birincisi hakkında "Oruç tutmanız sizin için daha hayırlıdır" , ikincisi hakkında da "Sabretmeniz sizin için daha hayırlıdır" buyurduktan sonra söylemiştir. Şu halde şer'î meseleler üzerinde duracak kimselerin, şer'î hükümlerin nasıl cereyan ettiğini yakînen anlayabilmesi için bu incelikler üzerine eğilmeleri gerekmektedir. Bu konuda vârid olan şer'î delilleri araştıran kimse için, bu zikredilen husus en güzel biçimde aydınlanmış olacaktır.
Tevfîk ancak Allah'tandır.
Buraya kadar arzettiklerimiz, azîmet ve ruhsat konusunda azîmet hükümle amel etmenin daha uygun olacağı görüşünün izahına yönelik idi.
Fasıl:
Arzedilen görüşün aksine, azimetle amel etmenin daha uygun olmayacağı görüşü de ileri sürülebilir. Bu görüş şu şekilde destekle-
nir:[132] 1.
Azimet hüküm kat'î olduğu gibi, ruhsatın aslını oluşturan hüküm de kat'î olmaktadır. Dolayısıyla biz 'mazinne'yi (hikmetin muhtemel bulunduğu yer, sebeb) bulduğumuz zaman ona itibar ederiz. İster kat'î olsun ister zannî olsun. Çünkü Sâri Teâlâ, hükümlerin düzenlenmesi konusunda zannı kat'iyet mertebesinde tutmuştur. Dolayısıyla her ne zaman hükmün sebebinin mevcudiyeti zan ile bilinecek olsa, o sebeb itibara alınmaya hak kazanmış olacaktır. Zan-nî delillerin furûda (fıkhın konusu olan fer'î meselelerde), kat'î delîller yerine geçtiğine ve o ayarda sayıldığına dair kesin delîller bulunmaktadır.
Kat'î olan zannî olanla tearuz halinde olursa, zannî olan itibardan düşer, şeklinde bir itiraza da yer yoktur.
Çünkü bu durum ancak delîllerin birinin diğerinin hükmünü tamamen ortadan kaldıracak şekilde tearuzlara durumunda olur. Ancak delîllerin durumu, hâss delîlle birlikte âmm ya da mukayyed delille birlikte mutlakm durumu ne ise, burada da aynı olacaksa o takdirde bir tearuzdan bahsedilmeyecektir. Bizim meselemiz işte bu sonuncu kısımdan olup, birinci kısımdan değildir. Çünkü azimetler, mükellefler üzerine güçlük olmamak kaydıyla yüklenil-mişlerdir. Eğer güçlük varsa, o takdirde güçlüğe itibarda bulunularak, onun gereği olan ruhsatla amel etmek sahîh olacaktır.
Keza, zann-ı gâlib bazan daha önceden bulunan kesin delîlin hükmünü ortadan kaldırabilir. Mesela bir şeyde asilliğin haram olması ve sonra onu helal kılacak zannî bir sebebin ortaya çıkması gibi. Avcı, av hayvanının ölümünün sebebinin kendisinin vurması olduğunu zann-ı gâlibiyle bilse bu zannının gereği ile amel etmesi sahîhtir. Oysa ki, başka bir sebebten dolayı ölmüş olması veya ölümüne başkasının yardımcı olması pekâlâ mümkündür. Buna rağmen bu ihtimaller dikkate alınmaz ve zann-ı gâlible amel edilir. Burada asıl olan haramlıktır ve bu kesindir. Ancak bu aslın bu zannî olan karşı delîlle birlikte hâlâ bulunması mümkün değildir. Çünkü burada zann ile hatta şüphe ile birlikte hâlâ kesin haramlı-ğın bulunacağını söylemek mümkün değildir. Dolayısıyla bizim konumuzda da durum aynı olacaktır. İşin gerçeği şudur ki, zann-ı gâlib daha önceden bulunan kat'î aslın hükmünü bırakmamaktadır. Gâlib olan zanlar muteberdir. Ruhsatlar bahsinde de aynı şekilde olmalıdırlar.
2. Ruhsat esası her ne kadar azîmet hükme nisbetle cüz'î ise de,bu durum onda etkin değildir. Aksi takdirde, ruhsat hükmün işle-nilmesi istenilen konularda durumun izahı zor olurdu. Aksine küllî bir asıldan müstesna edilen cüz'î de, bizzat kendisi hakkında itibara alınır. Çünkü böyle bir istisna, bir nevi umûmun tahsîsi ya da mutlakın takyidi kabilinden olmaktadır. Usûl-ı fıkıhta ise, kat'î olanın zannî ile tahsis edilebileceği kabul edilmiştir. Durum böyle olunca bu da öncelikli olarak sahîh olacaktır.[133] Keza; nasıl ki, hüküm zannî olan tahsîse olup, kati olan umumîliğe değilse, burada da aynı olacaktır. Yine nasıl ki, bazı cüzlerinin düzenlilik göstermemesi yüzünden küllî, küllîliğini yitirmiyorsa nitekim bu konu bu kitapta ilgili yerinde ortaya konulmuştur burada da aynı olacaktır. Aksi takdirde yapılması emredilen ruhsatların da ortadan kalkması gerekecektir. Böyle bir netice ise fâsiddir. Fâsid bir neticeye götüren şey de fâsiddir. 3.
Bu ümmetten güçlüğün kaldırıldığına dâir olan delîller katiyet mertebesine ulaşmıştır: "Allah dinde size bir güçlük kılmamış-tır.[134] âyetiyle bu mânâya gelen "Allah sizin hakkınızda kolaylık diler, zorluk dilemez.[135]"Allah sizden yükünüzü hafifletmek ister. Ve insan zayıf yaratılmıştır.[136] "Allah'ın peygambere farz kıldığı şeylerde ona bir güçlük yoktur.[137] "...onların ağır yüklerini indirir, zor tekliflerini hafifletir.[138]gibi âyetler bu hususu ortaya kor. Bu dîn, ihtiva etmiş olduğu kolaylaştırma ve hoşgörüden dolayı "müsamaha dîni olan Haniflik" diye isimlendirilmiştir. Ruhsatların mübâh olduklarına dâir delîller daha önceden geçmişti. O delîllerin tamamı ve benzerleri aynen burada da geçerlidir. (Bunları) ruhsatların tamamına değil de sadece bir kısmına tahsiste bulunmak, delilsiz tahakkümde bulunmaktan başka bir şey değildir.
Meşakkatler eğer kat'î iseler muteberdirler; zannî olanlar ise dikkate alınmaz, şeklinde bir itiraz ileri sürülemez.
Çünkü, kat'iyetle zan hükümde eşittirler Fark ancak tearuz durumunda ortaya çıkar. Burada ise, her ikisinin de aynı anda itibara alınmaları durumunda bir toûruz durumu bulunmamaktadır. Bu durumda tızîmet hükmü almak, ruhsat hükmünü almakten daha ültün olacak değildir. Hatta bunun aksini yani ruhsatla amal etmenin daha üstün olacağını söylemek mümkün olabilecektir. Çünkü ruhsatlar hem Allah hem de kul haklarını birlikte içer-moktodirler. Ruhsatla emredilmiş bulunan ibâdetler (icra edildiklerinde) yerini bulmaktadırlar; şu kadar ki ruhsat üzere icra edilmiş olmaktadırlar; hiçbir zaman baştan düşmüş olmamaktadırlar. Azimet hükümler ise farklı olarak sadece Allah hakkı içerirler. Yü-c« Allah âlemlerden müstağnidir, hiçbir şeye muhtaç değildir. İbâdetler, nihâî olarak hem dünyada hem de âhirette kulun hazzına yöneliktir. Dolayısıyla her iki hakkı da içermesi bakımından ruhsatla amel edilmiş olması daha uygun olacaktır. 4.
Şâri'in ruhsatları meşru kılmasından maksadı, meşakkatler karşısında mükellefe nfk ve kolaylık göstermektir. Bu itibarla ruhsatların mutlak surette alınmaları Şâri'in kasdına muvafık olacaktır. Diğer taraf ise böyle değildir. Çünkü hep azimet hükümlerin a-lınması, dinde aşırılık, tekellüf ve lüzumundan fazla düşkünlük gibi istenilmeyen tavırlar için bir mazinne (muhtemelen onlara götürebilecek bir davranış) olabilir. Nitekim bazı âyetlerde bu tür davranışlar yasaklanmıştır: "Ey Muhammedi De ki: "Buna karşılık sizden bir ücret istemiyorum. Kendiliğinden bir şey iddia eden kimselerden (tekellüfte bulunanlardan) de değilim.[139] "Allah sizin hakkınızda kolaylık diler, zorluk dilemez.[140] Meşakkatlerin üstle-nilmesinde ise tekellüfe girme ve zorluk vardır. İsrail oğullarına bir sığır boğazlamaları emredildiğinde hemen emre uymayıp işi zorlaştırmışlardı. Onların hakkında İbn Abbas'ın: "Eğer herhangi bir sığır boğazlasalardı, kendileri için yeterli olacaktı. Ancak onlar aşırı gittiler, tekellüfe girdiler; Allah da zorlaştırdıkça zorlaştırdı.[141] dediği rivayet edilmiştir. Hadiste de Hz. Peygamber "Aşırılık gösterenler helak oldu.[142] buyurmuşlar; ruhbanlığı (evlenmemeyi) yasaklamışlar ve "Kim benim sünnetimden yüz çevirirse benden değildir.[143]demişlerdir. Hz. Peygamber bu hadişlerini, duvamlı h«r nün oruç tutmak, geceleri devamlı nam M lttl> inak, kadınlara yaklaşmamak ve benzeri daha önctkl ümmetlif için geçerli olan fakat Yüce Allah'ın "...onların ağır yüklerini indi» rir, zor tekliflerini hafifletir."[144] buyruğu ile bu ümmetten kaldırdığını bildirdiği ağır işlere yeltenen ve böyle bir hayat Hürmoyn azmeden kimseler hakkında söylemişlerdir. Hz. Peygamberin mSm bizzat kendileri de, hem insanlar içerisinde iken hem d« tonhııda bulunduklarında[145] ruhsatlardan istifâde etmişlerdir.-Mesela yolcu-luk esnasında namazını kısaltması ve orucunu tutmaması, (atlım düşüp[146] yanı soyulduğu zaman namazı oturarak kılması, şişmanlayınca gece namazlarını ^oturarak kılması, rükû etmek istediği zaman ayağa kalkıp biraz okuyup sonra rükûya gitmesi gibi. Hz.lVy-gamber'in ashabı da aynı yola girmişler ve hiçbir zaman bu sebebten dolayı birbirlerini kınamamış ve azarlamamışlardır, Nitekim hadiste bu yüzden asla birbirlerini ayıplamadıklarını H'Ade etmişlerdir.[147] Bu mânâya delâlet edecek deliller çoktur. 5.
Sebebinin zan ölçüsünde bulunmasına rağmen ruhsatların ter-kedilmesi, hayırda yarışmadan kopmaya, usangaçlığa ve sıkılmaya, ibâdetlere kendini vermekten kaçmaya, amel işlemekten hoşlajıma-maya ve devamlılığı terketmeye sebebiyet verebilir. Bu iddianın doğruluğu üzerine şeriatta getirilmiş birçok delîl bulunmaktadır. Çünkü insan bir zorluğun bulunduğunu düşündüğü zaman veya kendisinden zor bir şey istendiği zaman bundan hoşlanmaz ve usanır. Belki de bu usanç duyması yüzünden bazı zamanlarda o şeyi yapmaktan acziyet hisseder. Zira bazan sabreder bazan da sabır ve tahammül gösteremez. Teklif ise daimîdir. Takat üstü yükümlülük haddine ulaşmadığı sürece kişi önüne ruhsat kapıları açılmadığı zaman, şeriatı kendisine zor geliyor sayabilir. Bunun neticesinde de güçlüğün kaldırıldığına delâlet eden delîller ve onların medlulleri hakkında yanlış anlamalara gidebilir, veya (kulluktan) kapabilir ya da, şer'an hoş görülmeyen bazı şeylerle karşı karşıya gelebilir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Bilin ki, içinizde Allah'ın peygamberi bulunmaktadır. Eğer o, bir çok işlerde size uymuş olsaydı şüphesiz kötü duruma (sıkıntıya) düşerdiniz.[148] "Ey inananlar! Allah'ın siza helal ettiği temiz şeyleri haram kılmayın, hududu da aşmayın, doğrusu Allah aşırı gidenleri sevmez.[149] Rivayete göre bu âyet, nefis aleyhine bir aşırılık olmak üzere Allah'ın helal kıldığı şeyleri haram kılma sebebiyle inmiştir ve böyle bir davranış "haddi aşmak" olarak nitelendirilmiştir. Hadislerde de "Amellerden güç yetirebileceğiniz şeyleri yapmaya çalışınız. Çünkü siz usanmadıkça Yüce Allah asla (sevap vermekten) usanmayacak-tır.[150] "Hz. Peygamber iki şey arasında muhayyer bırakıldığında, günah olmadığı sürece hep en kolay olanı seçerdi.[151] buyrulmuştur. Hz. Peygamber visal orucunu[152] yasaklamıştı. Fakat onlar bundan vaz geçmeyince onlarla birlikte visal orucu tuttu, bir gün sonra bir gün daha ekledi sonra hilâli gördüler. Peygamber efendimiz yasağa uymayıp da visal orucuna yeltenen kimselere bir ders (taciz) mahiyetinde: "Eğer ay gecikseydi ben mutlaka visal orucuna gün ekleyerek devam ederdim. (Tabiî siz de buna güç yetiremezdiniz.) " buyurmuşlardır.[153] Keza başka bir hadiste "Eğer ay uzasaydı ben mutlaka visal orucuna devam ederdim ve o zaman aşırılık gösterenler aşırılıklarını terkederlerdi.[154]buyurmuşlardır. Abdullah b. Amr b. el-Âs, yaşlandığı zaman "Keşke Hz.Peygamber'in ruhsatını kabul etseydim.[155] demiştir. Hadiste şöyle anlatılır:
"Hz. Peygamber'e:
'"Şu el-Havlâ bt. Tuveyt! Dediklerine göre gece hiç uyumaz-mış;' dediler. Hz. Peygamber:
"'Gece uyumaz mı?! Gücünüzün yettiği kadar ibâdet edin.[156] buyurdular ve onun bu davranışını tasvip etmediler. Muâz'ın imamlığı ile ilgili hadislerinde 'Muâz! Sen fitneci misin?' diye çok ağır söz söylemişlerdir. Bir adam gelerek Hz. Peygamber'e:
'"Ya Rasûlallah! Ben Falan yüzünden sabah namazından geri kalıyorum. (Yatsı namazını) çok uzatıyor' demişti. Ravi, Hz. Pey-gamber'in bunun üzerine sinirlendiği gibi hiçbir zaman sinirlenme-diğini belirtir, donra da H*. Peygamber: 'tçinİMdt dindtn n«frtt ettirenler var...' buyurmu|lnrdır.[157]
'"İki direğin artısında bağlı bir ip vardı. Efendimiz onun nt olduğunu sordu.
'"Zeyneb'in. Namaz kılar, yorulduğu zaman ya da gnvftldik geldiğinde ondan tutar,' dediler. Efendimiz: 1844]
'"Çözün onu. Sizden her biriniz zinde oldukça kılsın; yoruldu' ğu veya gevşeklik hissettiği zaman otursun.[158] buyurmuşlardır,"
Benzeri delîller pek çoktur. Ruhsatın terki de bu kabildim olmaktadır. Bu yüzdendir 4d Efendimiz 'Yolculukta oruç tutmak iyilik ve takvadan değildir.[159] buyurmuşlardır. Durum böyle olduğuna göre, ruhsatla amel etmenin daha uygu» olacağı it-bit olmuştur demektir. Eğer ruhsatla amel etmenin dahn uygun Oİ* madiği kabul edilse bile, azimetle amel etmenin daha uygun OİIBt* dığı da öncelikli olarak sabit olacaktır. 6.
' Şer'î düzenlemeler, her ne kadar arzu ve heveslere muhâltffct içinse de nitekim bu kitabın ilgili yerinde açıklanmıştır onların dünya ve âhiret maslahatlarını temin için konulmuş olduğunda di şüphe yoktur. Arzu, ancak şer'î düzenlemelere muhalif olduğu liman yerilmiştir. Bizim konumuz ise böyle bir arzu ve heves değildir. Eğer arzu şer'î düzenlemelere uygunluk arzederse, o takdirdi yerilmemektedir. Konumuz da işte bu kabilden olan arzu ve hevtl-lerle ilgilidir. Zira Sâri' Teâlâ ruhsat için bir sebeb tayin eder Vf zannı gâlib üzere bu sebeb de bulunursa ve bu durumda biz onun gereğini yerine getirerek ruhsatla amel ettiğimizde bunun nerelinde arzu ve hevâya uymak söz konusu olacaktır. Ruhsatlara tabi olmak yüzünden emir ve nehyin gereğinden çıkmak neticesi doğabile-cekse, aynı netice aşırılıklara gitmek, ruhsatlan terketmek, her-şeyin zoruna sarılmak durumunda da doğabilir. Bu durumda bunlardan biri diğerinden daha öncelikli değildir. Ruhsatlar ve azimetler konusunda meşru bulunan sebeblere tabi olmak arasında bir fark yoktur. Zann-ı gâlib eğer azimetler tarafında ise, onlar itibara alınır; keza ruhsatlarda da durum aynı olur. Birinin diğerinden daha üstünlüğü yoktur. Kim bu ikisi arasını ayırır ve farklı mütâlâa ederse, icmâa muhalefet etmiş olur.Bu arzedilenler de bu tarafın delîl ve yaklaşımlarını teşkil et- mektedir.
Fasıl:
Buraya kadar verilen bilgiler ışığında, sebebinin gâlib zanla ya da kat'iyetle sabit olması durumunda[160] ruhsatın terkedilmesi tarafının daha uygun olduğu, bazı hallerde de ruhsatla amel etmenin daha üstün olduğu, bazan da her iki tarafla da amel etmenin eşit olduğu ortaya çıkıyor. Ancak ruhsatın sebebinin bulunduğuna dair gâlib zan yoksa, o takdirde ruhsatla amel etmenin engelleneceğinde herhangi bir problem bulunmamaktadır.
Keza hafifletme doğrultusunda amel etmeye delâlet eden deliller âmm ve mutlak oluşlarına yorulur ve bunlardan bir kısmı belli yerlere tahsis edilme cihetine gidilmez. İki grup arasındaki ihtilaf noktası kendisini şurada göstermektedir: Birinci gruba göre dikkate alınacak olan şey, illetten ibaret olan bizzat meşakkatin kendisidir. İlletin (meşakkatin) mazinnesi olan sebebe ise itibar edilmez. İkinci gruba göre ise, dikkate alınacak şey bizzat yolculuk ve hastalık gibi meşakkatin mazinnesi yani sebebtir. Bu duruma göre, eğer illet munzabıt (açık, istikrarlı) olmazsa,[161] illet için keza munzabıt bir mazinne de mevcut değilse, o takdirde konu net olmayacak, karışıklıklara sebebiyet verebilecektir. İşte böylesi durumlarda çoğu kez "ihtiyatlı davranma" esasına başvurulacaktır. Çünkü bu, yerinde de belirtildiği üzere sabit ve muteber bir esas olmakta*] tadır.
Fasıl:
İtiraz: Arzedilenler tamamen birbirine karşı durumda olan delillerin arzından ibarettir. Bu ise konu ile ilgili problem getirmekten başka bir şey değildir. Bundan bir çıkış yolu yok mudur?
Cevap:evet vardır ve iki açıdan problemden çıkmak mümkündür:
1.Konuyu müctehidin görüş ve değerlendirmesin» hııvAlo ötmek. Burada her iki tarafın da delîl ve yaklaşımları herhangi hır tercihe gidilmeksizin arzedilmiş ve konu müctehidin değerlendirmesine bağlı bırakılmıştır. O değerlendirmesini yapacak ve bu mm neticesinde bu iki taraftan biri öbür, tarafa ya mutlak sûretlo gnltt-be çalacaktır; yahut da onlardan biri bazı haller ve durumlar iyin, diğeri de başka hal ve durumlar için ağırlık kazanacaktır.
2.Burada arzedilenlerle, "Makâsıd" bölümünde arzod ilecek olan "Meşakkatlerin neviteri ve hükümleri" bahisleri birlikte değerlendirilecektir. Eğer bu iş yapılır ve her iki konu birlikte ele alınırsa, bu iki yoldan hangisinin doğru olduğu inşallah ortaya çıkacaktır.
Tevfîk ancak Allah'tandır. [162]
a) Hakîkî meşakkatler: Ruhsatların söz konusu olduğu hususlardaki mevcut meşakkatlarin büyük çoğunluğu bu kısımdandır. Hastalık, sefer ve benzeri mevcut muayyen sebebi olan meşakkatler gibi.
b) Vehme dayanan (hayalî) meşakkatlar: Bunlar, ruhsat hükmünü gerektiren sebebin ya da sebebin hikmetinin bulunmadığı meşakkatlerdir. Bunlar mutad olan meşakkatlerin üzerinde olmayan meşakkatlerdir.
a) Hakîkî meşakkatler:
Bu tür meşakkatlerin bulunması durumunda mükellefin azî-met hüküm üzerinde ısrar etmesi, ya onu şer'an veya bedenen altından kalkılamayacak bir sıkıntıya sokacaktır ve bu durumda meşakkat kesin olacak; zan ya da vehim dahilinde bulunmayacaktır; ya da böyle (kesin) olmayacaktır. Eğer birinci neviden ise, o takdirde ruhsat hükümle amel edilmesi matlûp olacaktır ve bu nevi, üzerinde herhangi bir anlaşmazlık bulunmayan ruhsatın birinci kısmına dâhil bulunacaktır. Çünkü bu durumda ruhsat Allah hakkı için olmaktadır.
Eğer ikinci neviden yani meşakkatin bulunmasının zan dahilinde olması halinde ise, zanlar farklılık arzedeceğinden asıl olan, azimet hükmü üzerinde kalmak olacaktır. Bu durumda azîmet hükmün gereği, zan tarafı güçlendikçe zayıflayacak, zayıfladıkça da güçlenecektir. Mesela Ramazan'da oruç tutmamayı mubah kılabilecek bir hastalığa yakalanan kimsenin, bu hastalıkla birlikte kendisinin oruç tutamayacağını zannetmesi gibi. Ancak bu zan:
1. Ya belli bir sebebe müstemden olur: Mesela oruca baylar fnkat t»mninİHvnmıty»cağını anlar ve bozar veya namaza Bynkt.H iknn bn^lıır l'akal. devamına güç yetiremez ve oturarak tamamlar. Mu birinci kısımdan olur ve onun hükmünü alır; zira mükellef üzerine götüreme,yeceği yük yüklenme-inektedir.
2. Ya da pek çok tecrübeden alınmış olan bir sebebe müsteniden olur ve sebeb de fiilen mevcut bulunur. Yani hastalık mevcuttur ve böyle bir hastalıkla oruç tutmaya ve ayaktn namaz kılmaya veya abdest için su kullanmaya âdeten tfüç yetirilemez. Buuları bizzat kendisinin tecrübe etmiş olmalı da gerekmez. Bu da bazan bir önceki kısma katılır. Bunun bir önceki kısma katılması sebebin fiilen bulunması açısından olur. Ondan ayrı mütâlâa edilmesi ise şu açıdandır: Mükellefin kadir olmadığı bizzat kendisince sabit olmamıştır; çünkü gerçekten kudretinin olmadığı, ancak ibâdete başlaması ve kendisini denemesi halinde ortaya çıkar. Bu ise azîmet üzere istenildiği şekilde ibâdeti yapmaya girişmemiştir ki, onu tamamlamaya kadir olup olmadığı ortaya çıksın. Dolayısıyla bu durumda daha uygun olanı, üzerine hüküm bina edilecek şey ortaya çıkıncaya kadar azîmet hükümle amel etmektir.
b) Vehme dayanan (hayalî) meşakkatlar:
Bunlar vehme dayanan hayalî meşakkatlerdir. Ortada meşakkatin ne sebebi ne de hikmeti vardır. Bu kısımdan olan meşakkatlerin sebeblerinin daha sonra olacağına dair değişmez (muttarid) bir âdet vardır veya yoktur: Eğer birinci kısımdan ise bu takdirde sebeb ya bulunacaktır ya da bulunmayacaktır. Eğer sebeb mevcut ise ve ruhsat da yerinde vâki olmuşsa, işte bu durumda ihtilaf bulunmaktadır. İhtilaf; baştan mükellefin ruhsat hükme yeltenmesi konusunda olmayıp, ruhsatla amel etmesi durumunda, bunun mükellef için yeterli olup olmayacağı konusundadır. Zira bir hükmün henüz ortaya çıkmamış sebeb üzerine bina edilmesi sahîh değildir. Hatta kendisi bulunsa bile şartı bulunmayan bir sebeb üzerine dahi hüküm binasına gidilmesi sahîh değildir. Hükmü gerektiren sebeb-tir. Sebebin şartı bulunmadığı zaman bile hüküm binasına gidile-mediğine göre, ya bizzat sebebin kendisinin bulunmaması durumunda vaziyet nasıl olacaktır? Burada üzerinde durulan şey, âdet olan nöbetlerine göre yarın kendisini sıtma tutacağını bilen ve henüz nöbeti gelmeden önce orucunu bozan kimse gibileri hakkındadır. Keza bugün hayız görmeye başlayacağı zannıyla orucunu bozan bir kadının durumu da böyludir. Bütün bunlar gerçekten zayıf mesnedlerdir. B»i» âlimlir bu mesnedleri keffâretlerin düşürülmesi ko-nuHunda itibâra almanın sahîh olacağına dâir şu âyetle istidlalde bulunmuşlardır: "Daha önceden Allah'tan verilmiş bir hüküm olmadaydı, aldıklarınızdan (ganimet) ötürü size büyük bir azab erişirdi.[120] Bu âyet, müslümanlardan cezanın düşürüldüğünü belirtmekte ve gerekçe olarak da onlara ganimetin ilm-i ilâhîde helal kılınmış olduğunu göstermektedir.[121]Bu bizim burada üzerinde durduğumuz konu ile ilgili değildir. Çünkü konumuz mükellef üzerine terettüp eden şer'î hükümlerle ilgilidir. Burada azabın terettübü şer'î bir düzenlemeye yönelik değildir; aksine o insana günahları sebebiyle ulaşan diğer cezalar (ukubet) gibi ilâhî bir durum olmaktadır. "Başınıza gelen herhangi bir musibet ellerinizle işlediğinizden ötürüdür.[122]âyetinde de böyle bir durum vardır.
Eğer sebebin bulunacağına dair değişmez bir âdet yoksa, o takdirde bir problem de yok demektir.
Bu taksimin özeti şudur: Kesin olmayan zan ve varsayımlar, vehme dayalı ve hayalî meşakkatler kısmına dâhil bulunmaktadır. 18M1 Bunlar ise çeşitlidir. Nefislerin arzu ve hevesleri de aynı şekildedir. Çünkü nefisler aslı olmayan şeyleri var sayarlar. Bu durumda doğru olan hareket tarzı, ihlal edici bir meşakkatin bulunmaması halinde aslî azîmet hükmü ile amel etmek olacaktır. Çünkü insanın akıl ve dînine etki etmediği sürece meşakkate metanet ve sabır göstermek daha hayırlı bir şeydir. Hakîkî meşakkatin bulunması demek, mükellefin ona sabredememesi demektir. Sabırla emredilmiş olanlar ancak ona takat getirebilecek kimselerdir. İstikra neticesinde görülmektedir ki, meşakkatlerin mevcudiyetine dâir vehimler, bizzat o meşakkatlerin hükmünü almamakta, daha hafif bir hükme tabi tutulmaktadır. Çünkü vehimler bir çok hallerde isabetli değildir. Şu halde vehim durumunda gerçek anlamda bir meşakkat bulunmamaktadır. Gerçek meşakkat, ruhsat için konulmuş olan illet olmaktadır. O da olmadığına göre, hüküm bağlayıcı olmayacaktır. Ancak mazinne ki sebeb olmaktadır hikmet makamına geçerse, o takdirde sebeb bağlayıcılık için değil de câizlik için dikkate alınabilecektir. Çünkü mazinne (illetin muhtemelen bulunduğu yer) illet demek olan hikmeti kemâli üzere gerektirmez. Dolayısıyla daha uygun olan davranış şekli asıl olanla amel etmek olacaktır. Sonra vehme dayalı olan meşakkatlerin dikkate alınması hakîkî meşakkatlerden olabilir şeklindeki bir ihtiyata yöneliktir. Hakîkî olan ise vuku bakımından aynı düzeyde bulunmamaktadır. Dolayısıyla vehme dayalı mi|tkkıibr ttitrin» hüküm bina edilmeli mümkün değildir.
Nefislerin arzu ve heveslerinden kaynaklanan meşakkatlor ise, birincinin zıddı olmaktadır. Zira bilindiği gibi şer'î hükümlerin konulmasında Şâri'in maksadı, nefisleri arzu ve heveslerinden kurtarmak, alışkanlıklarından çıkarmaktır. Dolayısıyla ruhsatların meşruiyetinde nefislerin arzu ve istekte bulunduğu şeylere nisbetle söz konusu olacak meşakkatlere itibarda bulunulmayacaktır. Dikkat edilirse görülecektir ki, Yüce Allah kendisine ruhsat verilmesi için nefislerin arzularıyla ilgili bir konuyu ileri süren ve sefere katılmamasına bunu mazeret, olarak gösteren kimse hakkında zemde bulunmuş ve şöyle buyurmuştur: "Onlardan 'Bana izin ver, beni fitneye düşürme' diyen vardır. Bilin ki onlar zaten fitneye düşmüşlerdi. Cehennem inkar edenleri şüphesiz kuşatacaktır.[123] Bu âyet, el-Ced b. Kays'ın Hz. Peygamber'e Tebük seferi için "Bana sefere katılmamam için izin ver; beni sarışın kızlarla fitneye düşürme; çünkü ben onlara karşı sabır gösteremem." sözü ile ilgilidir. Keza Allah şöyle buyurmuştur: '"Sıcakta savaşa çıkmayın' dediler. De ki: 'Cehennem ateşi daha sıcaktır.' Keski buseydiler![124] Allah daha sonra gerçek özrü belirtmiş ve şöyle buyurmuştur: "Güçsüzlere, hastalara ve sarfedecek bir şeyi bulunmayanlara, Allah ve peygamberine bağlı kaldıkları müddetçe sorumluluk yoktur.[125] Allah burada gerçek özür sahiplerini açıklamıştır. Bunlar cihada takat yetiremeyen kötürümler, çocuklar, yaşlılar, deliler, körler vb. gibi kimselerdir. Keza asla yol tedâriki için gerekli hiçbir şeyi bulunmayan, bir başkasınca da masrafları karşılanamayan kimseler de mazurdurlar. Âyette "Allah ve peygamberine bağlı kaldıkları müddetçe" kaydı getirilmiştir. Bunun bir gereği de, Allah'a taat konusunda nefislerine herhangi bir pay bırakmamalarıdır. Şu âyete dikkatle bakmak gerekecektir: "İsteyen, istemeyen hepiniz savaşa çıkın.[126] "Çıkmazsanız Allah size can yakıcı azâbla azâb eder ve yerinize başka bir millet getirir.[127] Hal böyle iken, özrü sadece nefsinin arzu ve hevesleri olan kimsenin durumu nasıl dikkate alınarak, onun hakkında ruhsat verilecektir.
Evet! Şer'î hükümlerin, nefsî arzuların Şâri'in maksadına tabi olması üzere konulduğu doğrudur. Yüce Allah bir mefsedete sebebiyet vermeyecek biçimde kulların şehvetlerini giderebilmeleri, nimetlerden istifâde etmeleri konusunda genişlik göstermiştir. Getirilen yükümlülüklerle, mükellefe bir meşakkat binmemesi ve belirlendiği üzere yapıldığında onun nimetlerden istifâde etmesini engelleyecek bir neticeye müncer olmaması istenilmiştir. Bu yüzden de daha baştan selem, kırâz (mudârabe), müsâkât ve benzeri genişlik getiren ruhsatlar her ne kadar bir başka kaidede bunları engelleyen unsurlar bulunsa da meşru kılınmış; dünya menfaatlerinden pek çok şey helal kılınmıştır. Bu durumda her ne zaman nefsi taşkınlık gösterir ve Şâri'in kendisi için helal yoldan gidermesini helal kıldığı bir şehvet ve arzunun peşine düşer; onu helal yoldan gidermeyerek gayrı meşru yollara başvurursa, bu şeytanî ve mutlaka uzaklaşılması vâcib olan bir arzu ve heves olmuş olur. Mesela bir günaha düşkünlük gösteren kimsenin durumu gibi. Böyle bir kimseye düşkün olduğu o konuda asla ruhsat yoktur. Çünkü burada ona verilecek ruhsat, bizzat şeriatın kendisine muhalefet olmaktadır. Daha önce geçen ruhsatlar ise böyle değildir. Çünkü onlar tam kıstasa vuruldukları zaman şeriata bir uygunluklarının bulunduğu görülmektedir.
Bu açıklamalardan da anlaşılmıştır ki, arzu ve hevaya muhalefetten doğacak meşakkatten dolayı asla ruhsat verilmeyecektir. Hakîkî meşakkatin bulunması durumunda ise şartları ile birlikte ruhsat vardır. Şartı bulunmadığı zaman ise, zimmetini mesuliyetten tam olarak temize çıkarmak isteyen kimse için lâyık olan azî-met hükme yönelmesi ve onunla amel etmesidir. Ancak bu durum yani azîmet hükümle amel, bazan mendûb kabilinden bazan da vâcib kabilinden olur.
Allahu a'lem!
Fasıl:
Bu yolda ortaya çıkacak faydalardan birisi de, hakkında tartışma bulunan kısımla ilgili olmak üzere, ruhsatlardan kaçınma ve bu konuda ihtiyatlı davranma, onların içerisine girmekten sakınma olmaktadır. Çünkü bu konu net değildir ve karıştmlabilen bir konudur; şeytanın her türlü desiseleri, nefsin uğraşıları, arzu ve heves peşinde körükörüne koşturma buradan neşet etmektedir. Bu yüzdendir ki, sûfi şeyhleri mürîdlerine ruhsatlarla amel etmeyi tamamen terketmeyi tavsiye etmişler ve azîmetlerle amel etmeyi kendilerine bir usûl kabul etmişlerdir. Allah onlara rahmet etsin! Elde ettikleri faydalı neticelerden de belli ki, bu sahîh ve güzel bir yoldur. Ruhsatlardan, ancak durumu kesin olanların veya ibâdetlerde olduğu gibi yapılması istenilen şer'i bir vaııf ulmitilin durumunda ya dn hâel olduğu için müsâkât ve karz gibi dank baftan ruhsat olarak meşru kılınan şeylerin işlenmesi uygun olur. Bualt« rın dışında kalan konularda ise azîmet hükme yönelinilir ve onunla amel edilir.
Bir diğer fayda da, güçlüğün kaldırılması hakkında vârid olan delillerin mertebelerine göre mânâlarının anlaşılmış olmasıdır. Mo sela "Allah ruhsatlarının işlenmesini sever.[128] hadîsinde söz konusu olan 'ruhsat' hakkında talep bulunduğu sabit olan ruhsat olmaktadır. Çünkü biz burada sözü edilen meşakkati, benzeri hakkında Hz. Peygamber'in Yolculukta oruç tutmak iyilik ve takvadan değildir.[129] buyurduğu meşakkate yoracak olursak, bu durum Yüce Allah'ın şu buyruklarına uygun düşecektir: "Allah sizin hakkınızda kolaylık diler, zorluk dilemez.[130]"Allah sizden yükünüzü hafifletmek ister.[131] Allah bu buyruklarını, birincisi hakkında "Oruç tutmanız sizin için daha hayırlıdır" , ikincisi hakkında da "Sabretmeniz sizin için daha hayırlıdır" buyurduktan sonra söylemiştir. Şu halde şer'î meseleler üzerinde duracak kimselerin, şer'î hükümlerin nasıl cereyan ettiğini yakînen anlayabilmesi için bu incelikler üzerine eğilmeleri gerekmektedir. Bu konuda vârid olan şer'î delilleri araştıran kimse için, bu zikredilen husus en güzel biçimde aydınlanmış olacaktır.
Tevfîk ancak Allah'tandır.
Buraya kadar arzettiklerimiz, azîmet ve ruhsat konusunda azîmet hükümle amel etmenin daha uygun olacağı görüşünün izahına yönelik idi.
Fasıl:
Arzedilen görüşün aksine, azimetle amel etmenin daha uygun olmayacağı görüşü de ileri sürülebilir. Bu görüş şu şekilde destekle-
nir:[132] 1.
Azimet hüküm kat'î olduğu gibi, ruhsatın aslını oluşturan hüküm de kat'î olmaktadır. Dolayısıyla biz 'mazinne'yi (hikmetin muhtemel bulunduğu yer, sebeb) bulduğumuz zaman ona itibar ederiz. İster kat'î olsun ister zannî olsun. Çünkü Sâri Teâlâ, hükümlerin düzenlenmesi konusunda zannı kat'iyet mertebesinde tutmuştur. Dolayısıyla her ne zaman hükmün sebebinin mevcudiyeti zan ile bilinecek olsa, o sebeb itibara alınmaya hak kazanmış olacaktır. Zan-nî delillerin furûda (fıkhın konusu olan fer'î meselelerde), kat'î delîller yerine geçtiğine ve o ayarda sayıldığına dair kesin delîller bulunmaktadır.
Kat'î olan zannî olanla tearuz halinde olursa, zannî olan itibardan düşer, şeklinde bir itiraza da yer yoktur.
Çünkü bu durum ancak delîllerin birinin diğerinin hükmünü tamamen ortadan kaldıracak şekilde tearuzlara durumunda olur. Ancak delîllerin durumu, hâss delîlle birlikte âmm ya da mukayyed delille birlikte mutlakm durumu ne ise, burada da aynı olacaksa o takdirde bir tearuzdan bahsedilmeyecektir. Bizim meselemiz işte bu sonuncu kısımdan olup, birinci kısımdan değildir. Çünkü azimetler, mükellefler üzerine güçlük olmamak kaydıyla yüklenil-mişlerdir. Eğer güçlük varsa, o takdirde güçlüğe itibarda bulunularak, onun gereği olan ruhsatla amel etmek sahîh olacaktır.
Keza, zann-ı gâlib bazan daha önceden bulunan kesin delîlin hükmünü ortadan kaldırabilir. Mesela bir şeyde asilliğin haram olması ve sonra onu helal kılacak zannî bir sebebin ortaya çıkması gibi. Avcı, av hayvanının ölümünün sebebinin kendisinin vurması olduğunu zann-ı gâlibiyle bilse bu zannının gereği ile amel etmesi sahîhtir. Oysa ki, başka bir sebebten dolayı ölmüş olması veya ölümüne başkasının yardımcı olması pekâlâ mümkündür. Buna rağmen bu ihtimaller dikkate alınmaz ve zann-ı gâlible amel edilir. Burada asıl olan haramlıktır ve bu kesindir. Ancak bu aslın bu zannî olan karşı delîlle birlikte hâlâ bulunması mümkün değildir. Çünkü burada zann ile hatta şüphe ile birlikte hâlâ kesin haramlı-ğın bulunacağını söylemek mümkün değildir. Dolayısıyla bizim konumuzda da durum aynı olacaktır. İşin gerçeği şudur ki, zann-ı gâlib daha önceden bulunan kat'î aslın hükmünü bırakmamaktadır. Gâlib olan zanlar muteberdir. Ruhsatlar bahsinde de aynı şekilde olmalıdırlar.
2. Ruhsat esası her ne kadar azîmet hükme nisbetle cüz'î ise de,bu durum onda etkin değildir. Aksi takdirde, ruhsat hükmün işle-nilmesi istenilen konularda durumun izahı zor olurdu. Aksine küllî bir asıldan müstesna edilen cüz'î de, bizzat kendisi hakkında itibara alınır. Çünkü böyle bir istisna, bir nevi umûmun tahsîsi ya da mutlakın takyidi kabilinden olmaktadır. Usûl-ı fıkıhta ise, kat'î olanın zannî ile tahsis edilebileceği kabul edilmiştir. Durum böyle olunca bu da öncelikli olarak sahîh olacaktır.[133] Keza; nasıl ki, hüküm zannî olan tahsîse olup, kati olan umumîliğe değilse, burada da aynı olacaktır. Yine nasıl ki, bazı cüzlerinin düzenlilik göstermemesi yüzünden küllî, küllîliğini yitirmiyorsa nitekim bu konu bu kitapta ilgili yerinde ortaya konulmuştur burada da aynı olacaktır. Aksi takdirde yapılması emredilen ruhsatların da ortadan kalkması gerekecektir. Böyle bir netice ise fâsiddir. Fâsid bir neticeye götüren şey de fâsiddir. 3.
Bu ümmetten güçlüğün kaldırıldığına dâir olan delîller katiyet mertebesine ulaşmıştır: "Allah dinde size bir güçlük kılmamış-tır.[134] âyetiyle bu mânâya gelen "Allah sizin hakkınızda kolaylık diler, zorluk dilemez.[135]"Allah sizden yükünüzü hafifletmek ister. Ve insan zayıf yaratılmıştır.[136] "Allah'ın peygambere farz kıldığı şeylerde ona bir güçlük yoktur.[137] "...onların ağır yüklerini indirir, zor tekliflerini hafifletir.[138]gibi âyetler bu hususu ortaya kor. Bu dîn, ihtiva etmiş olduğu kolaylaştırma ve hoşgörüden dolayı "müsamaha dîni olan Haniflik" diye isimlendirilmiştir. Ruhsatların mübâh olduklarına dâir delîller daha önceden geçmişti. O delîllerin tamamı ve benzerleri aynen burada da geçerlidir. (Bunları) ruhsatların tamamına değil de sadece bir kısmına tahsiste bulunmak, delilsiz tahakkümde bulunmaktan başka bir şey değildir.
Meşakkatler eğer kat'î iseler muteberdirler; zannî olanlar ise dikkate alınmaz, şeklinde bir itiraz ileri sürülemez.
Çünkü, kat'iyetle zan hükümde eşittirler Fark ancak tearuz durumunda ortaya çıkar. Burada ise, her ikisinin de aynı anda itibara alınmaları durumunda bir toûruz durumu bulunmamaktadır. Bu durumda tızîmet hükmü almak, ruhsat hükmünü almakten daha ültün olacak değildir. Hatta bunun aksini yani ruhsatla amal etmenin daha üstün olacağını söylemek mümkün olabilecektir. Çünkü ruhsatlar hem Allah hem de kul haklarını birlikte içer-moktodirler. Ruhsatla emredilmiş bulunan ibâdetler (icra edildiklerinde) yerini bulmaktadırlar; şu kadar ki ruhsat üzere icra edilmiş olmaktadırlar; hiçbir zaman baştan düşmüş olmamaktadırlar. Azimet hükümler ise farklı olarak sadece Allah hakkı içerirler. Yü-c« Allah âlemlerden müstağnidir, hiçbir şeye muhtaç değildir. İbâdetler, nihâî olarak hem dünyada hem de âhirette kulun hazzına yöneliktir. Dolayısıyla her iki hakkı da içermesi bakımından ruhsatla amel edilmiş olması daha uygun olacaktır. 4.
Şâri'in ruhsatları meşru kılmasından maksadı, meşakkatler karşısında mükellefe nfk ve kolaylık göstermektir. Bu itibarla ruhsatların mutlak surette alınmaları Şâri'in kasdına muvafık olacaktır. Diğer taraf ise böyle değildir. Çünkü hep azimet hükümlerin a-lınması, dinde aşırılık, tekellüf ve lüzumundan fazla düşkünlük gibi istenilmeyen tavırlar için bir mazinne (muhtemelen onlara götürebilecek bir davranış) olabilir. Nitekim bazı âyetlerde bu tür davranışlar yasaklanmıştır: "Ey Muhammedi De ki: "Buna karşılık sizden bir ücret istemiyorum. Kendiliğinden bir şey iddia eden kimselerden (tekellüfte bulunanlardan) de değilim.[139] "Allah sizin hakkınızda kolaylık diler, zorluk dilemez.[140] Meşakkatlerin üstle-nilmesinde ise tekellüfe girme ve zorluk vardır. İsrail oğullarına bir sığır boğazlamaları emredildiğinde hemen emre uymayıp işi zorlaştırmışlardı. Onların hakkında İbn Abbas'ın: "Eğer herhangi bir sığır boğazlasalardı, kendileri için yeterli olacaktı. Ancak onlar aşırı gittiler, tekellüfe girdiler; Allah da zorlaştırdıkça zorlaştırdı.[141] dediği rivayet edilmiştir. Hadiste de Hz. Peygamber "Aşırılık gösterenler helak oldu.[142] buyurmuşlar; ruhbanlığı (evlenmemeyi) yasaklamışlar ve "Kim benim sünnetimden yüz çevirirse benden değildir.[143]demişlerdir. Hz. Peygamber bu hadişlerini, duvamlı h«r nün oruç tutmak, geceleri devamlı nam M lttl> inak, kadınlara yaklaşmamak ve benzeri daha önctkl ümmetlif için geçerli olan fakat Yüce Allah'ın "...onların ağır yüklerini indi» rir, zor tekliflerini hafifletir."[144] buyruğu ile bu ümmetten kaldırdığını bildirdiği ağır işlere yeltenen ve böyle bir hayat Hürmoyn azmeden kimseler hakkında söylemişlerdir. Hz. Peygamberin mSm bizzat kendileri de, hem insanlar içerisinde iken hem d« tonhııda bulunduklarında[145] ruhsatlardan istifâde etmişlerdir.-Mesela yolcu-luk esnasında namazını kısaltması ve orucunu tutmaması, (atlım düşüp[146] yanı soyulduğu zaman namazı oturarak kılması, şişmanlayınca gece namazlarını ^oturarak kılması, rükû etmek istediği zaman ayağa kalkıp biraz okuyup sonra rükûya gitmesi gibi. Hz.lVy-gamber'in ashabı da aynı yola girmişler ve hiçbir zaman bu sebebten dolayı birbirlerini kınamamış ve azarlamamışlardır, Nitekim hadiste bu yüzden asla birbirlerini ayıplamadıklarını H'Ade etmişlerdir.[147] Bu mânâya delâlet edecek deliller çoktur. 5.
Sebebinin zan ölçüsünde bulunmasına rağmen ruhsatların ter-kedilmesi, hayırda yarışmadan kopmaya, usangaçlığa ve sıkılmaya, ibâdetlere kendini vermekten kaçmaya, amel işlemekten hoşlajıma-maya ve devamlılığı terketmeye sebebiyet verebilir. Bu iddianın doğruluğu üzerine şeriatta getirilmiş birçok delîl bulunmaktadır. Çünkü insan bir zorluğun bulunduğunu düşündüğü zaman veya kendisinden zor bir şey istendiği zaman bundan hoşlanmaz ve usanır. Belki de bu usanç duyması yüzünden bazı zamanlarda o şeyi yapmaktan acziyet hisseder. Zira bazan sabreder bazan da sabır ve tahammül gösteremez. Teklif ise daimîdir. Takat üstü yükümlülük haddine ulaşmadığı sürece kişi önüne ruhsat kapıları açılmadığı zaman, şeriatı kendisine zor geliyor sayabilir. Bunun neticesinde de güçlüğün kaldırıldığına delâlet eden delîller ve onların medlulleri hakkında yanlış anlamalara gidebilir, veya (kulluktan) kapabilir ya da, şer'an hoş görülmeyen bazı şeylerle karşı karşıya gelebilir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Bilin ki, içinizde Allah'ın peygamberi bulunmaktadır. Eğer o, bir çok işlerde size uymuş olsaydı şüphesiz kötü duruma (sıkıntıya) düşerdiniz.[148] "Ey inananlar! Allah'ın siza helal ettiği temiz şeyleri haram kılmayın, hududu da aşmayın, doğrusu Allah aşırı gidenleri sevmez.[149] Rivayete göre bu âyet, nefis aleyhine bir aşırılık olmak üzere Allah'ın helal kıldığı şeyleri haram kılma sebebiyle inmiştir ve böyle bir davranış "haddi aşmak" olarak nitelendirilmiştir. Hadislerde de "Amellerden güç yetirebileceğiniz şeyleri yapmaya çalışınız. Çünkü siz usanmadıkça Yüce Allah asla (sevap vermekten) usanmayacak-tır.[150] "Hz. Peygamber iki şey arasında muhayyer bırakıldığında, günah olmadığı sürece hep en kolay olanı seçerdi.[151] buyrulmuştur. Hz. Peygamber visal orucunu[152] yasaklamıştı. Fakat onlar bundan vaz geçmeyince onlarla birlikte visal orucu tuttu, bir gün sonra bir gün daha ekledi sonra hilâli gördüler. Peygamber efendimiz yasağa uymayıp da visal orucuna yeltenen kimselere bir ders (taciz) mahiyetinde: "Eğer ay gecikseydi ben mutlaka visal orucuna gün ekleyerek devam ederdim. (Tabiî siz de buna güç yetiremezdiniz.) " buyurmuşlardır.[153] Keza başka bir hadiste "Eğer ay uzasaydı ben mutlaka visal orucuna devam ederdim ve o zaman aşırılık gösterenler aşırılıklarını terkederlerdi.[154]buyurmuşlardır. Abdullah b. Amr b. el-Âs, yaşlandığı zaman "Keşke Hz.Peygamber'in ruhsatını kabul etseydim.[155] demiştir. Hadiste şöyle anlatılır:
"Hz. Peygamber'e:
'"Şu el-Havlâ bt. Tuveyt! Dediklerine göre gece hiç uyumaz-mış;' dediler. Hz. Peygamber:
"'Gece uyumaz mı?! Gücünüzün yettiği kadar ibâdet edin.[156] buyurdular ve onun bu davranışını tasvip etmediler. Muâz'ın imamlığı ile ilgili hadislerinde 'Muâz! Sen fitneci misin?' diye çok ağır söz söylemişlerdir. Bir adam gelerek Hz. Peygamber'e:
'"Ya Rasûlallah! Ben Falan yüzünden sabah namazından geri kalıyorum. (Yatsı namazını) çok uzatıyor' demişti. Ravi, Hz. Pey-gamber'in bunun üzerine sinirlendiği gibi hiçbir zaman sinirlenme-diğini belirtir, donra da H*. Peygamber: 'tçinİMdt dindtn n«frtt ettirenler var...' buyurmu|lnrdır.[157]
'"İki direğin artısında bağlı bir ip vardı. Efendimiz onun nt olduğunu sordu.
'"Zeyneb'in. Namaz kılar, yorulduğu zaman ya da gnvftldik geldiğinde ondan tutar,' dediler. Efendimiz: 1844]
'"Çözün onu. Sizden her biriniz zinde oldukça kılsın; yoruldu' ğu veya gevşeklik hissettiği zaman otursun.[158] buyurmuşlardır,"
Benzeri delîller pek çoktur. Ruhsatın terki de bu kabildim olmaktadır. Bu yüzdendir 4d Efendimiz 'Yolculukta oruç tutmak iyilik ve takvadan değildir.[159] buyurmuşlardır. Durum böyle olduğuna göre, ruhsatla amel etmenin daha uygu» olacağı it-bit olmuştur demektir. Eğer ruhsatla amel etmenin dahn uygun Oİ* madiği kabul edilse bile, azimetle amel etmenin daha uygun OİIBt* dığı da öncelikli olarak sabit olacaktır. 6.
' Şer'î düzenlemeler, her ne kadar arzu ve heveslere muhâltffct içinse de nitekim bu kitabın ilgili yerinde açıklanmıştır onların dünya ve âhiret maslahatlarını temin için konulmuş olduğunda di şüphe yoktur. Arzu, ancak şer'î düzenlemelere muhalif olduğu liman yerilmiştir. Bizim konumuz ise böyle bir arzu ve heves değildir. Eğer arzu şer'î düzenlemelere uygunluk arzederse, o takdirdi yerilmemektedir. Konumuz da işte bu kabilden olan arzu ve hevtl-lerle ilgilidir. Zira Sâri' Teâlâ ruhsat için bir sebeb tayin eder Vf zannı gâlib üzere bu sebeb de bulunursa ve bu durumda biz onun gereğini yerine getirerek ruhsatla amel ettiğimizde bunun nerelinde arzu ve hevâya uymak söz konusu olacaktır. Ruhsatlara tabi olmak yüzünden emir ve nehyin gereğinden çıkmak neticesi doğabile-cekse, aynı netice aşırılıklara gitmek, ruhsatlan terketmek, her-şeyin zoruna sarılmak durumunda da doğabilir. Bu durumda bunlardan biri diğerinden daha öncelikli değildir. Ruhsatlar ve azimetler konusunda meşru bulunan sebeblere tabi olmak arasında bir fark yoktur. Zann-ı gâlib eğer azimetler tarafında ise, onlar itibara alınır; keza ruhsatlarda da durum aynı olur. Birinin diğerinden daha üstünlüğü yoktur. Kim bu ikisi arasını ayırır ve farklı mütâlâa ederse, icmâa muhalefet etmiş olur.Bu arzedilenler de bu tarafın delîl ve yaklaşımlarını teşkil et- mektedir.
Fasıl:
Buraya kadar verilen bilgiler ışığında, sebebinin gâlib zanla ya da kat'iyetle sabit olması durumunda[160] ruhsatın terkedilmesi tarafının daha uygun olduğu, bazı hallerde de ruhsatla amel etmenin daha üstün olduğu, bazan da her iki tarafla da amel etmenin eşit olduğu ortaya çıkıyor. Ancak ruhsatın sebebinin bulunduğuna dair gâlib zan yoksa, o takdirde ruhsatla amel etmenin engelleneceğinde herhangi bir problem bulunmamaktadır.
Keza hafifletme doğrultusunda amel etmeye delâlet eden deliller âmm ve mutlak oluşlarına yorulur ve bunlardan bir kısmı belli yerlere tahsis edilme cihetine gidilmez. İki grup arasındaki ihtilaf noktası kendisini şurada göstermektedir: Birinci gruba göre dikkate alınacak olan şey, illetten ibaret olan bizzat meşakkatin kendisidir. İlletin (meşakkatin) mazinnesi olan sebebe ise itibar edilmez. İkinci gruba göre ise, dikkate alınacak şey bizzat yolculuk ve hastalık gibi meşakkatin mazinnesi yani sebebtir. Bu duruma göre, eğer illet munzabıt (açık, istikrarlı) olmazsa,[161] illet için keza munzabıt bir mazinne de mevcut değilse, o takdirde konu net olmayacak, karışıklıklara sebebiyet verebilecektir. İşte böylesi durumlarda çoğu kez "ihtiyatlı davranma" esasına başvurulacaktır. Çünkü bu, yerinde de belirtildiği üzere sabit ve muteber bir esas olmakta*] tadır.
Fasıl:
İtiraz: Arzedilenler tamamen birbirine karşı durumda olan delillerin arzından ibarettir. Bu ise konu ile ilgili problem getirmekten başka bir şey değildir. Bundan bir çıkış yolu yok mudur?
Cevap:evet vardır ve iki açıdan problemden çıkmak mümkündür:
1.Konuyu müctehidin görüş ve değerlendirmesin» hııvAlo ötmek. Burada her iki tarafın da delîl ve yaklaşımları herhangi hır tercihe gidilmeksizin arzedilmiş ve konu müctehidin değerlendirmesine bağlı bırakılmıştır. O değerlendirmesini yapacak ve bu mm neticesinde bu iki taraftan biri öbür, tarafa ya mutlak sûretlo gnltt-be çalacaktır; yahut da onlardan biri bazı haller ve durumlar iyin, diğeri de başka hal ve durumlar için ağırlık kazanacaktır.
2.Burada arzedilenlerle, "Makâsıd" bölümünde arzod ilecek olan "Meşakkatlerin neviteri ve hükümleri" bahisleri birlikte değerlendirilecektir. Eğer bu iş yapılır ve her iki konu birlikte ele alınırsa, bu iki yoldan hangisinin doğru olduğu inşallah ortaya çıkacaktır.
Tevfîk ancak Allah'tandır. [162]
Konular
- İkinci Mesele
- Vaz'î Hükümlerin Dördüncü Nevi: Sıhhat Ve Butlan (Sahîh Ve Bâtıl)
- Birinci Mesele: Sıhhatin Anlamı
- İkinci Mesele: Butlan (Bâtıl)
- Üçüncü Mesele
- Vaz'î Hükümlerin Beşinci Nevi: Azimet Ve Ruhsat
- Birinci Mesele:Azimet
- İkinci Mesele
- Ruhsatın Hükmü:
- Üçüncü Mesele
- Dördüncü Mesele
- Beşinci Mesele
- Altıncı Mesele
- Yedinci Mesele
- Sekizinci Mesele
- Dokuzuncu Mesele
- Onuncu Mesele
- On Birinci Mesele
- İKİNCİ KISIM
- KİTÂBU'L-MAKÂSID
- Makâsıd
- BİRİNCİ NEVİ ŞARİİN ŞERİATIN KONULMASINDAKİ KASDI
- Birici Mesele:
- a) Zarurî Olan Maksatlar (Zarûriyyât):
- b) Hâcî Olan Maksatlar (Hâciyyât):
- c) Tahsîniyyât:
- İkinci Mesele: