Dördüncü Mesele:

Zarûriyyât; hâciyyât ve tahsîniyyât için asıl teşkil eder.

Şayet zarurî olan bir şey ihlâle uğrasa, bu yüzden mutlak surette hâcî ve tahsînî olan şeyler de ihlâle uğrarlar. Ama bunun aksine, hâcî ya da tahsînî olan şeylerin ihlâle uğramasından mutlak surette zarurî olanların da ihlâle uğraması gerekmez. Evet bazen tahsînî olan şeyin mutlak surette ihlâle uğramasından hâcî olan şey bir şekilde zarar gö­rebilir. Bazen da hâcî olan şeyin mutlak ihlâle uğramasından zarurî olan şey bir şekilde zarar görebilir. Bu yüzdendir ki, zarurî olan korun­duğunda, hâcî olanın da, keza hâcî korunduğu zaman tahsînî olanın da korunması uygun düşer. Tahsînî hâcî için, hâcî de zarurî için var olduğuna göre asıl olan zarurî olmaktadır.

Buna göre karşımıza dört önerme çıkmaktadır ve bunların açık­lanması gerekmektedir:
1. Zarurî, hâcî ve tahsînî için asıl teşkil eder.
2. Zarurî ihlâle uğradığında, bundan hâcî ve tahsînînin de ihlâle uğraması lazım gelir.     
3. Hâcî ve tahsînînin ihlâle uğramasından, zarurînin ihlâli söz konusu değildir
4. Mutlak surette tahsînî ve hâcînin ihlâle uğraması durumunda, bundan zarurî de bir nevi etkilenebilir.                                 
5. Zarurî için, hâcî ve tahsînînin korunması uygun olur.
Birinci Önermenin açıklanması: Din ve dünya işleri yukarıda zik­redilen beş zarurî şeyin korunması esası üzerine kuruludur. Şu halde bütün dünyevî işlerin yolunda gitmesi, kıvamı, zarûriyyât üzerine bi­na edilmiş bulunmaktadır. Bu itibarla zarûriyyât ihlâle uğrayıp orta­dan kalkacak olursa, dünya işleri yani teklîf ve mükellefiyetler diye de bir şey kalmayacaktır.Ahiret işleri de aynı şekildedir ve onların kıvamı da ancak zarûriyyâtın korunması ile mümkündür.Şöyle ki; din olmadığı zaman, işlenilen her amele beklenilen bir karşılık verilmesi (mükâfat ve ceza) diye bir şey olmaz. Eğer teklif ve buna bağlı olarak mükellef olmasa, bir dine inanan ve onun üzerinde yaşayan kimse olmaz. Eğer akıl bulunmasa, dini yaşama ortadan kal­kar. Nesil yok olsa, insanlığın bekası olmaz. Mal olmasaki buradaki maldan mülkiyet altına giren ve kişinin müstakillen mülkü olan malı kasdediyorum. Ayrıca buradaki mal tabiri her çeşit yiyecek, içecek, gi­yecek maddelerini, ve insanların mülkiyetlerine almak istedikleri her şeyi kapsamaktadır o takdirde yaşama imkanı olmaz. Eğer bunlar ortadan kalkacak olsa, insanlık yok olur. Bütün bunlar son derece açıktır. Dünya işlerinin nasıl döndüğünü, onun âhiret için bir azık ol­duğunu bilen hiçbir kimse bu konuda en küçük bir kuşku duymaz.Bu husus sabit olunca, şimdi de diyoruz ki, hâcî olan şeyler zarûrîyyât koruluğu etrafında çevrilmiş koruyucu/tamamlayıcı du­vardan başka birşey değildir. Çünkü bunlar zarûriyyât üzerine getiril­miş ve onları tamamlayıcı mahiyette konulmuş şeylerdir. Öyleki bun­lar sayesinde zarûriyyât gerçekleştirilirken karşılaşılacak olan me­şakkatler ortadan kalkmakta, işlerde ifrat ve tefrite sapmadan itidal üzere hareket etme imkanı doğmaktadır.Örnek olarak daha önce geçen alış verişlerdeki garar ve cehaletin bulunmaması şartım verebiliriz. Nitekim hastadan, namaz ve oruç gi­bi mükellefiyetleri yerine getirmesi sırasında kendisine dokunacak meşakkatin kaldırılması ve böylece onun oturarak, yatarak nasılkola-yına geliyorsa Öyle namaz kılmasının caiz olması, orucunu sıhhat bu­lacağı bir zamana erteleyebilmesi; keza yolcunun orucu tutmayıp na­mazlarını kısaltarak kılabilmesi ve benzeri konular burada misal ola-[is] rakhatirlanabilir. Bunlar anlaşıldıktan sonra, aklı başında bir kimse­nin hâcî olan hususların, zarurî olan konuların feri durumunda ol­dukları ve onların etrafında dönen bir Özellik arzettikleri konusunda şüphe etmesi mümkün değildir.Tahsînîyyât konusunda da hüküm aynıdır. Çünkü bunlar ya hâcî ya da zarurî olan bir aslın tamamlayıcısı m ahiye tindedirler. Eğer zarurî olan bir şeyin tamamlayıcısı iseler konu açıktır. Yok hâcî olan bir şeyin tamamlayıcısı iseler, hâcî zarurînin tamamlayıcısı olduğuna göre, tamamlayıcıyı tamamlayan da onun tamamlayıcısı olacaktır. Şu halde tahsîniyyât da aynı şekilde zarûriyyâtın bir fer'i ve onun etrafın­da dönen tamamlayıcı uzantısı durumundadır ve temelini zarûriyyât teşkil eder.

İkinci yani "Zarurî ihlâle uğradığında, bundan hâcî ve tahsînînin de ihlâle uğraması lazım gelir" önermesinin açıklanması: Bir önceki önermenin açıklanmasından bu da ortaya çıkar. Çünkü zarurînin asıl maksat olduğu, onun dışında kalan hâcî ve tahsînî olanların onun bir sıfatı ya da dalı gibi olduğu ve bunların zarurî üzerine bina edilmiş ol­duğu ortaya çıkınca, zarurînin ihlâle uğramasından diğerlerininde ihlâle uğramasının tabiî ve kaçınılmaz olması gerekecektir. Çünkü te­mel çöktüğü zaman onun üzerine kurulu olan binanın çökmesi de ön­celikli olarak gerçekleşecektir.Mesela şerîatte satış akdi diye bir şey olmadığını kabul etsek, bu durumda garar ve cehalet üzerinde durmanın bir anlamı kalmayacak­tır. Keza kısasın kalkması durumunda, tarafların birbirlerine eşit ol­maları şartını aramanın bir anlamı kalmaz. Çünkü bu şart kısasın sı­fatlarından (şartlarından) olmaktadır. Bir vasfın, kendisiyle kâim bu­lunduğu mevsûfu bulunmadan sabit olmasını düşünmek muhaldir. Nitekim baygın durumda olan bir kimseden, hayız halindeki kadın­dan namaz düşmektedir. Namaz düşünce tekbir, kıraat, rükû... gibi farzlar, cemâat, hadesten ve necasetten taharet gibi namazla ilgili olan bütün hükümler de düşecektir. Farzedilse ki, bir durum için sabit olan bir hüküm vardır ve o durum da ortadan kalkmıştır. Buna rağ­men o hüküm, o durum için kasdedilmiş olarak var olmaya devam et­mektedir. Böyle bir varsayım, imkansız bir şeydir. Mesela namaz düş­tüğü zaman, namaza tâbi ve onun tamamlayıcısı durumunda olan kıraat, tekbir, duâ... gibi hususların da düştüğü işte bu noktadan ha­reketle bilinmektedir. Çünkü bunlar namazın vasıfları olmaktadır. Bu durumda "Namazın aslı düşmüştür, vasıfları ise bulunmakta de­vam etmektedir" demek imkanı yoktur.

Namaz ya da orucun belli bir kasıtla nehyedilmiş olması duru­munda da aynı şeyi söylememiz mümkündür. Mesela güneş doğarken ve batarken namaz kılmak, bayramda oruç tutmak yasaklanmıştır. Bu durumda namaz ve orucun tamamlayıcı unsuru durumunda olan bütün vasıflar, bu nehyin kapsamı dahiline girmektedir. Çünkü nehiy belli bir vuku şekli olan ibâdete yöneliktir ve belli bir ibâdetin yasak­lanması, bulunduğu konum üzere olmasından dolayıdır. Bu durumda yasağın, o ibâdetin bütün fiil ve sözleriyle birlikte ele alınarak yapıl­mış olması gerekir. Neticede tamamlayıcı unsurlar da bütünüyle bir­likte yasağın kapsamına girer.

İtiraz: Bu tamamlayıcı durumda olan şeylerin kendi başlarına ifade ettikleri anlamlar vardır ve bu açıdan ele aldığımızda bunların yasak kapsamına girmemesi gerekir. Dolayısıyla mutlak surette bun­ların yasaklanmış olması gerekmez. Mutlak surette yasaklanmış ol­ması gerekmediği zaman ise, kendisine bağlı bulunduğu fasıl) şeyin ortadan kalkmasıyla kendisinin de yok olması gerekmez. Dolayısıyla sizin bir kural olarak ortaya koyduğunuz husus doğru değildir ve aslın ihlâle uğramasından fer'in de ihlâle uğraması lâzım gelmez. Keza vesilelerle maksatlar arasında da aynı ilişki bulunmaktadır. Mesela namazla abdest ilişkisi gibi. (Maksat olan namaz bulunmadan da vesîle olan abdest bulunabilir.) Şer'an maksatlar bulunmamakla bir­likte vesilelerin bulunması mümkün ve sabit olabilmektedir. Mesela hacda (ihramdan çıkmak için) kafasında saç bulunmayan kimsenin kafası üzerinde usturayı gezdirmesi gibi. Herhangi bir şey kendi başı­na bir anlam ifâde ediyorsa, o şey bir başka şeyi tamamlamak üzere konulmuştur diye, tamamlanılan şeyin ortadan kalkması sebebiyle tamamlayan şeyin de ortadan kalkması lâzım gelmez.

Cevap: Bu itiraz yerinde değildir. Çünkü biz diyoruz ki: Kıraat, tekbîr ve benzeri şeyleri iki açıdan ele alıp değerlendirmek mümkün­dür:

a) Bunların namazın bir parçası olması bakımından değerlendi­rilmeleri.

b) Bizzat kendilerinin ifâde ettikleri anlam açısından ele alın­maları.

İkinci açıdan ele alıp değerlendirme konumuza girmemektedir, Burada konumuza giren, birinci kısımdır, yani kıyanı, kıraat... gibi hususları namazın tamamlayıcı unsurları olmaları açısından ele al­mak ve ona göre değerlendirmek. Bu açıdan biz bu tamamlayıcı unsur­ları ele aldığımızda, onların durumlarının mevsûfa (sıfatlanan) nis-betle sıfat gibi olduklarını göreceğiz. Mevsûf bulunmadan sıfatın bu­lunmasını düşünmek ise muhaldir. Çünkü vasıf, aklen kendi kendine mevcut olması mümkün olmayan bir özelliktir. Böylesi kendi kendine kâim olması mümkün olmayan bir şeyin dikkate alınması da muhal olacaktır. Durum böyle olunca, tamamlanılan şeyin fasıl) bulunma­ması durumunda, tamamlayan şeyin bulunabileceğini söylemek mümkün olmayacaktır ki, bizim varmak istediğimiz netice de budur. Oruç ve benzeri konularda da durum aynıdır.
Vesâil/makâsıd (araçlar/amaçlar) ilişkisine gelince, o başka bir konudur. Fakat biz, kendisi için konulmuş olması [24]noktasından hare­ketle, vesilenin maksat için bir vasıf niteliğinde olduğunu kabul ede­cek olursak, o takdirde maksadın ortadan kalkması halinde vesile hükmün varolmakta devam etmesi mümkün olmayacaktır. Ancak de­vamına hükmedildiğîne dair özel bir delilin bulunması durumu bundan bir istisna olur.[25] Bu durumda vesile bizatihi maksûd olur. Başka açıdan diğer bir maksada vesîle olması ise buna engel değildir. Başın­da saç olmayan kimsenin usturayı başı üzerinde gezdirmesi işte bu mânâ üzerine yorulur.

Bu kaideden hareketle, sünnetli olarak doğmuş bir kimsenin sün­net mahalli üzerine, bizatihi maksûd olduğuna delâlet eden delîl var­dır gerekçesiyle ustura gezdirilir demek doğru olacaktır. Böyle bir delilin bulunmadığı durumda ise bu görüş sahîh olmayacaktır. Netice itibarıyla diyoruz ki, kaide sahihtir, itirazın bir dayanağı yoktur.

Allah en iyi bileş ve en iyi hüküm verendir.

Üçüncü yani "Hâcî ve tahsînînin ihlâle uğramasından, zarurînin ihlâli söz konusu değildir" önermesinin açıklanması: Zaruri ile diğer­lerinin birbirleriyle ilişkisi mevsûf ile sıfat arasındaki ilişki gibidir. Bilindiği gibi, mevsûf bazı sıfatlarının bulunmaması durumunda or­tadan kalkmaz. Bizim meselemizde de durum aynıdır. Çünkü iki konu birbirinin benzeri olmaktadır.
Örnek olarak şöyle diyebiliriz; Namazın (rükünlerinden değil de) tamamlayıcı unsurlarından[26] olan zikir, kıraat,[27] tekbir veya benzeri namazın evsâfından sayılan bir unsurun ihlâle uğraması durumunda, namazın aslı bâtıl olmaz.

Keza satış akdinde cehalet ve gararın itibardan düştüğü durum­larda akit bâtıl olmamaktadır. Örneğin tahta ve top halindeki kumaş gibi şeylerin satımında, ceviz ve kestane gibi kabuklu şeylerin satı­mında, yer altında gömülü bulunan havuç, turp, şalgam ve duvarların temelleri gibi şeylerin satımında garar ve cehâletitibardan düşmüş ol­makla birlikte akit bâtıl olmamaktadır.
Yine kısasta eşitliğe riâyet (mümâselet) itibardan düşse bile, asıl kısas bâtıl olmamaktadır. Bu konuya en çok benzer şey, mevsûfla sıfat arasındaki ilişki olmaktadır. Nasıl ki, sıfatın bulunmamasından mevsûfun bâtıl olması ve ortadan kalkması lâzım gelmiyorsa, aynı şe­kilde burada da durum aynıdır. Ancak sıfat, mevsûfun mâhiyetinden bir parça olma gibi zâtı vasıf şeklinde olursa durum değişir. Çünkü böyle bir sıfat o takdirde, mâhiyetin rükünlerinden ve o aslın temelle­rinden biri olmaktadır. Tabiî böyle bir rükün ya da temel durumunda olan zatî vasfın bulunmaması durumunda, asıl da bâtıl olacak ve orta­dan kalkacaktır. Mesela namazda rükû ve secde gibi. Namazda bu gibi rükünlerden biri bulunmadığı zaman —özrü bulunmayan kimselere nisbetle— namaz kökten ihlâle uğramaktadır. Konu üzerinde durma­ya gerek yoktur. Bu şekilde zatî olan vasıflar (rükünler) ne tahsîniyyattan, ne de hâciyyâttandırlar. Aksine bunlar zarûriyyâttan olmak- ]  tadırlar.                                                                                     

İtiraz: Namazın kemâl sıfatlarından biri de mesela, gasbedil-miş bir yerde kılınmış olmamasıdır. Aynı şekilde boğazlamanın (tezki­ye) tam olması için aranan vasıflardan biri de gasbedilmiş bir bıçakla yapılmamasıdır. Bununla birlikte bir grup âlim, gasbedilmiş yerde kı­lınan namazla, gasbedilmiş bıçakla gerçekleştirilen boğazlamanın bâtıl olacağına, geçerli olmayacağına hükmetmişlerdir. Bu durumda vasıfta bulunan butlan (bâtıllık), mevsûfa (asıla) da sirayet etmiş ol­makta ve onu da bâtıl hale getirmektedir.

Cevap: İtiraz yerinde değildir. Çünkü; bu durumdaki namaz ve | boğazlamanın sahîh olduğuna hükmeden kimseler, burada sözünü et-f tiğimiz asıl üzerinden hareket etmiş olmakta ve görüşlerini onun üze- | rine bina etmiş olmaktadırlar. Onların bâtıl olduklarına hükmeden kimseler ise, buradaki vasfı zatî bir sıfat olarak telakki etmişlerdir. Bu durumda namazın sanki kendisi yasaklanmış gibi kabul edilmekte­dir. Çünkü farklı pozisyonlardan Cekvân) meydana gelen namazın ta­mamı, gasbedilmiş biryerde meydanagelmiştir. Bir aslın haram kılın­ması, sadece onu oluşturan pozisyonların haram olmasından dolayı­dır. Bu durumda yasak, gasb edilmiş yerde çeşitli pozisyonlardan meydana gelmiş olan namazın bizzat kendisine yönelik olmakta ve böyle biryerde kılınan namaz, güneş doğarken ve batarken kılınan na­mazla, bayram günlerinde tutulan oruç hükmünü almaktadır.

Boğazlamada da durum aynıdır. Çünkü gasbedilmiş bir bıçakla iş görmek yasaktır ve onunla yapılan işler gasb demektir. Bu durumda bu bıçakla yapılan boğazlama işinin bizzat kendisi de yasak hükmünü alacaktır. Dolayısıyla buradaki vasıf zâtı olduğu için yasaktan kay­naklanan bâtıllık hükmü asıla da sirayet etmiş ve onu da bâtıl hale ge­tirmiştir.
Burada gasbedilmiş yerde kılman namaz meselesinde görüş ayrı­lıklarının kaynağı olan bahisler üzerinde durulabilir. Ancak bunlar, bizim yukarıda geçen önermemizi zedeleyecek durumda değillerdir. Zira sözünü ettiğimiz önermede görüş ayrılıklarının bulunacağını ta­savvur etmek söz konusu değildir. Çünkü dayanağı aklîdir. Burada görüş ayrılıkları, ancak çeşitli ferî meselelerin onun altına girip girmeyeceği[28] konusunda düşünülebilir.

Dördüncü yani "Mutlak surette (tümden) tahsînî ve hâcînin orta­dan kalkması (ihlâli) durumunda, bundan zarurî de bir şekilde etkilenebilir" şeklindeki önermenin açıklanması: Bu önerme çeşitli yönler­den açıklanacaktır:

a) Zarurî, hâcî ve tahsînî dikkate alma açısından farklı mertebe­lerde bulunmaktadırlar. Bunlar içerisinde zarurî olanlar en güçlüsü, sonra da sırasıyla hâcî ve tahsînî olanlar gelmektedir. Ancak bunlar birbirleriyle irtibat halindedirler. (Çünkü birbirlerini tamamlamak­tadırlar.) Bu durumda daha aşağı mertebede olan bir hususun iptali, bir üst derecede bulunan bir hususun iptaline bir cüret teşkil edecek ve onun ihlâle uğratılması için atılmış bir adım olabilecektir. Buna göre bir aşağı mertebede olan, bir üst mertebede olanın etrafında sanki ko­ruyucu bir sur görevi yapmış olmaktadır. Unutulmamalıdır ki, koru­luk etrafında hayvan otlatan kimsenin, her an oraya girmesi muhte­meldir. Bu açıdan bakıldığında tamamlayıcı unsurları ihlâl eden bir kimse, aslında tamamlanılan şeyi (aslı) ihlâl etmiş olmaktadır.
Bunun örneği namaz olmaktadır. Namazın, rükün ve farzların dışında tamamlayıcı unsurları bulunmaktadır. Bilindiği üzere bunla­rın ihlâl edilmesi, farz ve rükünlerin ihlâline yol açmaktadır. Çünkü daha hafif olan şeyler, daha ağır olan şeyler için bir mukaddime, bir hazırlık mahiyeti arzetmektedirler. Buna şu hadisler de delil teşkil eder: "Koruluk etrafında hayvan otlatan kimsenin, oraya girmesi bir an meselesidir[29] "Allah hırsıza lanet etsin;yumurta çalar eli kesilir; ip çalar eli kesilir[30] Büyüklerden birisi tarafından söylenen: "Ben   . haramla aramda helâlden bir sütre edinirim ve onu haram kılmam" sözü de bu mânâyı ortaya koymaktadır.

Bu konu, üzerinde ittifak edilen kesin bir asıl olmaktadır ve bu kitabın ikinci kısmında ele alınacaktır.

Daha hafif durumda olan şeyleri ihlâle cüret gösteren kimseler, daha önemli olanların ihlâline de yeltenebilirler. Dolayısıyla tahsînî ya da hâcî olan hususların ihlâline cüret gösteren kimse, aym şekilde zarurî olan şeyleri ihlâle de cüret edebilir. Şu halde, tamamlayıcı un­surların mutlak surette (yani tümden) ortadan kaldırılması duru­munda, zarurî olan şeylerin de bir şekilde zarar görebileceği neticesi Çıkar.

Bu durum, tamamlayıcı unsurları mutlak surette terk ve onları ihlâl durumunda söz konusudur. Öyle ki, kişi bunları hiç işlememekte, işlese bile çok cüzî bir ölçüde gerçekleştirmektedir. Veya tekrarlanan şeylerdense küçük bir kısmını yerine getirmekte, büyük kısmını ise terk ve ihlâl etmektedir. Bu durumda zarurî olanların da bir şekilde zarar göreceği ortadadır. Bu noktadan hareketle, namazını sadece farzlarına riâyet ederek kılan kimsenin tavrı hoş karşılanmamış ve onun kıldığı bu namazın pek iç açıcı olmayacağı, onun namazdan çok bir eğlence şeklinde telakki edileceği belirtilmiştir. Bazı âlimlerin böy­le bir namazın bâtıl olacağım söylemeleri işte böyle bir yaklaşımın ne­ticesi olmaktadır. Alış veriş konusunda da aynı şeyi söylüyoruz: Garar ve cehaletin bulunmaması gibi tamamlayıcı unsurların yok olması du­rumunda, akitte taraf olanlardan her ikisine de, ya da birine neredey­se bir fayda doğmayacaktır. Bu durumda akdin olmasıyla olmaması arasında pek fark olmayacaktır. Hatta bazen olmaması olmasından daha dahayırlı olacaktır. Benzeri diğer meselelerde de durum aynıdır.

b) Her derecenin, kendisinden bir üst mertebeye olan nisbeti, farzla nafile arasındaki nisbet gibidir. Mesela avret mahallinin örtülmesi, kıbleye yönelinmesi, asıl namaza nisbetle mendûb gibidir. Sûre okunması, tekbir ve teşbihte bulunulması da namazın aslına nisbetle aynı şekilde olmaktadır. Yenilecek ve içilecek şeylerin pis olmaması, başkasına ait bulunmaması, serî usûle göre boğazlanmış olması gibi hususlar da, bünyenin korunması ve yaşantının sürdürülmesi aslına nisbetle nafile durumundadır. Satış akdinde, satılan şeyin belli olma­sı, şer'an kendisinden istifâdenin helal olması ve benzeri aranan şart­lar da, akdin aslına nisbetle keza aynı şekilde nafile durumundadır.

Hükümler bahsinde de ortaya konulduğu gibi, cüz itibarıyla ele alındığında mendûb olan şeyler, küll olarak düşünüldüğünde vâciB hükmünü almaktadırlar. Bu durumda mendûbun mutlak surette (küll halinde) ihlâl edilmesi, vacibin rükünlerinden birinin ihlâli anla­mına gelmektedir. Çünkü küll olarak mendûb, o vacibin bir rüknü ha­lini almıştır. Bir kimse, vacibin rükünlerinden birisini özürsüz ihlâl ettiğinde, nasıl ki o vâcib ihlâle uğruyor ve ortadan kalkıyorsa, rükün mevkiinde ya da ona benzer durumda olan bir şeyin ihlâli halinde de durum aynı olacaktır.

İşte bu açıdan da bakıldığında, tamamlayıcı unsurların mutlak surette ihlâli durumunda, zarûriyyâtın da bundan bir şekilde etkile­nip zarar görebileceğini söylemek doğru olacaktır.
c) Hâciyyât ve tah sîniyyât bir bütün olarak ele alındığında, bun­lardan her birinin zarûriyyâtın fertlerinden biri gibi olabilirliği söz ko­nusudur. Şöyle ki, zarûriyyâtın kemal hali, ancak mükellefe bir güç­lük ve sıkıntı getirmeksizin kolaylık ve genişlik üzere olması; üstün ahlak anlayışına ve kabul görmüş telakkilere uygun düşmesi duru­munda olabilir. Aksi takdirde sağduyu sahiplerince iyi ve güzel bulunmaz. Hâci ya da tahsînî unsurlar ihlâl edildiği zaman, o takdirde zarûrîyyât sıkıntı ve meşakkat içerecek ve sağduyu sahiplerinin güzel ve iyi buldukları vasıflardan uzak kalmış olacaktır. Bu durumda zarurî olan vacibin işlenmesi bir tekellüf arzedecek ve şeriatın konul­duğu sırada gözetilen maksatlara ters düşmüş olacaktır. Hadiste: "Ben ancak güzel ahlâkı tamamlamak üzere gönderildim.[31] buyrul-maktadır. Hal böyle iken, şayet tamamlayıcı unsurların bulunmadığı farzedilecek olsa, o takdirde vâcib bu prensip doğrultusunda bulun­mamış olacaktır. Böyle bir durum ise, açıkça vâcibde bir kusurun bu­lunması demektir. Ancak zarurînin tamamlayıcısı durumunda olan unsurda bulunan kusur, tüm olarak değil de kısmen bulunacak olur ve 124] bu kusur zarurînin güzelliğini, üstün ahlak anlayışına uygunluğunu ortadan kaldırmaz, genişlik ve kolaylık kapısını tamamen kapatarak güçlük ve sıkıntılar doğurmazsa, bu durumda söz konusu kusur ve noksanlığın, ihlâl edici olmayacağı da açıktır.
d) Her bir hâcî ya da tahsînî, asıl olan zarurînin hizmetinde bu­lunmakta, kişiyi ona hazırlamakta ve onun özel konumunu güzelleşti­rici, kemale ulaştırın rol oynamaktadırlar. Bu haliyle onlar zarurî için . ya bir mukaddime, ya bir hatimedirler ya da onun eşliğinde yapılan ve ona güç katan bir unsur olmaktadırlar. Hangi açıdan bakılırsa bakıl­sın, tamamlayıcı bu unsurlar (hâcî ve tahsînî], zarurinin etrafında dönmekte ve ona hizmet etmektedirler. Bu durumda, zarurînin en gü­zel bir şekilde yerine getirilebilmesi için onların bulunması gerekmektedir.

Mesela namazdan önce abdest alınıp temizlik yapıldığı zaman, bu durum Önemli bir ibâdet için bir hazırlığın olduğunu hatırlatacaktır. Kıbleye yönelindiğinde, bu yöneliş kendisine yönelmenin huzurunda bulunulduğunu düşündürecektir. Kulluk görevinin yerine geti­rilmesine niyet edildiği zamansa, bundan huşu ve sükûn doğacaktır.Sonra namaza girecek ve namazda farz olan Fâtiha'nın (Ümmü'l-Kur'ân) okunmasından sonra ziyade bir sûre okumakla, namazı ke­mal vasfına doğru yaklaştıracaktır. Çünkü okunan bu sûrelerin tama­mı, kendisine yönelinen Rab Teâlâ'mn kelamı olmaktadır. Kişi namaz içerisinde tekbir alıp, teşbihte bulunduğu, teşehhüd okuduğu zaman, bütün bunlar onun kalbini uyaracak, Rabbine olan münâcâtmda, O'nunyüce huzurunda duruşunda gaflet haline düşmemesi için kendi­sini ikazda bulunacaktır. Bitimine kadar bu böyle devam edecektir. Şayet kişi kılacağı bu farz namazından önce bir nafile kılacak olursa, o takdirde kılacağı bu namaz farz için bir mukaddime (ön hazırlık), bir basamak olacak ve yavaş yavaş kişiyi ona hazırlayacaktır. Farzın ar­kasından bir nafile daha kılması takdirinde ise, bu durum farzdaki hu­zuru için daha da uygun bir davranış olacaktır.Namazda bu husus itibara alındığı için, namazın her anı, amelle birlikte zikirden hâli bırakılmamıştır. Böylece huşu, teslimiyet, boyun eğme ve saygı içerisinde Allah ile birlik olma için gerekli hem dilinhem de organların mutabakatı sağlanmıştır. Namaz içerisinde hiçbir yer, sözlü ya da fiilî zikirden boş bırakılmamış ve böylece gaflet kapısının açılmasına, şeytanın vesveselerinin girmesine imkan tanınmamıştır.
Görüldüğü gibi, bu tamamlayıcı unsurlar zarûriyyât koruluğu­nun etrafını kuşatmakta; onun hizmetinde bulunmakta ve onu des­teklemekte, güçlendirmektedir. Bu durumda şayet bu tamamlayıcı unsurlar tamamen ya da çoğunlukla ihlâle uğrayacak olsa, bundan [25] zarurînin de ihlâle uğraması söz konusu olabilecektir. Namaz hakkın­da verdiğimiz bu izah, diğer zarûriyyât ve onların tamamlayıcı unsur­ları için de aynıdır.

Beşinci yani "Zarurî için, hâcî ve tahsîninin korunması uy­gun olur" önermesinin açıklanması:

Dördüncü Önermenin izah ve açıklanmasından, bu önermenin de doğruluğu ortaya çıkmaktadır. Çünkü madem ki, zarûriyyât tamam­layıcı unsurlarının ihlâle uğraması yüzünden bozulabilmekte ve orta­dan kalkabilmektedir, bu durumda zarurînin muhafazası için onların da korunması istenilecektir. Keza madem ki, bunlar zînettirler ve zarurînin güzellik ve kemâli de ancak bunların bulunmasıyla ortaya çıkacaktır, o zaman onların ihlâl edilmemesi ve korunması uygun ola­caktır.
Bütün buraya kadar anlattıklarımızdan şu netice çıkmaktadır: Riâyeti istenilen üç mertebe içerisinde, birinci mertebede bulunan zarûriyyâtın muhafazası en büyük maksad olmaktadır. Bunlar her millette/şerîatte dikkate alınan hususlardır ve hiçbir şerîatte, furûda olan ihtilaflar gibi, bunlar hakkında ihtilaf bulunma­maktadır. Bunlar dinin esas ve temelleri (usûlu'd-dîn), serî kaideler ve şeriattaki küllî esaslardan ibarettir. [32]


Eser: El-Muvafakat

  • Yeni Ekle
Yorumlar (0)

El-Muvafakat

 

Son eklenen ruyalar

Sitemizde yer alan soruların cevapları özenle islami eserlerden seçilerek yazılmaktadır.
..