Dördüncü Mesele:
Zarûriyyât; hâciyyât ve tahsîniyyât için asıl teşkil eder.
Şayet zarurî olan bir şey ihlâle uğrasa, bu yüzden mutlak surette hâcî ve tahsînî olan şeyler de ihlâle uğrarlar. Ama bunun aksine, hâcî ya da tahsînî olan şeylerin ihlâle uğramasından mutlak surette zarurî olanların da ihlâle uğraması gerekmez. Evet bazen tahsînî olan şeyin mutlak surette ihlâle uğramasından hâcî olan şey bir şekilde zarar görebilir. Bazen da hâcî olan şeyin mutlak ihlâle uğramasından zarurî olan şey bir şekilde zarar görebilir. Bu yüzdendir ki, zarurî olan korunduğunda, hâcî olanın da, keza hâcî korunduğu zaman tahsînî olanın da korunması uygun düşer. Tahsînî hâcî için, hâcî de zarurî için var olduğuna göre asıl olan zarurî olmaktadır.
Buna göre karşımıza dört önerme çıkmaktadır ve bunların açıklanması gerekmektedir:
1. Zarurî, hâcî ve tahsînî için asıl teşkil eder.
2. Zarurî ihlâle uğradığında, bundan hâcî ve tahsînînin de ihlâle uğraması lazım gelir.
3. Hâcî ve tahsînînin ihlâle uğramasından, zarurînin ihlâli söz konusu değildir
4. Mutlak surette tahsînî ve hâcînin ihlâle uğraması durumunda, bundan zarurî de bir nevi etkilenebilir.
5. Zarurî için, hâcî ve tahsînînin korunması uygun olur.
Birinci Önermenin açıklanması: Din ve dünya işleri yukarıda zikredilen beş zarurî şeyin korunması esası üzerine kuruludur. Şu halde bütün dünyevî işlerin yolunda gitmesi, kıvamı, zarûriyyât üzerine bina edilmiş bulunmaktadır. Bu itibarla zarûriyyât ihlâle uğrayıp ortadan kalkacak olursa, dünya işleri yani teklîf ve mükellefiyetler diye de bir şey kalmayacaktır.Ahiret işleri de aynı şekildedir ve onların kıvamı da ancak zarûriyyâtın korunması ile mümkündür.Şöyle ki; din olmadığı zaman, işlenilen her amele beklenilen bir karşılık verilmesi (mükâfat ve ceza) diye bir şey olmaz. Eğer teklif ve buna bağlı olarak mükellef olmasa, bir dine inanan ve onun üzerinde yaşayan kimse olmaz. Eğer akıl bulunmasa, dini yaşama ortadan kalkar. Nesil yok olsa, insanlığın bekası olmaz. Mal olmasaki buradaki maldan mülkiyet altına giren ve kişinin müstakillen mülkü olan malı kasdediyorum. Ayrıca buradaki mal tabiri her çeşit yiyecek, içecek, giyecek maddelerini, ve insanların mülkiyetlerine almak istedikleri her şeyi kapsamaktadır o takdirde yaşama imkanı olmaz. Eğer bunlar ortadan kalkacak olsa, insanlık yok olur. Bütün bunlar son derece açıktır. Dünya işlerinin nasıl döndüğünü, onun âhiret için bir azık olduğunu bilen hiçbir kimse bu konuda en küçük bir kuşku duymaz.Bu husus sabit olunca, şimdi de diyoruz ki, hâcî olan şeyler zarûrîyyât koruluğu etrafında çevrilmiş koruyucu/tamamlayıcı duvardan başka birşey değildir. Çünkü bunlar zarûriyyât üzerine getirilmiş ve onları tamamlayıcı mahiyette konulmuş şeylerdir. Öyleki bunlar sayesinde zarûriyyât gerçekleştirilirken karşılaşılacak olan meşakkatler ortadan kalkmakta, işlerde ifrat ve tefrite sapmadan itidal üzere hareket etme imkanı doğmaktadır.Örnek olarak daha önce geçen alış verişlerdeki garar ve cehaletin bulunmaması şartım verebiliriz. Nitekim hastadan, namaz ve oruç gibi mükellefiyetleri yerine getirmesi sırasında kendisine dokunacak meşakkatin kaldırılması ve böylece onun oturarak, yatarak nasılkola-yına geliyorsa Öyle namaz kılmasının caiz olması, orucunu sıhhat bulacağı bir zamana erteleyebilmesi; keza yolcunun orucu tutmayıp namazlarını kısaltarak kılabilmesi ve benzeri konular burada misal ola-[is] rakhatirlanabilir. Bunlar anlaşıldıktan sonra, aklı başında bir kimsenin hâcî olan hususların, zarurî olan konuların feri durumunda oldukları ve onların etrafında dönen bir Özellik arzettikleri konusunda şüphe etmesi mümkün değildir.Tahsînîyyât konusunda da hüküm aynıdır. Çünkü bunlar ya hâcî ya da zarurî olan bir aslın tamamlayıcısı m ahiye tindedirler. Eğer zarurî olan bir şeyin tamamlayıcısı iseler konu açıktır. Yok hâcî olan bir şeyin tamamlayıcısı iseler, hâcî zarurînin tamamlayıcısı olduğuna göre, tamamlayıcıyı tamamlayan da onun tamamlayıcısı olacaktır. Şu halde tahsîniyyât da aynı şekilde zarûriyyâtın bir fer'i ve onun etrafında dönen tamamlayıcı uzantısı durumundadır ve temelini zarûriyyât teşkil eder.
İkinci yani "Zarurî ihlâle uğradığında, bundan hâcî ve tahsînînin de ihlâle uğraması lazım gelir" önermesinin açıklanması: Bir önceki önermenin açıklanmasından bu da ortaya çıkar. Çünkü zarurînin asıl maksat olduğu, onun dışında kalan hâcî ve tahsînî olanların onun bir sıfatı ya da dalı gibi olduğu ve bunların zarurî üzerine bina edilmiş olduğu ortaya çıkınca, zarurînin ihlâle uğramasından diğerlerininde ihlâle uğramasının tabiî ve kaçınılmaz olması gerekecektir. Çünkü temel çöktüğü zaman onun üzerine kurulu olan binanın çökmesi de öncelikli olarak gerçekleşecektir.Mesela şerîatte satış akdi diye bir şey olmadığını kabul etsek, bu durumda garar ve cehalet üzerinde durmanın bir anlamı kalmayacaktır. Keza kısasın kalkması durumunda, tarafların birbirlerine eşit olmaları şartını aramanın bir anlamı kalmaz. Çünkü bu şart kısasın sıfatlarından (şartlarından) olmaktadır. Bir vasfın, kendisiyle kâim bulunduğu mevsûfu bulunmadan sabit olmasını düşünmek muhaldir. Nitekim baygın durumda olan bir kimseden, hayız halindeki kadından namaz düşmektedir. Namaz düşünce tekbir, kıraat, rükû... gibi farzlar, cemâat, hadesten ve necasetten taharet gibi namazla ilgili olan bütün hükümler de düşecektir. Farzedilse ki, bir durum için sabit olan bir hüküm vardır ve o durum da ortadan kalkmıştır. Buna rağmen o hüküm, o durum için kasdedilmiş olarak var olmaya devam etmektedir. Böyle bir varsayım, imkansız bir şeydir. Mesela namaz düştüğü zaman, namaza tâbi ve onun tamamlayıcısı durumunda olan kıraat, tekbir, duâ... gibi hususların da düştüğü işte bu noktadan hareketle bilinmektedir. Çünkü bunlar namazın vasıfları olmaktadır. Bu durumda "Namazın aslı düşmüştür, vasıfları ise bulunmakta devam etmektedir" demek imkanı yoktur.
Namaz ya da orucun belli bir kasıtla nehyedilmiş olması durumunda da aynı şeyi söylememiz mümkündür. Mesela güneş doğarken ve batarken namaz kılmak, bayramda oruç tutmak yasaklanmıştır. Bu durumda namaz ve orucun tamamlayıcı unsuru durumunda olan bütün vasıflar, bu nehyin kapsamı dahiline girmektedir. Çünkü nehiy belli bir vuku şekli olan ibâdete yöneliktir ve belli bir ibâdetin yasaklanması, bulunduğu konum üzere olmasından dolayıdır. Bu durumda yasağın, o ibâdetin bütün fiil ve sözleriyle birlikte ele alınarak yapılmış olması gerekir. Neticede tamamlayıcı unsurlar da bütünüyle birlikte yasağın kapsamına girer.
İtiraz: Bu tamamlayıcı durumda olan şeylerin kendi başlarına ifade ettikleri anlamlar vardır ve bu açıdan ele aldığımızda bunların yasak kapsamına girmemesi gerekir. Dolayısıyla mutlak surette bunların yasaklanmış olması gerekmez. Mutlak surette yasaklanmış olması gerekmediği zaman ise, kendisine bağlı bulunduğu fasıl) şeyin ortadan kalkmasıyla kendisinin de yok olması gerekmez. Dolayısıyla sizin bir kural olarak ortaya koyduğunuz husus doğru değildir ve aslın ihlâle uğramasından fer'in de ihlâle uğraması lâzım gelmez. Keza vesilelerle maksatlar arasında da aynı ilişki bulunmaktadır. Mesela namazla abdest ilişkisi gibi. (Maksat olan namaz bulunmadan da vesîle olan abdest bulunabilir.) Şer'an maksatlar bulunmamakla birlikte vesilelerin bulunması mümkün ve sabit olabilmektedir. Mesela hacda (ihramdan çıkmak için) kafasında saç bulunmayan kimsenin kafası üzerinde usturayı gezdirmesi gibi. Herhangi bir şey kendi başına bir anlam ifâde ediyorsa, o şey bir başka şeyi tamamlamak üzere konulmuştur diye, tamamlanılan şeyin ortadan kalkması sebebiyle tamamlayan şeyin de ortadan kalkması lâzım gelmez.
Cevap: Bu itiraz yerinde değildir. Çünkü biz diyoruz ki: Kıraat, tekbîr ve benzeri şeyleri iki açıdan ele alıp değerlendirmek mümkündür:
a) Bunların namazın bir parçası olması bakımından değerlendirilmeleri.
b) Bizzat kendilerinin ifâde ettikleri anlam açısından ele alınmaları.
İkinci açıdan ele alıp değerlendirme konumuza girmemektedir, Burada konumuza giren, birinci kısımdır, yani kıyanı, kıraat... gibi hususları namazın tamamlayıcı unsurları olmaları açısından ele almak ve ona göre değerlendirmek. Bu açıdan biz bu tamamlayıcı unsurları ele aldığımızda, onların durumlarının mevsûfa (sıfatlanan) nis-betle sıfat gibi olduklarını göreceğiz. Mevsûf bulunmadan sıfatın bulunmasını düşünmek ise muhaldir. Çünkü vasıf, aklen kendi kendine mevcut olması mümkün olmayan bir özelliktir. Böylesi kendi kendine kâim olması mümkün olmayan bir şeyin dikkate alınması da muhal olacaktır. Durum böyle olunca, tamamlanılan şeyin fasıl) bulunmaması durumunda, tamamlayan şeyin bulunabileceğini söylemek mümkün olmayacaktır ki, bizim varmak istediğimiz netice de budur. Oruç ve benzeri konularda da durum aynıdır.
Vesâil/makâsıd (araçlar/amaçlar) ilişkisine gelince, o başka bir konudur. Fakat biz, kendisi için konulmuş olması [24]noktasından hareketle, vesilenin maksat için bir vasıf niteliğinde olduğunu kabul edecek olursak, o takdirde maksadın ortadan kalkması halinde vesile hükmün varolmakta devam etmesi mümkün olmayacaktır. Ancak devamına hükmedildiğîne dair özel bir delilin bulunması durumu bundan bir istisna olur.[25] Bu durumda vesile bizatihi maksûd olur. Başka açıdan diğer bir maksada vesîle olması ise buna engel değildir. Başında saç olmayan kimsenin usturayı başı üzerinde gezdirmesi işte bu mânâ üzerine yorulur.
Bu kaideden hareketle, sünnetli olarak doğmuş bir kimsenin sünnet mahalli üzerine, bizatihi maksûd olduğuna delâlet eden delîl vardır gerekçesiyle ustura gezdirilir demek doğru olacaktır. Böyle bir delilin bulunmadığı durumda ise bu görüş sahîh olmayacaktır. Netice itibarıyla diyoruz ki, kaide sahihtir, itirazın bir dayanağı yoktur.
Allah en iyi bileş ve en iyi hüküm verendir.
Üçüncü yani "Hâcî ve tahsînînin ihlâle uğramasından, zarurînin ihlâli söz konusu değildir" önermesinin açıklanması: Zaruri ile diğerlerinin birbirleriyle ilişkisi mevsûf ile sıfat arasındaki ilişki gibidir. Bilindiği gibi, mevsûf bazı sıfatlarının bulunmaması durumunda ortadan kalkmaz. Bizim meselemizde de durum aynıdır. Çünkü iki konu birbirinin benzeri olmaktadır.
Örnek olarak şöyle diyebiliriz; Namazın (rükünlerinden değil de) tamamlayıcı unsurlarından[26] olan zikir, kıraat,[27] tekbir veya benzeri namazın evsâfından sayılan bir unsurun ihlâle uğraması durumunda, namazın aslı bâtıl olmaz.
Keza satış akdinde cehalet ve gararın itibardan düştüğü durumlarda akit bâtıl olmamaktadır. Örneğin tahta ve top halindeki kumaş gibi şeylerin satımında, ceviz ve kestane gibi kabuklu şeylerin satımında, yer altında gömülü bulunan havuç, turp, şalgam ve duvarların temelleri gibi şeylerin satımında garar ve cehâletitibardan düşmüş olmakla birlikte akit bâtıl olmamaktadır.
Yine kısasta eşitliğe riâyet (mümâselet) itibardan düşse bile, asıl kısas bâtıl olmamaktadır. Bu konuya en çok benzer şey, mevsûfla sıfat arasındaki ilişki olmaktadır. Nasıl ki, sıfatın bulunmamasından mevsûfun bâtıl olması ve ortadan kalkması lâzım gelmiyorsa, aynı şekilde burada da durum aynıdır. Ancak sıfat, mevsûfun mâhiyetinden bir parça olma gibi zâtı vasıf şeklinde olursa durum değişir. Çünkü böyle bir sıfat o takdirde, mâhiyetin rükünlerinden ve o aslın temellerinden biri olmaktadır. Tabiî böyle bir rükün ya da temel durumunda olan zatî vasfın bulunmaması durumunda, asıl da bâtıl olacak ve ortadan kalkacaktır. Mesela namazda rükû ve secde gibi. Namazda bu gibi rükünlerden biri bulunmadığı zaman özrü bulunmayan kimselere nisbetle namaz kökten ihlâle uğramaktadır. Konu üzerinde durmaya gerek yoktur. Bu şekilde zatî olan vasıflar (rükünler) ne tahsîniyyattan, ne de hâciyyâttandırlar. Aksine bunlar zarûriyyâttan olmak- ] tadırlar.
İtiraz: Namazın kemâl sıfatlarından biri de mesela, gasbedil-miş bir yerde kılınmış olmamasıdır. Aynı şekilde boğazlamanın (tezkiye) tam olması için aranan vasıflardan biri de gasbedilmiş bir bıçakla yapılmamasıdır. Bununla birlikte bir grup âlim, gasbedilmiş yerde kılınan namazla, gasbedilmiş bıçakla gerçekleştirilen boğazlamanın bâtıl olacağına, geçerli olmayacağına hükmetmişlerdir. Bu durumda vasıfta bulunan butlan (bâtıllık), mevsûfa (asıla) da sirayet etmiş olmakta ve onu da bâtıl hale getirmektedir.
Cevap: İtiraz yerinde değildir. Çünkü; bu durumdaki namaz ve | boğazlamanın sahîh olduğuna hükmeden kimseler, burada sözünü et-f tiğimiz asıl üzerinden hareket etmiş olmakta ve görüşlerini onun üze- | rine bina etmiş olmaktadırlar. Onların bâtıl olduklarına hükmeden kimseler ise, buradaki vasfı zatî bir sıfat olarak telakki etmişlerdir. Bu durumda namazın sanki kendisi yasaklanmış gibi kabul edilmektedir. Çünkü farklı pozisyonlardan Cekvân) meydana gelen namazın tamamı, gasbedilmiş biryerde meydanagelmiştir. Bir aslın haram kılınması, sadece onu oluşturan pozisyonların haram olmasından dolayıdır. Bu durumda yasak, gasb edilmiş yerde çeşitli pozisyonlardan meydana gelmiş olan namazın bizzat kendisine yönelik olmakta ve böyle biryerde kılınan namaz, güneş doğarken ve batarken kılınan namazla, bayram günlerinde tutulan oruç hükmünü almaktadır.
Boğazlamada da durum aynıdır. Çünkü gasbedilmiş bir bıçakla iş görmek yasaktır ve onunla yapılan işler gasb demektir. Bu durumda bu bıçakla yapılan boğazlama işinin bizzat kendisi de yasak hükmünü alacaktır. Dolayısıyla buradaki vasıf zâtı olduğu için yasaktan kaynaklanan bâtıllık hükmü asıla da sirayet etmiş ve onu da bâtıl hale getirmiştir.
Burada gasbedilmiş yerde kılman namaz meselesinde görüş ayrılıklarının kaynağı olan bahisler üzerinde durulabilir. Ancak bunlar, bizim yukarıda geçen önermemizi zedeleyecek durumda değillerdir. Zira sözünü ettiğimiz önermede görüş ayrılıklarının bulunacağını tasavvur etmek söz konusu değildir. Çünkü dayanağı aklîdir. Burada görüş ayrılıkları, ancak çeşitli ferî meselelerin onun altına girip girmeyeceği[28] konusunda düşünülebilir.
Dördüncü yani "Mutlak surette (tümden) tahsînî ve hâcînin ortadan kalkması (ihlâli) durumunda, bundan zarurî de bir şekilde etkilenebilir" şeklindeki önermenin açıklanması: Bu önerme çeşitli yönlerden açıklanacaktır:
a) Zarurî, hâcî ve tahsînî dikkate alma açısından farklı mertebelerde bulunmaktadırlar. Bunlar içerisinde zarurî olanlar en güçlüsü, sonra da sırasıyla hâcî ve tahsînî olanlar gelmektedir. Ancak bunlar birbirleriyle irtibat halindedirler. (Çünkü birbirlerini tamamlamaktadırlar.) Bu durumda daha aşağı mertebede olan bir hususun iptali, bir üst derecede bulunan bir hususun iptaline bir cüret teşkil edecek ve onun ihlâle uğratılması için atılmış bir adım olabilecektir. Buna göre bir aşağı mertebede olan, bir üst mertebede olanın etrafında sanki koruyucu bir sur görevi yapmış olmaktadır. Unutulmamalıdır ki, koruluk etrafında hayvan otlatan kimsenin, her an oraya girmesi muhtemeldir. Bu açıdan bakıldığında tamamlayıcı unsurları ihlâl eden bir kimse, aslında tamamlanılan şeyi (aslı) ihlâl etmiş olmaktadır.
Bunun örneği namaz olmaktadır. Namazın, rükün ve farzların dışında tamamlayıcı unsurları bulunmaktadır. Bilindiği üzere bunların ihlâl edilmesi, farz ve rükünlerin ihlâline yol açmaktadır. Çünkü daha hafif olan şeyler, daha ağır olan şeyler için bir mukaddime, bir hazırlık mahiyeti arzetmektedirler. Buna şu hadisler de delil teşkil eder: "Koruluk etrafında hayvan otlatan kimsenin, oraya girmesi bir an meselesidir[29] "Allah hırsıza lanet etsin;yumurta çalar eli kesilir; ip çalar eli kesilir[30] Büyüklerden birisi tarafından söylenen: "Ben . haramla aramda helâlden bir sütre edinirim ve onu haram kılmam" sözü de bu mânâyı ortaya koymaktadır.
Bu konu, üzerinde ittifak edilen kesin bir asıl olmaktadır ve bu kitabın ikinci kısmında ele alınacaktır.
Daha hafif durumda olan şeyleri ihlâle cüret gösteren kimseler, daha önemli olanların ihlâline de yeltenebilirler. Dolayısıyla tahsînî ya da hâcî olan hususların ihlâline cüret gösteren kimse, aym şekilde zarurî olan şeyleri ihlâle de cüret edebilir. Şu halde, tamamlayıcı unsurların mutlak surette (yani tümden) ortadan kaldırılması durumunda, zarurî olan şeylerin de bir şekilde zarar görebileceği neticesi Çıkar.
Bu durum, tamamlayıcı unsurları mutlak surette terk ve onları ihlâl durumunda söz konusudur. Öyle ki, kişi bunları hiç işlememekte, işlese bile çok cüzî bir ölçüde gerçekleştirmektedir. Veya tekrarlanan şeylerdense küçük bir kısmını yerine getirmekte, büyük kısmını ise terk ve ihlâl etmektedir. Bu durumda zarurî olanların da bir şekilde zarar göreceği ortadadır. Bu noktadan hareketle, namazını sadece farzlarına riâyet ederek kılan kimsenin tavrı hoş karşılanmamış ve onun kıldığı bu namazın pek iç açıcı olmayacağı, onun namazdan çok bir eğlence şeklinde telakki edileceği belirtilmiştir. Bazı âlimlerin böyle bir namazın bâtıl olacağım söylemeleri işte böyle bir yaklaşımın neticesi olmaktadır. Alış veriş konusunda da aynı şeyi söylüyoruz: Garar ve cehaletin bulunmaması gibi tamamlayıcı unsurların yok olması durumunda, akitte taraf olanlardan her ikisine de, ya da birine neredeyse bir fayda doğmayacaktır. Bu durumda akdin olmasıyla olmaması arasında pek fark olmayacaktır. Hatta bazen olmaması olmasından daha dahayırlı olacaktır. Benzeri diğer meselelerde de durum aynıdır.
b) Her derecenin, kendisinden bir üst mertebeye olan nisbeti, farzla nafile arasındaki nisbet gibidir. Mesela avret mahallinin örtülmesi, kıbleye yönelinmesi, asıl namaza nisbetle mendûb gibidir. Sûre okunması, tekbir ve teşbihte bulunulması da namazın aslına nisbetle aynı şekilde olmaktadır. Yenilecek ve içilecek şeylerin pis olmaması, başkasına ait bulunmaması, serî usûle göre boğazlanmış olması gibi hususlar da, bünyenin korunması ve yaşantının sürdürülmesi aslına nisbetle nafile durumundadır. Satış akdinde, satılan şeyin belli olması, şer'an kendisinden istifâdenin helal olması ve benzeri aranan şartlar da, akdin aslına nisbetle keza aynı şekilde nafile durumundadır.
Hükümler bahsinde de ortaya konulduğu gibi, cüz itibarıyla ele alındığında mendûb olan şeyler, küll olarak düşünüldüğünde vâciB hükmünü almaktadırlar. Bu durumda mendûbun mutlak surette (küll halinde) ihlâl edilmesi, vacibin rükünlerinden birinin ihlâli anlamına gelmektedir. Çünkü küll olarak mendûb, o vacibin bir rüknü halini almıştır. Bir kimse, vacibin rükünlerinden birisini özürsüz ihlâl ettiğinde, nasıl ki o vâcib ihlâle uğruyor ve ortadan kalkıyorsa, rükün mevkiinde ya da ona benzer durumda olan bir şeyin ihlâli halinde de durum aynı olacaktır.
İşte bu açıdan da bakıldığında, tamamlayıcı unsurların mutlak surette ihlâli durumunda, zarûriyyâtın da bundan bir şekilde etkilenip zarar görebileceğini söylemek doğru olacaktır.
c) Hâciyyât ve tah sîniyyât bir bütün olarak ele alındığında, bunlardan her birinin zarûriyyâtın fertlerinden biri gibi olabilirliği söz konusudur. Şöyle ki, zarûriyyâtın kemal hali, ancak mükellefe bir güçlük ve sıkıntı getirmeksizin kolaylık ve genişlik üzere olması; üstün ahlak anlayışına ve kabul görmüş telakkilere uygun düşmesi durumunda olabilir. Aksi takdirde sağduyu sahiplerince iyi ve güzel bulunmaz. Hâci ya da tahsînî unsurlar ihlâl edildiği zaman, o takdirde zarûrîyyât sıkıntı ve meşakkat içerecek ve sağduyu sahiplerinin güzel ve iyi buldukları vasıflardan uzak kalmış olacaktır. Bu durumda zarurî olan vacibin işlenmesi bir tekellüf arzedecek ve şeriatın konulduğu sırada gözetilen maksatlara ters düşmüş olacaktır. Hadiste: "Ben ancak güzel ahlâkı tamamlamak üzere gönderildim.[31] buyrul-maktadır. Hal böyle iken, şayet tamamlayıcı unsurların bulunmadığı farzedilecek olsa, o takdirde vâcib bu prensip doğrultusunda bulunmamış olacaktır. Böyle bir durum ise, açıkça vâcibde bir kusurun bulunması demektir. Ancak zarurînin tamamlayıcısı durumunda olan unsurda bulunan kusur, tüm olarak değil de kısmen bulunacak olur ve 124] bu kusur zarurînin güzelliğini, üstün ahlak anlayışına uygunluğunu ortadan kaldırmaz, genişlik ve kolaylık kapısını tamamen kapatarak güçlük ve sıkıntılar doğurmazsa, bu durumda söz konusu kusur ve noksanlığın, ihlâl edici olmayacağı da açıktır.
d) Her bir hâcî ya da tahsînî, asıl olan zarurînin hizmetinde bulunmakta, kişiyi ona hazırlamakta ve onun özel konumunu güzelleştirici, kemale ulaştırın rol oynamaktadırlar. Bu haliyle onlar zarurî için . ya bir mukaddime, ya bir hatimedirler ya da onun eşliğinde yapılan ve ona güç katan bir unsur olmaktadırlar. Hangi açıdan bakılırsa bakılsın, tamamlayıcı bu unsurlar (hâcî ve tahsînî], zarurinin etrafında dönmekte ve ona hizmet etmektedirler. Bu durumda, zarurînin en güzel bir şekilde yerine getirilebilmesi için onların bulunması gerekmektedir.
Mesela namazdan önce abdest alınıp temizlik yapıldığı zaman, bu durum Önemli bir ibâdet için bir hazırlığın olduğunu hatırlatacaktır. Kıbleye yönelindiğinde, bu yöneliş kendisine yönelmenin huzurunda bulunulduğunu düşündürecektir. Kulluk görevinin yerine getirilmesine niyet edildiği zamansa, bundan huşu ve sükûn doğacaktır.Sonra namaza girecek ve namazda farz olan Fâtiha'nın (Ümmü'l-Kur'ân) okunmasından sonra ziyade bir sûre okumakla, namazı kemal vasfına doğru yaklaştıracaktır. Çünkü okunan bu sûrelerin tamamı, kendisine yönelinen Rab Teâlâ'mn kelamı olmaktadır. Kişi namaz içerisinde tekbir alıp, teşbihte bulunduğu, teşehhüd okuduğu zaman, bütün bunlar onun kalbini uyaracak, Rabbine olan münâcâtmda, O'nunyüce huzurunda duruşunda gaflet haline düşmemesi için kendisini ikazda bulunacaktır. Bitimine kadar bu böyle devam edecektir. Şayet kişi kılacağı bu farz namazından önce bir nafile kılacak olursa, o takdirde kılacağı bu namaz farz için bir mukaddime (ön hazırlık), bir basamak olacak ve yavaş yavaş kişiyi ona hazırlayacaktır. Farzın arkasından bir nafile daha kılması takdirinde ise, bu durum farzdaki huzuru için daha da uygun bir davranış olacaktır.Namazda bu husus itibara alındığı için, namazın her anı, amelle birlikte zikirden hâli bırakılmamıştır. Böylece huşu, teslimiyet, boyun eğme ve saygı içerisinde Allah ile birlik olma için gerekli hem dilinhem de organların mutabakatı sağlanmıştır. Namaz içerisinde hiçbir yer, sözlü ya da fiilî zikirden boş bırakılmamış ve böylece gaflet kapısının açılmasına, şeytanın vesveselerinin girmesine imkan tanınmamıştır.
Görüldüğü gibi, bu tamamlayıcı unsurlar zarûriyyât koruluğunun etrafını kuşatmakta; onun hizmetinde bulunmakta ve onu desteklemekte, güçlendirmektedir. Bu durumda şayet bu tamamlayıcı unsurlar tamamen ya da çoğunlukla ihlâle uğrayacak olsa, bundan [25] zarurînin de ihlâle uğraması söz konusu olabilecektir. Namaz hakkında verdiğimiz bu izah, diğer zarûriyyât ve onların tamamlayıcı unsurları için de aynıdır.
Beşinci yani "Zarurî için, hâcî ve tahsîninin korunması uygun olur" önermesinin açıklanması:
Dördüncü Önermenin izah ve açıklanmasından, bu önermenin de doğruluğu ortaya çıkmaktadır. Çünkü madem ki, zarûriyyât tamamlayıcı unsurlarının ihlâle uğraması yüzünden bozulabilmekte ve ortadan kalkabilmektedir, bu durumda zarurînin muhafazası için onların da korunması istenilecektir. Keza madem ki, bunlar zînettirler ve zarurînin güzellik ve kemâli de ancak bunların bulunmasıyla ortaya çıkacaktır, o zaman onların ihlâl edilmemesi ve korunması uygun olacaktır.
Bütün buraya kadar anlattıklarımızdan şu netice çıkmaktadır: Riâyeti istenilen üç mertebe içerisinde, birinci mertebede bulunan zarûriyyâtın muhafazası en büyük maksad olmaktadır. Bunlar her millette/şerîatte dikkate alınan hususlardır ve hiçbir şerîatte, furûda olan ihtilaflar gibi, bunlar hakkında ihtilaf bulunmamaktadır. Bunlar dinin esas ve temelleri (usûlu'd-dîn), serî kaideler ve şeriattaki küllî esaslardan ibarettir. [32]
Şayet zarurî olan bir şey ihlâle uğrasa, bu yüzden mutlak surette hâcî ve tahsînî olan şeyler de ihlâle uğrarlar. Ama bunun aksine, hâcî ya da tahsînî olan şeylerin ihlâle uğramasından mutlak surette zarurî olanların da ihlâle uğraması gerekmez. Evet bazen tahsînî olan şeyin mutlak surette ihlâle uğramasından hâcî olan şey bir şekilde zarar görebilir. Bazen da hâcî olan şeyin mutlak ihlâle uğramasından zarurî olan şey bir şekilde zarar görebilir. Bu yüzdendir ki, zarurî olan korunduğunda, hâcî olanın da, keza hâcî korunduğu zaman tahsînî olanın da korunması uygun düşer. Tahsînî hâcî için, hâcî de zarurî için var olduğuna göre asıl olan zarurî olmaktadır.
Buna göre karşımıza dört önerme çıkmaktadır ve bunların açıklanması gerekmektedir:
1. Zarurî, hâcî ve tahsînî için asıl teşkil eder.
2. Zarurî ihlâle uğradığında, bundan hâcî ve tahsînînin de ihlâle uğraması lazım gelir.
3. Hâcî ve tahsînînin ihlâle uğramasından, zarurînin ihlâli söz konusu değildir
4. Mutlak surette tahsînî ve hâcînin ihlâle uğraması durumunda, bundan zarurî de bir nevi etkilenebilir.
5. Zarurî için, hâcî ve tahsînînin korunması uygun olur.
Birinci Önermenin açıklanması: Din ve dünya işleri yukarıda zikredilen beş zarurî şeyin korunması esası üzerine kuruludur. Şu halde bütün dünyevî işlerin yolunda gitmesi, kıvamı, zarûriyyât üzerine bina edilmiş bulunmaktadır. Bu itibarla zarûriyyât ihlâle uğrayıp ortadan kalkacak olursa, dünya işleri yani teklîf ve mükellefiyetler diye de bir şey kalmayacaktır.Ahiret işleri de aynı şekildedir ve onların kıvamı da ancak zarûriyyâtın korunması ile mümkündür.Şöyle ki; din olmadığı zaman, işlenilen her amele beklenilen bir karşılık verilmesi (mükâfat ve ceza) diye bir şey olmaz. Eğer teklif ve buna bağlı olarak mükellef olmasa, bir dine inanan ve onun üzerinde yaşayan kimse olmaz. Eğer akıl bulunmasa, dini yaşama ortadan kalkar. Nesil yok olsa, insanlığın bekası olmaz. Mal olmasaki buradaki maldan mülkiyet altına giren ve kişinin müstakillen mülkü olan malı kasdediyorum. Ayrıca buradaki mal tabiri her çeşit yiyecek, içecek, giyecek maddelerini, ve insanların mülkiyetlerine almak istedikleri her şeyi kapsamaktadır o takdirde yaşama imkanı olmaz. Eğer bunlar ortadan kalkacak olsa, insanlık yok olur. Bütün bunlar son derece açıktır. Dünya işlerinin nasıl döndüğünü, onun âhiret için bir azık olduğunu bilen hiçbir kimse bu konuda en küçük bir kuşku duymaz.Bu husus sabit olunca, şimdi de diyoruz ki, hâcî olan şeyler zarûrîyyât koruluğu etrafında çevrilmiş koruyucu/tamamlayıcı duvardan başka birşey değildir. Çünkü bunlar zarûriyyât üzerine getirilmiş ve onları tamamlayıcı mahiyette konulmuş şeylerdir. Öyleki bunlar sayesinde zarûriyyât gerçekleştirilirken karşılaşılacak olan meşakkatler ortadan kalkmakta, işlerde ifrat ve tefrite sapmadan itidal üzere hareket etme imkanı doğmaktadır.Örnek olarak daha önce geçen alış verişlerdeki garar ve cehaletin bulunmaması şartım verebiliriz. Nitekim hastadan, namaz ve oruç gibi mükellefiyetleri yerine getirmesi sırasında kendisine dokunacak meşakkatin kaldırılması ve böylece onun oturarak, yatarak nasılkola-yına geliyorsa Öyle namaz kılmasının caiz olması, orucunu sıhhat bulacağı bir zamana erteleyebilmesi; keza yolcunun orucu tutmayıp namazlarını kısaltarak kılabilmesi ve benzeri konular burada misal ola-[is] rakhatirlanabilir. Bunlar anlaşıldıktan sonra, aklı başında bir kimsenin hâcî olan hususların, zarurî olan konuların feri durumunda oldukları ve onların etrafında dönen bir Özellik arzettikleri konusunda şüphe etmesi mümkün değildir.Tahsînîyyât konusunda da hüküm aynıdır. Çünkü bunlar ya hâcî ya da zarurî olan bir aslın tamamlayıcısı m ahiye tindedirler. Eğer zarurî olan bir şeyin tamamlayıcısı iseler konu açıktır. Yok hâcî olan bir şeyin tamamlayıcısı iseler, hâcî zarurînin tamamlayıcısı olduğuna göre, tamamlayıcıyı tamamlayan da onun tamamlayıcısı olacaktır. Şu halde tahsîniyyât da aynı şekilde zarûriyyâtın bir fer'i ve onun etrafında dönen tamamlayıcı uzantısı durumundadır ve temelini zarûriyyât teşkil eder.
İkinci yani "Zarurî ihlâle uğradığında, bundan hâcî ve tahsînînin de ihlâle uğraması lazım gelir" önermesinin açıklanması: Bir önceki önermenin açıklanmasından bu da ortaya çıkar. Çünkü zarurînin asıl maksat olduğu, onun dışında kalan hâcî ve tahsînî olanların onun bir sıfatı ya da dalı gibi olduğu ve bunların zarurî üzerine bina edilmiş olduğu ortaya çıkınca, zarurînin ihlâle uğramasından diğerlerininde ihlâle uğramasının tabiî ve kaçınılmaz olması gerekecektir. Çünkü temel çöktüğü zaman onun üzerine kurulu olan binanın çökmesi de öncelikli olarak gerçekleşecektir.Mesela şerîatte satış akdi diye bir şey olmadığını kabul etsek, bu durumda garar ve cehalet üzerinde durmanın bir anlamı kalmayacaktır. Keza kısasın kalkması durumunda, tarafların birbirlerine eşit olmaları şartını aramanın bir anlamı kalmaz. Çünkü bu şart kısasın sıfatlarından (şartlarından) olmaktadır. Bir vasfın, kendisiyle kâim bulunduğu mevsûfu bulunmadan sabit olmasını düşünmek muhaldir. Nitekim baygın durumda olan bir kimseden, hayız halindeki kadından namaz düşmektedir. Namaz düşünce tekbir, kıraat, rükû... gibi farzlar, cemâat, hadesten ve necasetten taharet gibi namazla ilgili olan bütün hükümler de düşecektir. Farzedilse ki, bir durum için sabit olan bir hüküm vardır ve o durum da ortadan kalkmıştır. Buna rağmen o hüküm, o durum için kasdedilmiş olarak var olmaya devam etmektedir. Böyle bir varsayım, imkansız bir şeydir. Mesela namaz düştüğü zaman, namaza tâbi ve onun tamamlayıcısı durumunda olan kıraat, tekbir, duâ... gibi hususların da düştüğü işte bu noktadan hareketle bilinmektedir. Çünkü bunlar namazın vasıfları olmaktadır. Bu durumda "Namazın aslı düşmüştür, vasıfları ise bulunmakta devam etmektedir" demek imkanı yoktur.
Namaz ya da orucun belli bir kasıtla nehyedilmiş olması durumunda da aynı şeyi söylememiz mümkündür. Mesela güneş doğarken ve batarken namaz kılmak, bayramda oruç tutmak yasaklanmıştır. Bu durumda namaz ve orucun tamamlayıcı unsuru durumunda olan bütün vasıflar, bu nehyin kapsamı dahiline girmektedir. Çünkü nehiy belli bir vuku şekli olan ibâdete yöneliktir ve belli bir ibâdetin yasaklanması, bulunduğu konum üzere olmasından dolayıdır. Bu durumda yasağın, o ibâdetin bütün fiil ve sözleriyle birlikte ele alınarak yapılmış olması gerekir. Neticede tamamlayıcı unsurlar da bütünüyle birlikte yasağın kapsamına girer.
İtiraz: Bu tamamlayıcı durumda olan şeylerin kendi başlarına ifade ettikleri anlamlar vardır ve bu açıdan ele aldığımızda bunların yasak kapsamına girmemesi gerekir. Dolayısıyla mutlak surette bunların yasaklanmış olması gerekmez. Mutlak surette yasaklanmış olması gerekmediği zaman ise, kendisine bağlı bulunduğu fasıl) şeyin ortadan kalkmasıyla kendisinin de yok olması gerekmez. Dolayısıyla sizin bir kural olarak ortaya koyduğunuz husus doğru değildir ve aslın ihlâle uğramasından fer'in de ihlâle uğraması lâzım gelmez. Keza vesilelerle maksatlar arasında da aynı ilişki bulunmaktadır. Mesela namazla abdest ilişkisi gibi. (Maksat olan namaz bulunmadan da vesîle olan abdest bulunabilir.) Şer'an maksatlar bulunmamakla birlikte vesilelerin bulunması mümkün ve sabit olabilmektedir. Mesela hacda (ihramdan çıkmak için) kafasında saç bulunmayan kimsenin kafası üzerinde usturayı gezdirmesi gibi. Herhangi bir şey kendi başına bir anlam ifâde ediyorsa, o şey bir başka şeyi tamamlamak üzere konulmuştur diye, tamamlanılan şeyin ortadan kalkması sebebiyle tamamlayan şeyin de ortadan kalkması lâzım gelmez.
Cevap: Bu itiraz yerinde değildir. Çünkü biz diyoruz ki: Kıraat, tekbîr ve benzeri şeyleri iki açıdan ele alıp değerlendirmek mümkündür:
a) Bunların namazın bir parçası olması bakımından değerlendirilmeleri.
b) Bizzat kendilerinin ifâde ettikleri anlam açısından ele alınmaları.
İkinci açıdan ele alıp değerlendirme konumuza girmemektedir, Burada konumuza giren, birinci kısımdır, yani kıyanı, kıraat... gibi hususları namazın tamamlayıcı unsurları olmaları açısından ele almak ve ona göre değerlendirmek. Bu açıdan biz bu tamamlayıcı unsurları ele aldığımızda, onların durumlarının mevsûfa (sıfatlanan) nis-betle sıfat gibi olduklarını göreceğiz. Mevsûf bulunmadan sıfatın bulunmasını düşünmek ise muhaldir. Çünkü vasıf, aklen kendi kendine mevcut olması mümkün olmayan bir özelliktir. Böylesi kendi kendine kâim olması mümkün olmayan bir şeyin dikkate alınması da muhal olacaktır. Durum böyle olunca, tamamlanılan şeyin fasıl) bulunmaması durumunda, tamamlayan şeyin bulunabileceğini söylemek mümkün olmayacaktır ki, bizim varmak istediğimiz netice de budur. Oruç ve benzeri konularda da durum aynıdır.
Vesâil/makâsıd (araçlar/amaçlar) ilişkisine gelince, o başka bir konudur. Fakat biz, kendisi için konulmuş olması [24]noktasından hareketle, vesilenin maksat için bir vasıf niteliğinde olduğunu kabul edecek olursak, o takdirde maksadın ortadan kalkması halinde vesile hükmün varolmakta devam etmesi mümkün olmayacaktır. Ancak devamına hükmedildiğîne dair özel bir delilin bulunması durumu bundan bir istisna olur.[25] Bu durumda vesile bizatihi maksûd olur. Başka açıdan diğer bir maksada vesîle olması ise buna engel değildir. Başında saç olmayan kimsenin usturayı başı üzerinde gezdirmesi işte bu mânâ üzerine yorulur.
Bu kaideden hareketle, sünnetli olarak doğmuş bir kimsenin sünnet mahalli üzerine, bizatihi maksûd olduğuna delâlet eden delîl vardır gerekçesiyle ustura gezdirilir demek doğru olacaktır. Böyle bir delilin bulunmadığı durumda ise bu görüş sahîh olmayacaktır. Netice itibarıyla diyoruz ki, kaide sahihtir, itirazın bir dayanağı yoktur.
Allah en iyi bileş ve en iyi hüküm verendir.
Üçüncü yani "Hâcî ve tahsînînin ihlâle uğramasından, zarurînin ihlâli söz konusu değildir" önermesinin açıklanması: Zaruri ile diğerlerinin birbirleriyle ilişkisi mevsûf ile sıfat arasındaki ilişki gibidir. Bilindiği gibi, mevsûf bazı sıfatlarının bulunmaması durumunda ortadan kalkmaz. Bizim meselemizde de durum aynıdır. Çünkü iki konu birbirinin benzeri olmaktadır.
Örnek olarak şöyle diyebiliriz; Namazın (rükünlerinden değil de) tamamlayıcı unsurlarından[26] olan zikir, kıraat,[27] tekbir veya benzeri namazın evsâfından sayılan bir unsurun ihlâle uğraması durumunda, namazın aslı bâtıl olmaz.
Keza satış akdinde cehalet ve gararın itibardan düştüğü durumlarda akit bâtıl olmamaktadır. Örneğin tahta ve top halindeki kumaş gibi şeylerin satımında, ceviz ve kestane gibi kabuklu şeylerin satımında, yer altında gömülü bulunan havuç, turp, şalgam ve duvarların temelleri gibi şeylerin satımında garar ve cehâletitibardan düşmüş olmakla birlikte akit bâtıl olmamaktadır.
Yine kısasta eşitliğe riâyet (mümâselet) itibardan düşse bile, asıl kısas bâtıl olmamaktadır. Bu konuya en çok benzer şey, mevsûfla sıfat arasındaki ilişki olmaktadır. Nasıl ki, sıfatın bulunmamasından mevsûfun bâtıl olması ve ortadan kalkması lâzım gelmiyorsa, aynı şekilde burada da durum aynıdır. Ancak sıfat, mevsûfun mâhiyetinden bir parça olma gibi zâtı vasıf şeklinde olursa durum değişir. Çünkü böyle bir sıfat o takdirde, mâhiyetin rükünlerinden ve o aslın temellerinden biri olmaktadır. Tabiî böyle bir rükün ya da temel durumunda olan zatî vasfın bulunmaması durumunda, asıl da bâtıl olacak ve ortadan kalkacaktır. Mesela namazda rükû ve secde gibi. Namazda bu gibi rükünlerden biri bulunmadığı zaman özrü bulunmayan kimselere nisbetle namaz kökten ihlâle uğramaktadır. Konu üzerinde durmaya gerek yoktur. Bu şekilde zatî olan vasıflar (rükünler) ne tahsîniyyattan, ne de hâciyyâttandırlar. Aksine bunlar zarûriyyâttan olmak- ] tadırlar.
İtiraz: Namazın kemâl sıfatlarından biri de mesela, gasbedil-miş bir yerde kılınmış olmamasıdır. Aynı şekilde boğazlamanın (tezkiye) tam olması için aranan vasıflardan biri de gasbedilmiş bir bıçakla yapılmamasıdır. Bununla birlikte bir grup âlim, gasbedilmiş yerde kılınan namazla, gasbedilmiş bıçakla gerçekleştirilen boğazlamanın bâtıl olacağına, geçerli olmayacağına hükmetmişlerdir. Bu durumda vasıfta bulunan butlan (bâtıllık), mevsûfa (asıla) da sirayet etmiş olmakta ve onu da bâtıl hale getirmektedir.
Cevap: İtiraz yerinde değildir. Çünkü; bu durumdaki namaz ve | boğazlamanın sahîh olduğuna hükmeden kimseler, burada sözünü et-f tiğimiz asıl üzerinden hareket etmiş olmakta ve görüşlerini onun üze- | rine bina etmiş olmaktadırlar. Onların bâtıl olduklarına hükmeden kimseler ise, buradaki vasfı zatî bir sıfat olarak telakki etmişlerdir. Bu durumda namazın sanki kendisi yasaklanmış gibi kabul edilmektedir. Çünkü farklı pozisyonlardan Cekvân) meydana gelen namazın tamamı, gasbedilmiş biryerde meydanagelmiştir. Bir aslın haram kılınması, sadece onu oluşturan pozisyonların haram olmasından dolayıdır. Bu durumda yasak, gasb edilmiş yerde çeşitli pozisyonlardan meydana gelmiş olan namazın bizzat kendisine yönelik olmakta ve böyle biryerde kılınan namaz, güneş doğarken ve batarken kılınan namazla, bayram günlerinde tutulan oruç hükmünü almaktadır.
Boğazlamada da durum aynıdır. Çünkü gasbedilmiş bir bıçakla iş görmek yasaktır ve onunla yapılan işler gasb demektir. Bu durumda bu bıçakla yapılan boğazlama işinin bizzat kendisi de yasak hükmünü alacaktır. Dolayısıyla buradaki vasıf zâtı olduğu için yasaktan kaynaklanan bâtıllık hükmü asıla da sirayet etmiş ve onu da bâtıl hale getirmiştir.
Burada gasbedilmiş yerde kılman namaz meselesinde görüş ayrılıklarının kaynağı olan bahisler üzerinde durulabilir. Ancak bunlar, bizim yukarıda geçen önermemizi zedeleyecek durumda değillerdir. Zira sözünü ettiğimiz önermede görüş ayrılıklarının bulunacağını tasavvur etmek söz konusu değildir. Çünkü dayanağı aklîdir. Burada görüş ayrılıkları, ancak çeşitli ferî meselelerin onun altına girip girmeyeceği[28] konusunda düşünülebilir.
Dördüncü yani "Mutlak surette (tümden) tahsînî ve hâcînin ortadan kalkması (ihlâli) durumunda, bundan zarurî de bir şekilde etkilenebilir" şeklindeki önermenin açıklanması: Bu önerme çeşitli yönlerden açıklanacaktır:
a) Zarurî, hâcî ve tahsînî dikkate alma açısından farklı mertebelerde bulunmaktadırlar. Bunlar içerisinde zarurî olanlar en güçlüsü, sonra da sırasıyla hâcî ve tahsînî olanlar gelmektedir. Ancak bunlar birbirleriyle irtibat halindedirler. (Çünkü birbirlerini tamamlamaktadırlar.) Bu durumda daha aşağı mertebede olan bir hususun iptali, bir üst derecede bulunan bir hususun iptaline bir cüret teşkil edecek ve onun ihlâle uğratılması için atılmış bir adım olabilecektir. Buna göre bir aşağı mertebede olan, bir üst mertebede olanın etrafında sanki koruyucu bir sur görevi yapmış olmaktadır. Unutulmamalıdır ki, koruluk etrafında hayvan otlatan kimsenin, her an oraya girmesi muhtemeldir. Bu açıdan bakıldığında tamamlayıcı unsurları ihlâl eden bir kimse, aslında tamamlanılan şeyi (aslı) ihlâl etmiş olmaktadır.
Bunun örneği namaz olmaktadır. Namazın, rükün ve farzların dışında tamamlayıcı unsurları bulunmaktadır. Bilindiği üzere bunların ihlâl edilmesi, farz ve rükünlerin ihlâline yol açmaktadır. Çünkü daha hafif olan şeyler, daha ağır olan şeyler için bir mukaddime, bir hazırlık mahiyeti arzetmektedirler. Buna şu hadisler de delil teşkil eder: "Koruluk etrafında hayvan otlatan kimsenin, oraya girmesi bir an meselesidir[29] "Allah hırsıza lanet etsin;yumurta çalar eli kesilir; ip çalar eli kesilir[30] Büyüklerden birisi tarafından söylenen: "Ben . haramla aramda helâlden bir sütre edinirim ve onu haram kılmam" sözü de bu mânâyı ortaya koymaktadır.
Bu konu, üzerinde ittifak edilen kesin bir asıl olmaktadır ve bu kitabın ikinci kısmında ele alınacaktır.
Daha hafif durumda olan şeyleri ihlâle cüret gösteren kimseler, daha önemli olanların ihlâline de yeltenebilirler. Dolayısıyla tahsînî ya da hâcî olan hususların ihlâline cüret gösteren kimse, aym şekilde zarurî olan şeyleri ihlâle de cüret edebilir. Şu halde, tamamlayıcı unsurların mutlak surette (yani tümden) ortadan kaldırılması durumunda, zarurî olan şeylerin de bir şekilde zarar görebileceği neticesi Çıkar.
Bu durum, tamamlayıcı unsurları mutlak surette terk ve onları ihlâl durumunda söz konusudur. Öyle ki, kişi bunları hiç işlememekte, işlese bile çok cüzî bir ölçüde gerçekleştirmektedir. Veya tekrarlanan şeylerdense küçük bir kısmını yerine getirmekte, büyük kısmını ise terk ve ihlâl etmektedir. Bu durumda zarurî olanların da bir şekilde zarar göreceği ortadadır. Bu noktadan hareketle, namazını sadece farzlarına riâyet ederek kılan kimsenin tavrı hoş karşılanmamış ve onun kıldığı bu namazın pek iç açıcı olmayacağı, onun namazdan çok bir eğlence şeklinde telakki edileceği belirtilmiştir. Bazı âlimlerin böyle bir namazın bâtıl olacağım söylemeleri işte böyle bir yaklaşımın neticesi olmaktadır. Alış veriş konusunda da aynı şeyi söylüyoruz: Garar ve cehaletin bulunmaması gibi tamamlayıcı unsurların yok olması durumunda, akitte taraf olanlardan her ikisine de, ya da birine neredeyse bir fayda doğmayacaktır. Bu durumda akdin olmasıyla olmaması arasında pek fark olmayacaktır. Hatta bazen olmaması olmasından daha dahayırlı olacaktır. Benzeri diğer meselelerde de durum aynıdır.
b) Her derecenin, kendisinden bir üst mertebeye olan nisbeti, farzla nafile arasındaki nisbet gibidir. Mesela avret mahallinin örtülmesi, kıbleye yönelinmesi, asıl namaza nisbetle mendûb gibidir. Sûre okunması, tekbir ve teşbihte bulunulması da namazın aslına nisbetle aynı şekilde olmaktadır. Yenilecek ve içilecek şeylerin pis olmaması, başkasına ait bulunmaması, serî usûle göre boğazlanmış olması gibi hususlar da, bünyenin korunması ve yaşantının sürdürülmesi aslına nisbetle nafile durumundadır. Satış akdinde, satılan şeyin belli olması, şer'an kendisinden istifâdenin helal olması ve benzeri aranan şartlar da, akdin aslına nisbetle keza aynı şekilde nafile durumundadır.
Hükümler bahsinde de ortaya konulduğu gibi, cüz itibarıyla ele alındığında mendûb olan şeyler, küll olarak düşünüldüğünde vâciB hükmünü almaktadırlar. Bu durumda mendûbun mutlak surette (küll halinde) ihlâl edilmesi, vacibin rükünlerinden birinin ihlâli anlamına gelmektedir. Çünkü küll olarak mendûb, o vacibin bir rüknü halini almıştır. Bir kimse, vacibin rükünlerinden birisini özürsüz ihlâl ettiğinde, nasıl ki o vâcib ihlâle uğruyor ve ortadan kalkıyorsa, rükün mevkiinde ya da ona benzer durumda olan bir şeyin ihlâli halinde de durum aynı olacaktır.
İşte bu açıdan da bakıldığında, tamamlayıcı unsurların mutlak surette ihlâli durumunda, zarûriyyâtın da bundan bir şekilde etkilenip zarar görebileceğini söylemek doğru olacaktır.
c) Hâciyyât ve tah sîniyyât bir bütün olarak ele alındığında, bunlardan her birinin zarûriyyâtın fertlerinden biri gibi olabilirliği söz konusudur. Şöyle ki, zarûriyyâtın kemal hali, ancak mükellefe bir güçlük ve sıkıntı getirmeksizin kolaylık ve genişlik üzere olması; üstün ahlak anlayışına ve kabul görmüş telakkilere uygun düşmesi durumunda olabilir. Aksi takdirde sağduyu sahiplerince iyi ve güzel bulunmaz. Hâci ya da tahsînî unsurlar ihlâl edildiği zaman, o takdirde zarûrîyyât sıkıntı ve meşakkat içerecek ve sağduyu sahiplerinin güzel ve iyi buldukları vasıflardan uzak kalmış olacaktır. Bu durumda zarurî olan vacibin işlenmesi bir tekellüf arzedecek ve şeriatın konulduğu sırada gözetilen maksatlara ters düşmüş olacaktır. Hadiste: "Ben ancak güzel ahlâkı tamamlamak üzere gönderildim.[31] buyrul-maktadır. Hal böyle iken, şayet tamamlayıcı unsurların bulunmadığı farzedilecek olsa, o takdirde vâcib bu prensip doğrultusunda bulunmamış olacaktır. Böyle bir durum ise, açıkça vâcibde bir kusurun bulunması demektir. Ancak zarurînin tamamlayıcısı durumunda olan unsurda bulunan kusur, tüm olarak değil de kısmen bulunacak olur ve 124] bu kusur zarurînin güzelliğini, üstün ahlak anlayışına uygunluğunu ortadan kaldırmaz, genişlik ve kolaylık kapısını tamamen kapatarak güçlük ve sıkıntılar doğurmazsa, bu durumda söz konusu kusur ve noksanlığın, ihlâl edici olmayacağı da açıktır.
d) Her bir hâcî ya da tahsînî, asıl olan zarurînin hizmetinde bulunmakta, kişiyi ona hazırlamakta ve onun özel konumunu güzelleştirici, kemale ulaştırın rol oynamaktadırlar. Bu haliyle onlar zarurî için . ya bir mukaddime, ya bir hatimedirler ya da onun eşliğinde yapılan ve ona güç katan bir unsur olmaktadırlar. Hangi açıdan bakılırsa bakılsın, tamamlayıcı bu unsurlar (hâcî ve tahsînî], zarurinin etrafında dönmekte ve ona hizmet etmektedirler. Bu durumda, zarurînin en güzel bir şekilde yerine getirilebilmesi için onların bulunması gerekmektedir.
Mesela namazdan önce abdest alınıp temizlik yapıldığı zaman, bu durum Önemli bir ibâdet için bir hazırlığın olduğunu hatırlatacaktır. Kıbleye yönelindiğinde, bu yöneliş kendisine yönelmenin huzurunda bulunulduğunu düşündürecektir. Kulluk görevinin yerine getirilmesine niyet edildiği zamansa, bundan huşu ve sükûn doğacaktır.Sonra namaza girecek ve namazda farz olan Fâtiha'nın (Ümmü'l-Kur'ân) okunmasından sonra ziyade bir sûre okumakla, namazı kemal vasfına doğru yaklaştıracaktır. Çünkü okunan bu sûrelerin tamamı, kendisine yönelinen Rab Teâlâ'mn kelamı olmaktadır. Kişi namaz içerisinde tekbir alıp, teşbihte bulunduğu, teşehhüd okuduğu zaman, bütün bunlar onun kalbini uyaracak, Rabbine olan münâcâtmda, O'nunyüce huzurunda duruşunda gaflet haline düşmemesi için kendisini ikazda bulunacaktır. Bitimine kadar bu böyle devam edecektir. Şayet kişi kılacağı bu farz namazından önce bir nafile kılacak olursa, o takdirde kılacağı bu namaz farz için bir mukaddime (ön hazırlık), bir basamak olacak ve yavaş yavaş kişiyi ona hazırlayacaktır. Farzın arkasından bir nafile daha kılması takdirinde ise, bu durum farzdaki huzuru için daha da uygun bir davranış olacaktır.Namazda bu husus itibara alındığı için, namazın her anı, amelle birlikte zikirden hâli bırakılmamıştır. Böylece huşu, teslimiyet, boyun eğme ve saygı içerisinde Allah ile birlik olma için gerekli hem dilinhem de organların mutabakatı sağlanmıştır. Namaz içerisinde hiçbir yer, sözlü ya da fiilî zikirden boş bırakılmamış ve böylece gaflet kapısının açılmasına, şeytanın vesveselerinin girmesine imkan tanınmamıştır.
Görüldüğü gibi, bu tamamlayıcı unsurlar zarûriyyât koruluğunun etrafını kuşatmakta; onun hizmetinde bulunmakta ve onu desteklemekte, güçlendirmektedir. Bu durumda şayet bu tamamlayıcı unsurlar tamamen ya da çoğunlukla ihlâle uğrayacak olsa, bundan [25] zarurînin de ihlâle uğraması söz konusu olabilecektir. Namaz hakkında verdiğimiz bu izah, diğer zarûriyyât ve onların tamamlayıcı unsurları için de aynıdır.
Beşinci yani "Zarurî için, hâcî ve tahsîninin korunması uygun olur" önermesinin açıklanması:
Dördüncü Önermenin izah ve açıklanmasından, bu önermenin de doğruluğu ortaya çıkmaktadır. Çünkü madem ki, zarûriyyât tamamlayıcı unsurlarının ihlâle uğraması yüzünden bozulabilmekte ve ortadan kalkabilmektedir, bu durumda zarurînin muhafazası için onların da korunması istenilecektir. Keza madem ki, bunlar zînettirler ve zarurînin güzellik ve kemâli de ancak bunların bulunmasıyla ortaya çıkacaktır, o zaman onların ihlâl edilmemesi ve korunması uygun olacaktır.
Bütün buraya kadar anlattıklarımızdan şu netice çıkmaktadır: Riâyeti istenilen üç mertebe içerisinde, birinci mertebede bulunan zarûriyyâtın muhafazası en büyük maksad olmaktadır. Bunlar her millette/şerîatte dikkate alınan hususlardır ve hiçbir şerîatte, furûda olan ihtilaflar gibi, bunlar hakkında ihtilaf bulunmamaktadır. Bunlar dinin esas ve temelleri (usûlu'd-dîn), serî kaideler ve şeriattaki küllî esaslardan ibarettir. [32]
Konular
- Sekizinci Mesele
- Dokuzuncu Mesele
- Onuncu Mesele
- On Birinci Mesele
- İKİNCİ KISIM
- KİTÂBU'L-MAKÂSID
- Makâsıd
- BİRİNCİ NEVİ ŞARİİN ŞERİATIN KONULMASINDAKİ KASDI
- Birici Mesele:
- a) Zarurî Olan Maksatlar (Zarûriyyât):
- b) Hâcî Olan Maksatlar (Hâciyyât):
- c) Tahsîniyyât:
- İkinci Mesele:
- Üçüncü Mesele:
- Dördüncü Mesele:
- Beşinci Mesele:
- Altıncı Mesele:
- Yedinci Mesele:
- Sekizinci Mesele:
- Dokuzuncu Mesele:
- Onuncu Mesele:
- On Birinci Mesele:
- On İkinci Mesele:
- Dördüncü Mesele:
- Beşinci Mesele:
- ÜÇÜNCÜ NEVİ
- ŞERÎAT, GEREĞİYLE YÜKÜMLÜ TUTULMAK ÎÇÎN KONULMUŞTUR
- Birinci Mesele: