Beşinci Mesele:
Bu dünyada mevcut bulunan maslahatlar iki açıdan ele alınır:
a) Varlık aleminde bulunmaları ve mahiyetleri açısından.
b) Onlara serî hitabın taalluku açısından.
Birinci açıdan maslahatlar ele alındığında şu neticeye varılacaktır: Dünya hayatında mevcut bulunan maslahatların tümü, asla katkısız maslahat (mahza hayr) şeklinde değillerdir. Burada maslahattan, insan hayatının kıvamını, yaşantısının devamını temine yönelik hususları, şehevî ve aklî özelliklerinin gerektirdiği şeyleri mutlak surette elde etmesini kasdediyoruz. Ki mutlak surette kendisine nimette bulunulmuş olabilsin. Bu husus, yemek içmek... gibi beşerî davranışlarda mümkün değildir. Çünkü bu tür maslahatlar az ya da çok, beraberinde ya da önce ve sonrasında külfet ve meşakkatlerle karışık haldedirler. Yemek, içmek, giyinmek, barınmak, binmek, evlenmek... gibi. Bütün bunlara yorulmadan, bir çaba sarfetmeden ulaşmak mümkün değildir.
Dünyada mevcut bulunan mefsedetler de aynı şekilde katkısız mefsedet (mahza şer) şeklinde bulunmamaktadırlar. Zira [26] varlık aleminde düşünülebilecek hiçbir mefsedet yoktur ki, onun önünde sonunda ya da beraberinde, bir incelik, bir şefkat, alınacak bir lezzet... bulunmasın; bu mümkün değildir. Bu dünyanın, iki ucun imtizacı, iki tarafın ihtilatı (karması) üzerine kurulmuş bulunduğu esası da, durumun böyle olduğuna delâlet edecektir. Dünyada kim hâlis ve katkısız bir maslahat ya da bir mefsedet arayacak olursa, onu asla bulamayacaktır. Bütün yaratıkların halleriyle ilgili tecrübe ve gözlemler bunun kesin delili olmaktadır. Bunun aslını da, varlık âleminin imtihan ve buna bağlı olarak da iyiyi kötüden ayırma esası üzere kurulduğunu belirten nasslar teşkil eder: Yüce Allah: "Bir imtihan olarak size iyilik ve kötülük veririz[33]"Hanginizin daha iyi iş işlediğini belirt-mekiçin ölümü ve dirimi yaratan O'dur[34]buyurur. Hadiste de: "Cennet insanın hoşuna gitmeyecek şeylerle (yükümlülükler) kuşatılmıştır, Cehennnem de şehvetlerle sarılmıştır[35]buyrulmuştur. Dolayısıyla dünyada, ne maslahatın ne de mefsedetin, biri diğerinden katkısız halde bulunmaları asla mümkün değildir.
Durum böyle olduğuna göre, dünyevî anlamda maslahat ya da mefsedet denildiği zaman, bundan galebe çalan mânâsı anlaşılacaktır. Eğer maslahat tarafı ağır basıyorsa, o örfî anlamda maslahat olmakta; yok diğer taraf galebe çalıyorsa, o da keza örfî anlamda mefsedet olmaktadır. Bu yüzden fiil iki yönlü olmakta ve ağır gelen tarafa nisbet edilmektedir; eğer maslahat tarafı ağır basarsa o matlûb (istenilen şey) olmakta ve onun bir maslahat olduğu ifâde edilmektedir. Eğer diğer taraf galebe çalarsa, bu kez de ondan uzaklaşılmakta ve benzeri şeylerde câri olan âdetler (örf) doğrultusunda onun bir mefsedet olduğu söylenmektedir. Eğer örfün gerekleri dışına çıkılacak olursa, bu takdirde fiilin başka bir nisbet ve taksimi olacaktır.
Bu, dünyevî anlamda maslahat ve mefsedet kavramlarına, beşerî fİillerdeki varlıkları ve mahiyetleri açısından yaklaşım olmaktadır.
Konu ikinci açıdan, yani şer'î hitabın taalluku açısından elealındığı zaman şöyle denilecektir: Bir şeyin içermekte olduğu maslahat ve mefsedetten, örfî anlamda maslahat tarafı ağır basıyorsa, o şey [27] şer'an maksûddur. Bunun neticesi olarak da, kullara onun ortaya konulması için serî talep yönelmiş ve böylece o maslahatla ilgili konulan nizamın en uygun yolla yürürlüğü istenilmiş; onun carî âdetler doğrultusunda daha tam, maksada daha yakın ve uygun olarak vücûda getirilmesi amaçlanmıştır. Eğer bu durumda, maslahata tâbi bir mef-sedetveyameşakkat varsa, bu mefsedetyadameşakkat, o fiilin meşru kılınması ve talepte bulunulmasında dikkate alınmış değildir.
Aynı şekilde, örfî anlamda mefsedet tarafı maslahat tarafına ağır basmışsa, şer'an o şeyin kaldırılması amaçlanmakta ve onun için de yasak hükmü konulmaktadır. Böylece mümkün olduğunca, her sağduyu sahibinin benimseyeceği en makûl bir biçimde, onun ortadan kaldırılması amaçlanmış olmaktadır. Bu durumda, mefsedete bağlı bir maslahat ya da bir lezzet varsa, bunlar o fiilin yasaklanmasında göz önüne alınmış olmamaktadır. Hükmün konulması sırasında göz önünde bulundurulan husus sadece ağır basan taraf olmakta; yasak durumunda fiilin içerdiği cüzî maslahat, talep durumunda da cüzî mefsedet dikkate alınmamaktadır.
Kısaca diyebiliriz ki, şer'an muteber bulunup emir ya da nehye konu edilen maslahatya da mefsedetler katkısız bulunmakta, az ya da çok iç içelik söz konusu olmam aktadır.[36]Emre dilen fiilde mefsedet, yasaklanan fiilde maslahat bulunacağı düşüncesi yanlıştır ve serî hakikatte böyle bir şey yoktur. Çünkü ağır basılan maslahat ya da mefsedetten maksat, kısmen de olsa Şâri'in hakkında bir hüküm koymak için iltifatını gerektirecek bir dereceye çıkmaksızın kesbî itiyad düzeyinde carî olan şeydir. Bu düzeyse, serî hükümlerin konulmasında Şâri'ce dikkate alınmayan bir sınır olmaktadır.
Buna iki husus delâlet etmektedir:
a) Eğer ağır basılan taraf, Şâri'ce göz önünde bulundurulacak olsaydı, bu durumda fiilin mutlak surette ne emredilmesi ne de yasaklanması mümkün olacaktı. Aksine fiil, aynı anda maslahat açısından emredilmiş, mefsedet açısından da yasaklanmış olacaktı. Durumun böyle olmadığı ise kesinlikle bilinmektedir.
Bu imanın vâcib, küfrün haram olması, nefisleri kurtarmanın vâcib, öldürülmelerinin yasaklanması vb, gibi emir ve yasaklar içerisinde en uç noktada yer alan örneklerde ortaya çıkacaktır. Eğer öyle olsaydı, yükümlülükler içerisinde kendisinden daha üst mertebede başka bir talep bulunmayan iman yasaklanmış olurdu. Çünkü imanda, nefsi başıboş halinden çıkarma, onu şehevî maksatlarına ulaşmasından engelleme, bir lezzet almayacağı yükümlülük boyunduruğu altına sokma durumları vardır. Öbür taraftan, nefsin yükümlülük bağlarından kurtarılmasını ve hiç çekinmeden her türlü şehevî arzuların verine getirilmesini gerektiren küfrün de emredilmesi ya da en azından mubah olması gerekirdi. Çünkü şehevî lezzetlerin tadılması, nefsin yükümlülük boyunduruğu altından kurtarılması, kısmen de olsa Bir maslahattır. Böyle bir netice ise kesin olarak sakattır. Aksine iman mutlak surette istenilmekte, küfür de keza mutlak surette yasaklanmaktadır. Bu örneğimiz açıkça göstermektedir ki, iman talebine nis-betle içerdiği mefsedet yönü, küfrün yasaklanmasına nisbetle de içerdiği maslahat yönü, şer'an muteber değildir, teşri sırasında dikkate alınmamaktadır.
b) Eğer ağır basılan taraf, teşri sırasında dikkate alınacak olsaydı, o takdirde, kula yönelik hütün yükümlülükler takat üstüyükümlü-lükhalini alırdı. Böyle bir seyise bâtıldır. Takat üstü yükümlülüklerin (teklîf-i mâ lâ yutak) şer'an bâtıl olduğu usûl ilminde ortaya konulmuştur. Mağlûp tarafın dikkate alınması durumunda, takat üstü yükümlülüğün lâzım geleceğini ise şöyle açıklarız: Mesela yapılması istenilen fiilde bulunan ağır basılan taraf, ağır basan tarafla tezat teşkil eder. Bu durumda ağır basılan mefsedetin vukuuna meydan vermemek şartıyla, ağır basan maslahatın gerçekleştirilmesi emredilmiş olacaktır. Yani kişi aynı anda bir fiili hem işlemekle hem de ondan kaçınmakla memur olacaktır. Zira, daha önce de geçtiği üzere maslahatlar ya da mefsedetler katkısız bulunmazlar ve mutlaka az ya da çok birbirleriyle katkılı halde bulunurlar. Onun için bu netice kaçınılmaz olacaktır. Bunun neticesinde bir fiilin işlenmesi ya da işlenmemesi konusunda hem emir hem de yasak aynı anda ve bir arada vukûbulmuş olacak; aynı fiil hakkında hem yap hem de yapma denilmiş olacaktır ki, böyle bir şey takat üstü yükümlülüğün ta kendisidir.
İtiraz: Maslahat bazen emredilmiş olmaz da izin verilmiş (mübâh kılınmış) olabilir. Bu durumda ise emir ve yasak bir arada bulunmuş olmaz ve bahsettiğiniz sakınca da doğmaz.
Cevap: İtiraz yerinde değildir. Çünkü sizin bu dediğiniz her maslahat için geçerli değildir. Zira maslahat mubah kılınmış olabileceği gibi, emredilmiş de olabilir. İddianız bir an için kabul edilse bile, yine de izin (ibâha) aynı anda emir ve yasakla birlikte tezat teşkil eder.Çünkü işi tercihe bırakma ftahyîr), tercihin söz konusu olamayacağı emir ya da nehiy durumu ile ters düşer. Halbuki her ikisi de aynı fiil üzerinde söz konusu olmaktadır, Her ikisine de birlikte taalluk etmesi durumunda hitap, istenildiği şekil üzere yerine getirilmesi imkanı olmayan bir hitap olur. Bizim açıklamak istediğimiz şey de budur. Bu, gasbedilmiş bir yerde kılman namaz gibi de değildir. Çünkü o meselede, namazın başka yerde kılınması gibi, maslahatın mefsedetten ayrılması imkanı bulunmaktadır. Burada ise durum öyle değildir.
İtiraz: Sizin bu izahınız, feylesofların ve onların izinden gidenlerin görüşünü hatırlatıyor. Onlara göre, şerrin yaratılışı, şerkasdedil-diği için olmamaktadır. Yaratılıştan maksat sadece hayırdır. Eğer Allah hayır ve şer karışık bir şey yaratmışsa, o şeyin yaratılma amacı, içermiş olduğu hayır olmaktadır; o şey şer de içeriyorsa da şer için yaratılmamıştır. Aynen bir doktorun hastasına acı ve hoşlanılmadık bir ilacı içirmesindeki maksadı gibi. Doktor böyle bir ilacı hastasına içirirken, o ilacın içindeki acılığından, hoşlanılmadık halinden dolayı içir-memektedir, Bilakis içermiş olduğu şifa ve vereceği rahat için içirmektedir. Tedâvî için damar kesmek, kan almak (hacamat), kangren olmuş uzvu kesmek de aynıdır. Bunlardan maksat eza vermek değil, rahata kavuşturmak ve zararı defetmektir. Feylesoflara göre sebeble-rinden neşet eden bütün mefsedetlerin durumu da aynıdır. Sizin anlattıklarınız da bunun bir benzeridir. Çünkü siz "Sâri, maslahat yönüne itibarla teşri kasdında bulunurken, mefsedet tarafına yönelik bir kasıd göstermemekte, onu itibara almamaktadır. Bununla birlikte mefsedet de bulunmakta ve maslahattan ayrılmaz bir özellik göstermektedir..." diyorsunuz. Keza sizin bu izahınız, Mutezile'nin "Serler ve mefsedetlerin vukuu murâd değildir. Bunlar Allah'ın irâdesi hilâfına vuku bulmaktadırlar" şeklindeki görüşlerini de hatırlatmaktadır ki, hâşâ Yüce Allah böyle bir noksanlıktan münezzehtir.
Cevap: Feylesofların sözleri yaratma ile ilgili kasıd fhalkî-tekvînî kasıd) hakkındadır. Bizim buradaki konumuzun ise, onunla bir ilgisi yoktur. Bizim konumuz teşrîî kasıd hakkındadır. Emir ve ne-hiyler bahsinde, bu iki konu arasındaki fark ortaya konulmuştur. Oraya bakılabilir. Bilindiği üzere şerîat, mutlak anlamda kulların maslahatlarını temin için konulmuştur. Nitekim bu husus yerinde açıklanmıştır. Bir maslahatın celbi ya da bir mefsedetin defi için meşru kılınan her bir şeyde, o şeyde bulunup da onunla tenakuz halinde bulunan unsur (ağır basılan taraf) teşrî esnasında dikkate alınmamaktadır. Her ne kadar teşrî kılınan fiiller içerisinde ağır basılan ve teşrîde dikkate alınmayan bu unsur varlık âleminde mevcutsa da, bu varlık ona taalluk eden kadîm kudret ve kadîm irâde ile olmaktadır. Yoksa hâşâ Allah'ın ilminden, kudret ve irâdesinden, yerde gökte ne varsa hiçbir şeyin gizli ve uzak kalması mümkün değildir. Teşrî hükmü farklı bir şeydir ve konulusuna göre kendisine has bir bakış açısı ve tertibi vardır. Emir ve nehiy, emredilen ya da nehyedüen şeyin vuku bulma ya da bulmama irâdesini zarurî olarak gerektirmez. Böyle bir görüş sadece Mutezile'ye ait olmaktadır ve sakatlığı Kelâm ilminde ortaya konulmuştur. Teşrîî kasıd ile yaratma kasdı başka başka şeylerdir. Bunlar birbirlerine karıştırılmamalıdır. Aralarında da, birinin varlığından diğerinin varlığını gerektirecek zarurî bir bağ bulunmamaktadır.
Fasıl:
Eğer maslahat ya da mefsedet Şâri'in iltifatım gerektirecek bir ziyadeliğe ulaşmışsa yani şayet müstakil olarak bulunduğu zaman Şâri'ce dikkate alınacak bir durumda bulunuyorsa, o zaman hüküm ne olacaktır? Bu konu üzerinde durmak gerekiyor. Konunun açıklık kazanabilmesi için önce mis aile ndirmek ve sonra da Allah'ın yardımıyla bir neticeye varmak istiyoruz:
Çaresiz kalan bir kimsenin lâşe (murdar hayvan eti) ya da pis ve iğrenç bulunan şeyleri yemesi, suç ve cinayetlerin önünü alabilmek amacıyla katilin öldürülmesi, (yol) kesenin (el ya da ayaklarının) kesilmesi, bütün had ve diğer cezaların uygulanması, kangren olmuş organın kesilmesi, ağrıyan dişin çekilmesi; tedâvî amacıyla damar kesmek ya da hacamat olmak vb. gibi yollarla elem verici tasarruflara girişilmesi ve benzeri gibi, şayet kendisine galebe çalan şeylerden ayrı tek başına düşünülecek olsa, Şâri'in itibara alarak hakkında yasaklayıcı hüküm koyacağı şeyler kasdediliyor. Kısaca hakkında delillerin tearuz halinde bulunduğu her şey de diyebiliriz.
Bu durumda şu iki şıktan biri karşımıza çıkacaktır:
a) Ya her iki taraf da birbirine eşit durumda olacaktır.
b) Ya da bir taraf diğer tarafa ağır basacaktır.
Eğer birbirlerine eşit durumda olurlarsa ve bu netice delillerin gereği olarak ortaya çıkmışsa, bu durumda mükellefin yapacağı bir şey yoktur; bunlardan birini diğeri üzerine tercih yoluna gidemez. Sanıyoruz böyle bir durum şeriatta mevcut değildir. Şayet var olduğu far- [3i] zedilecek olsa, bu takdirde delile dayanmaksızın arzular istikametinde bir tercih durumu karşımıza çıkacaktır ki, serî konularda böyle bir neticenin bulunması ittifakla bâtıl olmaktadır. Şâri'in kasdmın, o şeyin yapılması ve terkedilmesi konusuna bir arada ve aynı anda taalluk etmesi ise sahîh değildir. Çünkü böyle bir şey takat üstü yükümlülük olur. Çünkü biz bu meselede her iki tarafın da birbirine eşit olduklarım varsayıyoruz. Bu haliyle aynı şeyin bir anda hem emredilmiş hem de nehyedilmiş olması mümkün değildir. Şâri'in kasdınm bunlardan hiçbirisine taalluk etmediğini söylemek de mümkün Jeğildir. Çünkü biz burda emir ve nehyin aynı anda birlikte vârid bulunduğunu farzetmiş bulunuyoruz. Emir ve nehiy, inşallah ileride geleceği gibi kısmen de olsa Şâri'in kasdmın bir delili olmaktadır. Zira "iktizâ" (gereklilik) olmaksızın ne emir ne de nehiy bulunmaz. Hal böyle olunca, geriye Şâri'in kasdınm mutlaka iki taraftan birisine taalluk halinde olduğu şıkkı kalmaktadır. Taalluk olunan taraf ise mükellef için belli değildir. Bu durumda mükellefin mutlaka beklemesi (tevakkuf etmesi)[37] gerekecektir.
İki taraftan birinin diğer taraf üzerine ağır basması durumunda ise şöyle denilebilir:
a) Şâri'in kasdı diğer tarafa taalluk etmiş (değil )dir. Zira Şâri'in kasdı eğer öbür tarafa taalluk halinde olsaydı, o takdirde tercih sahîh olmazdı ve hüküm, iki tarafın da birbirlerine eşit olmaları durumunda olduğu gibi olur ve neticede de tevakkuf etmek (beklemek) gerekirdi. Böyle bir netice ise, tercih bulunduğu için sahîh olamaz.
b) Şöyle demek de mümkündür: Müctehid nazarında her iki taraf da birlikte itibara alınmaktadır. Çünkü ikisinden her birinin Şâri'in maksadı olması ihtimal dahilindedir. Biz ise, sadece bizce Şâri'in maksûdu olduğu kanaatinde bulunduğumuz şeyle yükümlüyüz.[38]Yoksa Şâri'in gerçek maksadının ne olduğunu bilemeyiz ve biz onunla yükümlü değiliz. Ağır basan taraf (râcih) her ne kadar diğer tarafa galebe çalmışsada bizzat karşı tarafın Şâri'in maksûdu olabileceği ihtimalini ortadan kaldırmaz. Ancak bu ihtimâl, her iki tarafın da eşit olması durumunda teklif konusunda gözonünde bulundurulmaz, düşünme ve inceleme (nazar) konusunda ise dikkate alınır. Ulemâdan bazılarına göre, hilafa riâyet kaide si (yani mümkün mertebe ihtilaflardan kurtulmaya çalışma) işte buradan çıkmıştır[39] Birinci ihtimâl "muhattıe" (yanhşlayıcılar) grubunun, ikinci ihtimal de "mu-savvibe" (doğrulayıcılar)[40]grubunun telakkileri üzere geçerli olmaktadır.?
Hangi açıdan ele alınırsa alınsın, bütün bunlardan çıkan sonuç şudur: Getirilen bir yükümlülükte, ağır basan (râcih) tarafla, ağır basılan (mercûh) tarafın bir arada bulunmaları durumunda, ağır basılan taraf hükmün konulması sırasında dikkatte alınmış olmamaktadır. Zira eğer o da dikkate alınmış olsaydı, bu durumda aynı fiil hakkında hem emir hem da yasağın bir arada bulunması söz konusu olurdu. Bu ise takat üstü bir yükümlülüktür (teklîf-i mâ lâ yutak). Keza bütün içtihadı meselelerde de durum aynı olurdu. Bu durumda, her müctehidin içtihadında isabetli olacağı görüşünü kabul etsek de etmesek de netice değişmeyecektir. Şu halde ağır basılan (mercûh) tarafın, "kesbî itiyad" düzeyinde olması ya da ondan daha ziyade bir seviyede bulunması arasında bir fark bulunmayacaktır. Neticede esas bozulrnamak-tadır ve delil her iki kısım için de mutlaktır. Bizim açıklamak istediğimiz şey de işte budur.
Burada "Ağır basılan taraf, Şâri'in ikinci derecede kasdı ile dikkate alınmış olamaz; mı? Zira bilindiği gibi Şâri'in maksatları birinci derecede (aslî) maksatlar, ikinci derecede (talî) maksatlar diye iki kısma ayrılmaktadır" şeklinde bir soru akla gelebilir.
Buna verilecek cevabımız şu şekilde olacaktır: İkinci derecede talî kasdın sabit olabilmesi için, birinci derecede olan aslî kasıtla çelişir olmaması gerekmektedir. Böyle bir çelişkinin olması durumunda ise, o şeyin ne aslî kasıtla, ne de talî kasıtla dikkate alınması mümkün değildir. Bu konu inşallah bu kitabın ilgili yerinde açıklanacaktır.
Tevfik ancak Allah'tandır. [41]
a) Varlık aleminde bulunmaları ve mahiyetleri açısından.
b) Onlara serî hitabın taalluku açısından.
Birinci açıdan maslahatlar ele alındığında şu neticeye varılacaktır: Dünya hayatında mevcut bulunan maslahatların tümü, asla katkısız maslahat (mahza hayr) şeklinde değillerdir. Burada maslahattan, insan hayatının kıvamını, yaşantısının devamını temine yönelik hususları, şehevî ve aklî özelliklerinin gerektirdiği şeyleri mutlak surette elde etmesini kasdediyoruz. Ki mutlak surette kendisine nimette bulunulmuş olabilsin. Bu husus, yemek içmek... gibi beşerî davranışlarda mümkün değildir. Çünkü bu tür maslahatlar az ya da çok, beraberinde ya da önce ve sonrasında külfet ve meşakkatlerle karışık haldedirler. Yemek, içmek, giyinmek, barınmak, binmek, evlenmek... gibi. Bütün bunlara yorulmadan, bir çaba sarfetmeden ulaşmak mümkün değildir.
Dünyada mevcut bulunan mefsedetler de aynı şekilde katkısız mefsedet (mahza şer) şeklinde bulunmamaktadırlar. Zira [26] varlık aleminde düşünülebilecek hiçbir mefsedet yoktur ki, onun önünde sonunda ya da beraberinde, bir incelik, bir şefkat, alınacak bir lezzet... bulunmasın; bu mümkün değildir. Bu dünyanın, iki ucun imtizacı, iki tarafın ihtilatı (karması) üzerine kurulmuş bulunduğu esası da, durumun böyle olduğuna delâlet edecektir. Dünyada kim hâlis ve katkısız bir maslahat ya da bir mefsedet arayacak olursa, onu asla bulamayacaktır. Bütün yaratıkların halleriyle ilgili tecrübe ve gözlemler bunun kesin delili olmaktadır. Bunun aslını da, varlık âleminin imtihan ve buna bağlı olarak da iyiyi kötüden ayırma esası üzere kurulduğunu belirten nasslar teşkil eder: Yüce Allah: "Bir imtihan olarak size iyilik ve kötülük veririz[33]"Hanginizin daha iyi iş işlediğini belirt-mekiçin ölümü ve dirimi yaratan O'dur[34]buyurur. Hadiste de: "Cennet insanın hoşuna gitmeyecek şeylerle (yükümlülükler) kuşatılmıştır, Cehennnem de şehvetlerle sarılmıştır[35]buyrulmuştur. Dolayısıyla dünyada, ne maslahatın ne de mefsedetin, biri diğerinden katkısız halde bulunmaları asla mümkün değildir.
Durum böyle olduğuna göre, dünyevî anlamda maslahat ya da mefsedet denildiği zaman, bundan galebe çalan mânâsı anlaşılacaktır. Eğer maslahat tarafı ağır basıyorsa, o örfî anlamda maslahat olmakta; yok diğer taraf galebe çalıyorsa, o da keza örfî anlamda mefsedet olmaktadır. Bu yüzden fiil iki yönlü olmakta ve ağır gelen tarafa nisbet edilmektedir; eğer maslahat tarafı ağır basarsa o matlûb (istenilen şey) olmakta ve onun bir maslahat olduğu ifâde edilmektedir. Eğer diğer taraf galebe çalarsa, bu kez de ondan uzaklaşılmakta ve benzeri şeylerde câri olan âdetler (örf) doğrultusunda onun bir mefsedet olduğu söylenmektedir. Eğer örfün gerekleri dışına çıkılacak olursa, bu takdirde fiilin başka bir nisbet ve taksimi olacaktır.
Bu, dünyevî anlamda maslahat ve mefsedet kavramlarına, beşerî fİillerdeki varlıkları ve mahiyetleri açısından yaklaşım olmaktadır.
Konu ikinci açıdan, yani şer'î hitabın taalluku açısından elealındığı zaman şöyle denilecektir: Bir şeyin içermekte olduğu maslahat ve mefsedetten, örfî anlamda maslahat tarafı ağır basıyorsa, o şey [27] şer'an maksûddur. Bunun neticesi olarak da, kullara onun ortaya konulması için serî talep yönelmiş ve böylece o maslahatla ilgili konulan nizamın en uygun yolla yürürlüğü istenilmiş; onun carî âdetler doğrultusunda daha tam, maksada daha yakın ve uygun olarak vücûda getirilmesi amaçlanmıştır. Eğer bu durumda, maslahata tâbi bir mef-sedetveyameşakkat varsa, bu mefsedetyadameşakkat, o fiilin meşru kılınması ve talepte bulunulmasında dikkate alınmış değildir.
Aynı şekilde, örfî anlamda mefsedet tarafı maslahat tarafına ağır basmışsa, şer'an o şeyin kaldırılması amaçlanmakta ve onun için de yasak hükmü konulmaktadır. Böylece mümkün olduğunca, her sağduyu sahibinin benimseyeceği en makûl bir biçimde, onun ortadan kaldırılması amaçlanmış olmaktadır. Bu durumda, mefsedete bağlı bir maslahat ya da bir lezzet varsa, bunlar o fiilin yasaklanmasında göz önüne alınmış olmamaktadır. Hükmün konulması sırasında göz önünde bulundurulan husus sadece ağır basan taraf olmakta; yasak durumunda fiilin içerdiği cüzî maslahat, talep durumunda da cüzî mefsedet dikkate alınmamaktadır.
Kısaca diyebiliriz ki, şer'an muteber bulunup emir ya da nehye konu edilen maslahatya da mefsedetler katkısız bulunmakta, az ya da çok iç içelik söz konusu olmam aktadır.[36]Emre dilen fiilde mefsedet, yasaklanan fiilde maslahat bulunacağı düşüncesi yanlıştır ve serî hakikatte böyle bir şey yoktur. Çünkü ağır basılan maslahat ya da mefsedetten maksat, kısmen de olsa Şâri'in hakkında bir hüküm koymak için iltifatını gerektirecek bir dereceye çıkmaksızın kesbî itiyad düzeyinde carî olan şeydir. Bu düzeyse, serî hükümlerin konulmasında Şâri'ce dikkate alınmayan bir sınır olmaktadır.
Buna iki husus delâlet etmektedir:
a) Eğer ağır basılan taraf, Şâri'ce göz önünde bulundurulacak olsaydı, bu durumda fiilin mutlak surette ne emredilmesi ne de yasaklanması mümkün olacaktı. Aksine fiil, aynı anda maslahat açısından emredilmiş, mefsedet açısından da yasaklanmış olacaktı. Durumun böyle olmadığı ise kesinlikle bilinmektedir.
Bu imanın vâcib, küfrün haram olması, nefisleri kurtarmanın vâcib, öldürülmelerinin yasaklanması vb, gibi emir ve yasaklar içerisinde en uç noktada yer alan örneklerde ortaya çıkacaktır. Eğer öyle olsaydı, yükümlülükler içerisinde kendisinden daha üst mertebede başka bir talep bulunmayan iman yasaklanmış olurdu. Çünkü imanda, nefsi başıboş halinden çıkarma, onu şehevî maksatlarına ulaşmasından engelleme, bir lezzet almayacağı yükümlülük boyunduruğu altına sokma durumları vardır. Öbür taraftan, nefsin yükümlülük bağlarından kurtarılmasını ve hiç çekinmeden her türlü şehevî arzuların verine getirilmesini gerektiren küfrün de emredilmesi ya da en azından mubah olması gerekirdi. Çünkü şehevî lezzetlerin tadılması, nefsin yükümlülük boyunduruğu altından kurtarılması, kısmen de olsa Bir maslahattır. Böyle bir netice ise kesin olarak sakattır. Aksine iman mutlak surette istenilmekte, küfür de keza mutlak surette yasaklanmaktadır. Bu örneğimiz açıkça göstermektedir ki, iman talebine nis-betle içerdiği mefsedet yönü, küfrün yasaklanmasına nisbetle de içerdiği maslahat yönü, şer'an muteber değildir, teşri sırasında dikkate alınmamaktadır.
b) Eğer ağır basılan taraf, teşri sırasında dikkate alınacak olsaydı, o takdirde, kula yönelik hütün yükümlülükler takat üstüyükümlü-lükhalini alırdı. Böyle bir seyise bâtıldır. Takat üstü yükümlülüklerin (teklîf-i mâ lâ yutak) şer'an bâtıl olduğu usûl ilminde ortaya konulmuştur. Mağlûp tarafın dikkate alınması durumunda, takat üstü yükümlülüğün lâzım geleceğini ise şöyle açıklarız: Mesela yapılması istenilen fiilde bulunan ağır basılan taraf, ağır basan tarafla tezat teşkil eder. Bu durumda ağır basılan mefsedetin vukuuna meydan vermemek şartıyla, ağır basan maslahatın gerçekleştirilmesi emredilmiş olacaktır. Yani kişi aynı anda bir fiili hem işlemekle hem de ondan kaçınmakla memur olacaktır. Zira, daha önce de geçtiği üzere maslahatlar ya da mefsedetler katkısız bulunmazlar ve mutlaka az ya da çok birbirleriyle katkılı halde bulunurlar. Onun için bu netice kaçınılmaz olacaktır. Bunun neticesinde bir fiilin işlenmesi ya da işlenmemesi konusunda hem emir hem de yasak aynı anda ve bir arada vukûbulmuş olacak; aynı fiil hakkında hem yap hem de yapma denilmiş olacaktır ki, böyle bir şey takat üstü yükümlülüğün ta kendisidir.
İtiraz: Maslahat bazen emredilmiş olmaz da izin verilmiş (mübâh kılınmış) olabilir. Bu durumda ise emir ve yasak bir arada bulunmuş olmaz ve bahsettiğiniz sakınca da doğmaz.
Cevap: İtiraz yerinde değildir. Çünkü sizin bu dediğiniz her maslahat için geçerli değildir. Zira maslahat mubah kılınmış olabileceği gibi, emredilmiş de olabilir. İddianız bir an için kabul edilse bile, yine de izin (ibâha) aynı anda emir ve yasakla birlikte tezat teşkil eder.Çünkü işi tercihe bırakma ftahyîr), tercihin söz konusu olamayacağı emir ya da nehiy durumu ile ters düşer. Halbuki her ikisi de aynı fiil üzerinde söz konusu olmaktadır, Her ikisine de birlikte taalluk etmesi durumunda hitap, istenildiği şekil üzere yerine getirilmesi imkanı olmayan bir hitap olur. Bizim açıklamak istediğimiz şey de budur. Bu, gasbedilmiş bir yerde kılman namaz gibi de değildir. Çünkü o meselede, namazın başka yerde kılınması gibi, maslahatın mefsedetten ayrılması imkanı bulunmaktadır. Burada ise durum öyle değildir.
İtiraz: Sizin bu izahınız, feylesofların ve onların izinden gidenlerin görüşünü hatırlatıyor. Onlara göre, şerrin yaratılışı, şerkasdedil-diği için olmamaktadır. Yaratılıştan maksat sadece hayırdır. Eğer Allah hayır ve şer karışık bir şey yaratmışsa, o şeyin yaratılma amacı, içermiş olduğu hayır olmaktadır; o şey şer de içeriyorsa da şer için yaratılmamıştır. Aynen bir doktorun hastasına acı ve hoşlanılmadık bir ilacı içirmesindeki maksadı gibi. Doktor böyle bir ilacı hastasına içirirken, o ilacın içindeki acılığından, hoşlanılmadık halinden dolayı içir-memektedir, Bilakis içermiş olduğu şifa ve vereceği rahat için içirmektedir. Tedâvî için damar kesmek, kan almak (hacamat), kangren olmuş uzvu kesmek de aynıdır. Bunlardan maksat eza vermek değil, rahata kavuşturmak ve zararı defetmektir. Feylesoflara göre sebeble-rinden neşet eden bütün mefsedetlerin durumu da aynıdır. Sizin anlattıklarınız da bunun bir benzeridir. Çünkü siz "Sâri, maslahat yönüne itibarla teşri kasdında bulunurken, mefsedet tarafına yönelik bir kasıd göstermemekte, onu itibara almamaktadır. Bununla birlikte mefsedet de bulunmakta ve maslahattan ayrılmaz bir özellik göstermektedir..." diyorsunuz. Keza sizin bu izahınız, Mutezile'nin "Serler ve mefsedetlerin vukuu murâd değildir. Bunlar Allah'ın irâdesi hilâfına vuku bulmaktadırlar" şeklindeki görüşlerini de hatırlatmaktadır ki, hâşâ Yüce Allah böyle bir noksanlıktan münezzehtir.
Cevap: Feylesofların sözleri yaratma ile ilgili kasıd fhalkî-tekvînî kasıd) hakkındadır. Bizim buradaki konumuzun ise, onunla bir ilgisi yoktur. Bizim konumuz teşrîî kasıd hakkındadır. Emir ve ne-hiyler bahsinde, bu iki konu arasındaki fark ortaya konulmuştur. Oraya bakılabilir. Bilindiği üzere şerîat, mutlak anlamda kulların maslahatlarını temin için konulmuştur. Nitekim bu husus yerinde açıklanmıştır. Bir maslahatın celbi ya da bir mefsedetin defi için meşru kılınan her bir şeyde, o şeyde bulunup da onunla tenakuz halinde bulunan unsur (ağır basılan taraf) teşrî esnasında dikkate alınmamaktadır. Her ne kadar teşrî kılınan fiiller içerisinde ağır basılan ve teşrîde dikkate alınmayan bu unsur varlık âleminde mevcutsa da, bu varlık ona taalluk eden kadîm kudret ve kadîm irâde ile olmaktadır. Yoksa hâşâ Allah'ın ilminden, kudret ve irâdesinden, yerde gökte ne varsa hiçbir şeyin gizli ve uzak kalması mümkün değildir. Teşrî hükmü farklı bir şeydir ve konulusuna göre kendisine has bir bakış açısı ve tertibi vardır. Emir ve nehiy, emredilen ya da nehyedüen şeyin vuku bulma ya da bulmama irâdesini zarurî olarak gerektirmez. Böyle bir görüş sadece Mutezile'ye ait olmaktadır ve sakatlığı Kelâm ilminde ortaya konulmuştur. Teşrîî kasıd ile yaratma kasdı başka başka şeylerdir. Bunlar birbirlerine karıştırılmamalıdır. Aralarında da, birinin varlığından diğerinin varlığını gerektirecek zarurî bir bağ bulunmamaktadır.
Fasıl:
Eğer maslahat ya da mefsedet Şâri'in iltifatım gerektirecek bir ziyadeliğe ulaşmışsa yani şayet müstakil olarak bulunduğu zaman Şâri'ce dikkate alınacak bir durumda bulunuyorsa, o zaman hüküm ne olacaktır? Bu konu üzerinde durmak gerekiyor. Konunun açıklık kazanabilmesi için önce mis aile ndirmek ve sonra da Allah'ın yardımıyla bir neticeye varmak istiyoruz:
Çaresiz kalan bir kimsenin lâşe (murdar hayvan eti) ya da pis ve iğrenç bulunan şeyleri yemesi, suç ve cinayetlerin önünü alabilmek amacıyla katilin öldürülmesi, (yol) kesenin (el ya da ayaklarının) kesilmesi, bütün had ve diğer cezaların uygulanması, kangren olmuş organın kesilmesi, ağrıyan dişin çekilmesi; tedâvî amacıyla damar kesmek ya da hacamat olmak vb. gibi yollarla elem verici tasarruflara girişilmesi ve benzeri gibi, şayet kendisine galebe çalan şeylerden ayrı tek başına düşünülecek olsa, Şâri'in itibara alarak hakkında yasaklayıcı hüküm koyacağı şeyler kasdediliyor. Kısaca hakkında delillerin tearuz halinde bulunduğu her şey de diyebiliriz.
Bu durumda şu iki şıktan biri karşımıza çıkacaktır:
a) Ya her iki taraf da birbirine eşit durumda olacaktır.
b) Ya da bir taraf diğer tarafa ağır basacaktır.
Eğer birbirlerine eşit durumda olurlarsa ve bu netice delillerin gereği olarak ortaya çıkmışsa, bu durumda mükellefin yapacağı bir şey yoktur; bunlardan birini diğeri üzerine tercih yoluna gidemez. Sanıyoruz böyle bir durum şeriatta mevcut değildir. Şayet var olduğu far- [3i] zedilecek olsa, bu takdirde delile dayanmaksızın arzular istikametinde bir tercih durumu karşımıza çıkacaktır ki, serî konularda böyle bir neticenin bulunması ittifakla bâtıl olmaktadır. Şâri'in kasdmın, o şeyin yapılması ve terkedilmesi konusuna bir arada ve aynı anda taalluk etmesi ise sahîh değildir. Çünkü böyle bir şey takat üstü yükümlülük olur. Çünkü biz bu meselede her iki tarafın da birbirine eşit olduklarım varsayıyoruz. Bu haliyle aynı şeyin bir anda hem emredilmiş hem de nehyedilmiş olması mümkün değildir. Şâri'in kasdınm bunlardan hiçbirisine taalluk etmediğini söylemek de mümkün Jeğildir. Çünkü biz burda emir ve nehyin aynı anda birlikte vârid bulunduğunu farzetmiş bulunuyoruz. Emir ve nehiy, inşallah ileride geleceği gibi kısmen de olsa Şâri'in kasdmın bir delili olmaktadır. Zira "iktizâ" (gereklilik) olmaksızın ne emir ne de nehiy bulunmaz. Hal böyle olunca, geriye Şâri'in kasdınm mutlaka iki taraftan birisine taalluk halinde olduğu şıkkı kalmaktadır. Taalluk olunan taraf ise mükellef için belli değildir. Bu durumda mükellefin mutlaka beklemesi (tevakkuf etmesi)[37] gerekecektir.
İki taraftan birinin diğer taraf üzerine ağır basması durumunda ise şöyle denilebilir:
a) Şâri'in kasdı diğer tarafa taalluk etmiş (değil )dir. Zira Şâri'in kasdı eğer öbür tarafa taalluk halinde olsaydı, o takdirde tercih sahîh olmazdı ve hüküm, iki tarafın da birbirlerine eşit olmaları durumunda olduğu gibi olur ve neticede de tevakkuf etmek (beklemek) gerekirdi. Böyle bir netice ise, tercih bulunduğu için sahîh olamaz.
b) Şöyle demek de mümkündür: Müctehid nazarında her iki taraf da birlikte itibara alınmaktadır. Çünkü ikisinden her birinin Şâri'in maksadı olması ihtimal dahilindedir. Biz ise, sadece bizce Şâri'in maksûdu olduğu kanaatinde bulunduğumuz şeyle yükümlüyüz.[38]Yoksa Şâri'in gerçek maksadının ne olduğunu bilemeyiz ve biz onunla yükümlü değiliz. Ağır basan taraf (râcih) her ne kadar diğer tarafa galebe çalmışsada bizzat karşı tarafın Şâri'in maksûdu olabileceği ihtimalini ortadan kaldırmaz. Ancak bu ihtimâl, her iki tarafın da eşit olması durumunda teklif konusunda gözonünde bulundurulmaz, düşünme ve inceleme (nazar) konusunda ise dikkate alınır. Ulemâdan bazılarına göre, hilafa riâyet kaide si (yani mümkün mertebe ihtilaflardan kurtulmaya çalışma) işte buradan çıkmıştır[39] Birinci ihtimâl "muhattıe" (yanhşlayıcılar) grubunun, ikinci ihtimal de "mu-savvibe" (doğrulayıcılar)[40]grubunun telakkileri üzere geçerli olmaktadır.?
Hangi açıdan ele alınırsa alınsın, bütün bunlardan çıkan sonuç şudur: Getirilen bir yükümlülükte, ağır basan (râcih) tarafla, ağır basılan (mercûh) tarafın bir arada bulunmaları durumunda, ağır basılan taraf hükmün konulması sırasında dikkatte alınmış olmamaktadır. Zira eğer o da dikkate alınmış olsaydı, bu durumda aynı fiil hakkında hem emir hem da yasağın bir arada bulunması söz konusu olurdu. Bu ise takat üstü bir yükümlülüktür (teklîf-i mâ lâ yutak). Keza bütün içtihadı meselelerde de durum aynı olurdu. Bu durumda, her müctehidin içtihadında isabetli olacağı görüşünü kabul etsek de etmesek de netice değişmeyecektir. Şu halde ağır basılan (mercûh) tarafın, "kesbî itiyad" düzeyinde olması ya da ondan daha ziyade bir seviyede bulunması arasında bir fark bulunmayacaktır. Neticede esas bozulrnamak-tadır ve delil her iki kısım için de mutlaktır. Bizim açıklamak istediğimiz şey de işte budur.
Burada "Ağır basılan taraf, Şâri'in ikinci derecede kasdı ile dikkate alınmış olamaz; mı? Zira bilindiği gibi Şâri'in maksatları birinci derecede (aslî) maksatlar, ikinci derecede (talî) maksatlar diye iki kısma ayrılmaktadır" şeklinde bir soru akla gelebilir.
Buna verilecek cevabımız şu şekilde olacaktır: İkinci derecede talî kasdın sabit olabilmesi için, birinci derecede olan aslî kasıtla çelişir olmaması gerekmektedir. Böyle bir çelişkinin olması durumunda ise, o şeyin ne aslî kasıtla, ne de talî kasıtla dikkate alınması mümkün değildir. Bu konu inşallah bu kitabın ilgili yerinde açıklanacaktır.
Tevfik ancak Allah'tandır. [41]
Konular
- Dokuzuncu Mesele
- Onuncu Mesele
- On Birinci Mesele
- İKİNCİ KISIM
- KİTÂBU'L-MAKÂSID
- Makâsıd
- BİRİNCİ NEVİ ŞARİİN ŞERİATIN KONULMASINDAKİ KASDI
- Birici Mesele:
- a) Zarurî Olan Maksatlar (Zarûriyyât):
- b) Hâcî Olan Maksatlar (Hâciyyât):
- c) Tahsîniyyât:
- İkinci Mesele:
- Üçüncü Mesele:
- Dördüncü Mesele:
- Beşinci Mesele:
- Altıncı Mesele:
- Yedinci Mesele:
- Sekizinci Mesele:
- Dokuzuncu Mesele:
- Onuncu Mesele:
- On Birinci Mesele:
- On İkinci Mesele:
- Dördüncü Mesele:
- Beşinci Mesele:
- ÜÇÜNCÜ NEVİ
- ŞERÎAT, GEREĞİYLE YÜKÜMLÜ TUTULMAK ÎÇÎN KONULMUŞTUR
- Birinci Mesele:
- İkinci Mesele: