Dördüncü Mesele:[53]

Aslında mubah olup, sırf kula yönelik haz içeren bir fiilin, nefsî hazîardan arındırılarak, sırf Allah için İşlenmiş hale getirilmesi mümkündür. Çünkü bu tür fiiller ya izin verilmiş (mubah i ya da emredilmiş şeylerdir. Eğer, verilen izin mükellef tarafından Allah'ın kendisine bir hediyesi olarak telakki edilir ve bu şekilde işlenirse; o fiil şahsî hazîar-dan arındırılmış olur. Aynı şekilde verilen emre, başka hiçbir şeye ba­kılmaksızın sırf emre uyulmuş olmak için koşulması durumunda da, fiil nefsî hazîardan arındırılmış olur. Fiil, nefsî hazîardan arındırılın­ca da, mükellef için bir haz içermeyen birinci kısımdan olan ve şer'an bir karşılığı bulunmayan fiillerle (kendisine yönelik kasıt açısından) eşit hale gelir.
Durum böyle olunca, acaba kasıt açısından birinci kısma katılan bu tür fiiller, hüküm itibarıyla da birinci kısmın hükmüne katılabilir mi? Bu konu üzerinde durmak gerekecektir ve konu ile ilgili iki bakış açısı[54] bulunmaktadır; (1)

Kasıt açısından bakıldığında, kendisine eşit oîan kısma hükümde de eşit olmalı. Çünkü, burada haz kısmı kasıt ile aynen birinci kısım şekline dönüşmüştür ve o, halka yönelik ve onların yiyeceklerini ve ya­şantılarım düzene koymayı amaçlayan bir çeşit ibadetin yerine getiril­mesi demektir veya toplum yararlarını gözeten birisi olarak o beytül-mal emini ya da kamu malları üzerinde görevli kimselere benzer bir hal almıştır. Nasıl ki, birinci kısımdan olan fiilleri üstlenen kimsele­rin, üstlendikleri görevler, ya da kullukta bulunduğu ibadetler karşılı­ğında herhangi bir kimseden hediye kabul etmeleri ya da bir bedel al­maları uygun değilse, burada da durum aynıdır ve ki sinin elinin altın­da bulunan mallardan ihtiyacından fazla alması caiz değildir. Nite­kim kamu velayetini üstlenen kimse (vali) de elinin altında bulunan mallardan ancak yeterli (maruf) ölçüde alabilmekte idi. (İhtiyacın­dan) geri kalan kısmı ise, hediye, sadaka, yardım ve benzeri yollarla karşılıksız olarak dağıtır. Yahutda, alma konusunda kendisini başka­larının yerine koyar ve başkalarının aldığı yerden kendi de alır. Çünkü o, bir başkasının vekili ve onun maslahatlarını gerçekleştirmekle gö­revli (kayyım) gibi olunca, kendi nefsini o kişinin ("başkasının) yerine koymuştur. Çünkü nihayet o da, genel olarak yaşatılması istenilen bir can taşımaktadır; {ihtiyacı kadar ahr).

Bu tür davranışlara gidildiği birçok üstün fazilet sahibi kimse­den, hatta sahabe ve tabiîn neslinden nakledilmiş bulunmak­tadır. Onlar kazanç elde etme konusunda becerikli, mahir ve bunun çeşitli yollarını bilen ve tatbik eden kimselerdi. Ancak onlar bu işleri, kendi nefisleri için mal biriktirmek ve servet yapmak amacı ile değil; onları hayır yollarında, erdemler uğrunda ve Şâri'in teşvikte bulundu­ğu, İslâmî geleneklerce güzel bulunan hususlarda harcamak için yapı­yorlardı. Onların malları üzerindeki konumları, beytülmal emininin durumu gibi idi. Onlar bu gibi konularda, kendilerinden nakledilen haberlerin belirttiği üzere derece derece idiler. Bu durum onların, kendi şahsî hazları için değil de, Allah rızası için çalışır olmaları sebe­biyle, bu muameleleri sanki içerisinde sahibine ait asla haz içermeyen ameller gibi işlemiş olmalarını gerektirmektedir,
Haz sabit olacaktır desek de bunun genel anlamda dikkate alınabileceğine[55] şu husus delildir: îzin verilmiş olması açısından insa­nın hazzını talep etmiş olması mutlaka ya Allah haklanın ya da yara­tıkların hakkının dikkate alınması sonucu olacaktır. Çünkü eğer haz-zm talebi, mutlak ve genel olarak şer'î şart ve sebeplerin varlığına. şer'î engellerin bulunmamasına bağlanmış ise, bütün bunlar, şer'î ta­lep olmaları açısından mükellef için haz içermeyen şeylerdir; dolayı­sıyla bu durumda kendi nefsi hakkında hazzının gereğinden çıkmış
olur. Sonra nefsin hazzma ulaşma yolunda ilerlenirken başkalarıyla yapılan muameleler, muamele sırasında onlara iyilikte bulunulması­nı, ölçü ve tartıda hoşgörülü olunmasını, mutlak surette samimi olu-nulmasım ve nasihatta bulunulmasını, hile ve desisenin her türlüsü­nün bırakılmasını, şer'î sınırı aşacak ölçüde aîdatılmamasını,[56] mua­melenin şer'an mekruh görülen birşeye yardımcı olmamasını ve böyle­ce günaha ve taşkınlığa bir yol haline dönüşmemesini ve hazzını talep­te bulunan kimseye asla bir hazla dönmeyecek olan benzeri diğer hu­susların bulunmasını gerektirir. Bu durumda hazzı talep konusunda vaziyet, (genelde) hazzın bulunmaması noktasına dönmüş olur.
İnsan, kasıtlı olarakhaz talebinde bulunduğu halde durum böyle. Ya bir de amellerinde hazlardan tümden soyutlandığı zaman durum ne olur? Sadece ibadetler ya da sadece âdetler değil, her iki kısmında[57]da nasıl ki kişinin, amellerde meşru olanı araştırmak (ve onu işlemek) karşılığında bir bedel alması caiz olmuyorsa, —ki bu üzerinde icmâ edilen bir konudur kasıt ile eşit duruma gelenin hükmü de aynı ola­caktır.
Yine, bu kasdın bulunmadığını farzetmek, hazzın talebinifarzet-meksizin düşünülmesi mümkün olmayan bir şeydir. Durum böyle olunca mesele "vacibin varlığı için gerekli olan şey"in hükmüne dahil olur.[58] Hazzın uzaklaştırılmasını gerektirecek şeyin istenildiği sabit olunca,[59]bu istek için zorunlu olarak bulunması gereken şey de istenilmis olur. Onun şer'î bir taleple istenilmiş olup olmaması arasında fark yoktur. Onun hükmü genelde, asla haz içermeyen fiillerin hükmünü aşmaz. Bu açıktır. Meselâ Sâri' Teâlâ kesin bir tarzda nasihatta bulu- [isoı nulmasmı istemiş ve Hz.~Peyga.mber'in"Din nasihattir"[60]buyruğu ile . onu dinin esası yapmış, çeşitli yerlerde onu terkedenleri azapla kor­kutmuştur. Eğer biz nasihatin, bir bedel ya da peşin bir hazza bağlan­dığını farzedecek olursak; o zaman nasihat, nasihat edenle edilen ara­sında bir anlaşmanın bulunmasına bağlanmış olacaktır. Bu ise, onun talebinin kesin bir tarzda olmaması neticesine götürür. Yine meselâ, başkasını tercihte bulunmak (îsâr) menduptur ve onu yapan kimse öv­güye lâyık görülmüştür. Onun bir bedel karşılığında yapılmış olması durumunda, bir başkalarını tercihten (îsâr) söz edilemez. Çünkü îsârın anlamı, başkalarının çıkarlarını kendi çıkarlarından üstün tut­mak demektir. Bu ise, peşin bir çıkar talebiyle birlikte bir arada bulu­namaz. Diğer ibadet ve âdetlerle ilgili taleplerde de durum aynı şekil­dedir. Bu arzedilenler konu ile ilgili nazarî bir bakış açısıdır ve ona ka­tılmak mümkündür. (2)
İkinci bakış açısı: Bu tür fiillerin, hükümde asla yanihazza dönük olmaları şeklindedir. Çünkü Sâri', bu ameli işleyen kimse için kendisi­ne yönelik bir haz koymuştur ve onu diğerlerinden önde tutmuştur. Dolayısıyla kişi o hakların tamamını yalnız kendi başına kullanmak istese bu caiz olmakta; onları kendi nefsi için biriktirebilmekte, kendi dünya ve ahiret çıkarları için elinden çıkarabilmektedir. Onlar, Al­lah'ın kendisine birer hediyesidir; bu durumda onları nasıl kabul et­mekten kaçınır? O, eğer o fiili, izin noktasından ve şeriatın koyduğu sı­nırlar gereğince işlese bile, içerisinde kendi hazzı bulunan birşeyi, kendisi için tahsis edilmiş olması açısından ve kendisi için ona yönel­mesi mubah kılınan kasıtla işlemiş olacaktır. Sonra, şer'î sınırlar her ne kadar onların gereği ile amel etmede bir haz bulunmasa da hazzma ulaştıracak birer vesile ve yoldur.[61] Bu meseleden önce geçen konuda nasıl ki, maksat için vesileye ait hüküm verilemiyordu; dolayısıyla kendisi için bir haz içermeyen bir amel, her ne kadar bedel­li akitler gibi kendi hazzma vesile oluyorsa da, bu vesilenin hükmünü almıyordu[62] burada da aynı şekilde hakkında izin verilen haz için, kendisiyle ona ulaşılmak istenilen şeyin (vasıta) hükmü verilemez.

Biz biliyoruz ki, selef-i sâlihten birçoğu kendi masla­hatları için mal biriktiriyorlar, ticaret ve benzeri işlere giriyor ve husu­siyle kendi nefisleri için ihtiyaç duyacakları ölçüde kazanıyorlardı; sonra da kendilerini Rablerine karşı ibadete veriyorlardı; kaşandıkla­rı bitinceye kadar durum böyle devam ediyordu ve sonra tekrar kazanç yollarına dönüyorlardı. Onlar ticaret ya da zenaatı, (birinci kısımda açıklandığı şekiî üzere) bir ibadet şeklinde telakki etmiyorlardı; aksi­ne kendi hazlarınıelde etme ile yetiniyorlardı. Gerçi onlar bunu sadece afif davranmak ve ibadette bulunmak için yapıyorlardı. Bununla bir­likte bu durum onları, hazlarını talepte bulunanlar zümresinden çı­karmış olmuyordu.

Daha Önce selef-i sâlih hakkında belirtilen şeyler, o konuda kesin değillerdir; çünkü onların sözkonusu davranışlarını, Şâri'in kendileri­ne bir izni hasebiyle kendi hazlan için gerçekleştirmiş olabilecekleri şeklinde yormak mümkündür, Dolayısıyla onlar, dün}^a hayatları hakkında, kendi nazlarının elverdiği şekilde, âhiret hayatları ile ilgili olarak da aynı şekilde muamelede bulunmuş oluyorlardı. Neticede hepsi de, nazların gerçekleştirilmesi fisbatı) esası -üzerine kurulmuş olmaktadır. Varılmak istenen sonuç da budur. Amaç, hasların Şâri'in belirlemiş olduğu yönden alınmış olması ve bu yolda düşmelere sebe­biyet verecek taşkınlıklara girilmeme sidir.
Sonra hazlara ulaşılması yolunda sınırların belirtilmiş olması sadece, kişinin başkalarının maslahatlarını ihlal etmemesi ve böylece neticenin kendi maslahatlarının ihlali şekline dönüşmemesi[63] içindir. Çünkü Yüce Allah bu sınırları, her bir ferde nisbetle maşlah atların en uygun biçimde gerçekl eşe bilme si için koymuştur. Bu yüzdendir ki Yü­ce Allah: "Kim yararlı iş işle?~se kendi lehinedir; kim, de kötülük işlerse kendi aleyhinedir"[64] buyurmuştur. Bu buyruk, hem dünya hem de âhiret amelleri hakkında geneldir; hepsini kapsar. 'Yerdiği sözden    ri dönen, ancak kendi aleyhine dönmüş olur"[65] Bir kudsî hadiste de, zu­lüm ve onun haramlığmdan bahisten sonra: "Ey kullarım! Bunlar an­cak sizin amellerinizdir. Onları size sayıyorum. Sonra onların karşılı­ğını size tastamam veriyorum Şimdi kim hayır bulursa Allah'a ham-detsin! Hayırdan başka bulan ancak kendini sorumlu tutsun"[66]buy-rulmuştur. Bu gibi şeyler sadece dünya hayatına ait şeylere hasredile-mez. Bu yüzdendir ki, insanların başına gelen musibetler, onların gü­nah ve tacavüzleriyüzünden sayılmıştır; "Başınızagelen herhangi bir musibet ellerinizle işlediklerinizden ötürüdür[67] "Size tecavüz edene, size tecavüz ettikleri gibi tecavüz edin.[68]

Bu konudaki deliller sayılamayacak kadar çoktur. İnsan, hazla-rına ulaşmak için normal yol kılman bu tür fiillerde hazzını talep du­rumundan ayrı düşünülemez. Bu husus ortaya çıkınca, bu kısmın tümden peşin nazlardan soyutlanma noktasında birinci kısma eşit ol­mayacağı anlaşılmış olacaktır.

İki yol arasını da bulmak mümkündür. Şöyle ki: İnsanlar, nefsî hazlarını elde etme konusunda derece derecedirler:
Bazıları, hazlarını ancak esbabına yapıştığı yolların dışında[69] arar. Ameli işlerken, birşeyi kazanırken, o iş ve kazançta kendisini ve­kil yerine kor ve kendisini Allah'ın takdiri doğrultusunda dağıtmakla görevli sayar. Kendisi için asla birşey biriktirmez; hatta o yaptığı şey­lerden nefsi için herhangi bir haz kabul etmez. Bu ya kendi nefsini ha­tırlamaması ve bu yüzden kendi hazzını unuttuğu şeyler kabilinden Gİması şeklinde olur, ya Allah'a olan yakınî imanın gücünden kaynak­lanır; çünkü o, böyle bir iman sonunda bilir ki, göklerin ve yerin hü­kümranlığını elinde bulunduran Allah, kendisinin durumunu bilmek­tedir; O kendisi için yeterlidir ve asla onu ihmal etmeyecektir. Veya­hut da kendi hazzma önem vermemesinden kaynaklanır. Çünkü ina­nır ki, rızkı Allah üzerinedir ve O, kendisini, bizzat kendisinden dahaiyi kollayacaktır. Veyahut da, Allah'ın hakkı ile meşguliyetinden ken­di hazzına iltifatta bulunmayı nefsine yedirememesi ve benzeri daha başka sebeplerden dolayı olur. Bunlar hal erbabının gözetmiş oldukla­rı maksatlardır. "Kendileri fakru zaruret içerisinde bulunsalar bile, onları kendilerinden önde tutarlar"[70] buyruğu işte bu tür İnsanlar hakkında gelmiştir.

Nakledildiğine göre Zübeyr, Hz. Âişe'ye iki torba içerisinde para göndermiştir.Râvi sanıyorum yüz seksen bin (dirhem) diyor. Bu­nun üzerine Hz. Âişe ki o günde oruçlu bulunuyordu, bir tabak ge­tirtmiş ve gelen paraları insanlar arasında dağıtmaya başlamıştı. Ak­şam olduğunda beraberinde tek bir dirhem dahi kalmamıştı. Akşam olunca: "Ey cariye! Haydi, bir şeyler getir de iftar edeyim" dedi. Cariye, ekmek ve zeytinyağı getirdi. Cariyesi, kendisine: "Dağıttığın şeyler­den bir dirhem ayırıp, et alıp onunla iftarını yapamaz miydin?" dedi­ğinde ona: "Beni zor duruma sokma! Eğer hatırlatsaydm, ben de ya­pardım" diye cevap vermiştir.
İmanı Mâlik'in nakline göre de, yoksulun biri, oruçlu olan Hz. Âişe'den bir şeyler istemişti. Hz. Âişe'nin evinde de tek bir çörekten başka bir şey yoktu. Kendisine ait bir cariyeye: "Onu, ona ver" dedi. Cariye: "İftar edeceğin başka bir şey yok" diye hatırlattı. Hz. Âişe: "Onu, ona ver" diye tekrarladı. Cariye şöyle anlatır: Bunun üzerine ben de, çöreği o adama verdim. Akşam olunca, bir ev, ya da bir adam bi­ze hiç alışık olmadığımız biçimde[71] (büyük) bir koyun hediye etti ve onu pişirdi. Hz. Âişe beni çağırdı ve: "Bundan ye! Bu senin çöreğinden daha hayırlıdır" dedi.

Yine ondan yetmiş bin dirhem dağıttığı, fakat kendisinin elbisesi­ni yamamada olduğu; başka bir zaman malını yüzbine sattığı ve onlan dağıttığı, sonra da kendisinin arpa ekmeği ile iftar ettiği rivayet edilir.

Bu durumda olan bir kimsenin hali, vilayetlere tayin edilen ve hükümdardan başka hiçbir kimseden birşey beklemeyen valinin du­rumuna benzer. Çünkü bu tür insanlar için, yakın hasıl olmuş ve ken­dilerinin, kendi nefisleri için alacakları tedbirlerin yerini Allah'ın pay­laştırmasının ve tedbirinin almış olduğunu görmüşlerdir. Bu maka­ma, daha önce geçen mülahazalarla itiraz edilemez; çünkü bu maka­mın sahipleri, Allah'ın tedbirinin kendi tedbirinden daha hajnrlı oldu­ğunu görmektedir. Bu durumda olan kimseler, kendi nefislerini gözö-nünde bulundurarak tedbirler içerisine girmeye başladılar mı, bulun­duğu rütbeden daha aşağı derecelere doğru düşerler. Bu birinci grup­tan olan kimseler hal erbabı dediğimiz Allah'ın veli kullarıdır.
Bazıları da vardır ki, kendilerini yetim malı üzerindeki vasi (ve­kil) gibi sayar; ihtiyacı bulunmadıkça afif davranır, kazancından bir  şey almaz; ihtiyaçları bulunduğu zaman da maruf ölçüsünde yer, geri kalan kısmı da nasıl ki yetimin vasisi, onun (yetimin) malını menfaat­leri doğrultusunda sarfederse, aynen onun gibi sarfeder. Bazen olur ki, ihtiyacı bulunmaz ve o zaman harcaması gereken yere harcar; sak­laması gereken yer için de saklar; eğer ihtiyacı bulunursa kendisine verilen izin ölçüsünde davranarak israf ve pintilik etmeksizin yeterli ölçüde alır. Bu mertebedeki insanlar dahi, kazanırlarken kendi nazla­rından kurtulmuş olmaktadırlar. Çünkü, bu mertebede, olan insanlar, kendi hazları için almış olsalardı, o zaman başkalarını değil kendi ne­fislerini kayırmış olurlardı; halbuki bunlar Öyle yapmamış; aksine kendi nefislerini halktan biri gibi saymışlardır. Sanki o bir taksimatçı-dır ve kendi nefsini de onlardan biri gibi görmektedir. Sahih'te Ebu Musa'dan[72]şöyle rivayet edilir:
Rasûlullah şöylebuyurâu:"Eş'arîler, gazada yiyecek­leri biter veya Medine'deki çoluk çocukların yiyecekleri azalırsa, elle­rindeki mevcut yiyecekleri bir elbisenin içerisine toplar, sonra onu ara­larında bir kap ile eşit olarak taksim ederler. Onlar bendendir; bende onlardanım.[73] Aynı durura, Hz. Peygamber'in Muhacirlerle Ensar arasında uyguladığı kardeşlik[74] olayında da yaşanmıştır.[75]Hz. Pey­gamber'in gazaları sırasında bu türden uygulamalar meşhurdur. Hem şahsî nazların tercihte bulunulması, "önce kendi nefsinden baş­la, sonra bakmakla yükümlü olduğun kimselerden[76] hadisine binaen övgüye değer bulunmuş ve ters görülmemiştir. Aksine, bu tutum her iki halde de doğru harekete hamledilir.                                          

Bu ikinci mertebede bulunanlarla bir önceki mertebede olanlar, nefislerini peşin hazlar ile kayıtlayıp onun peşinde koş tur mamı şiar­dır ve bunların nefisleri için almış oldukları şeyler, haz peşinde koş­mak sayılmaz. Şahsî haz peşinde koşulmuş olunması için açık bir be­lirti olması lazım ki o da, insanın kendi nefsini başkalarına tercih et­mesidir. Bunlar ise bunu yapmamışlar; aksine, başkalarını kendi ne­fislerine tercih etmişler ya da kendilerini başkaları ile denk tutmuş­lardır. Bu durum sabit olunca, onların nefsî nazlarından arınmış oldukları ortaya çıkar ve bunlar kendilerini, sanki kendileri için hiçbir haz kılınmamış kimse yerine koymuş olurlar. Böyle insanlar meselâ ahş-veriş, kira gibi akitlerde, mümkün olan en az kira ve ücret talebin­de bulunurlar ve bunun neticesinde onların bu tür uğraşıları kendileri için değil, başkaları için çalışma mahiyetini alır. Bunlar, yine bu yüz­dendir ki nasihat konusunda kendilerine yüklenilenden fazla görev yaparlar; çünkü onlar kendi nefislerinin değil de, insanların vekilleri durumundadırlar. Bu durumda nefsi hazdan sözetmek mümkün mü? Hatta bunlar caiz de olsa, kendi nefislerine gösterilecek müsamahayı, başkalarını aldatma gibi görüyorlardı. Hiç şüphe yoktur ki, bunlar da hüküm bakımından birinci kısma katılacaklardır. Ama bu katılma da­ha başlangıçta mevcut bulunan şer'î bir gereklilikle vücup) değil de, bizzat kendilerinin kendi nefislerini icbar etmeleri neticesinde olmak­tadır.
Bir kısım daha vardır ki, onlar öncekilerin derecelerine ulaşa­mazlar; aksine bunlar kendilerine izin verilen şeyleri alırken, izin açı­sından almış olmakta, menedildikleri şeylerden geri durmakta; ihti­yaç duydukları her konuda harcamada bulunmakla yetinmektedirler. Önce geçenlere göre bunlar, haz sahipleridir; ancak bu hazlar elde .    edilmesi sahih olan bir yönden alınmışlardır. Eğer bu gibiler hakkında da nazlardan soyutlanmışlardır denecekse, bu nazlarını sadece heva ve heveslerine uyarak almamış olmaları ve onları işlerken emir ve nehyi dikkate almış olmaları 3-önünden olacaktır. Yerilmiş oîan haz emir ve yasaklar dikkate alınmaksızın, heva ve heveslere tabi oluna­rak elde edilen nazlardır. Çünkü kişi onları elde ederken, konulan sı­nırlara dikkat edilmemiş; aksine şehveti peşinden koşmaktan başka bir şey bilmeyen hayvan gibi cüretkârlık göstermiştir. Biz burada bu türhazlardan söz etmiyoruz; sözünü ettiğimiz birinci kısımla ilgilidir. Burada kişi kendi hazzı için tasarrufta bulunduğu için, müslünıanla-. nn genel işlerini üstlenen amme görevlisi hükmünde sayılamaz; çün­kü o kamu için değil, kendisi için çalışmaktadır. Bu açıdan bakıldığı zaman bu kimse, kamu velayeti üstenmiş birisi gibi olmamaktadır. Kazlardan soyutîanmışhk da, ancak kamu velayetlerinde oluyordu. Doğrusu Allah daha iyi bilir ya şöyle olmalıdır: Bu kısımdan olan­lar, hüküm itibarıyla nazlarına yönelik kasıt bulun duranlar gibi mua­mele görürler; böyle bir kasıt bulundurmaları da onlar için caizdir; ilk iki kısma girenler ise böyle değillerdir. Onlar esbaba tevessül yoluyla almayan (sadece Allah'tan bekleyen); ya da herkese ne düşüyorsa ken-F196]    dişini de onlardan biri kabul ederek alan kimselerdir. [77]


Eser: El-Muvafakat

  • Yeni Ekle
Yorumlar (0)

El-Muvafakat

 

Son eklenen ruyalar

Sitemizde yer alan soruların cevapları özenle islami eserlerden seçilerek yazılmaktadır.
..