Yedinci Mesele:
Sâri Teâlâ'nm neticede bir nevi meşakkat ve külfet içeren şeyleri teklifte bulunduğunda şüphe yoktur; ancak bu gibi şeyler geçerli olan âdetlere nazaran "meşakkat" diye isimlendirilmemektedir. Nitekim alışılageldiği üzere insanların sanat ve meslek icrâsıyla hayatlarını kazanmak için çalışmalarına da meşakkat denilmemektedir. Çünkü bunlar mümkündür ve mutattır; içermekte oldukları külfet alışılagelmiş genel durumda insanı işten alıkoyacak ölçüde değildir. Hatta aklı başında ve gelenekleri bulunan insanlar hayatlarını kazanmak için çalışmayan kimseleri tembel diye isimlendirirler ve onları ayıplarlar. Teklifte bulunan ve mutat olan meşakkatler de aynı şekildedir.
Âdeten meşakkat sayılanla, meşakkat sayılmayanlar arasındaki farkişte bu noktada ortaya çıkmaktadır. Şöyle ki: Bir fiili işlemeye devam etmek o fiilin tümden ya da kısmen bırakılmasına sebep olacaksa, o fiili işleyen kimsenin kendisi ya da malı üzerinde veya davranışlarında bir bozukluğun ortaya çıkmasına sebep olacaksa, bu durumda sözkonusu olan meşakkat mutat olan düzeyden fazla demektir. Eğer genel olarak bu zikrettiğimiz mahzurlardan birisine sebep olacak durumda değilse, o zaman sözkonusu olan külfet âdeten meşakkat sayılmayacaktır. Nasıl sayılır ki, bu dünyada insanın bütün halleri; yemesi, içmesi, diğer davranışları hep külfettir. Ancak kendisine bu külfetleri yenebilecek kudret verilmiş; kendisinin bu tasarrufların boyunduruğu altına girmesi istenmemiştir. Yükümlülüklerde de durum aynı şekildedir. Yükümlülüklerin ve onların içermekte oldukları meşakkatlerin (külfet) işte bu açıdan değerlendirilmeleri uygun olacaktır.
Bu nokta anlaşılmıştır sanıyoruz. Bir nokta daha var: Mutat ölçüde meşakkat içeren yükümlülükler, içermiş oldukları bu meşakkatlerden dolayı talep konusu olmuş değillerdir; aksine bunlar içerdikleri maslahatlar için istenilmiş olmaktadır. Buna delil, bundan Önceki meselede geçmişti.[77]
İtiraz: Geçen açıklamalar, teklifte meşakkate yönelik bir kastın bulunmadığına çeşitli açılardan delâlet etmez:
(a) Yükümlülüğün bizzat "teklif diye adlandırılması buna işarette bulunmaktadır. Zira teklifin asıl sözlük anlamı içerisinde külfetki meşakkat olmaktadır bulunan bir şeyin iste-nilmesidir. "Allah kişiye ancak gücünün yeteceği kadar yükler.[78] âyetinin anlamı da: "Allah kişinin gücü yetmeyecek ölçüde kendisine zor gelen şeyleri istemez; O'nun istekte bulunacağı şey sadece âdeten gücü dahilinde bulunan şeylerle yükümlü olmasıdır" şeklindedir. Dolayısıyla meşakkatle yükümlü tutma sabittir. Emir ve yasağa yönelik kasdm bulunması, hiç şüphesiz meşakkatin de talep edilmiş olması neticesini de yanında gerektirecektir. Şâri'ce "teklîf' diye isimlendi-rilmesinden de anlıyoruz ki, talep fiile, sadece bir meşakkat olması açısından bağlanmaktadır. Şu halde meşakkat, teklîf sırasında Şâri'ce dikkate alman bir husus olmaktadır. "Dinde sizin için bir zorluk kılmamıştır[79] ve benzeri âyetler işte bu anlamda anlaşılacaktır.
(b) Sâri' Teâlâ, ne ile yükümlü tuttuğunu ve yükümlü tuttuğu şeyden nasıl bir meşakkat doğacağını bilmektedir. Bilindiği üzere teklîf beraberinde meşakkat getirmektedir. Sâri' teklifle birlikte ondan asla ayrılmayan meşakkatin bulunduğunu bilmektedir. Bu durumda Şâri'in, teklifte bulunmakla
ondan doğacak olan meşakkati de talep etmiş olması lâzım gelecektir. Çünkü prensip olarak, sonuç olan müsebbebi bile bile sebebin ortaya konulması, müsebbebin kasdedilmesi demektir. Bu meselenin açıklanması hükümler bahsinde geç-. misti. Dolayısıyla neticede Şâri'in meşakkate yönelik kasdı-nın bulunmuş olması gerekmektedir. (3)
Meşakkat, kısmen de olsa, yükümlü olunan fiilin işlenmesi esnasında karşılaşılması durumunda, teklîf sevabından ayrı olarak sevap kazanılmasına sebep olabilmektedir. Meselâ: "Çünkü Allak yolunda susuzluğa? yorgunluğa, açlığa uğramak, kâfirleri kızdıracak bir yeri işgal etm$k ve düşmana başarı kazanmak karşılığında onların yararlı bir iş ycfptıkları mutlaka yazılır. Doğrusu Allah iyilik yapanların ecrini zâyijetmez[80]"Ama Bizim uğrumuzda cihad edenleri elbette yollarımıza eriştireceğiz"[81]âyetlerini Örnek olarak hatırlayabiliriz. Hadiste ise "mescide giderken fazla adım atılmasının daha sevaptı olduğu, sevabı en fazla olan kimsenin evi uzak kimse olduğu[82] "hoşlanılmadık ve sıkıntılı durumlar için abdestin hakkı verilerek alınmasının tavsiye edildiği"[83] bilinmektedir. Bu hususa: "Savaş hoşunuza gitmediği halde size farz kılındı. İhtimal ki, hoşlanmadığınız şey sizin iyili-ğinizedir.[84]âyeti de işaret etmektedir. Çünkü savaşta en büyük meşakkat ve güçlükler bulunmaktadır. Hatta öyle ki Yüce Allah: "Allah şüphesiz, Allah yolunda savaşıp öldüren ve öldürülen mü'minle-rin canlarını ve mallarını cennete karşılık satın almıştır"[85] buyurmuştur. Benzeri daha başka âyetler de vardır.
Meşakkatler sırf meşakkat olmaları açısından normal yükümlülükten alınacak olan sevaptan ayrı olarak fazladan sevaba vesile olduğuna göre bu, onların da Şâri'ce gözönünde bulundurulmuş olduğuna delil olur. Eğer böyle olmaz ve Şâri'in meşakkate yönelik bir kasdı bulunmasaydı, o zaman onlara maruz kalmaktan dolayı bir sevap sözkonusu olmazdı. Nitekim yükümlü olunmayan ve mükellefin bizzat kendi tercihi ile ortaya koyduğu fiiller karşılığında herhangi bir sevap bulunmamaktadır. Nitekim bu konu mübâh bahsinde geçmişti. Bütün bunlar teklîf sırasında Şâri'in meşakkati de gözönünde bulundurduğunu, ona yönelik bir kasdının olduğunu gösterir. Bizim ulaşmak istediğimiz netice de işte budur.
Cevap: Birinci itirazı ele alalım: Teklifin mükellefe yöneltilmesi durumunda sözkonusu edilecek kasıt iki yönlü olabilir: (a) O yükümlülük, birmeşakkatolması açısından istenilmiş olabilir, (b) Oyüküm-lülük, içermiş olduğu mükellefe yönelik dünya ve âhiret için sözkonusu olan maslahatlar açısından istenilmiş olabilir. Bu ikincinin Şâri'in maksadı olduğunda en ufak bir kuşku bulunmamaktadır. Bütün serî veriler bunu dile getirmektedir. Nitekim daha Önce bu kitabın (ikinci cilt) başında bu konu üzerinde durulmuştu. Birincinin Şâri'ce kastedilmiş olabileceğini kabul etmiyoruz. Bir şeyde böylesine iki kastın bir arada bulunması gibi bir zorunluluk da yoktur. Meselâ, doktor hastasına acı ve tadı hoş olmayan ilaç içirmekle, damarını yarmak ve kangren olmuş organını kesmek suretiyle ona acı vermekle., onun acı ve ıztı-rap çekmesini değil, iyileşmesini, onun yararını kasteder. Gerçi bu [126] arada hastasının acı ve ıstırap çekeceğim bilir. Ama onun bu bilgisi, yaptığı bu işlerde1 onun acı ve ıztırap çekmesine yönelik bir kastının bulunduğu neticesini gerektirmez. Şâri'in mükellefe getirdiği yükümlüîükler de aynı şekilde değerlendirilir. O bu yükümlülükleri kulların meşakkat çekmeleri için değil, derhal ya da zaman içerisinde (ya da dünya ve âhirette) kendilerine ulaşacak menfaatler içerdiği için getirmiştir. Yükümlülüklerde onların içermiş oıduğu maslahatlara yönelik Şâri'in kasdı bulunduğunda zaten genelde icmâ vardır. Tartışma konusu sadece, aynı zamanda onların içermiş oldukları meşakkatlere yönelik bir kasdının olup olmadığı hakkındadır. Yükümlülüklere "teklif adı verilmesi, onlar esnasında ortaya çıkan şeyler itibarıyladır ve tamamen Arapların dili kullanış larındaki örflerine uyulmuştur. Çünkü onlar, iştikâkilminde de bilindiği üzere, bir şeyi her ne kadar kullanılışta ona yönelik bir kasıt olmasa da ondan meydana çıkan şeyler ile isimlendirirler ve bu mecazî bir kullanış şekli de değildir, bilakis lügat açısından vaz'î hakikat olmaktadır.
İkinci İtiraza Cevap: Sebebin işlenmesinden müsebbebin meydana geleceğini bilmek, her ne kadar mükellef hakkında ona yönelik bulunan bir kasıt yerine geçtiği sabitse de sadece bazı yönlerden kasıt yerine geçer. Bununla serî hükümlerde sözkonusu olan ve sebebiyet verme (tesebbüb) ile genelde mütecâvizkâr olması yönünden[86] bunun böyle olduğunu kastediyorum; yoksa meydana gelmiş nıefsedeti kastetmiş olması cihetinden o şekilde değerlendirilmiş değildir. Çünkü biz, onun sadece kendi çıkarlarını kastetmiş olduğunu kabul ediyoruz.
Mükellef (mefsedeti) kastetmiş olmayınca, bunun Şâri'in hakkı konusunda da böyle olacağı netice olarak ortaya çıkacaktır. Çünkü O, yükümlülükle bizzat maslahatı kastetmiştir, onun işlenmesi sırasında ortaya çıkan mefsedetlere yönelik bir kastı bulunmamaktadır. Bu konunun izahı daha önce hükümler bahsinde geçmişti. Bundan sonra mükellef bahsinde inşâallah daha etraflı bir şekilde üzerinde durulacaktır.
Hem sonra, şayet işlenmesi sırasında bazı mefsedetlerin de ortaya çıkmasına sebep olan bir yükümlülüğe yönelik kasıttan, şer'an mef-sedetin ortaya konulmasına yönelik bir kasdın bulunması gerekecek olsaydı, o zaman daha önce geçen ve şeriatın mefsedetlerin değil de sadece maslahatların temini için konulmuş olduğunu isbat eden delillerimiz bâtıl olmuş olacak, özel olarak da bu konuda Şâri'in aynı anda hem meşakkatin kaldırılmasını, hem de onların ortaya konulmasını istemiş olması gibi bir netice doğacaktı. Bu ise hem aklen hem da naklen muhal ve sakattır.
Sonra doktorun hastasına acı ilaçiçirmesi, kangren olan organını kesmesi, çürümüş dişleri çekmesi, cerahatli yaralan yarması, hastasına arzuladığı şeylerden perhiz vermesi... gibi durumlarda her ne kadar bunları yaparken hastaya acı vermiş olacaksa da onun iyileşmesine yönelik kasdının bulunmaması gerekmez. Çünkü onun maksadı, tedavi sırasında ister istemez ortaya çıkacak olan hastaya eza verme mefsedetine riâyette bulunmadan daha büyük ve güçlü olan bir maslahatın gerçekleştirilmesine yöneliktir. Şeriatın tavrı da işte böyledir. Eğer teklif, mutlaka yapılması gereken bir durum arzediyorsa zorunlu olarak beraberinde meşakkatler getirse de getirilir. Çünkü tekliften maksat, sadece maslahat olmaktadır. Şeriatta getirilen bütün yükümlülükler hep bu şekilde olmaktadır. Şâri'in meşakkatleri defetmek istediği bilinmektedir. Bu durumda eğer içerisinde meşakkat içeren bir şey emretmişse, bizzat o meşakkate yönelik bir kasdı olmayacaktır. Zira eğer ona yönelik bir kasdının bulunacağım varsayarsak, o durumda Şâri'in meşakkatlerin defini istememesi gerekirdi. Bu itibarla, alışılagelmiş işler esnasında ortaya çıkan meşakkatler âdeten meşakkat olarak isimlendirilmemektedir.
Kısaca özetlemek gerekirse şöyle diyebiliriz; Alışılagelmiş (mutat) fiiller ile, bunların cinsinden olan fiiller ile getirilen yükümlülükler daha önce geçtiği gibi meşakkat içermezler. Yükümlülükler sırasında bazı güçlüklerin bulunacağını bilmekten, onların talep edilmiş olması, onlara yönelik bir kasdın bulunması gibi bir neticenin çıkması şöyle dursun; bu tür güçlükler "meşakkat" diye de adlandırılmaz.
Üçüncü İtiraza Cevap: Sözkonusu edilen sevap, meşakkatin vukuunun mücerred tekliften zorunlu olarak doğması ve yükümlü olunan fiilin ancak o meşakkate katlanılması yoluyla gerçekleşebilmesi açısından olmaktadır. Sadece bu açıdan bakıldığında meşakkat sanki istenilmiş (maksûd) gibi olmaktadır. Yoksa mutlak anlamda meşakkat kasdedilmiş değildir. Bundan dolayı da Sâri' Teâlâ, normal yükümlülüğün sevabından ayrı olarak meşakkat karşılığında olmak üzere fazladan bir sevap vermektedir. Fazladan olarak bu sevabın verilmesi, meşakkat ve yorgunluğun bizzat istenilen bir şey olduğuna delalet etmez. Bunu şu da destekler: Meşakkatler karşılığında istenilen yükümlülükler neticesinde doğmasalar bile sevap meydana gelmektedir. Meselâ, bir insan başına gelen musibet ve felaketlerden dolayı sevap almakta ve bunlar onun günahlarına keffâret olmaktadır. Nitekim bu hususa şu hadis delâlet etmektedir; "Mü'minin karşılaştığı hiçbir ağrısızı, yorgunluk, üzüntü ve keder, hatta kendisine batan bir diken yoktur ki, Allah bunlar sebebiyle onun günahlarından affetmiş olmasın[87]Benzeri daha başka hadisler de bulunmaktadır.
Mubahta da aynı şekilde, şayet ondan yasak olan bir şeyin ortaya çıkacağı bilinecek olsa, bü durumda o yasağa yönelik bir kasdın bulunması gibi bir netice lâzım gelmez. Aynı şekilde o mubahtan zorunlu olarak ortaya çıkacak olan yasağa yönelik bir kasdın olmadığında ittifak edilir. Bildiği halde bir kasdının bulunmaması konusunda ise ihtilâf etmişlerdir. Bu konunun izahı inşâallah ileride gelecektir.
Fasıl:
Bu arzedilen açıklamalardan bir başka esas daha çıkar: Mükellef, sevabının büyüklüğüne bakarak yükümlülüğün içermiş olduğu meşakkate yönelik bir kasıt bulunduramaz; o sadece meşakkatin büyüklüğüne göre sevabı da artan ve bizzat yükümlülük konusu olan amele niyet etmek durumundadır.
Bu ikincisi, bütün amelî tekliflerin özelliği böyle olduğu içindir. Çünkü mükellef sadece sevap verilen amele niyet etmek durumundadır. Şâri'in o yükümlülüğü koyarkenki kasdi da işte bu olmaktadır. Şâri'in kasdma uygun olarak ortaya çıkan şey, bizzat istenilen netice olmaktadır.
Birinciye gelince; çünkü ameller niyete göredir, davranışlarda maksatlar dikkate alınır. Nitekim bu husus inşâallah yeri gelince belirtilecektir. Bunların muteber olması için mutlaka Şâri'in kasdına uygun düşmesi gerekmektedir. Eğer mükellefin yükümlülüğü yerine getirirkenki kasdı, içerdiği meşakkati ortaya koymaya yönelik ise, o zaman onun kasdı Şâri'in kasdına ters düşmüş olacaktır. Çünkü Sâri' getirdiği yükümlülükte bizzat meşakkati dikkate almış değildir! Şâri'in kasdma ters düşen her niyet ise bâtıl olmaktadır. Dolayısıyla kulun meşakkate yönelik kasdı da bâtıl olacaktır. Şu halde o, yasaklanılan şey kabilinden olmaktadır. Hakkında yasak bulunan şeyin ortaya konulmasında ise sevap yoktur; aksine yasağın haramlık derecesine ulaşması durumunda günah vardır. Bu itibarla, meşakkate girmek kasdıyla sevap isteğinde bulunmak, Şâri'inkasdıyla çelişki arzetmek-tedir.
İtiraz: Bu Sahîh'te bulunan şu Câbir hadisine ters düşmektedir. Şöyle ki: Mescidin etrafında boş yer vardı. Selemeoğulları Mescid'e yakın bir yere taşınmak ve yerleşmek istediler. Bu haber Hz. Peygamber'e ulaştı. Bununüzerineonlara^Sizin mescide yakın bir yere yerleşeceğiniz haberi bana ulaştı, öyle mi?" diye sordu. Onlar: "Evet, Yâ Rasûlallah! Biz bunu istedik" dediler. Bunun üzerine Hz. Peygamber onlara iki defa tekrarlayarak: "Ey Selemeoğulları! Yurdunuzu bırakmayın, (Mescid'e atacağınız adımın) izleri yazılsın" buyurdu. Bir başka rivayette: "Bizim yurdumuzdan ayrılmış olmamız bizi sevindirecek değildir" demişlerdir. Câbir'de gelen başka bir rivayette de, o şöyle anlatmıştır: Bizim yurdumuz Mescid'den uzakta idi. Evlerimizi satmak ve Mescid'e yakın olmak istedik. Hz. Peygamber bizi bundan alıkoydu ve: "Sizin için her adım karşılığında bir derece vardır" buyurdu.[88]
İbnu'l-Mübârek'in zühde dair kitabında da (Rakâik) Ebu Musa el-Eş'arî'den şöyle nakledilmiştir: Bir defasında denizde yelken açmış bir gemi ile yolculuk yapıyordum. Bir adamın şöyle dediğini duyduk: "Ey gemi yolcuları! (Oruç için) kalkın." Bunu yedi kere tekrar etti. Ona: "Bizim ne halde olduğumuzu görmüyor musun?" dedik. O yedinci defasında: "Vallahi Allah'ın kendisi üzerine yazdığı bir va'di (kazası) vardır: Kim dünya hayatında sıcak bir günde nefsini Allah için susatırsa, kıyamet günü onu kandırması Allah üzerine bir hak olmuştur" dedi. Bundan sonra Ebu Musa çok şiddetli sıcak gttnleri kovalar ve o günlerde oruç tutardı.
Şeriatta bu türden olup, mükellefin ibadetlerde ve diğer yükümlülüklerde nefsini zora koşmaya yönelik kasdırun sahih olduğuna ve bundan dolayı da sevap alacağına delâlet eden veriler bulunmaktadır. Mescid'e yaklaşmak amacıyla yurtlarından ayrılmayı isteyen sahâbî-lere Hz. Peygamber çok adım atmada çok sevap bulunduğu için yerlerinde kalmalarını emretmiştir. Bunların durumu şuna benziyor: Bir adam ki işleyeceği bir amelin iki yolu bulunmaktadır. Bunlardan biri kolay diğeri ise zordur. Zor olan yolla onu ortaya koyması emrolunmuş ve bundan dolayı da sevap alacağı va'dinde bulunulmuştur. Hz. Peygamber'in onları düşüncelerinden alıkoyması, yurtlarında kalmalarında (ve meşakkate göğüs germelerinde) daha fazla ecir bulunduğuna onların dikkatini çekmek için olmuştur.
Allah'ın velî kullarının hallerini düşün. Bunlar Rablerine kulluk yolunda güçlerinin en son yeteceği noktaya kadar çaba sarfetmeyi esas olarak kabul etmişlerdir. Hatta her konuda azimetleri almak, ruhsatları ise terketmek onların en önemli bir prensibi olmuştur. Bütün bunlar arzettiğiniz hususlarla ters düşmektedir. Sahîh'te de Übey b. Ka'b'dan şöyle rivayet edilmiştir: Ensardan birisinin evi, Medine'de bulunan evlerin en uzağı idi. Hz. Peygamber ile birlikte hiçbir namazı kaçırmıyordu. Kendisine: "Ey Falan! Keşke bir eşek alsaydın, ayağını yakıcı sıcaktan ve haşerâttan korurdu" dedik, O: "Vallahi, evimin Hz. Peygamber'in evi ile bitişik olması hoşuma gitmezdi" diye cevap verdi. Câbir diyor ki: "Bu sözü işitince çokağırıma gitti ve Hz. Peygamber'e gelerek durumu kendisine bildirdim. Bunun üzerine Hz. Peygamber onu çağırttı ve adam ona da aynı cevabı verdi ve kendisinin attığı her adımdan bir sevap beklediğini söyledi. Bunun üzerine Hz. Peygamber : 'Şüphesiz senin için umduğun şey olacaktır' buyurdu."[89]
Cevap: Evvela, itiraz sadedinde zikredilen bu hadisler şahsa özet uygulamalarla (kadiyyetu ayn) ilgili vâhid haberlerdir.[90] Bunlardan kesin bir genellemeye (istikra) gidilmesi mümkün değildir. Zannî olan şeyler katı olanlar karşısında varlık gösteremezler. Bizim üzerinde durduğumuz şey, kati olan şeyler türündendir.
İkinci olarak: Bu hadislerde, bizzat meşakkatin kendisine yönelik kasdın bulunduğuna bir delâlet bulunmamaktadır. Birinci hadisin açıklanması bizzat Buhârî'nin rivayetinde bulunmaktadır. Çünkü o bu hadisin rivayetinde: "Hz.Peygamber.Medine'nin o taraftan (düşman tecavüzüne karşı) boşalması ve savunmasız hale gelmeşinden endişe etti" şeklinde ilave bulunmaktadır. Mâlik b. Enes'ten, önce Akîk'e sonra da oradan Medine'ye iner olduğu rivayet edilmiştir. Kendisine Akîk'e indiği zaman: "Akîk'e niçin iniyorsun? ÇünküMeseid'e uzaklığı zor oluyor" diye sorduklarında: "Bana ulaştığına göre, Hz. Peygamber AMk'i sever ve oraya gelirdi.[91]demiştir. Ensardan bazıları oradan Mescid'in yakınına bir yere taşınmak istemişlerdi. Hz. Peygamber onlara: "Adımlarınızdan seuap ummaz mısınız?" buyurdu. İmam Mâlik, Hz. Peygamber'in "Adımlarınızdan seuap ummaz mısınız?" sözünü, yürüme sırasında karşılanılacak güçlük sebebiyle değil, taşınılacak yerin üstünlüğünden dolayı[92] söylemiş olduğu mânâsını çıkarmıştır.
İbnu'l-Mübârek'in naklettiğine gelince, eğer senedi sahihse o zaman o, sahâbî fiili olmak üzere bir delil olacaktır. Bununla birlikte onda, daha büyük sevabın, kendisine ibadet meşakkati daha ağır gelen kimseler için sabit olduğu da bildirilmektedir. Hoşlanılmadık şey ler karşısında abdest alınması, cihadda susuzluk ve yorgunluğa maruz kalınması gibi. Şu halde Ebu Musa'nın sıcak günlerde oruç tutmayı tercih etmesi, namaz, sadaka gibi nafile ibadetler varken daha zor olan cihadı tercih eden kimsenin durumuna benzemektedir.[93] Yoksa sevap kazanmak için nefsini işkenceye sokma kasdı sözkonusu değildir. Bunda, sadece meşakkati daha çok olduğu için, o derecede sevabı da daha büyük olacak olan bir ibadetin altına girmek kasdı bulunmaktadır. Bu kasıtta meşakkat, asıl değil tâbi olmaktadır. Konumuz ise, meşakkatin kasıtta tâbi kıhnmaksızın esas alınmasıyla ilgilidir. Ensardan olan sahâbî ile ilgili hadiste de, kendisini eziyet ve işkence altına sokma kasdı bulunduğuna dair bir delâlet yoktur. Onda bulunan delâlet sadece, sevabın büyük olması için mescidin uzaklığın, dan doğan meşakkate sabır kasdımn bulunması hakkındadır. Bu anlamda olan diğer rivayetlerde de durum aynıdır.
Evliyanın halleri ile ilgili olarak öne sürülen itiraza gelince, onların maksatları kendi nefislerinin hazlarına yönelik düşünceleri tamamen atarak sırf Mabûdlarının hakkını yerine getirmektir. Bunların davranışlarında, sadece nefislerini işkence ve sıkıntı altına sokmayı meşakkatlere göğüs germeyi kastettiklerini söylemek geçen ve inşâaallah ileride gelecek deliller sebebiyle doğru değildir.
Üçüncü olarak: İtirazda kullanılan delil, Hz. Peygamber'in ruhbanlığa Özenmek suretiyle nefislerini güçlük ve sıkıntıya sokmak isteyen kimseleri bu düşüncelerinden alıkoyması delili ile tearuz teşkil etmektedir. Bilindiği gibi ashaptan bazıları aşırılığa düşmüşler ve biri, ben her gün oruç tutacağım ve hiçbir günümü oruç-suz geçirmeyeceğini, demiş; bir diğeri, ben her geceyi ibadetle geçireceğim ve hiçbir zaman uyumayacağım, demiş; bir diğeri de, ben ise hiçbir zaman kadınlarla beraber olmayacağım... demişti. Hz. Peygamber onların bu tutumunu tepki ile karşılamış ve kendisinin bütün bunları yaptığından söz etmişti. Sonunda da "Kim benim sünnetimden yüz çevirirse, o benden değildir" buyurmuşlardı.[94]Başka bir hadiste de: "Hz. Peygamber Osman b. Maz'ûn'u ruhbanlık hayatından alıkoydu. Eğer ona bu konuda izin verseydi, kendimizi hadım ettirirdik"[95]denilmektedir. Hz. Peygamber,güneş altında ayakta dikilerek oruç tutma adağında bulunan kimseye, orucunu tamamlamasını, fakat güneş altında ayakta dikilmemesini emretmiştir [96]Bir başka hadislerinde ise:"Aşırılık gösterenler helak oldu"[97]buyurmuşlardır. Onun zorlaştırma ve aşırılık göstermeyi yasakladığı şeriatta meşhurdur; hatta bu şeriatta kesin bir prensip halini almıştır. Şâri'in insanları sıkıntıya sokmaya yönelik bir kasdı bulunmadığına göre, mükellefin böyle bir kasdı Şâri'in kesin olarak bilinen kolaylaştırma ve hafifletme kasdı ile çelişmiş olacaktır. Mükellefin kasdı-nın Şâri'in kasdı ile çelişmesi durumunda, onun kasdı bâtıl ve doğru olmayacaktır. Bu gayet açıktır. Başarı ancak Allah'tandır.
Fasıl:
Geçen açıklamalardan bir esas daha çıkar: O da şudur: İşlenmesine izin verilmiş fiiller ki vâcib, mendub ya da mubah olabilirler eğer bir meşakkate sebebiyet verirlerse, bakılır: Bu meşakkat ya bu gibi fiillerde mutat olan türden olur; ya da mutat türden olmaz. Eğer mutat türden ise, bu konu üzerinde durmuş olduk ve o fiillerin içermiş oldukları meşakkat dolayısıyla istenilmediklerini gördük. Eğer meşakkat mutadın üzerinde ise, o durumda bu tür meşakkatin de Şâri'ce kastedilmiş olmayacağı öncelikli olarak bilinir. Bu durumda bakılır: Bu meşakkatler ya kulun bizzat kendi fiili ve iradesi sebebiyle meydana gelmiştir; ya da öyle değildir.
Eğer kulun kendi fiili ve iradesi sebebiyle meydana gelmişse, aslında bu şer'an yasaktır ye şeriatta böyle bir meşakkat içeren fiille Allah'a kullukta bulunma gibi bir şey yoktur. Çünkü Yüce Allah, işlenil-mesine izin verdiği fiillerde güçlük ve sıkıntı (haraç) murad etmemektedir. Buna, güneş altında ayakta dikilerek oruç tutmayı nezreden kimsenin durumunu Örnek verebiliriz.[98] Bu yüzdendir ki İmam Mâlik, Hz. Peygamber'in ona, orucunu tamamlamasını, oturmasını ve gölgelenmesini emretmesi hakkında şöyle demiştir: "Hz. Peygamber ona, Allah için tâatolan şeyi tamamlamasını emretti, Allah için masiyet (günah) olan şeyi de ona yasakladı." Çünkü Yüce Allah, nefislere işkence edilmesini, ne kendisine yaklaşılacak bir yol, ne de kendi katında bulunan şeylere ulaşılabilecek bir vasıta kılma-mıştır. Bu açıktır. Ancak bu yasaklama, meşakkate, işe girmesi sebebiyle maruz kalması yoluyla değil, onu kendi üzerine doğrudan getirmesi durumu şartına bağlıdır. Aynen misâlde olduğu gibi. Bu konuda hüküm açıktır.
Ama, meşakkat amele tâbi durumda olursa, meselâ mutadın Üzerinde bir meşakkat altına girmeksizin oruç tutamayacak veya ayakta namaz kılamayacak bir hastanın, yürüyerek ya da binerek hac yapamayacak bir hacı adayının durumunda olduğu gibi, işte bu tür meşakkatler, Yüce Allah'ın haklarında "Allah sizin için kolaylık diler, zor-lukdüemez"[99] buyurduğu kısımdan olmaktadır ve bu kısım hakkında ruhsatlar meşru kılınmıştır.
Ancak, böyle bir meşakkatle karşı karşıya kalan bir kimse, ruhsatla amel ederse; tamam, bunahakkı vardır ve bunu sırf kendi nefsinin bir hazzı olarak yapmış olabileceği gibi, Rabbi tarafından gelen bu izni kabul etmiş olmak için de işlemiş olabilir. Yok ruhsatla amel etmeyecek olursa, o zaman karşımıza iki durum çıkar:
a) Kesin ya da zan ölçüsünde nefsine, bedenine veya aklına ya da davranışlarına bir bozukluk arız olacağını ve bundan da sıkıntı ve güçlük duyacağını bilmesi ve bu yüzden de o amelden hoşlanmaması. Bunun mükellefle ilgisi yoktur. Bu durumu kesin ya da zan ölçüsünde bilmese, fakat amele başlar başlamaz bunların kendisi için ortaya çıkması durumu da aynıdır Bunun hükmü kendisini tedirgin eden şeyi yapnıamasıdır 'yolculuk sırasında oruç tutmak, iyilik ve takvadan değil, dir"[100]buyruğu bu gibi durumlarla ilgili olmaktadır. Hz. Pey-gamber'in, yemek hazırken veya sıkışık vaziyette iken namaz kılmayı yasaklaması, "Kadı, öfke halinde iken hüküm veremez"[101] buyurması ve, tam hakkı verilerek işlenemeyecek amellere girişilmesini yasaklayan benzeri diğer hadisleri bu meyanda Örnek olarak hatırlayabiliriz. Çünkü Şâri'in kasdı,
kulun fiilinin her türlü şaibeden uzak olarak korunması ve onların sürekli kılınması olmaktadır. Böylece kulun yükümlülük ilmeğine girmesinin, onun en müsait bir zamanında olmasının temini amaçlanmıştır.
b) Kendisine böyle bir zararın gelmeyeceğini kesin bilgi ya da zan ölçüsünde bilmesi; bununla birlikte amelde mutadın üstünde bir meşakkatin bulunması. Bunlar hakkında da genelde ruhsatlar meşru kılınmış olmaktadır. Bu konudaki tafsilat[102] hükümler bahsinde ele alınır. Burada dikkate alınan illet (gerekçe) şudur: Aşırı meşakkat, sıkıntı doğuran bir şeydir; hatta meşakkatin bizzat kendisi zaten sıkıntı ve güçlük (haraç) demektir. Kişi bunlara, her ne kadar sabır ve tahammül gösterebilirse de, bunlar aslında âdeten sabır ve metanet gösterilemeyecek ölçüde olan meşakkatlerdir. Bu itibarla dikkate alınırlar.
Ancak burada bir üçüncü durum daha karşımıza çıkmaktadır:[103]Bu kısımda da meşakkat mutat değildir, ancak bazı insanlara nisbetle mutat gibi bir hal almaktadır. Böyle olan nice şeyler vardır. Çünkü kendisini Allah'a adamış ve uzlete çekilmiş, yükümlülükleri yerine getirme konusunda bütün gayretlerini ortaya koymuş âbidler ve hâl ehli böyle bir özellik kazanmışlardır ve üstlendikleri tâat yolunu (ağırlığına rağmen) göğüslemişlerdir. "Sabır ve namazla Allah'a sığınıp yardım isteyin. Huşu duyanlardan başkasına namaz elbette ağır gelir[104]"vetini ele alalım. Dikkat edilirse bu âyette namazın mükellefe ağır |en bir yükümlülük olduğu belirtilmiş, ancak bundan huşu sahipleri istisna edilmiştir. Bu huşu sahipleri ki, onların önderleri bizzat Hz. Peygamber olmaktadır. Onun için namaz gözaydmlığı idi; öyle ki dünya meşgaleleriyle yorulduğu zaman dinlenmekiçin namaza sığınırdı; ayakları uyuşuncaya kadar kıyamda dururdu. Onun hali böyle olunca, elbette onun varisleri durumunda olanlar da onun bu özelliklerinin bereketinden bir şeyler elde edeceklerdir.
Bu kısım,[105]üzerinde biraz daha fazla nefes tüketmeyi gerektiren bir konu olmaktadır. Çünkü bu konu, şeriatta güçlü temelleri bulunmasına rağmen ihmal edilmiş ve onun üzerinde söz eden az olmuştur, [ise]
Fasıl:
Mükelleften güçlük ve sıkıntı kaldırılmıştır. Bunun iki gerekçesi vardır.
a) Mükellefin teklif yolunda ilerlemeden kesilmesi, ibadetleri sevmemesi ve yükümlülükten nefret etmesi endişesi. Bu gerekçenin altına, onun bedenine, aklına, malına ya da davranışlarına bir bozukluğun arız olabileceği endişesi de girebilir,
b) Kula yönelik çeşitli yükümlülüklerin çok ve bir anda bulunması durumunda onları gereği gibi yerine getirememesi endişesi. Meselâ, mükellefin ailesine, çocuklarına bakması ve bunların yanında çeşitli yükümlülüklerle karşılaşması gibi. Mümkündür ki. bazı işlerle meşguliyet, diğer yükümlülüklerin ihmalini doğuracaktır. Bazen de aşırı bir gayretle bütün yükümlülükleri yerine getirmeye çalışacak, fakat buna güç yetiremeyecek ve bu kez hiçbirisini tam olarak yapamayacak, hepsi de yarım yamalak kalacaktır.
Şimdi birinci kısmı ele alalım: Yüce Allah bu kutlu şeriatı hoşgörü ve kolaylık esasları üzerine kurulu hanîflikle göndermiş, kulların kalbini ona karşı nefret duygularından korumuş ve onu mükelleflere sevdirmiştir. Eğer onlar hoşgörü ve kolaylık esaslarına ters düşecek şekilde amel etselerdi, o zaman yükümlü oldukları hususlarda işe yarar amel ortaya koyamazlardı. Bu konuda: "Bilin ki, içinizde Allah'ınpey-gamberi bulunmaktadır. Eğer o, birçok işlerde size uymuş olsaydı, şüphesiz sıkıntıya düşerdiniz; ama Allah size imanı sevdirmiş, onu gönüllerinize güzel göstermiş; inkarcılığı, yoldan çıkmayı ve baş kaldırmayı size iğrenç göstermiştir"[106] âyetini ele alalım: Bu âyette Yüce Allah, kolaylaştırmak ve hoş göstermek suretiyle imam bize sevdirdiğini, onu bu şekilde ve karşılığında mükâfat vereceği va'diyle bizim kalplerimizde süslediğini bildirmektedir. Hadiste de şöyle buyrulmuştur: "Amellerden güç yetirebileceğiniz şeyleri yapmaya çalışın. Çünkü siz usanmadıkça, Yüce Allah asla (sevap vermekten) usanma-yacaktır.[107] Ramazan gecelerinin ihya edilmesi ile ilgili olarak da: "(Allah'a hamdden) sonra, ey insanlar! Bana sizin durumunuz gizli değildir (sizin iştiyakınızı biliyorum). Ama gece namazının (teravih) üzerinize farz kılınmasından ve sizin de ona güç yetire memenizden korktum" [108]buyurmuştur. Havla bt. Tuveyt hadisi de şöyle: Hz. Âişe validemiz, Hz. Peygambere "Şu Havla bt. Tuveyt! Dediklerine göre gece hiç uyumazınış" dedi. Hz. Peygamber:"Gece uyumaz mı ?! Gücünüzün yettiği kadar ibadet edin, çünkü siz usanma-dikça, Yüce Allah asla (sevap vermekten) usanmayacaktır"[109]buyurdular. Enes hadisi de şöyle: Hz. Peygamber birinde mescide girmişti. Orada iki direk arasına uzunlamasına bağlanmış bir ip vardı. Hz. Peygamber:"Bune?" dedi Orada bulunanlar: "Zey-neb'in ipi. Namaz kılarken yorulduğunda ona tutunur" dediler. Bunun üzerine Hz. Peygamber: "Onu çözün. Sizden biriniz zinde oldukça namaz kılsın. Tembellik ya da gevşeklik hissettiğinde otursun" buyurdu.[110]Kıldırdığı namazı çok uzattığı için Muaz'a: "Mu-az! Sen fitneci misin?!" diye çok sert çıkışmış[111] ve: "İçinizde insanları nefret ettirenler var. Sizden biriniz başkalarına namaz kıldırdığı zaman hafif tutsun; çünkü onlar içerisinde zayıf, yaşlı ve iş-güç sahibi olanlar vardır"[112] buyurmuştur. Ümmetine acıması sebebiyle visal orucunu yasaklamıştır.[113] Adakta bulunmayı yasaklamış ve: "Allah onunla cimriden bir şeyler çıkarır ve o (adak) Allah'ın kaza ve kaderinden hiçbir şey değiştiremez" buyurmuşlardır.[114] Bütün bu örnekler, daha önce geçen ve aklen kavranılması mümkün olan usanç verme, sıkılma, acze düşme, ibadetten nefret etme ve hoşlanmama gibi sebeplere dayanmaktadır (muallel). Hz. Âişe validemizden Hz. Peygamber efendimizin şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Şüphesiz bu din /netindir. Ona yumuşaklıkla girin [115] ve nefislerinize Allah'a kulluğu sevimsiz hale getirmeyin; çünkü acele eden ne yol alabilir ne de binek bırakır."[116]Hz. Âişe şöyle der: Hz. Peygamber acıdığından dolayı ashaba visal orucunu yasakladı. Onlar: "Siz visal orucu tutuyorsunuz" diye de sorduklarında onlara: "Şüphesiz benim durumum sizinki gibi değildir. Ben gecelerim de Rabbim beni yedirir ve içirir (siz ise böyle değilsiniz)" [117] buyurdu.
Bütün bunlardan şu netice çıkıyor: Buradaki yasaklar Şâri'ce gö-zönünde bulundurulan ve akılla kavranılabilen sebep (illet) yüzünden olmaktadır. Durum böyle olunca, yasak illetle birlikte var ya da yok olacak demektir.[118] Hz. Peygamber'in illet olarak gösterdiği şey bulununca, yasak da ona yönelik olarak bulunacaktır; illet bulunmadığı zaman da yasak ortadan kalkacaktır. Çünkü insanlar bu meydanda iki grupturlar:
Birinci Grup: Bu gruptan olan insanlarda, fiili işleme sırasında mutat üstü olan bu meşakkat hemen etkisini gösterir ve o fiilin ya da başkasının fesadına etki ederya dakişide onakarşı bir sıkıntı veusanç doğurur; o işi işlemeye karşı bir tembellik meydana getirir. Genelde mükelleflerin çoğunun durumu böyledir. Bu gibi meşakkat içeren amellerin olduğu şekliyle işlenmemesi ve eğer terkedilmesi şer'an caiz olmayan amellerden ise şeriatın getirdiği doğrultuda ruhsatların kullanılması, terki caiz olan şeylerden ise tümden terkedilmesi uygun olacaktır. Yukarıda geçen delillerin gerekçeleri fta'lil) bunu gerektirmektedir. Buna, Hz. Peygamber'in şu hadislerini delil olarak kullanabiliriz: "Kadı, öfke halinde iken hüküm veremez[119]"Şüphesiz nefsinin de üzerinde hakkı vardır; ehlinin de üzerinde hakkı vardır,[120]Hz. Peygamber bu sözlerini, devamlı oruç tuttuğu haberi kendisine ulaşan Abdullah b. Amr b. el-Âs'a söylemiş ve onun ağır yükler altına girmemesi için tavsiyede bulunmuştur. Devam ettiği bu ibâdet, yaşlılık sebebiyle ağır gelmeye başlayınca Abdullah: "Keşke Hz. Peygamber'in ruhsatını kabu letseydim" diye temennide bulunmuştur.
İkinci Grup: Mutat dışı güçlük içermesine rağmen kendilerine ağır gelmeyecek, usanç ve tembellik göstermeyecek türden olan insanlar. Bu türden olan insanlara, mutat üstü meşakkat içeren ameller, içermiş oldukları meşakkatlerden daha baskın gelen bir motif, onları kolay hale dönüştüren bir saik, ya da amele karşı duyulan aşırı bir iştiyak veya ondan alınan bir haz... sebebiyle ağır gelmemekte, aksine başkaları için çok ağır iken bunlara hafif gelmekte, sözkonusu olan meşakkat bunlar için meşakkatlikten çıkmakta, dahası bu tür amellere giriştikçe, onların sıkıntılarına göğüs gerdikçe daha çok huzur ve ferahlık hissetmekteler veya tedirgin edici ve iç tırmalayıcı etkenlerin tesirinden kendilerini korumaktadırlar. Meselâ, hadiste Hz. Peygamber Bilâl! Bizi ferahlat"[121] buyurmuş, başka bir hadiste -de: "Bana dünyanızdan üç şey sevdirildi... Gözümün, aydınlığı namazda kılındı[122] buyurmuştur. Gece ayakları şişinceye ve bacakları uyuşuncaya kadar kıyamda durması sonucunda da (kendisine "Niye bu kadar kendinize eziyet ediyorsunuz? Nasıl olsa sizin gelmiş ve gelecek bütün günahlarınız affedilmiştir" diye soranlara): "Rabbime karşı çok şükreden bir kal olmayayım mı?"[123]demiştir. Kendisine: "Ya Rasûlallah! Öfke halinde de, rıza halinde de sizin sözlerinizi alalım (yazalım) mı?" diye sorduklarında: "Evet!" buyurmuşlardı.[124]Halbuki o, bizim hakkımızda "Kadı, öfke halinde iken hüküm veremez" [125]buyurmuştu. Bu her ne kadar Hz. Peygamber'in kendisine ait bir husus ise de, diğerleri hakkında da delil olmaya elverişlidir. Amellerde meşakkatlere katlanma ve onlara karşı devamlı sabır gösterme ile ilgili bu mânâda delil çoktur.
Bu konuda sahabe, tabiîn ve onları takip eden nesillerden gelen ve ilim, hadis rivayeti ve ictihad mertebesine ulaşıp kendilerine tâbi olunan kimselerden gelen haberler delil olarak yeterlidir. Bunlar içerisinden Hz. Ömer, Hz. Osman, Ebu Musa el-Eş'arî, Saîd b. Âmir, Abdullah b. ez-Zübeyr'i; tabiîn neslinden Âmir b. Abdikays, Üveys, Mesrûk, Saîd b. el-Müseyyeb, el-Esved b. Yezîd, er-Rebî b. Huseym, Urve b. ez-Zübeyr, Kureyş'in zahidi diye ün yapan Ebu Bekir b. Abdur-rahraan, Mansûr b. Zâdân, Yezîd b. Harun, Hüşeym, Zirr b. Hubeyş, Ebu Abdirrahman es-Sülemî ve isimlerini saydığımızda uzayıp gidecek daha pek çok simayı bunlara misal olarak hatırlayabiliriz. Bunlar yaşadıkları bu halleriyle sünnete tâbi olmuş ve onun sınırlarını korumuş kimselerdir.
Rivayet edildiğine göre Hz. Osman yatsı namazını kıldıktan sonra vitre kalkar ve onda bütün Kur'ân'ı okurdu. Nice kimseler vardı ki, şu kadar sene yatsı namazının abdesti ile sabah namazını kalmışlar,[126] şu kadar sene durmadan oruç tutmuşlardı. Rivayete göre İbn Ömer ile İbn ez-Zübeyr visal orucu tutarlardı. İmam Mâlik dehir orucunu (ömür boyu tutulan oruç) caiz görmüştü. Üveys eî-Karnî, sabaha kadar gecesini ihya eder ve: "Bana ulaştığına göre, Allah'a ebediyen secde halinde bulunan Allah'ın kulları varmış" derdi. Benzeri bir rivayet Abdullah b. ez-Zübeyr'den de gelmiştir. Esved b. Yezîd, nefsini oruç ve ibâdet içerisinde yorardı; öyle ki, sonunda benzi solar ve vücudu sararırdı. Alkame kendisine: ıcYazık sana! Bu bünyeye niçin işkence ediyorsun?" dediğinde: "Durum çok ciddî!" diye karşılık verirdi. İbn Sîrîn'in anlattığına göre, Mesrûk'un hanımı: "Mesrûk, ayakları şişinceye kadar namaz kılardı. Ben bazen arkasına oturur ve kendisine yaptığını gördüğüm şeylerden dolayı ağladığım olurdu" demişti. Şa'bî şöyle nakleder: Şiddetli sıcak bir günde, Mesrûk oruçlu iken bayılmışti. Kızı kendisine: "Orucunu boz!" dedi. Mesrûk kızına: "Bunu benden niçin istiyorsun?" dedi. O: "Acıdığımdan!" diye cevap verdi. Mesrûk: "Yavrueağızım! Ben de, süresi elli bin gün olan bir gün için nefsime acıdığımdan bunu yapıyorum" diye karşılık verdi.
Önceki nesillerden olup da, herkesin tahammül edemeyeceği ve ancak Allah'ın bu iş için seçmiş olduğu kimselerin tahammül gösterebileceği zor işlerin ki bu işler de onlar için seçilmiş oluyordu üstesinden gelebileceği pek çok Örnek bulunmaktadır. Onlar bu halleriyle sünnete ters düşmüş değillerdi. Aksine "es-sâbikîn el-evvelîn" yani ilk ve öncülerden sayılmışlardı.Allah bizi de onlardan kılsın! Çünkü zorluk ve meşakkat içeren amellerin yasaklanmasını gerektiren illet, bunlar hakkında mevcut değildi. Dolayısıyla onlar için bu tür amellerin yasak olmasını gerektirecek bir unsur mevcut değildi. Nitekim "Kaâı, öfke halinde iken hüküm veremez"[127] buyruğu karşısında bakıyoruz. Burada yasağın sebep ve illeti, zihnin meşguliyetinden dolayı delillerin tam olarak değerlendirilememesi olmaktadır diyor ve bu hükmü illetin bulunduğu zihni meşgul edecek her şeye teşmil ediyoruz. Bu illetin bulunmadığı şeylere ise şâmil kılmıyoruz. Hatta öyle ki, kadı zihnini meşgul etmeyecek derecede az öfkeli olursa, dâvaya bakabilir diyoruz ki, bu anlayış doğru ve yerinde bir yaklaşım olmaktadır.
Birinci gruptan olan kimselerin durumu, ziyadesiz İslâm'ın normal hükümleriyle ve iman gereğiyle amel etmek olmaktadır. İkinci gruptan olanlar ise, kendisine galebe çalan korku, ümit ya da sevginin itmesiyle hareket eden kimseye benzemektedirler. Korku itici bir kırbaçtır ; ümit çekici bir öncüdür; sevgi ise sürükleyici bir akımdır. Korku duyan kimse, meşakkatin bulunmasına rağmen ameli işler, şu kadar var ki, daha ağır olan şeylerden duyulan korku, meşakkatli de olsa nisbeten daha hafif olan şeylere tahammül gösterilmesine iter. Ümitvâr olan kimse de meşakkate rağmen o işi yapar; şu kadar var ki, eksiksiz bir rahata ulaşacağına olan ümidi, kişiyi mükemmel bir yorgunluğa tahammüle sevkeder. Seven insan, sevdiğine duyduğu iştiyakla bütün gayretini sarfederek çalışır ve bunun sonucunda zor olan kendisine kolay gelir; uzak yakan olur; gücünü kuvvetini tüketir, buna rağmen sevginin hakkını vermiş, nimetin şükrünü yerine getirmiş olduğunu düşünmez; ömrünü bu uğurda tüketir, fakat arzusunu yerine getirdiğini düşünmez. Kişinin nefsi, aklı ya da malı için duyduğu endişe de aynı şekilde, buna sebebiyet verecek amellerin işlenmesine, eğer kişinin tercihine bırakılmış ise, engel olur. Yok yapılması gereken hususlardan ise, o zaman da ruhsatlar getirilir ve böylece meşakkat içerisinde meydana gelmemesi istenilir, Çünkü meşakkatin ve bunun neticesinde bedeni, aklı ya da malı hakkında bir endişe duyması, daha Önce de geçtiği gibi insanın içini tırmalar ve huzurunu kaçırır.
Ancak, bu vaziyette iken yani nefsine ya da bir organına veya aklına bir zarar gelmesi korkusu altında işlenen amel, buna rağmen acaba yeterli olur mu? Yoksa olmaz mı?
Bu konunun üzerinde durulması gerekir ve konuyla ilgili "gasbedilen yerde kılman namaz" meselesinden ipuçları çıkarılabilir; Eğer telef olma korkusu varsa, oruç tutmasının mene d ileceği ne dair İmam Mâlik ve İmam Şafiî'den nakil bulunmaktadır. Bu durumda tutacağı orucun da yeterli olmayacağını belirtmişlerdir. Yine telef olma korkusu bulunduğunda, su ile gusül ve abdest almaktan men edileceği ve teyemmüm alması gerekeceği nakledilmiştir. Hastalanma ya da malın telef olması korkusunun bulunması halinde ise ihtimal bulunmaktadır. Bu konuda yasaklamaya gidileceğinin dayanağı "Nefislerinizi öldürmeyiniz" [128] âyeti olmaktadır.
Sözü geçen şeylerle benzerlerinin yasaklanmış olması, korku sebebiyle olduğuna ve bizzat o ibadetlerin işlenmesine yönelik bir cihetten olmadığına göre, iki durum arasında fark bulunacaktır. Çünkü namazdan soyutlanarak ele alındığında, nefsin tahammül edemeyeceği bir meşakkat doğuracak bir amelin yasaklanması makûldür. Öbür taraftan meşakkat dikkate alınmaksızın sadece namazın emredilmiş olması da makûldür. Dolayısıyla mesele hakkında iki bakış açısı olacaktır.[129]
Konuya bir başka kaideden daha yaklaşılabilir: Şöyle ki: Acaba Şâri'in meşakkatin kaldırılmasına yönelik kasdı, Allah hakkı olduğu için midir? Yoksa kul hakkı olduğu için midir? Eğer Allah hakkı oîduğu içindir dersek, o zaman Şâri'in meşakkatin kaldırılmasını istediği her yerde yasaklama (men) hükmünü kabul etmemiz gerekir. O dinde güçlüğü kaldırmışken, güçlük ve meşakkat içeren ameller içerisine girilmesi, O'nun maksadına ters düşer; dolayısıyla bu tür amellerin me-nedilmesi gerekir. Eğer, kul hakkı içindir dersek, o zaman kul kendi hakkını Allah için düşürecek olursa, acaba yapacağı ibadeti sahih olur mu? Bu durumda böyle bir ibadetin kesin olarak menedilmeyeceği anlaşılmaktadır.
Bu ikinci durumu destekleyen hususlar vardır: (1)
"Nefislerinizi öldürmeyiniz"[130] âyetim Bu âyet işaretiyle yasağın kullara acıma yönünden olduğunu göstermektedir ve buna âyetin sonundaki "Şüphesiz ki Allah size karşı çok merhametlidir" ifadesi delâlet etmektedir. Yüce Allah bununla, kullarına daha uygun olduğu için onlardan güçlük ve sıkıntının kaldırıldığına işaret etmiştir. Aynı şekilde "Biz seni ancak âlemlere rahmet olman için gönderdik"[131]âyeti ile benzeri, şeriatın kulların maslahatları için konulmuş olduğuna delâlet eden diğer nasslar bu hususta delil olmaktadır. (2)
Daha önce geçen ve güçlük ve sıkıntının (haraç) kaldırılmış olduğunu, kolaylığın istenildiğini gösteren deliller. Yasak sadece güçlük ve meşakkatin bulunduğu varsayımına dayalı olarak gelebilir. Eğer bazılarına göre bu güçlük ve meşakkatin kalktığı ve bulunmadığı farze-dilecek olursa, o zaman yasak da kalkar. Konumuza ışık tutan ve bunun böyle olduğunu gösteren hususlardan biri de, Hz. Peygamber'in ayakları uyuşuncaya yada şişinceye kadar kıyamda durmasıdır. İbâdet bu sınıra ulaştığı zaman, mutlaka zorlaşır ve sıkıntıya dönüşür. Ancak Allah'a kulluk yolunda acı, sevenler için tatlı gelir. Hz. Peygamber onların önderidir. Dolayısıyla onun peşinden gelen ve böylesi davranışlara girenler hakkında da durum aynı olur. Seleften aynı şekilde fazla ağlamaktan dolayı gözlerini kaybedenlerin bulunduğu rivayetleri bulunmaktadır. Hasan b. Arfe şöyle anlatır: Ye-zid b. Harun'u Vâsıt'ta gördüm. En güzel gözlere sahipti. Sonra onu tek gözlü olarak gördüm, daha sonra onu gördüğümde her iki gözü de gitmişti. Kendisine: "Ey Ebu Halid! O güzelim gözlere ne oldu?" diye sordum. Bana: "Onları seher vakti ağlamaları götürdü" diye cevap verdi. Seleften nakledilen ve mutlak anlamda meşakkatlere göğüs gerdiklerini, güçlük ve sıkıntıların altına girdiklerini belirten rivayetler bu hususu güçlendiren unsurlardandır. Şu halde netice olarak diyebiliriz ki: Bu konuda Allah hakkını galebe çaldıran kimseler mutlak surette yasaklama (men) cihetine gitmişlerdir. Kul hakkı tarafının ağır bastığını görenler ise, mutlak surette men cihetine gitmemişler, tercihi kulun kendisine bırakmışlardır.
Fasıl:
Güçlük ve sıkıntının (haraç) kaldırılmış olmasının ikinci gerekçesine gelince; mükellef, mutlaka yapılması gereken ve kaçınılması mümkün olmayan serî ameller ve görevlerle memurdur ve bunlarda mevcut bulunan Rab Teâlâ'nın hakkını yerine getirmek durumundadır. Eğer mükellef güç fiiller içerisine girerse, bu onu diğer yükümlülüklerinden alıkoyar, Özellikle de başkalarının haklarının taalluk ettiği konularda. Bu durumda kulun içerisinde bulunduğu ibadeti ya da ameli, onu Allah Teâlâ'nın kendisini yükümlü tuttuğu diğer görevlerinden ahkor ve onlar hakkında kusur gösterir. Neticede bu haliyle o mazur değil, kınanmış olacaktır. Çünkü mükelleften istenilen şey, yükümlülüklerinin hepsini tam olarak ve içlerinden hiçbirini ve hiçbir zaman ihlale uğratmaksızın yerine getirmesidir.
Buhârî, Ebu Cuhayfa'dan rivayet eder: Hz. Peygamberi. Selmân ile Ebu'd-Derdâ arasında kardeşlik kurmuştu. (Birinde) Selmân, Ebu'd-Derdâ yi ziyaret etmişti. Ümmü'd-Derdâ'yı ki Ebu'd-Derdâ'mn hanımı oluyor gördü. Kadının pejmürde bir hali vardı. Ona: "Bu halin ne böyle?" diye sordu. Kadın da: "Kardeşin Ebu'd-Derdâ var ya, onun dünya ile hiçbir ilgisi yok" diye cevap verdi. Sonra Ebu'd-Derdâ geldi ve yemek yaptı ve Selmân'a: "Buyur sen ye, ben oruçluyum" dedi. Selmân: "Sen yemedikçe ben de yemeyeceğim" dedi. Bunun üzerine Ebu'd- Derdâ yedi. Gece olunca Ebu"d- D.erdâ kalkıp [H4j ibadet etmek istedi. Selmân ona: "Uyu!" dedi. O da uyudu. Sonra yine kalkmak istedi. Selmân: "Uyu" dedi. Gecenin sonuna doğru yaklaşılınca Selmân: "Şimdi kalk!" dedi ve kalkıp namaz kıldılar. Sonra Selmân ona: "Şüphesiz senin üzerinde Rabbinin hakkı vardır, nefsinin üzerinde hakkı vardır, ailenin üzerinde hakkı vardır. Her hak sahibine hakkını ver" dedi. (Ebu'd-Derdâ) Hz. Peygamber'e gelip / durumu haber verdi. Hz. Peygamber ona: "Selmân doğru i söylemiş" buyurdu.[132]
Hz. Peygamber Muâz'a: (Üç defa) "Sen fitneci misin? A'lâ, Şems, Leyi sûrelerini okuyarak kıldır'saydın ya! Çünkü arkanda zayıf, yaşlı ve iş-güç sahibi olanlar vardır" buyurdu. Bu hadisede şikâyetçi olan kimse, iki devesiyle birlikte Muaz'a uğrayan bir kimse idi. Gece (sabaha) yüz tutmuştu. Develerini bıraktı ve Muaz'm yanma gitti (ve onunla birlikte namaza durdu). Muaz, Bakara ve Nisa sûresini okumuştu. Adam bunun üzerine şikâyetçi olmuştu.[133] Keza Hz. Peygamber: ''Ben, namazı uzatmak istiyorum, fakat bir çocuğun ağladığını işitiyorum ve bu yüzden namazı kısa tutuyorum[134] buyurmuştu. Rivayete göre Muhammed b. Salih, kendisini Allah'a verenlerin tekkelerine, âbidlerin uzlet yerlerine girmişti. Çok şiddetli şekilde ağlayan bir adam görmüştü. Ağlamasının sebebi, gece namazını fazla uzattığından dolayı sabah namazını cemaatle kılamamasıydı.
Sonra bazı amellere kendisini kaptıran kimse, cihad ve benzeri kendisine ihtiyaç duyulacak amellerden geri kalır. Bu yüzdendir ki Hz. Peygamber ,Dâvud hakkında: "Birgün oruç tutar, bir gün de tutmazdı. Düşmanla karşılaştığı zaman asla kaçmazdı"[135] buyurmuştur. İbn Mes'ûd'a: "Sen az oruç tutuyorsun" demişlerdi. O: "Oruç beni Kur'ân okumaktan alıkoyuyor. Kur'ân okumak benim için oruç tutmaktan daha sevimlidir" diye cevap verdi. Buna benzer bir durum da îyaz tarafından İbn Vehb'ten nakledilmiştir. O, arafe günü asla oruç tutmayacağına dair yeminde bulunmuştu. Çünkü bir gün oruçlu iken vakfede bulunmuştu. Hava çok sıcaktı ve bunalmış, zor duruma düşmüştü. Öyle ki, kendi ifadesine göre herkes rahmeti beklerken o da iftarı beklemeye başlamıştı. İmam Mâlik, bütün geceyi ihya etmeyi mekruh görmüş ve: "Bu durumda o, uykuya yenik düşebilir (ve sabah namazını kaçırabilir). Hz. Peygamber bu konuda da kendisine uyulacak en güzel örnektir." Sonra ilave ederek: "Eğer sabah namazına bir zarar vermeyecekse bunda bir sakınca yoktur. Ama sabah namazına uyuyarak gelecekse hayır. Ama uyur halde değil de, uyuşukluk hali bulunursa, bunda bir sakınca yoktur" demiştir. Amele dalmak sonucunda yasağın illeti ortaya çıkıyor ve bu normal yükümlülüklerinin yerine getirilememesine sebep oluyorsa, keza tembelliğe, terke ve ibâdetlerden nefrete götürürüyorsa, kısaca illet bulunuyorsa ya da beklenti halinde ise, o amel yasaklanmıştır. Eğer bu sayılan şeyler bulunmuyorsa, o zaman o amele kendisini vermesi güzel bir şeydir. Bu durumda o amele kendisini vermekle birlikte diğer yükümlülüklerini de yerine getirebilmesinin sebebi daha önce anlattığımız, korku, ümit ya da sevgi motiflerinin kendisine baskın gelmesi-, dir.
İtiraz: Bir insanın bir amele girmesi ve kendisini bütünüyle ona vermesi durumunda korkunun iticiliği, ümidin çekiciliği ya da sevginin sürükleyiciliği gibi motifler bulunsa bile normal yükümlülüklerini yerine getirmesi mümkün değildir. Meselâ, geceleri ihya edip, gündüzleri oruçla geçiren bir kimsenin ailesi ile ilişkide bulunabilmesi ve onunhakkınariayetetnıesi; sürekli oruç tutmakla birlikte ailesinin nafakasını temin için çalışabilmesi veya cilıad görevini tam olarak yapabilmesi; yine sürekli namaz kılan bir insanın diğer insanlara yardımda bulunabilmesi, çaresizin imdadına yetişebilmesi, onların ihtiyaçlarını gidermesi ve benzeri işlerde bulunması mümkün değildir. Hatta bunlardan birçoğu, diğer yükümlülük konusu amellerle bir arada bulunamayacak şekilde çelişki arzederler. Bazen çelişki bulunmaz ama, birbirine etki ederler. Mükellefin boynuna binen ve yerine getirmek mecburiyetinde olduğu hakların çok olduğu bilinmektedir. Bu durumda bütün bu hakların tamamım ya da en azından çoğunu nasıl yerine getirecektir. Bu yüzdendir ki hadiste şöyle gelmiştir; "Bu din kolaylık dinidir. Hiçbir kimse yoktur ki, bu din hususunda (amellerim eksiksiz olsun diye) kendisini zorlasın da din, ona galebe etmesin (ve ezilip büsbütün amelden kesilmesin). Öyle olunca ortalama gidin.[136]Hem sonra, bu gibi şeylerin erbâb-ı hâl (evliya) ve dünyevî nazlarından kendilerini soyutlayanlar için mümkün olduğunu kabul etsek bile, bunları isbat, onları elde etme için koşturma ve talepte bulunma ile birlikte durum nasıl olacaktır?
Cevap: Daha önce de geçtiği gibi insanlar iki kısımdır:
Hazlanna düşkün kimseler; Bu tür insanların mutlaka şer'an kendilerine izin verilen çerçevede hazlannı elde etmeleri, ancak bunu yaparken yükümlülüklerini ihlal etmemeleri gerekir.
Bunlara nisbetle, ruhsat verilme si gereken yerlerde ruhsat verilmemesi durumunun, şer'an daha büyük mefsedetlere götürecek olduğunu, mubah olan alışkanlıklarının kesilmesi neticesinde haramlara düşebileceklerini görmekteyiz. Öbür taraftan mutlak nazların peşinden koşmanın kulluk boyunduruğundan çıkmak olduğunu da biliyoruz. Çünkü başıboş olan kimse, kendi varlığındaki Şâri'in gözettiği hikmeti unutur. Bu ise büyük bir mefsedettir. İşte bu başıboşluğu kaldırmak içindir ki, şerîatler gelmiştir. Ö bür taraftan da göklerde ve yerde ne varsa, hepsi insanoğlunun emrine âmâde kılınmıştır.
Şeriatın getirdiği mutlak hakikat, işte bu iki durumun arasını itidal ölçüsünde birleştirmek olmuştur. Hazlar konusunda, herhangi bir vacibin ihlaline sebep olmayacak olanlarını almış, terki durumunda sakıncalı (haram) bir duruma götürmeyecek olanlarını da terketmiş-tir. Mendub ve mekruh konusunda da hazlar dengelenmiş; eğer mükellefin meselâ nikâhta olduğu gibi, hazzı varsa o fiillerin işlenmesini mendub; mekruh vakitlerde namaz kılmak gibi acilen bir hazzı bulunmayan fiilleri de mekruh kabul etmiştir. Mükellef için içerisinde bir haz içermeyen mendub ile bir haz içeren mekruh hakkında bakılır buradaki hazdan hemen elde edilen bir hazzı kasdediyoruz: Eğer mendub ile hazzını terketmesi şer'an mekruh bulunan bir şeye götü-rüyorsa, yahut daha büyük sevabı olan başka bir mendubun terkine sebebiyet verecekse, bu durumda hazzını elde etmesi ve o mendûbu terketmesi daha uygundur.[137]Örnekler; Kişinin, yabancı kadınlara arzu duymaya sebebiyet verecek olan karısından istifadeyi terketmesi gibi. Nitekim buna; "Sizden biriniz güzel bir kadın görür ve hoşuna giderse hemen ailesinin yanına dönsün.[138] hadisinde işaret buyrul-muştur. Arafe günü oruç tutmayı terketmek,[139]kendisini Kur'ân okumaya vermek için oruç tutmamak gibi. Hadiste ise: "Siz, gerçek şu ki, düşmanınızı karşılamaktasınız. Oruç tutmamanız daha güçlü olmanızı sağlayacaktır"[140] buyrulmuştur.
İçerisinde mükellefe yönelik bir haz bulunan bir mekruhun terki de aynı şekilde, daha büyük bir mekruhun işlenmesine sebebiyet verecekse, bu durumda da daha hafif gelen mekruh tarafı tercih edilecektir. Nitekim Gazzâlî şöyle der: "Şüpheli bir şeyin yenilmesi ile anne ve babaya itaat karşı karşıya gelirse, anne ve babaya itaat tarafı, şüpheli şeyden sakınma için gösterilecek takvaya üstün tutulmalıdır. Çünkü şüpheli şeyin yenilmesinde nefis için bir haz vardır. Eğer o şey şüphe içeriyorsa, o şeyden uzak durulması istenir ve onu yemesi mekruh olur. Ancak o şeyin yenilmesinde anne ve babanın rızası bulunuyorsa, o zaman anne ve babanın hoşnutsuzluğunu kazanmak gibi daha büyük bir mekruhun ortaya çıkmaması için nefsin hazzı tarafı tercih edilir. İmam Mâlik'ten rivayet edilen; "Şüpheli yollardan rızık aramak, insanlara yük olmaktan daha güzeldir" sözü de bu türden olmaktadır."
Kısaca diyebiliriz ki, bu kısamdan olan insanlar için hazlar, amelleri karşı karşıya getirirler. Bu durumda ameller arasında tercihe gidilir. Hangisi ağır basarsa, mükellef artıkonu işler ve diğerlerini bırakır. Bu cümlenin açıklanması, fıkıhta feri meseleleri ortaya koyma hakkındaki fukahâmn sözlerinin temelini oluşturmaktadır. (2)
(Amelde mevcut bulunan nefislerine yönelik) kendi hazlarım düşürmüş kimseler: Ameller arasında tercihte bulunma konusunda bunların hükmü de, aynen birinci kısımdakilerin hükmü gibidir. Ancak nefislerinde rağbet kalmama neticesinde bunların nazlarının düşmüş olması, onların kulluktan kesilme ve ibâdetlerden nefret etme gibi bir neticeye düşmelerini önlemekte, haklar arasında tercihte bulunmada onları başarılı kılmakta, başkalarının yapamayacakları amelleri yapabilecek güç ve kudrette kılmaktadır. Bunun neticesinde bunlar, daha çok amel işleyebilmekte, hizmet için daha geniş bir alan bulabilmektedirler. Başkaları için olağanüstü olan ve gözlerinde çok büyütülen kalbi ve bedenî olan dinî vazifeler bunlar için mümkün olmaktadır. Ancak kulun yükümlü tutulduğu bütün mükellefiyetleri, yapması mendup görülen herşeyi ortaya koymaları ise mümkün değildir. Bundan yasaklar müstesnadır. Çünkü yasaklar mutlak anlamda terk ve amellerin istenil meme s i olmakta, birşeyler işlemeyi gerektirmemektedir. Hiçbir şeyin yapılmamasını istemek (en-nefyu'1-âmm), meydana gelmesi mümkün bir şeydir; ama herşeyin yapılmasını istemenin (eî-isbâtu'i-âmm) vücut bulma imkânı yoktur, Bu kısımdan olan insanların kendi nefislerine yönelik hazları düşmüş olunca, o zaman bunlar için hakların karşı karşıya gelmesi sadece emir (ilâhî hitap) açısından olmaktadır. Meselâ, "Nefsinin de senin üzerinde hakkı vardır"[141] hadisiniele alalım. Bu durumda olan kimselerin hakkı, zayıf ya da tamamen düşmüş olmaktadır. Bunun sonucunda da diğerlerinin hakkı ona göre kendi hakkından daha güçlü hal almıştır. Onun hakkı, dikkat edilmesi gereken şeylerin en sonunda gelmektedir; Hazlar düştüğü zaman, ona halef olan şeyler onun yerini alacaktır, çünkü hazzı talep için ayrılacak zaman boş kalmayacak ve onu pek çok amel dolduracaktır. Emir doğrultusunda hazzınm gereği olan ameli işlediği zaman ise, ileride de geleceği gibi, bu da bir ibadet olacaktır. Dolayısıyla daha önce âdet olan şeyler bu insanlar için ibâdet halini alacaktır. Bunlar kendi nefisleri (hazları) yönünden düşmüş, fakat diğer ibadetlerde olduğu gibi emir yönünden sabit olmuşlardır. İşte bu noktadan hareketle, kendi nefsî hazlarım düşüren insanlar, insanların en âbidi olmuşlardır. Hatta bunların amellerinin büyük çoğunluğu vacib hükmüne dönüşmüş olmaktadır. Bu konu geniş bir alandır. Yeri burası değildir.
Fasıl:
Buraya kadar anlattıklarımız, izin verilmiş vacib, mendub, mubah olup da, işlenmesi sırasında meşakkatlere sebebiyet veren amellerle ilgili idi. Eğer meşakkate sebebiyetveren ameller, bir de izin verilmiş türden olmazsa, o durumda böyle bir sebebiyet vermenin önüne geçileceği konusu gayet açık olmaktadır. Çünkü bu durumda kişi, yasağın işlenmesi yanında, ayrıca bir de kendisini sıkıntı ve meşakkat altına sokmaktadır.
Ancak, bazen şeriatta mükellefe ağır gelen bir durum için sebep olan şeyler bulunabilir. Şu kadar var ki, Şâri'in bunlardan kasdı hiçbir zaman mükellefi meşakkat ve sıkıntı içerisine sokmak değildir; bu tür şeylerle O, sadece maslahatın teminini, mefsedetin de uzaklaştırılmasını dilemiştir. Yasak olan suçların işlenmesi karşılığında getirilen kısas ve diğer cezaları bunlara Örnek verebiliriz. Bunlar, suçu işlemek niyetinde olan kimse için caydırıcı ve böyle bir fiilin işlenmesinden (ya da tekrarından) kendisini alıkoyucu, başkaları için de ibret olucu bir özellik arzederler, Bu cezaların ağır gelmesi ve acı vermesi, aynen kangren olmuş bir organın kesilmesi ya da acı bir ilacın içilmesi sırasında bunların acı ve ıztırap vermesine benzemektedir. Nasıl ki, böyle bir tedaviye başvuran doktor için, bu yaptıklarıyla hastasına acı ve ıztırap vermek istiyor, demek yanlış ise, burada da durum aynıdır. Çünkü Sâri' Teâlâ (insanlığı tedavi eden) en büyük doktor olmaktadır. Daha önce geçen ve Allah'ın dinde zorluk kılmadığını ve kulların böyle bir, sıkıntıya düşmesini istemediğini gösteren deliller burada tekrar hatırlanabilir. Şu kudsî hadiste belirtilen husus da bunun bir benzeri olmaktadır: <cYapmak durumunda olduğum hiçbir şeyde, mü'min kulumun canını alma sırasındaki tereddüdüm gibi tereddüt etmemişim-dir. O ölümden, ben ise ona kötülük yapmaktan hoşlanmıyorum. Bununla birlikte onun mutlaka ölmesi gerekiyor.[142]Ölüm mü'min için kaçınılmaz ve Rabbina kavuşmak ve orada ebediyet yurdunda nimet-lenmesi için bir yol olmaktadır. Bu yüzden ölüme yönelik bir kasdın bulunması muteberdir. Öbür taraftan ölümün sevilmemesi sebebiyle de hoşlanılmamaktadır.[143] Bu mânâ gözönünde bulundurulduğunda, yapılması nefse çok ağır gelen adakların da bu kısma katılması mümkündür. Çünkü mükellef, adakta bulunduğu şeyin gereğini yapmak durumunda olduğu için, onun adadığı şeyleri üstlenmesi hoş olmamaktadır. Bununla birlikte meydana geldiği zaman, adanılan şeyler ibâdet oldukları için zor gelse de yerine getirilmeleri gerekir. Aynen, gerektirici suçlar işlendiğinde onlara bağlanan cezaların da doğması gibi. Ancak adanan şeyler ibadet türünden olmazsa veya ibadet türünden olsa bile tahammülü mümkün olmayan şekilde olsa ve haklarında hafifletici hükümler getirilmiş bulunan kabilden olsa, yahut da dinde zarurî ya da hâcî olan bir durumla çatışsa, o zaman düşmektedir, Meselâ, malının tamamını tasadduk etmeye yemin etse, sadece üçte birini vermesi yeterlidir. Mekke'ye yürüyerek hac etmeyi nezret-se ve buna da güç yetiremese, binerek gider, haccını yapar ve bir kurban keser. Evlenmeyeceğine ya da yemeyeceğine... dair nezirde bulunsa, hükmü geçersiz olur. Görüleceği üzere, bu gibi kişinin kendi nefsini meşakkat ve sıkıntıya sokması durumunda derhal şeriatın merhamet ve yardımı kendisine yetişmektedir.
Âdeten meşakkat sayılanla, meşakkat sayılmayanlar arasındaki farkişte bu noktada ortaya çıkmaktadır. Şöyle ki: Bir fiili işlemeye devam etmek o fiilin tümden ya da kısmen bırakılmasına sebep olacaksa, o fiili işleyen kimsenin kendisi ya da malı üzerinde veya davranışlarında bir bozukluğun ortaya çıkmasına sebep olacaksa, bu durumda sözkonusu olan meşakkat mutat olan düzeyden fazla demektir. Eğer genel olarak bu zikrettiğimiz mahzurlardan birisine sebep olacak durumda değilse, o zaman sözkonusu olan külfet âdeten meşakkat sayılmayacaktır. Nasıl sayılır ki, bu dünyada insanın bütün halleri; yemesi, içmesi, diğer davranışları hep külfettir. Ancak kendisine bu külfetleri yenebilecek kudret verilmiş; kendisinin bu tasarrufların boyunduruğu altına girmesi istenmemiştir. Yükümlülüklerde de durum aynı şekildedir. Yükümlülüklerin ve onların içermekte oldukları meşakkatlerin (külfet) işte bu açıdan değerlendirilmeleri uygun olacaktır.
Bu nokta anlaşılmıştır sanıyoruz. Bir nokta daha var: Mutat ölçüde meşakkat içeren yükümlülükler, içermiş oldukları bu meşakkatlerden dolayı talep konusu olmuş değillerdir; aksine bunlar içerdikleri maslahatlar için istenilmiş olmaktadır. Buna delil, bundan Önceki meselede geçmişti.[77]
İtiraz: Geçen açıklamalar, teklifte meşakkate yönelik bir kastın bulunmadığına çeşitli açılardan delâlet etmez:
(a) Yükümlülüğün bizzat "teklif diye adlandırılması buna işarette bulunmaktadır. Zira teklifin asıl sözlük anlamı içerisinde külfetki meşakkat olmaktadır bulunan bir şeyin iste-nilmesidir. "Allah kişiye ancak gücünün yeteceği kadar yükler.[78] âyetinin anlamı da: "Allah kişinin gücü yetmeyecek ölçüde kendisine zor gelen şeyleri istemez; O'nun istekte bulunacağı şey sadece âdeten gücü dahilinde bulunan şeylerle yükümlü olmasıdır" şeklindedir. Dolayısıyla meşakkatle yükümlü tutma sabittir. Emir ve yasağa yönelik kasdm bulunması, hiç şüphesiz meşakkatin de talep edilmiş olması neticesini de yanında gerektirecektir. Şâri'ce "teklîf' diye isimlendi-rilmesinden de anlıyoruz ki, talep fiile, sadece bir meşakkat olması açısından bağlanmaktadır. Şu halde meşakkat, teklîf sırasında Şâri'ce dikkate alman bir husus olmaktadır. "Dinde sizin için bir zorluk kılmamıştır[79] ve benzeri âyetler işte bu anlamda anlaşılacaktır.
(b) Sâri' Teâlâ, ne ile yükümlü tuttuğunu ve yükümlü tuttuğu şeyden nasıl bir meşakkat doğacağını bilmektedir. Bilindiği üzere teklîf beraberinde meşakkat getirmektedir. Sâri' teklifle birlikte ondan asla ayrılmayan meşakkatin bulunduğunu bilmektedir. Bu durumda Şâri'in, teklifte bulunmakla
ondan doğacak olan meşakkati de talep etmiş olması lâzım gelecektir. Çünkü prensip olarak, sonuç olan müsebbebi bile bile sebebin ortaya konulması, müsebbebin kasdedilmesi demektir. Bu meselenin açıklanması hükümler bahsinde geç-. misti. Dolayısıyla neticede Şâri'in meşakkate yönelik kasdı-nın bulunmuş olması gerekmektedir. (3)
Meşakkat, kısmen de olsa, yükümlü olunan fiilin işlenmesi esnasında karşılaşılması durumunda, teklîf sevabından ayrı olarak sevap kazanılmasına sebep olabilmektedir. Meselâ: "Çünkü Allak yolunda susuzluğa? yorgunluğa, açlığa uğramak, kâfirleri kızdıracak bir yeri işgal etm$k ve düşmana başarı kazanmak karşılığında onların yararlı bir iş ycfptıkları mutlaka yazılır. Doğrusu Allah iyilik yapanların ecrini zâyijetmez[80]"Ama Bizim uğrumuzda cihad edenleri elbette yollarımıza eriştireceğiz"[81]âyetlerini Örnek olarak hatırlayabiliriz. Hadiste ise "mescide giderken fazla adım atılmasının daha sevaptı olduğu, sevabı en fazla olan kimsenin evi uzak kimse olduğu[82] "hoşlanılmadık ve sıkıntılı durumlar için abdestin hakkı verilerek alınmasının tavsiye edildiği"[83] bilinmektedir. Bu hususa: "Savaş hoşunuza gitmediği halde size farz kılındı. İhtimal ki, hoşlanmadığınız şey sizin iyili-ğinizedir.[84]âyeti de işaret etmektedir. Çünkü savaşta en büyük meşakkat ve güçlükler bulunmaktadır. Hatta öyle ki Yüce Allah: "Allah şüphesiz, Allah yolunda savaşıp öldüren ve öldürülen mü'minle-rin canlarını ve mallarını cennete karşılık satın almıştır"[85] buyurmuştur. Benzeri daha başka âyetler de vardır.
Meşakkatler sırf meşakkat olmaları açısından normal yükümlülükten alınacak olan sevaptan ayrı olarak fazladan sevaba vesile olduğuna göre bu, onların da Şâri'ce gözönünde bulundurulmuş olduğuna delil olur. Eğer böyle olmaz ve Şâri'in meşakkate yönelik bir kasdı bulunmasaydı, o zaman onlara maruz kalmaktan dolayı bir sevap sözkonusu olmazdı. Nitekim yükümlü olunmayan ve mükellefin bizzat kendi tercihi ile ortaya koyduğu fiiller karşılığında herhangi bir sevap bulunmamaktadır. Nitekim bu konu mübâh bahsinde geçmişti. Bütün bunlar teklîf sırasında Şâri'in meşakkati de gözönünde bulundurduğunu, ona yönelik bir kasdının olduğunu gösterir. Bizim ulaşmak istediğimiz netice de işte budur.
Cevap: Birinci itirazı ele alalım: Teklifin mükellefe yöneltilmesi durumunda sözkonusu edilecek kasıt iki yönlü olabilir: (a) O yükümlülük, birmeşakkatolması açısından istenilmiş olabilir, (b) Oyüküm-lülük, içermiş olduğu mükellefe yönelik dünya ve âhiret için sözkonusu olan maslahatlar açısından istenilmiş olabilir. Bu ikincinin Şâri'in maksadı olduğunda en ufak bir kuşku bulunmamaktadır. Bütün serî veriler bunu dile getirmektedir. Nitekim daha Önce bu kitabın (ikinci cilt) başında bu konu üzerinde durulmuştu. Birincinin Şâri'ce kastedilmiş olabileceğini kabul etmiyoruz. Bir şeyde böylesine iki kastın bir arada bulunması gibi bir zorunluluk da yoktur. Meselâ, doktor hastasına acı ve tadı hoş olmayan ilaç içirmekle, damarını yarmak ve kangren olmuş organını kesmek suretiyle ona acı vermekle., onun acı ve ıztı-rap çekmesini değil, iyileşmesini, onun yararını kasteder. Gerçi bu [126] arada hastasının acı ve ıstırap çekeceğim bilir. Ama onun bu bilgisi, yaptığı bu işlerde1 onun acı ve ıztırap çekmesine yönelik bir kastının bulunduğu neticesini gerektirmez. Şâri'in mükellefe getirdiği yükümlüîükler de aynı şekilde değerlendirilir. O bu yükümlülükleri kulların meşakkat çekmeleri için değil, derhal ya da zaman içerisinde (ya da dünya ve âhirette) kendilerine ulaşacak menfaatler içerdiği için getirmiştir. Yükümlülüklerde onların içermiş oıduğu maslahatlara yönelik Şâri'in kasdı bulunduğunda zaten genelde icmâ vardır. Tartışma konusu sadece, aynı zamanda onların içermiş oldukları meşakkatlere yönelik bir kasdının olup olmadığı hakkındadır. Yükümlülüklere "teklif adı verilmesi, onlar esnasında ortaya çıkan şeyler itibarıyladır ve tamamen Arapların dili kullanış larındaki örflerine uyulmuştur. Çünkü onlar, iştikâkilminde de bilindiği üzere, bir şeyi her ne kadar kullanılışta ona yönelik bir kasıt olmasa da ondan meydana çıkan şeyler ile isimlendirirler ve bu mecazî bir kullanış şekli de değildir, bilakis lügat açısından vaz'î hakikat olmaktadır.
İkinci İtiraza Cevap: Sebebin işlenmesinden müsebbebin meydana geleceğini bilmek, her ne kadar mükellef hakkında ona yönelik bulunan bir kasıt yerine geçtiği sabitse de sadece bazı yönlerden kasıt yerine geçer. Bununla serî hükümlerde sözkonusu olan ve sebebiyet verme (tesebbüb) ile genelde mütecâvizkâr olması yönünden[86] bunun böyle olduğunu kastediyorum; yoksa meydana gelmiş nıefsedeti kastetmiş olması cihetinden o şekilde değerlendirilmiş değildir. Çünkü biz, onun sadece kendi çıkarlarını kastetmiş olduğunu kabul ediyoruz.
Mükellef (mefsedeti) kastetmiş olmayınca, bunun Şâri'in hakkı konusunda da böyle olacağı netice olarak ortaya çıkacaktır. Çünkü O, yükümlülükle bizzat maslahatı kastetmiştir, onun işlenmesi sırasında ortaya çıkan mefsedetlere yönelik bir kastı bulunmamaktadır. Bu konunun izahı daha önce hükümler bahsinde geçmişti. Bundan sonra mükellef bahsinde inşâallah daha etraflı bir şekilde üzerinde durulacaktır.
Hem sonra, şayet işlenmesi sırasında bazı mefsedetlerin de ortaya çıkmasına sebep olan bir yükümlülüğe yönelik kasıttan, şer'an mef-sedetin ortaya konulmasına yönelik bir kasdın bulunması gerekecek olsaydı, o zaman daha önce geçen ve şeriatın mefsedetlerin değil de sadece maslahatların temini için konulmuş olduğunu isbat eden delillerimiz bâtıl olmuş olacak, özel olarak da bu konuda Şâri'in aynı anda hem meşakkatin kaldırılmasını, hem de onların ortaya konulmasını istemiş olması gibi bir netice doğacaktı. Bu ise hem aklen hem da naklen muhal ve sakattır.
Sonra doktorun hastasına acı ilaçiçirmesi, kangren olan organını kesmesi, çürümüş dişleri çekmesi, cerahatli yaralan yarması, hastasına arzuladığı şeylerden perhiz vermesi... gibi durumlarda her ne kadar bunları yaparken hastaya acı vermiş olacaksa da onun iyileşmesine yönelik kasdının bulunmaması gerekmez. Çünkü onun maksadı, tedavi sırasında ister istemez ortaya çıkacak olan hastaya eza verme mefsedetine riâyette bulunmadan daha büyük ve güçlü olan bir maslahatın gerçekleştirilmesine yöneliktir. Şeriatın tavrı da işte böyledir. Eğer teklif, mutlaka yapılması gereken bir durum arzediyorsa zorunlu olarak beraberinde meşakkatler getirse de getirilir. Çünkü tekliften maksat, sadece maslahat olmaktadır. Şeriatta getirilen bütün yükümlülükler hep bu şekilde olmaktadır. Şâri'in meşakkatleri defetmek istediği bilinmektedir. Bu durumda eğer içerisinde meşakkat içeren bir şey emretmişse, bizzat o meşakkate yönelik bir kasdı olmayacaktır. Zira eğer ona yönelik bir kasdının bulunacağım varsayarsak, o durumda Şâri'in meşakkatlerin defini istememesi gerekirdi. Bu itibarla, alışılagelmiş işler esnasında ortaya çıkan meşakkatler âdeten meşakkat olarak isimlendirilmemektedir.
Kısaca özetlemek gerekirse şöyle diyebiliriz; Alışılagelmiş (mutat) fiiller ile, bunların cinsinden olan fiiller ile getirilen yükümlülükler daha önce geçtiği gibi meşakkat içermezler. Yükümlülükler sırasında bazı güçlüklerin bulunacağını bilmekten, onların talep edilmiş olması, onlara yönelik bir kasdın bulunması gibi bir neticenin çıkması şöyle dursun; bu tür güçlükler "meşakkat" diye de adlandırılmaz.
Üçüncü İtiraza Cevap: Sözkonusu edilen sevap, meşakkatin vukuunun mücerred tekliften zorunlu olarak doğması ve yükümlü olunan fiilin ancak o meşakkate katlanılması yoluyla gerçekleşebilmesi açısından olmaktadır. Sadece bu açıdan bakıldığında meşakkat sanki istenilmiş (maksûd) gibi olmaktadır. Yoksa mutlak anlamda meşakkat kasdedilmiş değildir. Bundan dolayı da Sâri' Teâlâ, normal yükümlülüğün sevabından ayrı olarak meşakkat karşılığında olmak üzere fazladan bir sevap vermektedir. Fazladan olarak bu sevabın verilmesi, meşakkat ve yorgunluğun bizzat istenilen bir şey olduğuna delalet etmez. Bunu şu da destekler: Meşakkatler karşılığında istenilen yükümlülükler neticesinde doğmasalar bile sevap meydana gelmektedir. Meselâ, bir insan başına gelen musibet ve felaketlerden dolayı sevap almakta ve bunlar onun günahlarına keffâret olmaktadır. Nitekim bu hususa şu hadis delâlet etmektedir; "Mü'minin karşılaştığı hiçbir ağrısızı, yorgunluk, üzüntü ve keder, hatta kendisine batan bir diken yoktur ki, Allah bunlar sebebiyle onun günahlarından affetmiş olmasın[87]Benzeri daha başka hadisler de bulunmaktadır.
Mubahta da aynı şekilde, şayet ondan yasak olan bir şeyin ortaya çıkacağı bilinecek olsa, bü durumda o yasağa yönelik bir kasdın bulunması gibi bir netice lâzım gelmez. Aynı şekilde o mubahtan zorunlu olarak ortaya çıkacak olan yasağa yönelik bir kasdın olmadığında ittifak edilir. Bildiği halde bir kasdının bulunmaması konusunda ise ihtilâf etmişlerdir. Bu konunun izahı inşâallah ileride gelecektir.
Fasıl:
Bu arzedilen açıklamalardan bir başka esas daha çıkar: Mükellef, sevabının büyüklüğüne bakarak yükümlülüğün içermiş olduğu meşakkate yönelik bir kasıt bulunduramaz; o sadece meşakkatin büyüklüğüne göre sevabı da artan ve bizzat yükümlülük konusu olan amele niyet etmek durumundadır.
Bu ikincisi, bütün amelî tekliflerin özelliği böyle olduğu içindir. Çünkü mükellef sadece sevap verilen amele niyet etmek durumundadır. Şâri'in o yükümlülüğü koyarkenki kasdi da işte bu olmaktadır. Şâri'in kasdma uygun olarak ortaya çıkan şey, bizzat istenilen netice olmaktadır.
Birinciye gelince; çünkü ameller niyete göredir, davranışlarda maksatlar dikkate alınır. Nitekim bu husus inşâallah yeri gelince belirtilecektir. Bunların muteber olması için mutlaka Şâri'in kasdına uygun düşmesi gerekmektedir. Eğer mükellefin yükümlülüğü yerine getirirkenki kasdı, içerdiği meşakkati ortaya koymaya yönelik ise, o zaman onun kasdı Şâri'in kasdına ters düşmüş olacaktır. Çünkü Sâri' getirdiği yükümlülükte bizzat meşakkati dikkate almış değildir! Şâri'in kasdma ters düşen her niyet ise bâtıl olmaktadır. Dolayısıyla kulun meşakkate yönelik kasdı da bâtıl olacaktır. Şu halde o, yasaklanılan şey kabilinden olmaktadır. Hakkında yasak bulunan şeyin ortaya konulmasında ise sevap yoktur; aksine yasağın haramlık derecesine ulaşması durumunda günah vardır. Bu itibarla, meşakkate girmek kasdıyla sevap isteğinde bulunmak, Şâri'inkasdıyla çelişki arzetmek-tedir.
İtiraz: Bu Sahîh'te bulunan şu Câbir hadisine ters düşmektedir. Şöyle ki: Mescidin etrafında boş yer vardı. Selemeoğulları Mescid'e yakın bir yere taşınmak ve yerleşmek istediler. Bu haber Hz. Peygamber'e ulaştı. Bununüzerineonlara^Sizin mescide yakın bir yere yerleşeceğiniz haberi bana ulaştı, öyle mi?" diye sordu. Onlar: "Evet, Yâ Rasûlallah! Biz bunu istedik" dediler. Bunun üzerine Hz. Peygamber onlara iki defa tekrarlayarak: "Ey Selemeoğulları! Yurdunuzu bırakmayın, (Mescid'e atacağınız adımın) izleri yazılsın" buyurdu. Bir başka rivayette: "Bizim yurdumuzdan ayrılmış olmamız bizi sevindirecek değildir" demişlerdir. Câbir'de gelen başka bir rivayette de, o şöyle anlatmıştır: Bizim yurdumuz Mescid'den uzakta idi. Evlerimizi satmak ve Mescid'e yakın olmak istedik. Hz. Peygamber bizi bundan alıkoydu ve: "Sizin için her adım karşılığında bir derece vardır" buyurdu.[88]
İbnu'l-Mübârek'in zühde dair kitabında da (Rakâik) Ebu Musa el-Eş'arî'den şöyle nakledilmiştir: Bir defasında denizde yelken açmış bir gemi ile yolculuk yapıyordum. Bir adamın şöyle dediğini duyduk: "Ey gemi yolcuları! (Oruç için) kalkın." Bunu yedi kere tekrar etti. Ona: "Bizim ne halde olduğumuzu görmüyor musun?" dedik. O yedinci defasında: "Vallahi Allah'ın kendisi üzerine yazdığı bir va'di (kazası) vardır: Kim dünya hayatında sıcak bir günde nefsini Allah için susatırsa, kıyamet günü onu kandırması Allah üzerine bir hak olmuştur" dedi. Bundan sonra Ebu Musa çok şiddetli sıcak gttnleri kovalar ve o günlerde oruç tutardı.
Şeriatta bu türden olup, mükellefin ibadetlerde ve diğer yükümlülüklerde nefsini zora koşmaya yönelik kasdırun sahih olduğuna ve bundan dolayı da sevap alacağına delâlet eden veriler bulunmaktadır. Mescid'e yaklaşmak amacıyla yurtlarından ayrılmayı isteyen sahâbî-lere Hz. Peygamber çok adım atmada çok sevap bulunduğu için yerlerinde kalmalarını emretmiştir. Bunların durumu şuna benziyor: Bir adam ki işleyeceği bir amelin iki yolu bulunmaktadır. Bunlardan biri kolay diğeri ise zordur. Zor olan yolla onu ortaya koyması emrolunmuş ve bundan dolayı da sevap alacağı va'dinde bulunulmuştur. Hz. Peygamber'in onları düşüncelerinden alıkoyması, yurtlarında kalmalarında (ve meşakkate göğüs germelerinde) daha fazla ecir bulunduğuna onların dikkatini çekmek için olmuştur.
Allah'ın velî kullarının hallerini düşün. Bunlar Rablerine kulluk yolunda güçlerinin en son yeteceği noktaya kadar çaba sarfetmeyi esas olarak kabul etmişlerdir. Hatta her konuda azimetleri almak, ruhsatları ise terketmek onların en önemli bir prensibi olmuştur. Bütün bunlar arzettiğiniz hususlarla ters düşmektedir. Sahîh'te de Übey b. Ka'b'dan şöyle rivayet edilmiştir: Ensardan birisinin evi, Medine'de bulunan evlerin en uzağı idi. Hz. Peygamber ile birlikte hiçbir namazı kaçırmıyordu. Kendisine: "Ey Falan! Keşke bir eşek alsaydın, ayağını yakıcı sıcaktan ve haşerâttan korurdu" dedik, O: "Vallahi, evimin Hz. Peygamber'in evi ile bitişik olması hoşuma gitmezdi" diye cevap verdi. Câbir diyor ki: "Bu sözü işitince çokağırıma gitti ve Hz. Peygamber'e gelerek durumu kendisine bildirdim. Bunun üzerine Hz. Peygamber onu çağırttı ve adam ona da aynı cevabı verdi ve kendisinin attığı her adımdan bir sevap beklediğini söyledi. Bunun üzerine Hz. Peygamber : 'Şüphesiz senin için umduğun şey olacaktır' buyurdu."[89]
Cevap: Evvela, itiraz sadedinde zikredilen bu hadisler şahsa özet uygulamalarla (kadiyyetu ayn) ilgili vâhid haberlerdir.[90] Bunlardan kesin bir genellemeye (istikra) gidilmesi mümkün değildir. Zannî olan şeyler katı olanlar karşısında varlık gösteremezler. Bizim üzerinde durduğumuz şey, kati olan şeyler türündendir.
İkinci olarak: Bu hadislerde, bizzat meşakkatin kendisine yönelik kasdın bulunduğuna bir delâlet bulunmamaktadır. Birinci hadisin açıklanması bizzat Buhârî'nin rivayetinde bulunmaktadır. Çünkü o bu hadisin rivayetinde: "Hz.Peygamber.Medine'nin o taraftan (düşman tecavüzüne karşı) boşalması ve savunmasız hale gelmeşinden endişe etti" şeklinde ilave bulunmaktadır. Mâlik b. Enes'ten, önce Akîk'e sonra da oradan Medine'ye iner olduğu rivayet edilmiştir. Kendisine Akîk'e indiği zaman: "Akîk'e niçin iniyorsun? ÇünküMeseid'e uzaklığı zor oluyor" diye sorduklarında: "Bana ulaştığına göre, Hz. Peygamber AMk'i sever ve oraya gelirdi.[91]demiştir. Ensardan bazıları oradan Mescid'in yakınına bir yere taşınmak istemişlerdi. Hz. Peygamber onlara: "Adımlarınızdan seuap ummaz mısınız?" buyurdu. İmam Mâlik, Hz. Peygamber'in "Adımlarınızdan seuap ummaz mısınız?" sözünü, yürüme sırasında karşılanılacak güçlük sebebiyle değil, taşınılacak yerin üstünlüğünden dolayı[92] söylemiş olduğu mânâsını çıkarmıştır.
İbnu'l-Mübârek'in naklettiğine gelince, eğer senedi sahihse o zaman o, sahâbî fiili olmak üzere bir delil olacaktır. Bununla birlikte onda, daha büyük sevabın, kendisine ibadet meşakkati daha ağır gelen kimseler için sabit olduğu da bildirilmektedir. Hoşlanılmadık şey ler karşısında abdest alınması, cihadda susuzluk ve yorgunluğa maruz kalınması gibi. Şu halde Ebu Musa'nın sıcak günlerde oruç tutmayı tercih etmesi, namaz, sadaka gibi nafile ibadetler varken daha zor olan cihadı tercih eden kimsenin durumuna benzemektedir.[93] Yoksa sevap kazanmak için nefsini işkenceye sokma kasdı sözkonusu değildir. Bunda, sadece meşakkati daha çok olduğu için, o derecede sevabı da daha büyük olacak olan bir ibadetin altına girmek kasdı bulunmaktadır. Bu kasıtta meşakkat, asıl değil tâbi olmaktadır. Konumuz ise, meşakkatin kasıtta tâbi kıhnmaksızın esas alınmasıyla ilgilidir. Ensardan olan sahâbî ile ilgili hadiste de, kendisini eziyet ve işkence altına sokma kasdı bulunduğuna dair bir delâlet yoktur. Onda bulunan delâlet sadece, sevabın büyük olması için mescidin uzaklığın, dan doğan meşakkate sabır kasdımn bulunması hakkındadır. Bu anlamda olan diğer rivayetlerde de durum aynıdır.
Evliyanın halleri ile ilgili olarak öne sürülen itiraza gelince, onların maksatları kendi nefislerinin hazlarına yönelik düşünceleri tamamen atarak sırf Mabûdlarının hakkını yerine getirmektir. Bunların davranışlarında, sadece nefislerini işkence ve sıkıntı altına sokmayı meşakkatlere göğüs germeyi kastettiklerini söylemek geçen ve inşâaallah ileride gelecek deliller sebebiyle doğru değildir.
Üçüncü olarak: İtirazda kullanılan delil, Hz. Peygamber'in ruhbanlığa Özenmek suretiyle nefislerini güçlük ve sıkıntıya sokmak isteyen kimseleri bu düşüncelerinden alıkoyması delili ile tearuz teşkil etmektedir. Bilindiği gibi ashaptan bazıları aşırılığa düşmüşler ve biri, ben her gün oruç tutacağım ve hiçbir günümü oruç-suz geçirmeyeceğini, demiş; bir diğeri, ben her geceyi ibadetle geçireceğim ve hiçbir zaman uyumayacağım, demiş; bir diğeri de, ben ise hiçbir zaman kadınlarla beraber olmayacağım... demişti. Hz. Peygamber onların bu tutumunu tepki ile karşılamış ve kendisinin bütün bunları yaptığından söz etmişti. Sonunda da "Kim benim sünnetimden yüz çevirirse, o benden değildir" buyurmuşlardı.[94]Başka bir hadiste de: "Hz. Peygamber Osman b. Maz'ûn'u ruhbanlık hayatından alıkoydu. Eğer ona bu konuda izin verseydi, kendimizi hadım ettirirdik"[95]denilmektedir. Hz. Peygamber,güneş altında ayakta dikilerek oruç tutma adağında bulunan kimseye, orucunu tamamlamasını, fakat güneş altında ayakta dikilmemesini emretmiştir [96]Bir başka hadislerinde ise:"Aşırılık gösterenler helak oldu"[97]buyurmuşlardır. Onun zorlaştırma ve aşırılık göstermeyi yasakladığı şeriatta meşhurdur; hatta bu şeriatta kesin bir prensip halini almıştır. Şâri'in insanları sıkıntıya sokmaya yönelik bir kasdı bulunmadığına göre, mükellefin böyle bir kasdı Şâri'in kesin olarak bilinen kolaylaştırma ve hafifletme kasdı ile çelişmiş olacaktır. Mükellefin kasdı-nın Şâri'in kasdı ile çelişmesi durumunda, onun kasdı bâtıl ve doğru olmayacaktır. Bu gayet açıktır. Başarı ancak Allah'tandır.
Fasıl:
Geçen açıklamalardan bir esas daha çıkar: O da şudur: İşlenmesine izin verilmiş fiiller ki vâcib, mendub ya da mubah olabilirler eğer bir meşakkate sebebiyet verirlerse, bakılır: Bu meşakkat ya bu gibi fiillerde mutat olan türden olur; ya da mutat türden olmaz. Eğer mutat türden ise, bu konu üzerinde durmuş olduk ve o fiillerin içermiş oldukları meşakkat dolayısıyla istenilmediklerini gördük. Eğer meşakkat mutadın üzerinde ise, o durumda bu tür meşakkatin de Şâri'ce kastedilmiş olmayacağı öncelikli olarak bilinir. Bu durumda bakılır: Bu meşakkatler ya kulun bizzat kendi fiili ve iradesi sebebiyle meydana gelmiştir; ya da öyle değildir.
Eğer kulun kendi fiili ve iradesi sebebiyle meydana gelmişse, aslında bu şer'an yasaktır ye şeriatta böyle bir meşakkat içeren fiille Allah'a kullukta bulunma gibi bir şey yoktur. Çünkü Yüce Allah, işlenil-mesine izin verdiği fiillerde güçlük ve sıkıntı (haraç) murad etmemektedir. Buna, güneş altında ayakta dikilerek oruç tutmayı nezreden kimsenin durumunu Örnek verebiliriz.[98] Bu yüzdendir ki İmam Mâlik, Hz. Peygamber'in ona, orucunu tamamlamasını, oturmasını ve gölgelenmesini emretmesi hakkında şöyle demiştir: "Hz. Peygamber ona, Allah için tâatolan şeyi tamamlamasını emretti, Allah için masiyet (günah) olan şeyi de ona yasakladı." Çünkü Yüce Allah, nefislere işkence edilmesini, ne kendisine yaklaşılacak bir yol, ne de kendi katında bulunan şeylere ulaşılabilecek bir vasıta kılma-mıştır. Bu açıktır. Ancak bu yasaklama, meşakkate, işe girmesi sebebiyle maruz kalması yoluyla değil, onu kendi üzerine doğrudan getirmesi durumu şartına bağlıdır. Aynen misâlde olduğu gibi. Bu konuda hüküm açıktır.
Ama, meşakkat amele tâbi durumda olursa, meselâ mutadın Üzerinde bir meşakkat altına girmeksizin oruç tutamayacak veya ayakta namaz kılamayacak bir hastanın, yürüyerek ya da binerek hac yapamayacak bir hacı adayının durumunda olduğu gibi, işte bu tür meşakkatler, Yüce Allah'ın haklarında "Allah sizin için kolaylık diler, zor-lukdüemez"[99] buyurduğu kısımdan olmaktadır ve bu kısım hakkında ruhsatlar meşru kılınmıştır.
Ancak, böyle bir meşakkatle karşı karşıya kalan bir kimse, ruhsatla amel ederse; tamam, bunahakkı vardır ve bunu sırf kendi nefsinin bir hazzı olarak yapmış olabileceği gibi, Rabbi tarafından gelen bu izni kabul etmiş olmak için de işlemiş olabilir. Yok ruhsatla amel etmeyecek olursa, o zaman karşımıza iki durum çıkar:
a) Kesin ya da zan ölçüsünde nefsine, bedenine veya aklına ya da davranışlarına bir bozukluk arız olacağını ve bundan da sıkıntı ve güçlük duyacağını bilmesi ve bu yüzden de o amelden hoşlanmaması. Bunun mükellefle ilgisi yoktur. Bu durumu kesin ya da zan ölçüsünde bilmese, fakat amele başlar başlamaz bunların kendisi için ortaya çıkması durumu da aynıdır Bunun hükmü kendisini tedirgin eden şeyi yapnıamasıdır 'yolculuk sırasında oruç tutmak, iyilik ve takvadan değil, dir"[100]buyruğu bu gibi durumlarla ilgili olmaktadır. Hz. Pey-gamber'in, yemek hazırken veya sıkışık vaziyette iken namaz kılmayı yasaklaması, "Kadı, öfke halinde iken hüküm veremez"[101] buyurması ve, tam hakkı verilerek işlenemeyecek amellere girişilmesini yasaklayan benzeri diğer hadisleri bu meyanda Örnek olarak hatırlayabiliriz. Çünkü Şâri'in kasdı,
kulun fiilinin her türlü şaibeden uzak olarak korunması ve onların sürekli kılınması olmaktadır. Böylece kulun yükümlülük ilmeğine girmesinin, onun en müsait bir zamanında olmasının temini amaçlanmıştır.
b) Kendisine böyle bir zararın gelmeyeceğini kesin bilgi ya da zan ölçüsünde bilmesi; bununla birlikte amelde mutadın üstünde bir meşakkatin bulunması. Bunlar hakkında da genelde ruhsatlar meşru kılınmış olmaktadır. Bu konudaki tafsilat[102] hükümler bahsinde ele alınır. Burada dikkate alınan illet (gerekçe) şudur: Aşırı meşakkat, sıkıntı doğuran bir şeydir; hatta meşakkatin bizzat kendisi zaten sıkıntı ve güçlük (haraç) demektir. Kişi bunlara, her ne kadar sabır ve tahammül gösterebilirse de, bunlar aslında âdeten sabır ve metanet gösterilemeyecek ölçüde olan meşakkatlerdir. Bu itibarla dikkate alınırlar.
Ancak burada bir üçüncü durum daha karşımıza çıkmaktadır:[103]Bu kısımda da meşakkat mutat değildir, ancak bazı insanlara nisbetle mutat gibi bir hal almaktadır. Böyle olan nice şeyler vardır. Çünkü kendisini Allah'a adamış ve uzlete çekilmiş, yükümlülükleri yerine getirme konusunda bütün gayretlerini ortaya koymuş âbidler ve hâl ehli böyle bir özellik kazanmışlardır ve üstlendikleri tâat yolunu (ağırlığına rağmen) göğüslemişlerdir. "Sabır ve namazla Allah'a sığınıp yardım isteyin. Huşu duyanlardan başkasına namaz elbette ağır gelir[104]"vetini ele alalım. Dikkat edilirse bu âyette namazın mükellefe ağır |en bir yükümlülük olduğu belirtilmiş, ancak bundan huşu sahipleri istisna edilmiştir. Bu huşu sahipleri ki, onların önderleri bizzat Hz. Peygamber olmaktadır. Onun için namaz gözaydmlığı idi; öyle ki dünya meşgaleleriyle yorulduğu zaman dinlenmekiçin namaza sığınırdı; ayakları uyuşuncaya kadar kıyamda dururdu. Onun hali böyle olunca, elbette onun varisleri durumunda olanlar da onun bu özelliklerinin bereketinden bir şeyler elde edeceklerdir.
Bu kısım,[105]üzerinde biraz daha fazla nefes tüketmeyi gerektiren bir konu olmaktadır. Çünkü bu konu, şeriatta güçlü temelleri bulunmasına rağmen ihmal edilmiş ve onun üzerinde söz eden az olmuştur, [ise]
Fasıl:
Mükelleften güçlük ve sıkıntı kaldırılmıştır. Bunun iki gerekçesi vardır.
a) Mükellefin teklif yolunda ilerlemeden kesilmesi, ibadetleri sevmemesi ve yükümlülükten nefret etmesi endişesi. Bu gerekçenin altına, onun bedenine, aklına, malına ya da davranışlarına bir bozukluğun arız olabileceği endişesi de girebilir,
b) Kula yönelik çeşitli yükümlülüklerin çok ve bir anda bulunması durumunda onları gereği gibi yerine getirememesi endişesi. Meselâ, mükellefin ailesine, çocuklarına bakması ve bunların yanında çeşitli yükümlülüklerle karşılaşması gibi. Mümkündür ki. bazı işlerle meşguliyet, diğer yükümlülüklerin ihmalini doğuracaktır. Bazen de aşırı bir gayretle bütün yükümlülükleri yerine getirmeye çalışacak, fakat buna güç yetiremeyecek ve bu kez hiçbirisini tam olarak yapamayacak, hepsi de yarım yamalak kalacaktır.
Şimdi birinci kısmı ele alalım: Yüce Allah bu kutlu şeriatı hoşgörü ve kolaylık esasları üzerine kurulu hanîflikle göndermiş, kulların kalbini ona karşı nefret duygularından korumuş ve onu mükelleflere sevdirmiştir. Eğer onlar hoşgörü ve kolaylık esaslarına ters düşecek şekilde amel etselerdi, o zaman yükümlü oldukları hususlarda işe yarar amel ortaya koyamazlardı. Bu konuda: "Bilin ki, içinizde Allah'ınpey-gamberi bulunmaktadır. Eğer o, birçok işlerde size uymuş olsaydı, şüphesiz sıkıntıya düşerdiniz; ama Allah size imanı sevdirmiş, onu gönüllerinize güzel göstermiş; inkarcılığı, yoldan çıkmayı ve baş kaldırmayı size iğrenç göstermiştir"[106] âyetini ele alalım: Bu âyette Yüce Allah, kolaylaştırmak ve hoş göstermek suretiyle imam bize sevdirdiğini, onu bu şekilde ve karşılığında mükâfat vereceği va'diyle bizim kalplerimizde süslediğini bildirmektedir. Hadiste de şöyle buyrulmuştur: "Amellerden güç yetirebileceğiniz şeyleri yapmaya çalışın. Çünkü siz usanmadıkça, Yüce Allah asla (sevap vermekten) usanma-yacaktır.[107] Ramazan gecelerinin ihya edilmesi ile ilgili olarak da: "(Allah'a hamdden) sonra, ey insanlar! Bana sizin durumunuz gizli değildir (sizin iştiyakınızı biliyorum). Ama gece namazının (teravih) üzerinize farz kılınmasından ve sizin de ona güç yetire memenizden korktum" [108]buyurmuştur. Havla bt. Tuveyt hadisi de şöyle: Hz. Âişe validemiz, Hz. Peygambere "Şu Havla bt. Tuveyt! Dediklerine göre gece hiç uyumazınış" dedi. Hz. Peygamber:"Gece uyumaz mı ?! Gücünüzün yettiği kadar ibadet edin, çünkü siz usanma-dikça, Yüce Allah asla (sevap vermekten) usanmayacaktır"[109]buyurdular. Enes hadisi de şöyle: Hz. Peygamber birinde mescide girmişti. Orada iki direk arasına uzunlamasına bağlanmış bir ip vardı. Hz. Peygamber:"Bune?" dedi Orada bulunanlar: "Zey-neb'in ipi. Namaz kılarken yorulduğunda ona tutunur" dediler. Bunun üzerine Hz. Peygamber: "Onu çözün. Sizden biriniz zinde oldukça namaz kılsın. Tembellik ya da gevşeklik hissettiğinde otursun" buyurdu.[110]Kıldırdığı namazı çok uzattığı için Muaz'a: "Mu-az! Sen fitneci misin?!" diye çok sert çıkışmış[111] ve: "İçinizde insanları nefret ettirenler var. Sizden biriniz başkalarına namaz kıldırdığı zaman hafif tutsun; çünkü onlar içerisinde zayıf, yaşlı ve iş-güç sahibi olanlar vardır"[112] buyurmuştur. Ümmetine acıması sebebiyle visal orucunu yasaklamıştır.[113] Adakta bulunmayı yasaklamış ve: "Allah onunla cimriden bir şeyler çıkarır ve o (adak) Allah'ın kaza ve kaderinden hiçbir şey değiştiremez" buyurmuşlardır.[114] Bütün bu örnekler, daha önce geçen ve aklen kavranılması mümkün olan usanç verme, sıkılma, acze düşme, ibadetten nefret etme ve hoşlanmama gibi sebeplere dayanmaktadır (muallel). Hz. Âişe validemizden Hz. Peygamber efendimizin şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Şüphesiz bu din /netindir. Ona yumuşaklıkla girin [115] ve nefislerinize Allah'a kulluğu sevimsiz hale getirmeyin; çünkü acele eden ne yol alabilir ne de binek bırakır."[116]Hz. Âişe şöyle der: Hz. Peygamber acıdığından dolayı ashaba visal orucunu yasakladı. Onlar: "Siz visal orucu tutuyorsunuz" diye de sorduklarında onlara: "Şüphesiz benim durumum sizinki gibi değildir. Ben gecelerim de Rabbim beni yedirir ve içirir (siz ise böyle değilsiniz)" [117] buyurdu.
Bütün bunlardan şu netice çıkıyor: Buradaki yasaklar Şâri'ce gö-zönünde bulundurulan ve akılla kavranılabilen sebep (illet) yüzünden olmaktadır. Durum böyle olunca, yasak illetle birlikte var ya da yok olacak demektir.[118] Hz. Peygamber'in illet olarak gösterdiği şey bulununca, yasak da ona yönelik olarak bulunacaktır; illet bulunmadığı zaman da yasak ortadan kalkacaktır. Çünkü insanlar bu meydanda iki grupturlar:
Birinci Grup: Bu gruptan olan insanlarda, fiili işleme sırasında mutat üstü olan bu meşakkat hemen etkisini gösterir ve o fiilin ya da başkasının fesadına etki ederya dakişide onakarşı bir sıkıntı veusanç doğurur; o işi işlemeye karşı bir tembellik meydana getirir. Genelde mükelleflerin çoğunun durumu böyledir. Bu gibi meşakkat içeren amellerin olduğu şekliyle işlenmemesi ve eğer terkedilmesi şer'an caiz olmayan amellerden ise şeriatın getirdiği doğrultuda ruhsatların kullanılması, terki caiz olan şeylerden ise tümden terkedilmesi uygun olacaktır. Yukarıda geçen delillerin gerekçeleri fta'lil) bunu gerektirmektedir. Buna, Hz. Peygamber'in şu hadislerini delil olarak kullanabiliriz: "Kadı, öfke halinde iken hüküm veremez[119]"Şüphesiz nefsinin de üzerinde hakkı vardır; ehlinin de üzerinde hakkı vardır,[120]Hz. Peygamber bu sözlerini, devamlı oruç tuttuğu haberi kendisine ulaşan Abdullah b. Amr b. el-Âs'a söylemiş ve onun ağır yükler altına girmemesi için tavsiyede bulunmuştur. Devam ettiği bu ibâdet, yaşlılık sebebiyle ağır gelmeye başlayınca Abdullah: "Keşke Hz. Peygamber'in ruhsatını kabu letseydim" diye temennide bulunmuştur.
İkinci Grup: Mutat dışı güçlük içermesine rağmen kendilerine ağır gelmeyecek, usanç ve tembellik göstermeyecek türden olan insanlar. Bu türden olan insanlara, mutat üstü meşakkat içeren ameller, içermiş oldukları meşakkatlerden daha baskın gelen bir motif, onları kolay hale dönüştüren bir saik, ya da amele karşı duyulan aşırı bir iştiyak veya ondan alınan bir haz... sebebiyle ağır gelmemekte, aksine başkaları için çok ağır iken bunlara hafif gelmekte, sözkonusu olan meşakkat bunlar için meşakkatlikten çıkmakta, dahası bu tür amellere giriştikçe, onların sıkıntılarına göğüs gerdikçe daha çok huzur ve ferahlık hissetmekteler veya tedirgin edici ve iç tırmalayıcı etkenlerin tesirinden kendilerini korumaktadırlar. Meselâ, hadiste Hz. Peygamber Bilâl! Bizi ferahlat"[121] buyurmuş, başka bir hadiste -de: "Bana dünyanızdan üç şey sevdirildi... Gözümün, aydınlığı namazda kılındı[122] buyurmuştur. Gece ayakları şişinceye ve bacakları uyuşuncaya kadar kıyamda durması sonucunda da (kendisine "Niye bu kadar kendinize eziyet ediyorsunuz? Nasıl olsa sizin gelmiş ve gelecek bütün günahlarınız affedilmiştir" diye soranlara): "Rabbime karşı çok şükreden bir kal olmayayım mı?"[123]demiştir. Kendisine: "Ya Rasûlallah! Öfke halinde de, rıza halinde de sizin sözlerinizi alalım (yazalım) mı?" diye sorduklarında: "Evet!" buyurmuşlardı.[124]Halbuki o, bizim hakkımızda "Kadı, öfke halinde iken hüküm veremez" [125]buyurmuştu. Bu her ne kadar Hz. Peygamber'in kendisine ait bir husus ise de, diğerleri hakkında da delil olmaya elverişlidir. Amellerde meşakkatlere katlanma ve onlara karşı devamlı sabır gösterme ile ilgili bu mânâda delil çoktur.
Bu konuda sahabe, tabiîn ve onları takip eden nesillerden gelen ve ilim, hadis rivayeti ve ictihad mertebesine ulaşıp kendilerine tâbi olunan kimselerden gelen haberler delil olarak yeterlidir. Bunlar içerisinden Hz. Ömer, Hz. Osman, Ebu Musa el-Eş'arî, Saîd b. Âmir, Abdullah b. ez-Zübeyr'i; tabiîn neslinden Âmir b. Abdikays, Üveys, Mesrûk, Saîd b. el-Müseyyeb, el-Esved b. Yezîd, er-Rebî b. Huseym, Urve b. ez-Zübeyr, Kureyş'in zahidi diye ün yapan Ebu Bekir b. Abdur-rahraan, Mansûr b. Zâdân, Yezîd b. Harun, Hüşeym, Zirr b. Hubeyş, Ebu Abdirrahman es-Sülemî ve isimlerini saydığımızda uzayıp gidecek daha pek çok simayı bunlara misal olarak hatırlayabiliriz. Bunlar yaşadıkları bu halleriyle sünnete tâbi olmuş ve onun sınırlarını korumuş kimselerdir.
Rivayet edildiğine göre Hz. Osman yatsı namazını kıldıktan sonra vitre kalkar ve onda bütün Kur'ân'ı okurdu. Nice kimseler vardı ki, şu kadar sene yatsı namazının abdesti ile sabah namazını kalmışlar,[126] şu kadar sene durmadan oruç tutmuşlardı. Rivayete göre İbn Ömer ile İbn ez-Zübeyr visal orucu tutarlardı. İmam Mâlik dehir orucunu (ömür boyu tutulan oruç) caiz görmüştü. Üveys eî-Karnî, sabaha kadar gecesini ihya eder ve: "Bana ulaştığına göre, Allah'a ebediyen secde halinde bulunan Allah'ın kulları varmış" derdi. Benzeri bir rivayet Abdullah b. ez-Zübeyr'den de gelmiştir. Esved b. Yezîd, nefsini oruç ve ibâdet içerisinde yorardı; öyle ki, sonunda benzi solar ve vücudu sararırdı. Alkame kendisine: ıcYazık sana! Bu bünyeye niçin işkence ediyorsun?" dediğinde: "Durum çok ciddî!" diye karşılık verirdi. İbn Sîrîn'in anlattığına göre, Mesrûk'un hanımı: "Mesrûk, ayakları şişinceye kadar namaz kılardı. Ben bazen arkasına oturur ve kendisine yaptığını gördüğüm şeylerden dolayı ağladığım olurdu" demişti. Şa'bî şöyle nakleder: Şiddetli sıcak bir günde, Mesrûk oruçlu iken bayılmışti. Kızı kendisine: "Orucunu boz!" dedi. Mesrûk kızına: "Bunu benden niçin istiyorsun?" dedi. O: "Acıdığımdan!" diye cevap verdi. Mesrûk: "Yavrueağızım! Ben de, süresi elli bin gün olan bir gün için nefsime acıdığımdan bunu yapıyorum" diye karşılık verdi.
Önceki nesillerden olup da, herkesin tahammül edemeyeceği ve ancak Allah'ın bu iş için seçmiş olduğu kimselerin tahammül gösterebileceği zor işlerin ki bu işler de onlar için seçilmiş oluyordu üstesinden gelebileceği pek çok Örnek bulunmaktadır. Onlar bu halleriyle sünnete ters düşmüş değillerdi. Aksine "es-sâbikîn el-evvelîn" yani ilk ve öncülerden sayılmışlardı.Allah bizi de onlardan kılsın! Çünkü zorluk ve meşakkat içeren amellerin yasaklanmasını gerektiren illet, bunlar hakkında mevcut değildi. Dolayısıyla onlar için bu tür amellerin yasak olmasını gerektirecek bir unsur mevcut değildi. Nitekim "Kaâı, öfke halinde iken hüküm veremez"[127] buyruğu karşısında bakıyoruz. Burada yasağın sebep ve illeti, zihnin meşguliyetinden dolayı delillerin tam olarak değerlendirilememesi olmaktadır diyor ve bu hükmü illetin bulunduğu zihni meşgul edecek her şeye teşmil ediyoruz. Bu illetin bulunmadığı şeylere ise şâmil kılmıyoruz. Hatta öyle ki, kadı zihnini meşgul etmeyecek derecede az öfkeli olursa, dâvaya bakabilir diyoruz ki, bu anlayış doğru ve yerinde bir yaklaşım olmaktadır.
Birinci gruptan olan kimselerin durumu, ziyadesiz İslâm'ın normal hükümleriyle ve iman gereğiyle amel etmek olmaktadır. İkinci gruptan olanlar ise, kendisine galebe çalan korku, ümit ya da sevginin itmesiyle hareket eden kimseye benzemektedirler. Korku itici bir kırbaçtır ; ümit çekici bir öncüdür; sevgi ise sürükleyici bir akımdır. Korku duyan kimse, meşakkatin bulunmasına rağmen ameli işler, şu kadar var ki, daha ağır olan şeylerden duyulan korku, meşakkatli de olsa nisbeten daha hafif olan şeylere tahammül gösterilmesine iter. Ümitvâr olan kimse de meşakkate rağmen o işi yapar; şu kadar var ki, eksiksiz bir rahata ulaşacağına olan ümidi, kişiyi mükemmel bir yorgunluğa tahammüle sevkeder. Seven insan, sevdiğine duyduğu iştiyakla bütün gayretini sarfederek çalışır ve bunun sonucunda zor olan kendisine kolay gelir; uzak yakan olur; gücünü kuvvetini tüketir, buna rağmen sevginin hakkını vermiş, nimetin şükrünü yerine getirmiş olduğunu düşünmez; ömrünü bu uğurda tüketir, fakat arzusunu yerine getirdiğini düşünmez. Kişinin nefsi, aklı ya da malı için duyduğu endişe de aynı şekilde, buna sebebiyet verecek amellerin işlenmesine, eğer kişinin tercihine bırakılmış ise, engel olur. Yok yapılması gereken hususlardan ise, o zaman da ruhsatlar getirilir ve böylece meşakkat içerisinde meydana gelmemesi istenilir, Çünkü meşakkatin ve bunun neticesinde bedeni, aklı ya da malı hakkında bir endişe duyması, daha Önce de geçtiği gibi insanın içini tırmalar ve huzurunu kaçırır.
Ancak, bu vaziyette iken yani nefsine ya da bir organına veya aklına bir zarar gelmesi korkusu altında işlenen amel, buna rağmen acaba yeterli olur mu? Yoksa olmaz mı?
Bu konunun üzerinde durulması gerekir ve konuyla ilgili "gasbedilen yerde kılman namaz" meselesinden ipuçları çıkarılabilir; Eğer telef olma korkusu varsa, oruç tutmasının mene d ileceği ne dair İmam Mâlik ve İmam Şafiî'den nakil bulunmaktadır. Bu durumda tutacağı orucun da yeterli olmayacağını belirtmişlerdir. Yine telef olma korkusu bulunduğunda, su ile gusül ve abdest almaktan men edileceği ve teyemmüm alması gerekeceği nakledilmiştir. Hastalanma ya da malın telef olması korkusunun bulunması halinde ise ihtimal bulunmaktadır. Bu konuda yasaklamaya gidileceğinin dayanağı "Nefislerinizi öldürmeyiniz" [128] âyeti olmaktadır.
Sözü geçen şeylerle benzerlerinin yasaklanmış olması, korku sebebiyle olduğuna ve bizzat o ibadetlerin işlenmesine yönelik bir cihetten olmadığına göre, iki durum arasında fark bulunacaktır. Çünkü namazdan soyutlanarak ele alındığında, nefsin tahammül edemeyeceği bir meşakkat doğuracak bir amelin yasaklanması makûldür. Öbür taraftan meşakkat dikkate alınmaksızın sadece namazın emredilmiş olması da makûldür. Dolayısıyla mesele hakkında iki bakış açısı olacaktır.[129]
Konuya bir başka kaideden daha yaklaşılabilir: Şöyle ki: Acaba Şâri'in meşakkatin kaldırılmasına yönelik kasdı, Allah hakkı olduğu için midir? Yoksa kul hakkı olduğu için midir? Eğer Allah hakkı oîduğu içindir dersek, o zaman Şâri'in meşakkatin kaldırılmasını istediği her yerde yasaklama (men) hükmünü kabul etmemiz gerekir. O dinde güçlüğü kaldırmışken, güçlük ve meşakkat içeren ameller içerisine girilmesi, O'nun maksadına ters düşer; dolayısıyla bu tür amellerin me-nedilmesi gerekir. Eğer, kul hakkı içindir dersek, o zaman kul kendi hakkını Allah için düşürecek olursa, acaba yapacağı ibadeti sahih olur mu? Bu durumda böyle bir ibadetin kesin olarak menedilmeyeceği anlaşılmaktadır.
Bu ikinci durumu destekleyen hususlar vardır: (1)
"Nefislerinizi öldürmeyiniz"[130] âyetim Bu âyet işaretiyle yasağın kullara acıma yönünden olduğunu göstermektedir ve buna âyetin sonundaki "Şüphesiz ki Allah size karşı çok merhametlidir" ifadesi delâlet etmektedir. Yüce Allah bununla, kullarına daha uygun olduğu için onlardan güçlük ve sıkıntının kaldırıldığına işaret etmiştir. Aynı şekilde "Biz seni ancak âlemlere rahmet olman için gönderdik"[131]âyeti ile benzeri, şeriatın kulların maslahatları için konulmuş olduğuna delâlet eden diğer nasslar bu hususta delil olmaktadır. (2)
Daha önce geçen ve güçlük ve sıkıntının (haraç) kaldırılmış olduğunu, kolaylığın istenildiğini gösteren deliller. Yasak sadece güçlük ve meşakkatin bulunduğu varsayımına dayalı olarak gelebilir. Eğer bazılarına göre bu güçlük ve meşakkatin kalktığı ve bulunmadığı farze-dilecek olursa, o zaman yasak da kalkar. Konumuza ışık tutan ve bunun böyle olduğunu gösteren hususlardan biri de, Hz. Peygamber'in ayakları uyuşuncaya yada şişinceye kadar kıyamda durmasıdır. İbâdet bu sınıra ulaştığı zaman, mutlaka zorlaşır ve sıkıntıya dönüşür. Ancak Allah'a kulluk yolunda acı, sevenler için tatlı gelir. Hz. Peygamber onların önderidir. Dolayısıyla onun peşinden gelen ve böylesi davranışlara girenler hakkında da durum aynı olur. Seleften aynı şekilde fazla ağlamaktan dolayı gözlerini kaybedenlerin bulunduğu rivayetleri bulunmaktadır. Hasan b. Arfe şöyle anlatır: Ye-zid b. Harun'u Vâsıt'ta gördüm. En güzel gözlere sahipti. Sonra onu tek gözlü olarak gördüm, daha sonra onu gördüğümde her iki gözü de gitmişti. Kendisine: "Ey Ebu Halid! O güzelim gözlere ne oldu?" diye sordum. Bana: "Onları seher vakti ağlamaları götürdü" diye cevap verdi. Seleften nakledilen ve mutlak anlamda meşakkatlere göğüs gerdiklerini, güçlük ve sıkıntıların altına girdiklerini belirten rivayetler bu hususu güçlendiren unsurlardandır. Şu halde netice olarak diyebiliriz ki: Bu konuda Allah hakkını galebe çaldıran kimseler mutlak surette yasaklama (men) cihetine gitmişlerdir. Kul hakkı tarafının ağır bastığını görenler ise, mutlak surette men cihetine gitmemişler, tercihi kulun kendisine bırakmışlardır.
Fasıl:
Güçlük ve sıkıntının (haraç) kaldırılmış olmasının ikinci gerekçesine gelince; mükellef, mutlaka yapılması gereken ve kaçınılması mümkün olmayan serî ameller ve görevlerle memurdur ve bunlarda mevcut bulunan Rab Teâlâ'nın hakkını yerine getirmek durumundadır. Eğer mükellef güç fiiller içerisine girerse, bu onu diğer yükümlülüklerinden alıkoyar, Özellikle de başkalarının haklarının taalluk ettiği konularda. Bu durumda kulun içerisinde bulunduğu ibadeti ya da ameli, onu Allah Teâlâ'nın kendisini yükümlü tuttuğu diğer görevlerinden ahkor ve onlar hakkında kusur gösterir. Neticede bu haliyle o mazur değil, kınanmış olacaktır. Çünkü mükelleften istenilen şey, yükümlülüklerinin hepsini tam olarak ve içlerinden hiçbirini ve hiçbir zaman ihlale uğratmaksızın yerine getirmesidir.
Buhârî, Ebu Cuhayfa'dan rivayet eder: Hz. Peygamberi. Selmân ile Ebu'd-Derdâ arasında kardeşlik kurmuştu. (Birinde) Selmân, Ebu'd-Derdâ yi ziyaret etmişti. Ümmü'd-Derdâ'yı ki Ebu'd-Derdâ'mn hanımı oluyor gördü. Kadının pejmürde bir hali vardı. Ona: "Bu halin ne böyle?" diye sordu. Kadın da: "Kardeşin Ebu'd-Derdâ var ya, onun dünya ile hiçbir ilgisi yok" diye cevap verdi. Sonra Ebu'd-Derdâ geldi ve yemek yaptı ve Selmân'a: "Buyur sen ye, ben oruçluyum" dedi. Selmân: "Sen yemedikçe ben de yemeyeceğim" dedi. Bunun üzerine Ebu'd- Derdâ yedi. Gece olunca Ebu"d- D.erdâ kalkıp [H4j ibadet etmek istedi. Selmân ona: "Uyu!" dedi. O da uyudu. Sonra yine kalkmak istedi. Selmân: "Uyu" dedi. Gecenin sonuna doğru yaklaşılınca Selmân: "Şimdi kalk!" dedi ve kalkıp namaz kıldılar. Sonra Selmân ona: "Şüphesiz senin üzerinde Rabbinin hakkı vardır, nefsinin üzerinde hakkı vardır, ailenin üzerinde hakkı vardır. Her hak sahibine hakkını ver" dedi. (Ebu'd-Derdâ) Hz. Peygamber'e gelip / durumu haber verdi. Hz. Peygamber ona: "Selmân doğru i söylemiş" buyurdu.[132]
Hz. Peygamber Muâz'a: (Üç defa) "Sen fitneci misin? A'lâ, Şems, Leyi sûrelerini okuyarak kıldır'saydın ya! Çünkü arkanda zayıf, yaşlı ve iş-güç sahibi olanlar vardır" buyurdu. Bu hadisede şikâyetçi olan kimse, iki devesiyle birlikte Muaz'a uğrayan bir kimse idi. Gece (sabaha) yüz tutmuştu. Develerini bıraktı ve Muaz'm yanma gitti (ve onunla birlikte namaza durdu). Muaz, Bakara ve Nisa sûresini okumuştu. Adam bunun üzerine şikâyetçi olmuştu.[133] Keza Hz. Peygamber: ''Ben, namazı uzatmak istiyorum, fakat bir çocuğun ağladığını işitiyorum ve bu yüzden namazı kısa tutuyorum[134] buyurmuştu. Rivayete göre Muhammed b. Salih, kendisini Allah'a verenlerin tekkelerine, âbidlerin uzlet yerlerine girmişti. Çok şiddetli şekilde ağlayan bir adam görmüştü. Ağlamasının sebebi, gece namazını fazla uzattığından dolayı sabah namazını cemaatle kılamamasıydı.
Sonra bazı amellere kendisini kaptıran kimse, cihad ve benzeri kendisine ihtiyaç duyulacak amellerden geri kalır. Bu yüzdendir ki Hz. Peygamber ,Dâvud hakkında: "Birgün oruç tutar, bir gün de tutmazdı. Düşmanla karşılaştığı zaman asla kaçmazdı"[135] buyurmuştur. İbn Mes'ûd'a: "Sen az oruç tutuyorsun" demişlerdi. O: "Oruç beni Kur'ân okumaktan alıkoyuyor. Kur'ân okumak benim için oruç tutmaktan daha sevimlidir" diye cevap verdi. Buna benzer bir durum da îyaz tarafından İbn Vehb'ten nakledilmiştir. O, arafe günü asla oruç tutmayacağına dair yeminde bulunmuştu. Çünkü bir gün oruçlu iken vakfede bulunmuştu. Hava çok sıcaktı ve bunalmış, zor duruma düşmüştü. Öyle ki, kendi ifadesine göre herkes rahmeti beklerken o da iftarı beklemeye başlamıştı. İmam Mâlik, bütün geceyi ihya etmeyi mekruh görmüş ve: "Bu durumda o, uykuya yenik düşebilir (ve sabah namazını kaçırabilir). Hz. Peygamber bu konuda da kendisine uyulacak en güzel örnektir." Sonra ilave ederek: "Eğer sabah namazına bir zarar vermeyecekse bunda bir sakınca yoktur. Ama sabah namazına uyuyarak gelecekse hayır. Ama uyur halde değil de, uyuşukluk hali bulunursa, bunda bir sakınca yoktur" demiştir. Amele dalmak sonucunda yasağın illeti ortaya çıkıyor ve bu normal yükümlülüklerinin yerine getirilememesine sebep oluyorsa, keza tembelliğe, terke ve ibâdetlerden nefrete götürürüyorsa, kısaca illet bulunuyorsa ya da beklenti halinde ise, o amel yasaklanmıştır. Eğer bu sayılan şeyler bulunmuyorsa, o zaman o amele kendisini vermesi güzel bir şeydir. Bu durumda o amele kendisini vermekle birlikte diğer yükümlülüklerini de yerine getirebilmesinin sebebi daha önce anlattığımız, korku, ümit ya da sevgi motiflerinin kendisine baskın gelmesi-, dir.
İtiraz: Bir insanın bir amele girmesi ve kendisini bütünüyle ona vermesi durumunda korkunun iticiliği, ümidin çekiciliği ya da sevginin sürükleyiciliği gibi motifler bulunsa bile normal yükümlülüklerini yerine getirmesi mümkün değildir. Meselâ, geceleri ihya edip, gündüzleri oruçla geçiren bir kimsenin ailesi ile ilişkide bulunabilmesi ve onunhakkınariayetetnıesi; sürekli oruç tutmakla birlikte ailesinin nafakasını temin için çalışabilmesi veya cilıad görevini tam olarak yapabilmesi; yine sürekli namaz kılan bir insanın diğer insanlara yardımda bulunabilmesi, çaresizin imdadına yetişebilmesi, onların ihtiyaçlarını gidermesi ve benzeri işlerde bulunması mümkün değildir. Hatta bunlardan birçoğu, diğer yükümlülük konusu amellerle bir arada bulunamayacak şekilde çelişki arzederler. Bazen çelişki bulunmaz ama, birbirine etki ederler. Mükellefin boynuna binen ve yerine getirmek mecburiyetinde olduğu hakların çok olduğu bilinmektedir. Bu durumda bütün bu hakların tamamım ya da en azından çoğunu nasıl yerine getirecektir. Bu yüzdendir ki hadiste şöyle gelmiştir; "Bu din kolaylık dinidir. Hiçbir kimse yoktur ki, bu din hususunda (amellerim eksiksiz olsun diye) kendisini zorlasın da din, ona galebe etmesin (ve ezilip büsbütün amelden kesilmesin). Öyle olunca ortalama gidin.[136]Hem sonra, bu gibi şeylerin erbâb-ı hâl (evliya) ve dünyevî nazlarından kendilerini soyutlayanlar için mümkün olduğunu kabul etsek bile, bunları isbat, onları elde etme için koşturma ve talepte bulunma ile birlikte durum nasıl olacaktır?
Cevap: Daha önce de geçtiği gibi insanlar iki kısımdır:
Hazlanna düşkün kimseler; Bu tür insanların mutlaka şer'an kendilerine izin verilen çerçevede hazlannı elde etmeleri, ancak bunu yaparken yükümlülüklerini ihlal etmemeleri gerekir.
Bunlara nisbetle, ruhsat verilme si gereken yerlerde ruhsat verilmemesi durumunun, şer'an daha büyük mefsedetlere götürecek olduğunu, mubah olan alışkanlıklarının kesilmesi neticesinde haramlara düşebileceklerini görmekteyiz. Öbür taraftan mutlak nazların peşinden koşmanın kulluk boyunduruğundan çıkmak olduğunu da biliyoruz. Çünkü başıboş olan kimse, kendi varlığındaki Şâri'in gözettiği hikmeti unutur. Bu ise büyük bir mefsedettir. İşte bu başıboşluğu kaldırmak içindir ki, şerîatler gelmiştir. Ö bür taraftan da göklerde ve yerde ne varsa, hepsi insanoğlunun emrine âmâde kılınmıştır.
Şeriatın getirdiği mutlak hakikat, işte bu iki durumun arasını itidal ölçüsünde birleştirmek olmuştur. Hazlar konusunda, herhangi bir vacibin ihlaline sebep olmayacak olanlarını almış, terki durumunda sakıncalı (haram) bir duruma götürmeyecek olanlarını da terketmiş-tir. Mendub ve mekruh konusunda da hazlar dengelenmiş; eğer mükellefin meselâ nikâhta olduğu gibi, hazzı varsa o fiillerin işlenmesini mendub; mekruh vakitlerde namaz kılmak gibi acilen bir hazzı bulunmayan fiilleri de mekruh kabul etmiştir. Mükellef için içerisinde bir haz içermeyen mendub ile bir haz içeren mekruh hakkında bakılır buradaki hazdan hemen elde edilen bir hazzı kasdediyoruz: Eğer mendub ile hazzını terketmesi şer'an mekruh bulunan bir şeye götü-rüyorsa, yahut daha büyük sevabı olan başka bir mendubun terkine sebebiyet verecekse, bu durumda hazzını elde etmesi ve o mendûbu terketmesi daha uygundur.[137]Örnekler; Kişinin, yabancı kadınlara arzu duymaya sebebiyet verecek olan karısından istifadeyi terketmesi gibi. Nitekim buna; "Sizden biriniz güzel bir kadın görür ve hoşuna giderse hemen ailesinin yanına dönsün.[138] hadisinde işaret buyrul-muştur. Arafe günü oruç tutmayı terketmek,[139]kendisini Kur'ân okumaya vermek için oruç tutmamak gibi. Hadiste ise: "Siz, gerçek şu ki, düşmanınızı karşılamaktasınız. Oruç tutmamanız daha güçlü olmanızı sağlayacaktır"[140] buyrulmuştur.
İçerisinde mükellefe yönelik bir haz bulunan bir mekruhun terki de aynı şekilde, daha büyük bir mekruhun işlenmesine sebebiyet verecekse, bu durumda da daha hafif gelen mekruh tarafı tercih edilecektir. Nitekim Gazzâlî şöyle der: "Şüpheli bir şeyin yenilmesi ile anne ve babaya itaat karşı karşıya gelirse, anne ve babaya itaat tarafı, şüpheli şeyden sakınma için gösterilecek takvaya üstün tutulmalıdır. Çünkü şüpheli şeyin yenilmesinde nefis için bir haz vardır. Eğer o şey şüphe içeriyorsa, o şeyden uzak durulması istenir ve onu yemesi mekruh olur. Ancak o şeyin yenilmesinde anne ve babanın rızası bulunuyorsa, o zaman anne ve babanın hoşnutsuzluğunu kazanmak gibi daha büyük bir mekruhun ortaya çıkmaması için nefsin hazzı tarafı tercih edilir. İmam Mâlik'ten rivayet edilen; "Şüpheli yollardan rızık aramak, insanlara yük olmaktan daha güzeldir" sözü de bu türden olmaktadır."
Kısaca diyebiliriz ki, bu kısamdan olan insanlar için hazlar, amelleri karşı karşıya getirirler. Bu durumda ameller arasında tercihe gidilir. Hangisi ağır basarsa, mükellef artıkonu işler ve diğerlerini bırakır. Bu cümlenin açıklanması, fıkıhta feri meseleleri ortaya koyma hakkındaki fukahâmn sözlerinin temelini oluşturmaktadır. (2)
(Amelde mevcut bulunan nefislerine yönelik) kendi hazlarım düşürmüş kimseler: Ameller arasında tercihte bulunma konusunda bunların hükmü de, aynen birinci kısımdakilerin hükmü gibidir. Ancak nefislerinde rağbet kalmama neticesinde bunların nazlarının düşmüş olması, onların kulluktan kesilme ve ibâdetlerden nefret etme gibi bir neticeye düşmelerini önlemekte, haklar arasında tercihte bulunmada onları başarılı kılmakta, başkalarının yapamayacakları amelleri yapabilecek güç ve kudrette kılmaktadır. Bunun neticesinde bunlar, daha çok amel işleyebilmekte, hizmet için daha geniş bir alan bulabilmektedirler. Başkaları için olağanüstü olan ve gözlerinde çok büyütülen kalbi ve bedenî olan dinî vazifeler bunlar için mümkün olmaktadır. Ancak kulun yükümlü tutulduğu bütün mükellefiyetleri, yapması mendup görülen herşeyi ortaya koymaları ise mümkün değildir. Bundan yasaklar müstesnadır. Çünkü yasaklar mutlak anlamda terk ve amellerin istenil meme s i olmakta, birşeyler işlemeyi gerektirmemektedir. Hiçbir şeyin yapılmamasını istemek (en-nefyu'1-âmm), meydana gelmesi mümkün bir şeydir; ama herşeyin yapılmasını istemenin (eî-isbâtu'i-âmm) vücut bulma imkânı yoktur, Bu kısımdan olan insanların kendi nefislerine yönelik hazları düşmüş olunca, o zaman bunlar için hakların karşı karşıya gelmesi sadece emir (ilâhî hitap) açısından olmaktadır. Meselâ, "Nefsinin de senin üzerinde hakkı vardır"[141] hadisiniele alalım. Bu durumda olan kimselerin hakkı, zayıf ya da tamamen düşmüş olmaktadır. Bunun sonucunda da diğerlerinin hakkı ona göre kendi hakkından daha güçlü hal almıştır. Onun hakkı, dikkat edilmesi gereken şeylerin en sonunda gelmektedir; Hazlar düştüğü zaman, ona halef olan şeyler onun yerini alacaktır, çünkü hazzı talep için ayrılacak zaman boş kalmayacak ve onu pek çok amel dolduracaktır. Emir doğrultusunda hazzınm gereği olan ameli işlediği zaman ise, ileride de geleceği gibi, bu da bir ibadet olacaktır. Dolayısıyla daha önce âdet olan şeyler bu insanlar için ibâdet halini alacaktır. Bunlar kendi nefisleri (hazları) yönünden düşmüş, fakat diğer ibadetlerde olduğu gibi emir yönünden sabit olmuşlardır. İşte bu noktadan hareketle, kendi nefsî hazlarım düşüren insanlar, insanların en âbidi olmuşlardır. Hatta bunların amellerinin büyük çoğunluğu vacib hükmüne dönüşmüş olmaktadır. Bu konu geniş bir alandır. Yeri burası değildir.
Fasıl:
Buraya kadar anlattıklarımız, izin verilmiş vacib, mendub, mubah olup da, işlenmesi sırasında meşakkatlere sebebiyet veren amellerle ilgili idi. Eğer meşakkate sebebiyetveren ameller, bir de izin verilmiş türden olmazsa, o durumda böyle bir sebebiyet vermenin önüne geçileceği konusu gayet açık olmaktadır. Çünkü bu durumda kişi, yasağın işlenmesi yanında, ayrıca bir de kendisini sıkıntı ve meşakkat altına sokmaktadır.
Ancak, bazen şeriatta mükellefe ağır gelen bir durum için sebep olan şeyler bulunabilir. Şu kadar var ki, Şâri'in bunlardan kasdı hiçbir zaman mükellefi meşakkat ve sıkıntı içerisine sokmak değildir; bu tür şeylerle O, sadece maslahatın teminini, mefsedetin de uzaklaştırılmasını dilemiştir. Yasak olan suçların işlenmesi karşılığında getirilen kısas ve diğer cezaları bunlara Örnek verebiliriz. Bunlar, suçu işlemek niyetinde olan kimse için caydırıcı ve böyle bir fiilin işlenmesinden (ya da tekrarından) kendisini alıkoyucu, başkaları için de ibret olucu bir özellik arzederler, Bu cezaların ağır gelmesi ve acı vermesi, aynen kangren olmuş bir organın kesilmesi ya da acı bir ilacın içilmesi sırasında bunların acı ve ıztırap vermesine benzemektedir. Nasıl ki, böyle bir tedaviye başvuran doktor için, bu yaptıklarıyla hastasına acı ve ıztırap vermek istiyor, demek yanlış ise, burada da durum aynıdır. Çünkü Sâri' Teâlâ (insanlığı tedavi eden) en büyük doktor olmaktadır. Daha önce geçen ve Allah'ın dinde zorluk kılmadığını ve kulların böyle bir, sıkıntıya düşmesini istemediğini gösteren deliller burada tekrar hatırlanabilir. Şu kudsî hadiste belirtilen husus da bunun bir benzeri olmaktadır: <cYapmak durumunda olduğum hiçbir şeyde, mü'min kulumun canını alma sırasındaki tereddüdüm gibi tereddüt etmemişim-dir. O ölümden, ben ise ona kötülük yapmaktan hoşlanmıyorum. Bununla birlikte onun mutlaka ölmesi gerekiyor.[142]Ölüm mü'min için kaçınılmaz ve Rabbina kavuşmak ve orada ebediyet yurdunda nimet-lenmesi için bir yol olmaktadır. Bu yüzden ölüme yönelik bir kasdın bulunması muteberdir. Öbür taraftan ölümün sevilmemesi sebebiyle de hoşlanılmamaktadır.[143] Bu mânâ gözönünde bulundurulduğunda, yapılması nefse çok ağır gelen adakların da bu kısma katılması mümkündür. Çünkü mükellef, adakta bulunduğu şeyin gereğini yapmak durumunda olduğu için, onun adadığı şeyleri üstlenmesi hoş olmamaktadır. Bununla birlikte meydana geldiği zaman, adanılan şeyler ibâdet oldukları için zor gelse de yerine getirilmeleri gerekir. Aynen, gerektirici suçlar işlendiğinde onlara bağlanan cezaların da doğması gibi. Ancak adanan şeyler ibadet türünden olmazsa veya ibadet türünden olsa bile tahammülü mümkün olmayan şekilde olsa ve haklarında hafifletici hükümler getirilmiş bulunan kabilden olsa, yahut da dinde zarurî ya da hâcî olan bir durumla çatışsa, o zaman düşmektedir, Meselâ, malının tamamını tasadduk etmeye yemin etse, sadece üçte birini vermesi yeterlidir. Mekke'ye yürüyerek hac etmeyi nezret-se ve buna da güç yetiremese, binerek gider, haccını yapar ve bir kurban keser. Evlenmeyeceğine ya da yemeyeceğine... dair nezirde bulunsa, hükmü geçersiz olur. Görüleceği üzere, bu gibi kişinin kendi nefsini meşakkat ve sıkıntıya sokması durumunda derhal şeriatın merhamet ve yardımı kendisine yetişmektedir.
Konular
- Dokuzuncu Mesele:
- Onuncu Mesele:
- On Birinci Mesele:
- On İkinci Mesele:
- Dördüncü Mesele:
- Beşinci Mesele:
- ÜÇÜNCÜ NEVİ
- ŞERÎAT, GEREĞİYLE YÜKÜMLÜ TUTULMAK ÎÇÎN KONULMUŞTUR
- Birinci Mesele:
- İkinci Mesele:
- Üçüncü Mesele:
- Dördüncü Mesele:
- Beşinci Mesele:
- Altıncı Mesele:
- Yedinci Mesele:
- Sekizinci Mesele:
- Dokuzuncu Mesele:
- Onuncu Mesele:
- On Birinci Mesele:
- On İkinci Mesele:
- DÖRDÜNCÜ NEVİ
- ŞÂRİ'ÎN, MÜKELLEFİN ŞERÎ HÜKÜMLER ALTINA GİRMESİNDEKİ KASDI
- (MÜKELLEFİN ŞERİATLA YÜKÜMLÜ TUTULMASI)
- Birinci Mesele:
- İkinci Mesele:
- Üçüncü Mesele:
- Dördüncü Mesele:[53]
- Beşinci Mesele:
- Altıncı Mesele: