On İkinci Mesele:

Hükümlerin maslahatlar için konulmuş olduğu sabit olduğuna göre, amellerin değerlendirilmesi maslahat prensibi ile yapılacaktır. Çünkü daha önce de geçtiği gibi Şâri'in amellerde gözetmiş olduğu şey, maslahatlar olmaktadır. Durum, zahirde ve batında asıl meşruiyet üzere olduğu zaman herhangi bir problem bulunmayacak-
tır, Eğer dış görünüş itibarıyla uygun olur fakat maslahat bulunmaz­sa, o takdirde fiil sahih ve meşru değildir. Çünkü şer'î ameller, bir fiil oldukları için değil,1 aksine o fiillerin taşıdıkları anlamlar için amaç­lanmışlardır. Bu anlamlar ise fiillerin meşruiyet sebebi olan masla­hatlardır. Bu gibi fiillerin aslî meşruiyet doğrultusunda işlenmemesi durumunda, onların meşruluklarından söz edilemeyecektir.

Meselâ, biz biliyoruz ki kelime-i şehâdet getirmek, namaz ve di­ğer ibadetleri yerine getirmek sadece Allah'a yaklaşmak, O'na dön­mek, O'nu tazim ve saygı ile birlemek, tâat ve boyun eğme konusunda dış organlarının da kalbi ile uyum içerisinde olmasını temin etmek içindir. Eğer bu ibadetlerden herhangi birisini, dünya çıkarlarına âlet etmek için yerine getirirse, onun meşruiyetle ilgisi olmayacaktır. İma­na girme amacı olmaksızın sadece canını ve malını korumak için keli­me-i şehâdet getirmek, insanların övgüsünü kazanmak veya dünyevî bir makam elde etmek amacıyla (riya) namaz kılmak gibi. Çünkü bu tür gerçekleştirilen amellerde, meşruiyet amacı olan maslahat mey­dana gelmemiştir; aksine bu gibi fiillerde gözetilen şey meşruiyet amacı olan maslahatın zıddı (mefsedet) olmaktadır.
Buna göre meselâ zekat hakkında şöyle deriz: Zekatın meşruiyet amacı cimrilik duygusunun kaldırılması, yoksulların ihtiyaçlarının giderilmesi, helake maruz kalan nefislerin ihyası olmaktadır. Durum böyle iken, bir kimse zekat yükümlülüğünden kaçmak için malını bir başka şahısa hibe etse ve daha sonra hibe ettiği parayı Öbür sene içeri­sinde yahut da daha önce tekrar geri alsa, bu davranış insanda bulu­nan cimrilik duygusunu daha da artıracak ve güçlendirecek, yoksulla­rın ihtiyaçlarının giderilmesi maslahatını ortadan kaldıracak bir dav­ranış olacaktır. Böyle bir hibenin, Şâri'ce mendup kabul edilen gerçek hibe ile bir ilgisi olmadığı da bilinen bir husustur. Çünkü gerçek hibe, hibede bulunan kimsenin ihtiyaçlarının giderilmesini, ona iyilikte bu­lunulmasını, zengin olsun fakir olsun içinde bulunduğu durumun da­ha da rahatlatılması anlamı taşır ve o kimsenin sevgisinin kazanılmasim, onunla aradaki bağların pekiştirilmesini amaçlar. Burada sözü edilen hibe ise, bunun tam zıddı özelliktedir. Eğer hakikaten gerçek temlik anlamı taşıyan bir hibe şeklinde yapılmış olsaydı, o zaman yar­dım ve rahatlatma maslahatına uygun olurdu; insanda bulunan cimri­lik duygusunun ortadan kaldırılması amacına hizmet ederdi ve bunun sonucu olarak da zekat yükümlülüğünden kaçma anlamına gelmezdi[219]

Dikkat edecek olursak, fiilde gözetilen meşru kasıt, şer'î olan baş­ka bir kasdi ortadan kaldırmamaktadır. Serî olmayan kasıtlar ise, şer'î kasdı ortadan kaldırmaktadır.
Bir Örnek verelim: Kadının kocasına fidye vermesinin meşru kı­lınması, hanımlık görevininin yerine getirilmesi konusundaki Al­lah'ın koymuş olduğu hukuku gözetememe korkusundan dolayıdır. Böyle bir durumda kadının harama düşme korkusuyla gönüllü olarak kocasından kendisini fidye karşılığında satın alması mubah kılınmış­tır. Böyle bir kadın, kocası ile kendi arasındaki kötü durumun düzeltil­mesi için fîdye vermektedir ve bu kocanın kadını güzellikle salıverme­si ile olacaktır. Bu şer!î bir maksatttır; maslahata uygundur ve böyle bir davranıştahemen ya da zaman içerisinde ortaya çıkacak bir mefse-det de bulunmamaktadır. Hal böyle iken koca karısına kasıtlı olarak kötü davranır ve onu kendisine fidye vererek ayrılmaya icbar ederse, bu hareketiyle kocagücü dahilinde olduğu halde[220] sebepsiz olarakha-nımına zarar verdiği için meşru olmayan bir davranışta bulunmuş olur. Zirakocanmeğerhakikatenkarısından ayrılmasına ihtiyacı var­sa, elinde karısına zarar vermeden ayrılma imkanı (talak hakkı) bu­lunmaktadır. Bu durumda kadının fidye vererek ayrılık yoluna (huP) başvurması, güzellikle salıverme olmayacak, bu iş aralanndakarı-ko-ca hukukunu yerine getirememe korkusundan da olmayacaktır. Çün­kü bu zorunlu bir fidye haline dönüşmüştür. Kadın hakkında çaresiz kalması ve kendisini maruz kaldığı zarardan kurtarması sebebiyle her ne kadar caiz halini almışsa da, koca için caiz değildir; çünkü o bu tasarrufu meşru olmayan bir biçimde gerçekleştirmiştir.

Aynı şekilde diyoruz ki: Şüphesiz şer'î hükümler genel anlamda küllî bir maslahat; özel anlamda da her bir meselede cüz'î bir maslahat içerirler. Cüz'î olan maslahat, ilgili delillerin özel olarak o meselede gö­zetildiğini bildirdiği hikmetler olmaktadır. Küllî maslahat ise şudur: Mükellef bütün davranışlarında, sözlerinde ve inançlarında şeriatın koymuş olduğu belli bir kanun altında olmak durumundadır. Onun başıboş bir hayvan gibi arzu ve heveslerine tâbi biri olmaması; şeriatın boyunduruğu altına girmesidir. Bu nokta daha önce izah edilmişti. Bu durumda mükellef, karşısına çıkan her bir zor meselede çeşitli mez­heplerde ileri sürülen hileleri araştırır, arzu ve heveslerine uygun dü­şen görüşlere tâbi olursa; bu haliyle o boynundan takva imleğini çıka­rıp atmış olur ve bu haliyle o arzu ve heveslerine tabi olmaya devam etmiş, Şâri'in tahkim ettiğini bozmuş, öne aldığını da arkaya atmış olur. Bunun örnekleri çoktur.        

Fasıl:

Durum böyle olunca, şeriatta yerilen, bâtıl olduğu belirtilen ve yasaklanan hileler, şer'î bir esası ortadan kaldıran ve şer'î bir masla-~ hatla ters düşen hileler olmaktadır. Eğer, şer°î bii' esası orta dair kaldırmayan, şeriatın dikkate alındığını bildirdiği bir maslahata t düşmeyen bir hilenin varlığı farzedilecek olursa, o şer'î yasak kan ^ mına girmeyecek ve bâtıl da olmayacaktır. Kısaca işin esası hileler' üç kısım olduğu noktasında düğümlüdür:                            
(1) Bâtıl olduğunda ihtilaf bulunmayan hileler: Münafıkların v mürâîlerin hileleri gibi,
(2) Câizliği konusunda ihtilaf bulunmayan hileler: Zor altında küfür kelimesini söylemek gibi. Kişinin gereğine itikat et­meksizin aslîkasitile küfür kelimesi söyleyerek kanını koru­mak için böyle bir çareye (hile) başvurması ile yine aynı şe­kilde aslî kasıtla kanını korumak için kelime-i tevhid okuma­sı arasında fark yoktur.[221] Ancak bunun[222] hakkında izin vardır; çünkü bu bir dünyevî maslahattır ve ne dünyada ne de âhirette olmak üzere asla bir mefsedet de içermemektedir. Birincisi ise öyle değildir. Çünkü o şer'an izin verilmiş bir dav­ranış değildir. Zira o mutlak anlamda uhrevî bir mefsedet ol­maktadır.[223]Dünyevî maslahat ya da mefsedetlerle, uhrevî maslahat ya da mefsedetler karşı karşıya geldiği zaman uhrevî olan maslahat ya da mefsedetler ittifakla öncelikli ola­rak dikkate alınırlar. Zira uhrevî maslahatları ihlal eden dünyevî bir maslahatın dikkate alınması sahih değildir. Bi­lindiği gibi, uhrevî maslahatları ihlal eden birşey, Şâri'in amaçladığı şeye uygun olmayacak ve dolayısıyla bâtıl olacak­tır. İşte bu noktadan hareketledir ki, münafıklığın ve müna­fıkların yerilmesi hakkında bilinen nasslar gelmiştir. Aynı doğrultuda olan şeylerde de durum aynıdır. Her iki kısım dakatiyet mertebesine[224] ulaşmış bulunmaktadır.
(3) Üçüncü kısım ise kapalılık ve dolayısıyla problem arzetmek-tedir. Bu kısım hakkında, düşünürler farklı yaklaşımlarda bulunmuşlardır. Çünkü bu kısımdan olan hilelerin, birinci kısma ya da ikinci kısma katılacağı konusu açık bir delil ile ortaya çıkmış değildir. Keza bu tür hilelerde Şâri'ce maksûd bulunduğunu gösterecek şer'î bir amacın bulunup bulunma­dığı da ortaya çıkmamıştır. Yine meselede ortaya konulduğu şekliyle bu tür hilelerin, şeriatın amacı olan. Maslahatlara muhalif olduğu da sabit olmamıştır. İşte bundan dolayı bu kı­sım hileler üzerinde farklı yaklaşımlar söz konusu olmuştur; Bunlardan bir kısmı, bu tür hilelerin şer'î maslahata muhalif olmadığını dolayısıyla caiz olduğunu; bir diğer kısım da bu­nun aksini yani bu tür hilelerin de yasak bulunduğunu ifade etmişlerdir. Bazı meselelerde başvurulan hileleri caiz gören kimselerin, aslında bu tür hilelerin Şâri'in kasdına muhale­fet olduğunu kabul ettiklerini söylemek asla doğru değildir. Aksine bu kimseler görüşlerini, Şâri'in kasdımn araştırılma­sı ve o meselenin Şâri'in amacı doğultusunda olduğu bilinen ve caiz olan birinci ki sim hilelerden sayıldığı düşüncesi üzeri­ne kurmaktadırlar. Çünkü kesin ya da zan ölçüsünde bir bilgi ile açıktan Allah'a karşı tavır almak, değil hidayet Önderleri ve din imamları, sıradan bir müslümanm dahi yapamayacağı bir davranıştır. Öbür taraftan bu tür hilelerin haramlığı gö­rüşünde olanlar da, görüşlerini bu tür hilelerin Şâri'in kasdı­na muhalif olduğu, hükümlerde gözetilen maslahatlara ters düştüğü esası üzerine dayandırmışlardır. Bu türden olan hi­lelerin sahih olup olmadıklarının ortaya çıkabilmesi için bazı örneklerle açıklamada bulunmaya ihtiyaç vardır. Tevfik Al­lah'tandır:
(a) Hülle nikahı: Hülle nikahı, üç talakla boşanan karının ilk kocasına helal olmasını sağlamak amacıyla başvurulan bir hile ol-  . maktadır ve bu nikah zahirde Yüce Allah'ın: "Bundan sonra kadını boşarsa, kadın başka birisiyle evlenmedikçe bir daha kendisine helal olmaz"[225] buyruğuna uygun düşmektedir. Hülle nikahında bulunan kimse, boşanmış kadını nikahlamış; dolayısıyla ikincinin boşamasın­dan sonra birinci kocasına dönmesi şeriata uygun hal almıştır. Şâri'in nassları, şer'î maksatların en iyi anlaşıldığı yerlerdir. Hz. Peygam­berin "Kadın erkeğin, erkek de kadının balcağızından tat-madıkça hayır![226] buyruğu da, ikinci nikahtan maksadın balcağız-dan tatma (cinsî ilişki) olduğu konusunda açık (zahir) bir nasstır. Ara­nan bu şart da hülle nikahında gerçekleşmiştir. Eğer erkeğin hülle ni­yeti, bu nikahın fesadı konusunda etkin olsaydı, o zaman Hz. Peygam-ber'in bunu belirtmesi gerekirdi. Bunun bir hile (çare) olması da onun fesadını gerektirmez; zira o zaman her çarenin batıl olması gibi bir ne­tice lazım gelir ve zor altında küfür kelimesi söylemek gibi caiz oldu­ğunda ittifak edilen birinci kısımdan olan hilelerin de fasit olması gibi bir netice lazım gelirdi.                                                                        

Aynı şekilde işin maslahat yönünü ele aldığın zaman da durum aynıdır. Böyle bir nikahın içerdiği maslahat açıktır. Çünkü böyle bir nikah, birbiri ile bir araya gelme imkanı kalmayan iki eşin arasını bul­ma anlamı .taşımaktadır. Zira bu sahih bir şekilde aralarının bulun­ması için başvurulmuş bir sebep olmaktadır. Hem nikah, sonsuza ka­dar beraberlik kasdının bulunması gibi bir şartı gerektirmez. Çünkü böyle bir şart, insanların sıkboğaz edilmeleri anlamına gelir ve asla şeriatla bağdaşmaz. Zaten talak da o yüzden meşru kılınmamış mıdır? Sonsuza dek beraberlik şartı ile yapılan evlilik hıristiyan evliliği gibi birşeyolur. Âlimler, nikahlanılan kadınla beraber kalma kasdı olmak­sızın sadece yemini yerine getirmiş olmak amacıyla yapılan nikahlara cevaz vermişlerdir. Keza gurbet ilde bulunan bir yolcunun, orada bu­lunduğu süre içerisinde ihtiyacını gidermekten başka amacı bulun­masa bile, evlenmesinin caiz olduğunu söylemişlerdir. Başka benzer örnekler de vardır.

Sonra, külîî bir kaidenin bir maslahat dolayısıyla konulması du­rumunda, bundan teker teker her bir cüz'îde o maslahatın aynen bu­lunması gibi bir sonuç lâzım gelmez. Nitekim bu konu daha önce geç­mişti. Meselâ, İmam Mâlik'in görüşüne göre yemini çözmüş ol­mak için yapılan nikahta; "Eğer falanca kadınla evlenirsem, o boş ol­sun!" diyen kimsenin nikahında, keza yolcunun nikahında vb.olduğu gibi.

Burada, hileye başvurmanın caiz olduğu görüşünde olan kimse­lerin delil olarak kullandıkları şeylerin bir kısmını arzetmiş olduk. Yasaklığına dair delillerin izahına gelince, onlar daha da açık bulun­maktadır. Bu yüzden burada onları uzun uzadıya zikretmeyeceğiz. Bu izahlar içerisinde en güzeli, Abdulvahhâb'ın Risale şerhinde zikretmiş olduğu açıklamalardır. Oraya bakılsın.
(b) Büyûu'l-âcâl (îyne ya da örtülü riba satışları) [227]* Bu tür

muamelelerde yapılan şey, sonuçta peşin bir dirhemin, veresiye iki dirheme satılmasıdır. Ancak bu her biri haddizatında meşru bulunan iki akit ile gerçekleşmektedir. Her ne kadar birinci ikinci için bir zerîa (kapı, vasıta) ise de ikinci mani değildir. Sari', belli şekiller üzere mas­lahatların temini, mefsedetlerin defi yoluyla yararlanmamızı mubah kılmıştır. Bu durumda mükellefin o şekilleri araştırması (tasarrufu) zedeleyici bir durum değildir. Eğer öyle olsaydı, bütün şer'î yönlerde zedeleyici olurdu. Birinci akdin, kişi için bir amaç olmadığı, onun asıl amacının ikinci akit olduğu varsayıldığında, birinci akit vesileler me­sabesine düşecektir. Vesileler de  vesile olmaları açısından seran amaçlanmış olan şeylerdir. Birinci akit de onlardandır. Vesile olmala­rı açısından bu durum onlar için caiz olduğuna göre, aynı şey konu­muzda da caiz olmalıdır. Eğer konumuzda caiz olmayacaksa, aynı caiz olmama hükmü mutlak olarak diğer vesilelerde de sözkonusu olacak­tır. Ancak onlar bir delil olmadıkça mutlak surette men edilmiş değil­lerdir. O zaman burada da delil olmaksızın yasaklama.yönüne gidil­meyecektir.
Dahası konumuzla ilgili tevessülün sıhhatini ve onlara yönelik Şâri'in kasdımn bulunduğunu gösteren deliller vardır: Hz. Peygam­ber şöyle buyurur: "Katkılı (adi) hurmayı para ile sat, sonra o parayla da iyi hurma al"[228] Katkılı hurmanın para karşılığında satılmasından maksat, katkılı hurmaya karşılık iyi cins hurma elde etme amacına ulaşmaktır. Ancak bu mubah yolla olmaktır. Bu sonuca bir âkidle iki âkid arasında ulaşmak arasında bir fark yoktur.[229]Zira Hz, Peygam­ber hadislerinde bunu belirtmemişlerdir.

Caiz olmadığı görüşü taraftarların 'Bu konu sedd-i zerîa kaidesi üzerine kurulmuştur' sözü, burada bir anlam ifade etmez. Çünkü zerâi' (kapılar, vasıtalar, yollar) üç kısımdır.
(1) İttifakla önüne geçilen zerîalar (vasıtalar): Tepki ola­rak Allah'a sövülmesine neden olacağını bile bile putlara sövmek gibi, yine tepki ojarak kendi ana-baba sına sövdüreceğini bile bile bir başka­sının ana-babasma sövmek gibi. Çünkü bu, hadiste kişinin bizzat ken­di ana-babasına sövmesi sayılmıştır. Gelip geçenlerin düşeceğini bile bile yol üzerinde çukurlar açmak; insanların yiyeceği bilinen yiyecek ve içecek maddelerine zehir katmak örnekleri de bu kısımdandır.
(2) İttifakla önüne geçilmeyen zerîalar (vasıtalar): Mesela

İnsan kendi yiyeceği karşılığında daha kaliteli ya da daha aşağı dere­cede olanını almak ister. Kendi malını satar, aldığı para ile amacına ulaşmak ister. Hatta diğer ticaret yolları da böyledir. Kişinin mubah olan ticarî maksadı, daha çok para kazanmak için parasını mala yatır­mak şeklinde kendisini gösteren bir çareden (hile) başka bir şey değil­dir.
(3) Üzerinde ihtilaf edilen zerîalar (vasıtalar):  Şu anda üzerinde bulunduğumuz konu bu kısımdandır ve henüz onun hükmü konusunda bir sonuca varabilmiş değiliz. Hâlâ tartışma konusu ol­maya devam etmektedir.
Bunlar, mesele ile ilgili hileye başvurmanın caizliğine dair delil bulma çabaları hakkında söylenebilecek birtakım sözlerdir. Diğer ta­rafın delilleri ise gayet açık ve yaygın olarak bilinmektedir, İlgili yerlere bakılmalıdır. Bizim burada bu izaha yer vermemizin sebebi konuyla ilgili olanların kitaplarından yararlanma imkanının azlığıdır. Zira  Hanefî kitapları bizim Mağrip[230] ülkelerinde sanki hiç yok gibidir, Şafiî ve diğer mezheplere ait kitaplar da öyledir. Halbuki tek bir mez­hep doğrultusunda delil getirme alışkanlığı bazen öğrencinin kendi mezhebinden başka diğer mezhepleri onların kaynaklarına vakıf ol­madan inkar etmesine ve onlara karşı tepki göstermesine sebeb olur. Bu da bütün insanların, faziletleri ve dinde üstün yerleri bulunduğu­na, Şâri'in maksatlarını ve amaçlarını kavramada büyük maharet sa­hibi olduklarına dair görüş birliği ettikleri imamlar hakkında kötü dü­şüncelerin doğmasına sebep olur. Hatta bu sonuç çoğu kere doğmuştur da. Burada konu ile ilgili bu iki misalle yetinelim Bunlar hiyel konu­sunda kendisini gösteren en meşhur meselelerdir. Diğer meseleler de bunlara kıyas edilir.

Fasıl:

Bu kısım gerçekten pek çok meseleleri kapsar. Geçen bahisler içe­risinde açıklanan meseleler üzerine tefrî edilerek (ayrıntıya inerek) belirtilen örnekler çok olmuştur. İleride bu kısımdan tefrî yoluyla or­taya çıkan başka meseleler de gelecektir. Ancak burada, Makâsıd bö­lümünün iyice açıklık kazanmasını ve bölümden gözetilen amacın ta­mamlanmasını sağlayacak bir sonuç bölümü (hatime) eklemek gerek­mektedir.

Çünkü şöyle bir soru yöneltilebilecektir: Geçen meselelerde veri­len hususlar, hep Şâri'in maksadını bilme esası üzerine oturtulmakta­dır. Peki, Şâri'in maksadı olan birşey, O'nun maksadı olmayan şeyden nasıl ayırd edilecektir?

Cevap: Konuyu aklen ele aldığımız zaman konu üzerinde yapıla­cak değerlendirmenin üç görüş şeklinde belireceği görülecektir:

(a)
Birinci görüş olarak şöyle denilecektir: 'Şâri'in maksadı, onu bil­diren bir delil gelinceye kadar bizim bilgi alanımızın dışındadır. Bu da istikranın gerektirdiği fakat lügavî konuluşları (vaz'} İtibarıyla lafız­ların gerektirmediği mânâların (illetler) araştırılmasından ârî[231]bir şekilde tamamen açık ve sözlü bir şekilde olacaktır. Bu görüş ya yü­kümlülükler konulurken kullara ait maslahatlar asla dikkate alınma­mıştır, görüşünün ya da maslahatları gözetmenin vacip olmadığı görüşünün bir Ürünü olacaktır. Maslahatları gözetme bazı konularda vuku bulsa bile, onun izahı bizce tam olarak bilinmemekte ya da asla bilinmeyecek şekildedir.[232] Bu konuda daha da ileri gidilir ve kıyasın caiz olmadığı sonucuna ulaşılır. Reyin ve kıyasın yerilmesi doğrultu­sunda gelen nasslar da bu görüşü destekler. Bu görüşün özeti, nassla-rın mutlak surette zahirine hamledilmesi şeklindedir ve bu görüş Zahirîlere aittir. Bunlar Şâri'in maksatları konusunda elde edilebile­cek bilgiyi, sadece şer'î delillerin zahir ve nasslarına münhasır kılar­lar. İnşallah konuya ileride kıyas bahsinde tekrar temas edilecektir. Mutlak surette bu görüşü benimseme, aşırı bir uçta yer almak olmak­tadır ve şeriat, mutlak surette durumun onların görüşü doğrultusun­da olmadığına tanıklık etmektedir.

(b)

îkinci görüş de karşı uç noktayı teşkil etmektedir; ancak bu görüş sahipleri de iki kışıma ayrılmaktadır:
(1) Şâri'in m aks adının ne nassların zahirinde nede onlardan laf-zen anlaşılan hususlarda bulunmadığını; aksine maksadın bunların ötesinde başka birşeyde gizli olduğu iddiasında bu­lunanlar. Bunlara göre bu şerîatm tümü için geçerlidir ve bu­nun neticesinde zahirde, Şâri'in maksadını öğrenebileceği­miz hiçbir şey kalmamaktadır. Bu, şeriatı ortadan kaldırmak isteyen kimselerin görüşü olmaktadır ve bunlar "bâtını-ler"dir. Bunlar, masum imam görüşünü benimseyince, kendi iddialarını ayakta tutabilmek için nasları ve şerîatm dış gö­rüntüsü ile ilgili bulunan şeyleri ta'n etme yollunu tutmuş­lardır. Bu görüşün varacağı yer, —Allah korusun!— küfür­dür. Uygun olan bu gibi sapıkların sozlevinihiç dikkate alma­maktır.
(2) Şöyle diyen grup: Şâri'in amacı, lafızların mânâlarının dik­kate alınmasıdır. Öyle ki nasslar ve zahirler mutlak anlamda mânâlar itibarı ile anlam kazanır ve dikkate alınırlar. Hal böyle iken, eğer nass, nazarî olan mânâya ters düşerse, o za­man nass atılır ve nazari olan mânâ öne alınır. Bu görüş de, [:ifl3] ya mutlak surette maslahatları dikkate almanın vacipliği dü­şüncesine ya da vacip olmasa da mânânın hakem kabul edil­mesi dolayısıyla lafızların nazarî mânâlara tâbi kılınması düşüncesine dayanmaktadır. Bunlar da, kıyas konusunda aşırı gidip, onu nasslar üzerine takdim edenlere ait olmakta­dır, İşte bu görüş, birinci uç kısmın karşısında bulunan diğer ucu temsil etmektedir.
(3) Her iki görüşten de nasibini alan orta yolcu görüş: Bunlar ne nass (zahir) ile mânânın ihlaline; ne de mânâ yüzünden lafzın ihmaline meydan vermeyecek şekilde orta bir yolu tutmakta­dırlar. Böylece şeriatın ihtilafsız, tenakuzsuz tek bir nizam üzere yürümesini temin etmeye çalışmışlardır. İlimde rüsûh sahibi olan âlimlerin çoğunun tutmuş olduğu yol işte bu yol-dur. Serî maksatları öğrenme konusunda gerekli olan kıstas­ların tesbitinde dayanılacak görüş de işte bu görüştür. Bu gi­rişten sonra —Allah'ın inayetine sığınarak— diyoruz ki: Serî maksatlar çeşitli açılardan bilinir:

Birincisi: Temelden açık olarak gelen soyut emir ve yasak kiple­ri. Emrin, fiilin işlenmesini gerektirdiği için emir olduğu bellidir. Bu durumda emrin bulunduğu anda fiilin yapılmış olması Şâri'in maksa­dı olmuş olacaktır. Aynı şekilde nehyin de fiilin işlenmesini ve ondan eî çekilmesini gerektirdiği malumdur. Dolayısıyla yasak olan şeyin vu­ku bulması da Şâri'in maksadı olacak ve yasağa rağmen işlenmesi onun maksadına muhalif olacaktır. Nitekim emredilen şeyin .yapıl­ması da onun emrine muhalefet olacaktır. Bu hem illete bakmaksızın sırf emir ve yasağı dikkate alan kimseler için, hem de illet ve masla­hatları dikkate alan kimseler için açık ve genel bir yöndür, Konu iîe il­gili şer'i-esas da bu olmaktadır.
Temelden5 kaydını getirmemizin sebebi bu tür olmayıp geçici du­rumlarla ilgili emir ve yasak kiplerini devre dışı bırakmak içindir. Me­sela, '"Cuma günü namaz için ezan okunduğu zaman Allah'ı anmaya koşun, alış-verişi bırakın!" [233] âyetinde bulunan yasak temelden alış­verişin yasak kılınmasıyla ilgili değildir; aksine o Allah'ı anmaya koş­ma emrini tekit sadedinde gelmiş bulunmaktadır. Dolayısıyla burada söz konusu olan yasak ikinci (talî) kasıt ile amaçlanmış olmaktadır. Bu vakitte yapılan alış-veriş —riba ve zina yasağında olduğu gibi— birin­ci faslı) kasıtla yasaklanmış değildir. Aksine onunla meşgul olma se­bebiyle Allah'ı anmaya koşma yükümlülüğünü engellemesi ya da ge­ciktirmesi sebebiyledir. Bu durumda olan meselelerde Şâri'in maksa­dım kavramak ve tesbit etmek ihtilaf konusu olacaktır. Bu tartışma konusunun asıl çıkış yeri gasbedilmiş bir yerde namaz kılma meselesi­dir. Aslında alış-veriş mubahtır. Ancak zaman itibariyle kendisine bir özellik arız olmuştur. Bu özellik de, o vakitte yapılan ahş-verişin vacip olan Cuma namazına koşmayı engellemesidir. Bu özellik alış-veriş ak­dinin özünde mevcut değildir ve akdi ondan ayrı olarak düşünmek f394]    mümkündür. Bu yüzden de hakkında ihtilaf bulunmaktadır.
'Açık olarak' kaydını getirmemizin sebebi de sarih olmayan zımnî emir ve yasaklan devre dışı bırakmak içindir. Mesela, emir kipinin tagamınım ettiği zıddı yasaklama; birşeyi yasaklamanın tazammun et­tiği zıddı emretme gibi olmayacaktır. Çünkü bu gibi durumlarda emir ve yasak tabiî kabul edilmesi durumunda asıl kasıtla değil tali (ikinci) kasıtla olacaktır. Zira bunların durumu kabul edenlere gö­re sarih olan emir ve yasağın tekidi mesabesinde olmaktadır. Ama hayır denilecek olursa[234]o takdirde kastın bulunmaması konusunda emir daha açıktır. Emredilen şeyin yerine getirilebilmesi için zorunlu olarak bulunması gereken şeyi emretmede de durum aynıdır. Bu ko­nuda emir yada yasağın Şâri'in maksadına delaletetmesi tartışma ko­nusudur ve konumuza dahil değildir. O yüzden yukarıda açık olarak gelen emir ve yasak diye kayıtlanmıştır.

İkincisi: Emir ve yasakların illetlerine bakmak ve 'Bu fiil niçin emredildi?' *Şu diğeri niçin yasaklandı?' sorularının cevaplarını ara­mak yoluyla bilinir. İllet ya belli olur ya da belli olmaz. Eğer belli ise ona tâbi olunur ve o illet nerede bulunursa emir ve yasağın gereği olan maksat da orada bulunur ya da bulunmaz. Üreme maslahatı için yapı­lan nikah, akit konusu malla faydalanma maslahatı için yapılan alış­veriş, kötülüklerin önünü alma maslahatı için konulmuş had ve ceza­lar gibi. Bu gibi yerlerde iîlet, usul kitaplarında açıklanan illeti belirle­me yollarıyla bilinir. İllet ortaya çıktığı zaman Şâri'in maksadının o il­letin gereği olarak fiilin yapılması ya da yapılmaması veyahut da ona sebebiyet vermesi ya da vermemesi olduğu öğrenilmiş olur. Eğer illet belli değil ise o zaman mutlaka Şâri'in bunda maksadı şudur şeklinde kesin bir neticeye varmaktan geri durmak (tevakkuf) gerekecektir. -Ancak bu geri durmanın da düşünce açısından iki yönü olmaktadır,

(a) Belirli olan hüküm ya da belirli olan sebeb hakkınca nassla   belirlenmiş olan sınırdan öte geçenleyiz. Çünkü illet bilinmediği halde hükmü başka meselelere sirayet ettirme çabası delilsiz tahakküm (keyfi davranış) ve doğru yoldan sapmak olur. A hakkında konulmuş bir hükmü eğer biz Şâri'in bu doğrultuda bir kaselinin olduğunu bilmiyorsak B  için de koymamız doğru değildir. Bizim Şâri'in kasdını bilmediğimi­ze göre o hükmün B için de verilmiş bir hüküm olmaması mümkün olur. Biz bu halimizle Şârfe muhalefet cüretinde bulunmuş oluruz. Burada duraksama (tevakkuf), delilin bu­lunmamasından kaynaklanmaktadır,                                    

(b) Seran konulmuş olan hükümlerde asıl olan, kendi bulunduk­ları mahalde kalıp Şâri'in varlığına dair kasdı bilinmedik­çe bir başka yere sirayet etmemesidir. Çünkü sirayetin bulunduğuna dair bir delil ikame edilmemesi sirayetin bulun­madığına bir delildir. Zira eğer o hüküm Sâri' katında sirayet edecek türden olsaydı o zaman onun hakkında bir delil ikame ederdi ve onu belirleme için bir yol (meslekî koyardı. İlleti be­lirleme yolları ise bellidir. Bu yollarla hükmün mahalli de­nenmiş ve illeti belirleme yollarından herhangi birinin tanık-hk edeceği bir illete rastlanmamıştır. Dolayısıyla hükmü nassla belirlenmemiş şeylere sirayetinin Şâri'în maksadı ol­madığı ortaya çıkar.

Bunlar ayn iki yoldur ve her ikisine de konu ile ilgili olarak yöne-linmektedir. Ancak birinci yol, sözkonusu sirayet işinin murad olma­dığına dair kesin bir kanaat olmaksızın duraksamayı (tevakkuf) ve ne­ticede onun murad olunabileceği imkanının bulunduğunu belirtir. Bu durumda araştırmacı bir çıkış yolu buluncaya kadar araştırmasına devam eder. Zira o şeyin Şâri'in maksadı olması mümkün olduğu gibi maksadı olmaması da mümkündür. İkincisi ise Şâri'in muradı olmadı­ğına kesin hükümde bulunmayı gerektirir. Bu durumda hükmün baş­ka yere sirayet etmeyeceğine dair duraksama göstermemek ve kesin ya da zan ölçüsünde bir bilgi ile onun Şâri'in maksadı olmadığına hük­metmek uygun olacaktır. Zira, Şâri'in maksadı eğer öyle olmasaydı mutlaka onun hakkında bir delil ikame ederdi. Böyle bir delil bulama­dığımıza göre, bu onun şer'an amaçlanmış olmadığını gösterir. Eğer düşüncesinin aksini izah eden bir delil ile karşılaşırsa o zaman delilin gereğine döner. Aynen müçtehidin durumu gibi. Çünkü o bir meselede kesin bir hükümde bulunur ve sonra başka bir delile vakıf olursa, ilk önceki hükmünü değiştirerek delilin gereği olan hükme döner.
İtiraz:Bu birbirine zıd iki yoldur. Çünkü biri duraksamayı (te­vakkuf) gerektirmede, diğeri ise gerektirmemektedir. Her ikisi de dü­şünce açısından aynıdır. İkisi bir araya geldiği zaman bunların hü­kümleri birbiri ile çelişir.[235] Bu durumda da sadece duraksamadan başka birşey kalmış olmaz. Sonuçta nasıl aynı anda ikisine de yöneli-nebilir?

Cevap:Müctehid karşısında onlar bazen tearuz halinde görülebi­lirler ve bu durumda duraksama (tevakkuf) vacip olur. Çünkü o tak­dirde birbirine galebe çalmayan iki delil gibi olurlar ve mesele müete-hide nazaran iki delilin tearuzu meselesine dönüşür. Bazen de farklı müctehidlere ya da tek bir müetehide nisbetle fakat farklı iki vakitte ya da farklı iki meselede tearuz etmezler; bir meselede duraksama (tevakkuf) yönü güçlü gözükür, bir başka meselede de öbür yön (hükmün sirayetini men tarafı) güçlü gözükür ve bu durumda aralarında mut­lak bir tearuzdan söz edilemez.
Sonra biz biliyoruz ki, Şâri'in gözettiği maksatlardan biri de iba­detler ile âdetler arasını ayırt etmektir. İbâdetlerle ilgili konularda taabbudîlik yönü ağır basmakta; âdetlerle ilgili konularda ise onların ifade ettikleri mânâlara (illetlere) iltifat yönü ağırlık kazanmaktadır. Her iki sahada olduğu halde bu genellemenin aksine olan hükümler çok azdır. Bu yüzdendir ki, İmam Mâlik, maddî pisliklerin giderilmesi ve abdestsizlik halinin kaldırılması konusunda sırf temizliğin meyda­na gelmiş olmasına iltifat etmemiş ve temizlik gerçekleşmiş olsa bi­le maddî pisliklerde (necaset) temizlik için mutlak su[236] ile yapılmış olması şartını; abdestsizlik halinin (hades) izalesi için de niyet şartım ileri sürmüştür. Namazda tekbir ve selam sözcükleri yerine bunların yerini tutabilecek başka sözcüklerin kullanılabilmesine cevaz verme­miştir. Zekatta mal yerine onun kıymetinin verilmesini kabul etme­miştir. Keffâretler konusunda hükmü, verilen adetlere hasretmiştir. Hükmün bizzat hakkında nass bulunan ya da onlara benzer bulunan şeylere hasredilmesini gerektiren benzeri meselelerde hep bu kabil­den görüşler serdetmiştir. Âdetler konusunda ise, mânâ f illet) tarafını ağır bastırmış ve 'mesâlih-i mürsele' ile ilmin onda dokuzu olduğunu söylediği 'istihsan' prensiplerini kabul etmiştir. Bu konu üzerinde ye­terince duruldu ve delilleri getirildi.[237] Bu durum sabit olduğuna göre, (hükmün sirayetini) men yolu ibadetkonularında; duraksama (tevak­kuf) yolu da âdetlerle ilgili konularda uygulanmış olacaktır.
İbâdetlerle ilgili alanlarda da bazen mânâların (illetler) dikkate alındığı olur. Bunlardan az birşey ortaya çıkar ve diğerleri de onlara vurulur. Bu Hanefîlerin yolu olmaktadır. Bazen de âdetlerle ilgili ko­nular taabbudî gibi ele alınır. Bu özellikte olan az birşey ortaya çıkar ve diğerleri de aynen onlar gibi kabul edilir. Bu da Zahirîlerin yolu ol­maktadır. Ancak konu ile ilgili asıl prensip (umde) yukarıda geçendir. Aslî men (nefy) ve ıstıshâb[238] prensibi de bu kaideye dönük olmaktadır.
Üçüncü Yön: Sâri' Teâlâ'mn gerek âdetlerle ve gerekse ibadet­lerle ilgili hükümleri koyarken gözetmiş olduğu maksatlar aslî ve tabî olmak üzere ikiye ayrılmaktadır. Meselâ nikah örneğini ele alalım: Bu akit, üreme aslî maksadını gerçekleştirmek için meşru kılınmıştır. Bu aslî maksadın peşinden İse şu amaçlar gelir: Ünsiyet, beraberlik, helal yoldan birbirinden istifade, Allah'ın yaratmış olduğu kadında bulu­nan güzelliklere bakma, kadının malından istifade, kadının kendisi­ne, kendisinden ya da başka hanımından olan çocuklarına ya da kar­deşlerine bakması, fere şehveti ve bakına duygusu yüzünden harama düşmeden korunma, Allah'ın kendisine verdiği nimetlerden dolayı da­ha fazla şükretme gibi dünyevî ve uhrevî maslahatları gerçekleştire­bilme yolunda birbiriyle yardımlaşma ve bunlara benzer daha başka amaçlar. Bütün bunlar, nikahın ineşrû kılınması sırasında Şâri'ce gö­zetilmiş bulunan maksatlardan olmaktadır. Bunlardan kimisi hak­kında açık nass vardır, kimisi de işaret yoluyla belirtilmiştir. Bazıları da vardır ki, başka bir delille ve hakkında nass bulunan hükümlerin istikrası yoluyla öğrenilir. Şöyle ki: Bu tâbi maksatlardan hakkında nass bulunanlar, aslî maksadı isbat eden, onun hikmetini güçlendi­ren, onu istenmesini ve sürdürülmesini isteyen; eşler arasındaki yar­dımlaşma, şefkat ve sevgi bağlarının meydana gelmesini ve devamını sağlayan şeylerdir ve Şâri'in üreme şeklinde kendisim gösteren aslî maksadı da ancak bu yollarla gerçekleşir. Biz bunlarla, hakkında nass bulunmayan fakat bu saydıklarımıza benzeyen şeylerin de Şâri'in maksadı dahilinde olduğuna istidlalde bulunuruz.[239]Meselâ, Hz. Ömer, Ali b. EbîTalib'in kızı Ünımü Gülsüm ile evlenmiş ve bu evlilik­le de neseb şerefine ulaşmak, en soylu aile (peygamber sülalesi) ile ak­rabalık bağı tesis etmeyi amaçlamıştır. Hiç şüphe yoktur ki, böyle bir amaç ile gerçekleştirilen nikah akdi, caiz; böyle bir neticeye ulaşmak için gerekli sebeplere tevessülde bulunmak da güzöl bir hareket ola­caktır.
Şimdi bu durumları ortadan kaldıran şeyler Şâri'in maksadına mutlak surette ters düşecektir. Çünkü sayılan şeylerin zıddı davranış­lar, sonuç olarak birlik ve beraberlik, birbirine ünsîyet ve uyum gibi maksatlara zıtolacaktır. Meselâ, üç talakla boşanmış bir kadını ilk ko­casına helal kılmak için yapılan nikah akdinde (huîle nikahı) olduğu gibi. Çünkü böyle bir nikah, yasaklanması görüşünde olanlara göre. Sâri' Teâlâ'nın hayatın sonuna kadar şartsız olarak sürmesini istediği birlik ve beraberlikmaksadına ters düşmektedir. Kira böyle bir nikah­tan, daha işin başında gözetilen amaç talak ile hemen sona erdirilme-sidir. Muta nikahında ve aynı anlama gelen diğer nikahlarda da du­rum aynıdır. Bu gibi nikahlar, Şâri'in beraberliğin sürdürülmesi şek-[398]    jin^eki kasdına daha da şiddetli bir şekilde[240] ters düşmektedir.
İbâdetlerde de durum aynıdır. Çünkü onlarda gözetilen aslî mak­sat tek olan Mabuda teveccüh etmek ve her halükârda O'na yönelmek suretiyle O'nu birlemektir. Bıınunla birlikte bu aslî maksadın arka­sından âhirette dereceler kazanmak için, Allah'ın velî kullarından ol­mak için vb. kullukta bulunma gibi makbul olan tâli maksatlar gelir. Bu tâli maksatlar, aslî maksadı teyit etmekte ve onun gerçekleştiril­mesine doğru itici bir güç olmakta, gizli ve açıktan kulluğun sürdürül­mesi neticesini gerektirici bir hal almaktadır. Aslî maksadın teyidi ya da onun devamı gibi bir katkısı bulunmayan maksatlar ise böyle değil­dir. Mesela kanını ve malını korumak, yahut insanların mallarından tırtıklayabilmek veyahut da onların saygısını kazanabilmek gayesiy­le kullukta bulunma gibi. Münafıkların ve mürâilerin kulluk gösteri­sinde bulunmaları bu kabildendir. Bunların gözettikleri bu amaçlar­da, aslî amaç olan gerçek kulluk görevinin icrası maksadını destekle­yen, güçlendiren ya da onun devamını sağlayan bir unsur bulunma­maktadır, Aksine onların bu amaçları, aslî maksadın terki duygusunu güçlendirmekte ve yapılması gereken fiiller karşısında onları tembel­leştirmededir. Bu yüzden bu gibi amaç sahipleri fiillerine ancak ama­cına ulaşabilecek miktar ve zamanda devam ederler. Eğer amaçlarına ulaşırlar ya da ulaşma imkanı kalmazsa o zaman hemen terkederler. Yüce Allah onlar hakkında olmak üzere: "İnsanlar içerisinde Allah'a bir yar kenarındaymış gibi kulluk edenler vardır. Onlara hir iyilik ge­lirse yatışır, başlarına bir bela gelirse yüz üstü dönerler..."[241]buyur­maktadır.
Her ne kadar fiilin gereği kasıtsız olarak tâbilik yoluyla ortaya çı­kıyorsa da fiilin gerçekleşme amacı olan böyle bir maksat, Şâri'in kas­dına tersdir. Şöyle ki: Nikahın devamlılığını teyid eden bir maksat üzere nikah akdinde bulunan bir kimse daha sonra eşinden ayrılabilir ve bu durumda fiilî netice muta ya da hülle nikahından farksız olabilir. Aslî kasdı tekid edici kasıd[242] üzere Allah'a kullukta bulunan kimse sonuç itibarıyla kan ve mal güvenliğine kavuşur; insanlar arasında mertebe ve saygınlık kazanır. Bu haliyle o riya ya da desinler için amel eden kimse ile aynı olur. Ancak aralarındaki fark açıktır. Çünkü aslî kasdı teyid edecek tabî kasıd sahibi, o amellerde devamlılık gösterme­ye layık ve ehil iken; teyid edici olmayan maksatları besleyen kimse o amelden kopmaya namzettir.

İtiraz: Bu zıdlık, aynî bir muhalefet getirmesi noktasında mı aranır? Yoksa sadece uygun düşmeme neticesini getirmesi yeterli mi­dir? Şöyle ki: Meselâ muta nikahı kesin olarak bizzat ayrılığı gerekti-rir. Çünkü muta nikahının Şâri'in kasdına muhalefeti aynîdir. Bir de beraberliği gerektirmeyen fakat bizzat ayrılığı da gerektirir demleme­yen kadına zarar verme yahut onun malım alma veyahut da ona kötü­lük yapma gibi amaçlarla nikah akdinde bulunan kimsenin durumu­nu ele alalım: Bu kimsenin maksadı, nikahın meşruiyetinde gözetilen Şâri'in maksadına ters düşmektedir; ancak aynî bir muhalefeti de gerektirmemektedir. Zira kocanın kadına zarar verme kasdmdan, fiilen ona zarar vermesi gibi bir netice lazım gelmez; keza zarar verme işi gerçekleşse bile bundan talakın vukuu lazım gelmez; çünkü sulh var­dır yahut kocanın evliliği sürdürmesine hükmedilebilir veyahut koca­nın kafasındaki bu kötü düşünceler gider ve kadına iyi davranmaya başlayabilir. Bu durumda her ne kadar ilkkasıd ayrılığı gerektirici ise de, bu gerektirme işi aynî (fiilî, zarurî) değildir.

Cevap: Hem ibadetlerde hem de âdetlerle ilgili konularda aynî muhalefetin gereğinin menedileceğinde ve onun mutlak surette bâtıl olacağında kuşku yoktur. Meselâ haddizatında meşru olması imkan dahilinde olsa bile şer'î maksatlar açısından meşru olmadığı belli olan bir yolla Allah'a kulluk izharında bulunmak sahih değildir. Böyle bir kasıt ile evlenmesi de aynı şekilde sahih olamaz. Ama aynî muhalefeti gerektirmeyen durumlara gelince —kadına zarar verme kasdı ile, ke­za caiz olduğunu kabul edenlere göre hülle nikahında olduğu gibi—hu konu üzerinde dikkate alınan iki yön vardır; çünkü kasıt her ne kadar uygun değilse de aynî muhalefet durumu ortaya çıkmamıştır. Bu du­rumda uygunluğun bulunmaması tarafı üzerinde duranlar o fiili men cihetine gitmişlerdir. Bizzat muhalefet durumunun ortaya çıkmaması üzerinde duran kimseler de o fiili men cihetine gitmemişlerdir. Bu ka­dına zarar verme kasdı ile yapılan nikah örneğinde açıkça ortaya çı­kar. Çünkü bu, aslında caiz olan nikah ile kötülükte ve yasak olan şey­de dayanışma kabilindendir. Nikahın başlıbaşına kendisine ait bir hükmü vardır ve onun sürmesi ya da ayrılığın meydana gelmesi müm­kündür. Şu kadar var ki, zarar verme kasdı ayrılığın meydana geleceği ihtimalini güçlendirmektedir. Bu kadarım dikkate alan ve men için yeterli görenler men cihetine gitmiş; dikkate almayanlar da onu caiz görmüşlerdir.

Fasıl:

Bu bahis, Sâri Teâlâ'mn hem ibadetlerle hem de âdetlerle ilgili konularda tabî maksatları bulunduğu esası üzerine kuruludur. Âdetler konusunda durum açıktır ve ilgili örnekler de geçmiş bulunu­yor. İbâdetler konusunda da aynı şey sabit bulunmaktadır.
Meselâ namazı ele alalım: Onun asıl meşruiyet sebebi Allah Teâlâ'mn huzurunda saygı ile durmak, ihlas ile ona yönelmek; O'nun huzurunda hor ve hakir olarak dikilmek; O'nu anmak suretiyle nefse kendisinin ne olduğunu hatırlatmaktır: Yüce Allah bu meyanda şöyle buyurur: "Beni anmak için namaz kıl[243] "Muhakkak ki namaz haya­sızlıktan ve fenalıktan alıkor; Allah'ı anmak ne büyük şeydir."[244]Ha­diste de: "Şüphesiz namaz kılan, Rabbi ile münacatta bulunur" [245] buyrulmuştur.                                                                                    
Sonra namazın tâbi maksatları da vardır: Çünkü namaz, çirkin ve kötü olan şeylerden alıkor; dünya meşgalelerini bir an olsun unut­maya ve böylece dinlenmeye yardım eder. Nitekim hadiste Hz. Pey-gamber'in Biîal'e "Bizi ferahlat ya Bilal!" dediği rivayet edilmiştir.[246]Keza hadiste:  "Gözümün  aydınlığı  namazda  kılındı"[247] buyrul­muştur. Namaz rızık talebine vesile kılınmıştır. Nitekim Yüce Allah: "Ehline namaz kılmalarını emret, kendin de onda devamlı ol. Biz sen­den rızık istemiyoruz, Sana rızık veren Biziz"[248] buyurmaktadır. Bi­razdan gelecek hadiste de bu mânâ açıklanmıştır. Namazla ihtiyaçla­rın giderilmesi amacı vardır; istihare namazı ile hacet namazı bunun için meşru kılınmıştır. Cenneti kazanmak ve cehennemden kurtul­mak amacı vardır ki, bu halis genel bir fayda olmaktadır. Namaz kıla­nın Allah'ın koruması altında olması amacı vardır: Hadiste: "Kim sabah namazını kılarsa; o Allah'ın himayesinde olur"[249]buyrulmuş­tur. En yüce mertebelere erişme amacı vardır. Yüce Allah: "Ey Pey­gamber! Geceleyin uyanıp, yalnız sana mahsus olarak fazladan na­maz kıl. Belki de Rabbin seni övülecek bir makama yükseltir"[250]bu­yurur. Yüce Allah, gece ibadeti karşılığında ona övgü makamını (ma-kam-ı mahmûd) vermiştir.

Oruçta, şeytanın dolaştığı yolları tıkamak; cennete Reyyân kapı­sından girmek; bekarlık halinde onunla harama düşmekten korun­mak gibi tali maksatlar vardır: Hadislerde şöyle gelmiştir: "Ey genç­ler! Sizden hali-vakti yerinde olanlar evlensin__Evliliğe güç yetire- '
meyenler ise oruç tutsun; çünkü oruç onun için bir siperdir[251] "Oruç bir kalkandır.[252] "Kim oruç ehlinden ise, o cennete Reyyân kapısın­dan davet edilir."Aynı şekilde diğer ibadetlerde de uhrevî faydalar  bunlar genel olmaktadır—yanında dünyevî faydalar da bulunmaktadır. Bütün bunlar aslî faydaya tâbi durumundadır. Aslî fayda, daha önce de geç­tiği gibi Allah'a itaat ve O'na tazimde bulunmaktır. Bundan sonra zik­re dilen-edilmeyen bütün faydalar aslî maksadın peşinden gelen talî maksatlar olmaktadır. Tâbi olan bu maksatlar geçen taksim doğrultu­sunda eîe alınır ve değerlendirilir; birincisi aslî maksadı teyid eden ve onu güçlendiren talî maksatlar. Genel ya da özel sevap talebinde bu­lunmak gibi. İkincisi bunun zıddı maksatlardır. Mal ve makam talebi gibi. Bu kısımdan olan amaçlar, aslî maksadı desteklemek yerine onu zayıflatır ve ortadan kalkmasını temin eder ya da hızlandırır. Üçüncü­sü, oruç ile şehveti zayıflatmak gibi olan ve hazlar bahsinde sozkonusu edilen tâbi maksatlardan bulunanlar. Bu konu üzerinde yeterince durmak uygun olur. Keza aslî maksadı teyid sonucunu gerektirmeyen ikinci kısım üzerinde, yine bunlardan aynî zıdlık doğuranlarla aynî zıdhk doğurmayanlar üzerinde iyice düşünmek yerinde olur.
Sonra burada ibadetlerle ilgili olmak üzere bir başka nokta daha var: Bu, ibadetlerle, itaatkar kul için sonuçta Allah tarafından bahşe­dilen nimetlerin ve mertebelerin talepte bulunulması açısındandır. Bunların başında da âhirette sevap alma, cennete girme ve orada yük­sek dereceler kazanma arzusu gelir. Bu arzu, insanı amele —ki onun esasını Allah'a saygı ve 0-nun büyüklüğü karşısında eğilme amacı teş­kil eder— itici bir rol oynadığı için, bu yönden icra edilen bir kulluk sa­hih olmakta ve herhangi bir şaibe içermemektedir. Çünkü bu tavırda nihaî amaç; bu nimetleri elinde bulundurana yönelmek ve O'na karşı ihlas göstermek şeklini alacaktır. Bazılarının bu amaçla yapılan kul­luk görevini bir nevi icare akdine, sahibini de kötü kula benzetmesi ye­rinde değildir. Bu nokta üzerinde daha önce durulmuştu.

Diğer taraftan, övülmek, saygı görmek ve dünyevî çıkar elde et­mek amacıyla amelde bulunması halinde, yaptığı şey riya olacaktır ve daha önce de geçtiği gibi bu gibi amellerde sebat edemeyecektir. Keza onun bu ameli asliyeti üzere olmayacaktır; zira ihlas yoktur ve yaptığı şey boşuna olacaktır. Allah için olduğu varsayılsa bile, onun bu gibi şeylerin husulüne yönelik kasdı, Allah'a olan ihlas kasdını güçlendiri­ci ve destekleyici değil; aksine ihlas duygusunu terk tarafını güçlendi­rici bir özellik arzedecektir..
Ancak ihsana muhtaç olması durumunda, onu Allah'tan isteme­lidir. Men ve sebeblerin bulunmaması nedeniyle kendisine isabet eden sıkıntı yüzünden ondan istenilir ve bu durumda ameli, insanlar gör­sün için değil mahza İhlasın gereği olur. Bunun şahinliği konusunda bir problem yoktur. Çünkü o, kulluk icrasının meşruiyet amacı olan Allah'a saygı ve O'nun huzurunda durma amacını gerektirici ve güç­lendirici bir özellik arzeder. Bunun dayanağını da Yüce Allah'ın: "Eh­line namaz kılmalarını emret, kendin de onda devamlı ol. Biz senden rızık istemiyoruz; sana rızkı veren Biziz"[253] buyruğu olmaktadır. Ri­vayete göre Hz. Peygamber ehlinin Allah'ın lutfuna ve rız­kına muhtaç duruma düşmesi halinde, bu âyet gereğince onlara na­maz kılmalarını emrederdi.[254] Bu Allah için kılınan bir namazdır, ancak onunla Allah katında bulunan nimetler istenilmektedir.

İbnu'î-Arabî ve şeyhi de bu doğrultuda görüş serdetmişlerdir: Şöyle ki: Bir insanın adaletini isbat etmesi, imametinin sahih olması ye kendisine uyulması için amelini izhar etmesi durumunda; eğer o ki­şi şer'an imamet şartlarının tam olarak kendisinde bulunması ve ken^ dişinden başka o makama layık başkasının da bulunmaması sebebiyle o ameli yapmakla memur ise, bu durumda o ikisine göre o kimsenin amelini izhar etmesinde bir sakınca yoktur. Çünkü o bu haliyle emro-îunduğu şeyi yapmaktadır ve o zahir ibadetler ibadetin aslî meşruiyet sebebini zedelemezler. Ama (şer'an yukarda geçen şartlardan birini bulundurmaması sebebiyle memur olmayıp) insanlar katanda adaleti­nin sübut bulmasını ya da imamlık yapmayı vb. kasdeden kimsenin durumu farklıdır. Çünkü bu durum korku vericidir ve bu amel devam­lılık gerektirmez; çünkü onda ibadet yoluyla insanlardan makam ve saygı talebinde, bulunma vardır.
Burada üzerinde durulacak noktalardan biri de, velilik derecesi­ne ya da ilim ve benzeri bir makama nail olmak üzere uzlete çekilme ve kendisini ibadete verme hususudur. Bu konuda da iki durum[255] bulun­maktadır: Caiz olan yönün delili[256] "Bizi Allah'a karşı gelmekten sakı­nanlara önder yap"[257]âyeti ve mü'minin hurmaya benzetildiği belirti­len hadistir. Bu hadiste Hz. Ömer, ("Cevabın hurma olduğu aklıma geldi ama söylemedim" diyen oğluna): "O cevabı vermiş olman; bana şundan şundan daha sevimli olurdu" demiştir. Utbiyye'ye bakınız. Bu konuda mevcut bulunan İmam Mâlik ile şeyhi arasındaki İhtilafın bu iki noktaya indirgendiği kanaatindeyim.

Bu türden problem arzeden hususlardan biri de, insanın kendisi­ni ibadete vermesi suretiyle herşeyden soyutlanması, ruhlar alemine muttali olması, melekleri görmesi, harikuladelikler elde etmesi, kera­met sahibi olması, garib ilimlere ve manevî alemlere vakıf olması vb. gibi amaçlarla kullukta bulunmasıdır.

Böyle bir davranış için şöyle demek mümkündür: Kulluk icrasıy-îa böyle bir kasıtta bulunmak caizdir; çünkü sonuç itibarıyla velayet derecesine ulaşmak, Allah'ın seçkin kullarından olmak, insanlar içide seçkin bir yer edinmek anlamına gelir. Bu ise talep edilmesi sahih birşeydir ve şeriatta bu amaca yükselmek için çalışmak meşru bulun­maktadır. Bundan Önce geçen deliller, bu kısmın da caizliğini ortaya kor; aralarında bir fark yoktur.
Şöyle de denilebilir: Bunlar bir önce geçen tarzdan değildir. Çün­kü bunlar, gayb ilmi hakkında düzmecede bulunma girişimidir ve Al­lah'a yapılan ibadeti bu tür şeylere bir araç kılma da durumun veha-metini artırmaktadır. Bu haliyle o, bir an evvel Allah'a ibadetten kop­maya namzet gözükmektedir. Çünkü bu kasdın sahibi bir açıdan Yüce Allah'ın: "İnsanlar- içerisinde Allah 'a bir yar kenarındaymış gibi kul­luk edenler vardır. Onlara bir iyilik gelirse yatışır, başlarına bir bela gelirseyüz üstü dönerler.[258] buyruğu altına girmektedir. Bu tipler de aynıdır; eğer arzuladığı şeye ulaşırsa sevinir ve yaptığı ibadetler­den kasdı da o olur; bunun neticesinde o talepte bulunup da ulaştığı şey gittikçe nefsinde güç kazanır; ibadet duygusu ise zayıflar. Eğer maksadına ulaşamaz ise, o zaman da ibadetleri bir tarafa atar; belki de Allah Teâlâ'nm salih kullar için vermekte olduğu bu amellerin so­nuçlarını yalanlamaya bile kalkar. Rivayete göre birisi: "Kim kırk sa­bah Allah için ihlaslı olursa; hikmet pınarları onun kalbinde ve dilin­de dökülmeye başlar"[259] hadisini işitmiş ve hikmet elde etmek için bu işi yapmaya kalkmış, fakat bir türlü hikmet kapısı kendisine açılma­mış. Bu olay fazilet sahibi birisine ulaştığında şöyle demiştir: "O kimse hikmet için ihlasta bulunmuştur; Allah için ihlasta bulunmamıştır." Benzeri diğer durumlarda da hüküm aynı olacaktır. Bu tür şeyleri ta­lepte bulunmaya delalet edecek bir delilin bulunduğunu bilmiyorum. Kaldı ki bunların aksini gösteren deliller bulunmaktadır. Çünkü yü­kümlülüklerle ilgisi bulunmayan ve gaybla ilgili bulunan şeylerin elde edilmesi bizden istenilmemekte ve onları elde etmek için bir teşvik de yapılmamaktadır. Tefsir kitaplarında anlatıldığına göre adamın biri Hz. Peygamber'e "Hilale ne oluyor ki, iplikgibiincecikgö­züküyor, sonra gittikçe büyüyor ve dolunay halini alıyor, sonra da ilk halini alıyor? diye sorar. Bunun üzerine: "Ey Muhammedi Sana hilal halindeki ayları sorarlar. De ki: Onlar, insanların ve hac vakitlerinin ölçüsüdür. Evlere arkalarından girmeniz iyilik değildir"[260] âyeti iner. Yüce Allah bu âyette, bu soruyu, bir nevi eve kapı varken arkasından girme gibi telakki eder. Çünkü o, soruyla öğrenilmesi istenilmeyen birşeyi istemekteydi.

İtiraz: Allah'ı, sıfatlarını ve fiillerini bilmek onun eserlerini bil­mek ölçüsündedir. Manevî âlemler de onun eserlerindendir. Harikuladelikler nefsi takviye eder ve Alah'a dair olan bilgi derecesini yüksel­tir.
Cevap: İtiraz yerinde değildir. Çünkü şer'an ilim, sadece amel için istenilmiştir. Nitekim bu konu mukaddimeler bahsinde geçmiştir. Şühûd âleminde bulunanlar bu konuda yeterli hatta ihtiyacın üzerin­dedir. Fazlası boşunadır. Öbür taraftan bu, İbrahim'in: "Rabhim! Ölüleri nasıl diriltiyorsun, bana göster" [261]dediği gibi kısmen istenilir olsa da buna çeşitli açılardan cevap verilecektir. (1)
Dua ile harikuladelikler talebi, dua ile ilim için basiretin açılması talebi yerinde isteklerdir.[262]Asıl tartışma konusu Allah'a kulluğa baş­layan ve bununla harikuladelikler elde etmeyi amaçlayan kimse hak­kındadır. Dua kapısı, hem dünya hem de ahire ti e ilgili konularda —eğer bir masiyet içermiyorsa— şer'an açıktır. İbadetten kasıt ancak ve ancak Allah'a yönelmek ve ona ihlas ile amel etmek, huzurunda hu­şu ile durmaktır ve asla ortaklık kabul etmez. Âhirette ecir ve sevap talebi eğer Allah için ihlas ile amel etme esas maksadını teyid etme­seydi, o zaman ibadetler işlenirken onlara yönelik bir amaç bulundu­rulması caiz olmazdı. Kaldı ki erbab-ı halden pek çoğu böyle bir amacı asla bulundurmazlar. Bu durumda her ikisi yani dua ederek harikula­delikler talebinde bulunma ile harikuladelikler elde etmekiçin ibadet­te bulunma nasıl birbirine denk tutulabilir? Aralarında düşünen kim­seler için ne kadar fark vardır. (2)
Şayet biz bütün bunların hepsine[263] delil olarak kullanabileceği­miz malzeme bulamasak bile şühûd âleminden gayb âlemine intikal konusunda haklı mazeretimiz bulunur. Nasıl olmasın ki?! Şühûd âleminde mevcut Öyle acaiblikler, tuhaflıklar vardır ki, bunların elde edilmesi yakın, gözlenmesi kolaydır; buna rağmen zaman durdukça onlar baki kalacaklardır ve bunlarla ilgili bilgilerin yüzdebirine dahi ulaşılamayacaktır. Aklı başında bir kimse en basit bir âyete, en hor gö­rülen bir yaratığa[264] bakacak olsa. Yaratıcının onlar içerisine yerleş­tirmiş olduğu acaiblikler ve hikmetler üzerinde düşünecek olsahayre-te düşer ve onları kavramaktan aciz olduğunu itiraf eder. Yüce Allah da yüce kitabında işte bu noktaya dikkat çekmiş bulunmakta ve şöyle buyurmaktadır: "Göklerin ve yerin hükümranlığını, Allah'ın yarattığı her şeyi ve ecellerinin yaklaşmış olması ihtimalini düşünmüyorlar mî?[265]; "Bu insanlar devenin nasıl yaratıldığına, göğün nasıl yük-. seltüdiğine, dağların nasıl dikildiğine, yerin nasıl yayıldığına bir bakmazlar mı ?.[266] "Onlar, üstlerindeki göğü nasıl yapmışız, süsle­mişiz, bir bakmazlar mı ? Onda hiçbir çatlak da yoktur.[267] Malum­dur ki, Yüce Allah, onlar için perdelenen şeyler üzerinde düşünmeleri­ni emretmemi ştir ve onların bu gibi şeylere ancak harikuladelikler yo­luyla vakıf olabilecekleri de aşikardır, Çünkü âyetler nadiren de olsa ulaşılması mümkün olan şeyler üzerine dikkat çekmektedir. Melekle­rin ve gayb âlemlerinin zikredildiği âyetler üzerinde durulduğu za­man, onların, üzerinde düşünülmesi istenilen şeylerden olmadığı, on­lara ve onların zat ve hakikatlarına vakıf olunmasının istenmediği gö­rülecektir. Bu ayırım, gaybî âlemler üzerinde şer'an düşünme talebi­nin bulunmadığına dair delil olarak yeterli olmaktadır. Şer'an talep bulunmadığına göre, onların istenilmesi de uygun olmayacaktır. (3)

Bu Özel isteğin arkasında felsefî bir düşünce yatmaktadır. Çünkü nefsin soyutlanması ve duyular âleminin ötesinde yer alan âlemlere muttali olma çabalan antik filozoflar (mütekaddim hukemâ) ve ehil olsun olmasın derin araştırmalara dalan felsefecilerden nakledilmiş­tir. Bu yüzden onlar, bu gibi bilgilere ulaşabilmek için şerîat-ı Muh amme dîye de yeri bulunmayan meselâ sadece bitki türleriyle bes­lenip canlı veya canlılardan elde edilen ürünleri yememek gibi özel ri­yazet şekilleri ortaya koymuşlardır. Bunların ileri sürdükleri bu gibi şartlar hakkında ne şeriatta bir dayanak, ne de selef-i sâlihînden bir örnek, ne de bir açıklama bulunmamaktadır. Nitekim dünyadan so­yutlanma ve manevî alemlere dalma ve bunlarla bağlantılı olan diğer haller gibi şeyler de onlardan nakledilmiş değildir.-Dolayısıyla bu du­rum, onların istenilmemiş olduğu konusunda yeterli bir delildir. Konuya Allah'ın izniyle ileride de temas edilecektir. (4)

Gayb âlemi ile ilgili manevîhaller ve gaybî acaibliklere vakıf olma talebi, duyular âleminde bizim için ırak olan ülkeler ve şehirler gibi yerlere, toprak altında bulunan şeylere vakıf olmamız talebi gibidir. Çünkü bunların hepsi, Allah'ın eserlerinden olmaktadır. Nasıl ki, meselâ Endülüslü birinin Bağdad, Horasan ve en uzak Çin ülkelerine muttali olma kasdıyla Allah'a kulluk icrasında bulunması caizdir de­mlemezse, duyular âlemi ile ilgili olmayan gaybî şeylere muttali olma kasdı ile kullukta bulunma konusunda da durum aynı olmalıdır. (5)

Bir an için bunun caiz olduğu farzedilecek olsa, o zaman bu pek çok engellerle ve yol vermeyecek manialarla kuşatılmış olacak ve bun­lar insan ile amacı arasına girecektir. Onlar (engeller) ancak birer de­nemedir ve Yüce Allah nasıl davrandıklarını ortaya çıkarmak için on­larla kulları dener. İnsan bu gibi şeylerin maslahat tarafı ile, sahibine arız olacak mefsedet tarafını tarttığı zaman; mefsedet tarafının daha ağır bastığını görecektir. Bu durumda, onların talep edilmiş olması ta­rafı hafif kalmış (mercûh) olacaktır. Bu yüzden, sûfiyyeden tahkik er­babı olan kimseler onların talebine meyletmemişler ve ibadetlerine herhangi bir şaibenin karışmasına asla razı olmamışlardır. Hatta ba­zıları bu konuda aşırı gitmiş ve sevap amacıyla ibadet etmeyi bile bir icare akdine benzetmişlerdir. Engellerin en güçlüsü de, konum itiba­rıyla tam ihlas gerektiren namaz, oruç, zikir vb. gibi ibadetlerle bu tür şeylerin talepte bulunulmasıdır. Bu zikredilenler karşılığında haz ta­lebinde bulunmak uygun değildir. Manevî âlemlerle ilgili bilgi talebin­de bulunan kimse ya bunu Allah ve Rasûlünün emri olduğu için yap­maktadır. Bu ihtimal doğru değildir; çünkü böyle bir emir yoktur. Ya da kendi türünden hiçbir kimsenin bilmediği şeylere vakıf olma tutku­sundan dolayı yapmaktadır. Bu durumda onun hali, uzak ülkeler gör­mek ve yeryüzünün acaibliklerini müşahade etmek amacıyla asla başka bir amaç taşımaksızın yolculuk yapan bir kimsenin haline benzer. Bu ise katkısız nefsânî bir hazdır ve asla ibadet anlamı taşı­maz. Kısaca bu gibi şeyler, esasta ibadetlerin konuluş amacı olan kat­kısız kulluk görevinin gerçekleşmesi maksadını desteklemez.
İtiraz: Seleften bazılarına unutmamanın ilacı sorulmuş da, o gü­nahları terketmektir, diye cevap vermiştir. Meşhur bir kaide de derki, tâattâati destekler ve hay ir hayırdan başka bir şey getirmez. Nitekim hadiste de böyle gelmiştir.[268]Aynı şekilde şer de serden başka birşey getirmez. Şimdi, acaba bir insan hayra ulaşmak için hayır yapamaz mı? Eğer bu soruya hayır dersen, bu kaidenin aksine olmuş olur. Yok evet dersen, o zaman da esas olarak koymuş olduğun şeye muhalefet etmiş olursun.                                                                                       
Cevap: Bu ayrı birşey. Çünkü insan bazen meselâ falan hayır işi­ne ulaşmasına engel olan şeyin bir şer işi olduğunu bilebilir ve sevap alacağı o hayır a ulaşabilmek için o şerri terkeder. Veyahut da bir hayır işinin kendisini başka bir hayır işine ulaştıracağını bilir ve o hayır işi işler. Bu tâate tâatle yardımcı olmaktır ve bundahevhangi bir problem de bulunmamaktadır. Yüce Allah bu meyanda şöyle buyurur; "Sabır ve namaz ile yardım talebinde bulununuz[269] "İyilik ve takva üzere yardımlasınız."[270] Ezber (unutkanlığa düşmeme) meselesi bu kabil­dendir. Üzerinde durulan konu ise, tâat ile nefsânî bir haz talebinde bulunma anlamına gelmektedir. Böyle bir maksadın bulunduğu yerde amelin ihlastan uzak olması son derece normal bir haldir.

Buraya kadar arzedilenleri özetleyecek olursak şöyle diyebiliriz: Tâbi maksatlardan bir kısmı vardır ki ibadetten gözetilen aslî maksa­dı güçlendirmekte ve ona yardımcı olmaktadır; ihlası zedeleyici de de­ğildir. İşte bunlar caiz ve makbul olan tâbi (talî) maksatlar olmakta­dır. Böyle olmayanlar ise eaîz olmayacaklardır.

Aslî maksatlara tâbi olan maksatlar üç kısımdır:
(1) Aslî maksatların teyidini ve onların s ağlaml aştırılma sı m ge­rektiren, onların gerçekleştirilmesine yönelik arzu ve rağbeti uyandıran kısım. Meşru bir sebeble bunların gerçekleştiril­mesine yönelik bir kasıt bulundurmak Şâri'in kasdina uy­gundur ve dolayısıyla sahihtir.
(2) Bizzat onların ortadan kalkmasını gerektiren tâbi maksat­lar.[271]Bunlara yönelik kasıt bulundurmanın aynen Şâri'in kasdina muhalefet olduğu konusunda da herhangi bir prob­lem bulunmamaktadır. Dolayısıyla ittifakla bunların vücuda getirilmesine yönelik sebeblere başvurmak da sahih olmaya­caktır.
(3) Tekit ve teyid ya da bir bağ gerektirmeyen, ancak aslî mak­satları bizzat ortadan da kaldırmayan kısım. Bu gibi maksat­ların bulundurulması âdetler konusunda sahih, fakat iba­detler konusunda sahih değildir.[272] İbadetlerde sahih olma­dığı açıktır. Âdetlerle ilgili konularda sahih olmasına gelince; sebebiyet verdikten sonra rabt ve sağlama almanın meydana gelmesi caiz olduğu içindir. Bu konuda ihtilafın olması
mümkündür: Çünkü şöyle denilebilir: Aslî maksadın teyid ve tekidini gerektirmediğine göre, ki Şâri'in kasdı tekit ol­maktadır bu sebebiyet verme Şâri'in maksadına uygun ol­maz; dolayısıyla da sahih olmaz. Şöyle de denilebilir: Onun Şâri'in kasdina uygun olmadığım söylemek doğru olabileceği gibi, muhalif olmadığını söylemek de doğru olur. Zira o Şâri'in koymayı amaçladığı şeyi kesin olarak kaldırmayı kas­tetmemi ştir. O sebebiyet verme sırasında kendisi ile birlikte Şâri'in maksadının da husule gelebileceği bir durumu kas­tetmiştir. Şeriatta da sebebiyet vermenin kaldırılmasına yonelik hususların bulunması bunu teyid eder. Bu meyanda ilk bakışta Şâri'in kasdina ters düştüğü intibaını veren şeyler meşru kılınmıştır. Meselâ, nikahın ortadan kaldırılması için talak; alış-veriş akdinin ortadan kaldırılması için ikâle ko­nulmuş; kısasta af meşru kılınmış; azle[273]ruhsat verilmiştir. Çünkü bunlar Şâri'in maksadına aynî olarak muhalif değil­lerdir. Nikahla sadece şehvetini gidermeyi kastetmesi ve Şâri'in nikahtan gözettiği aslî üreme maksadını gözetmeme­si de bunun benzeri olmaktadır.[274] Bu daha Önce de geçtiği si-bi Şâri'in kasdina muhalefet olmamaktadır. Verilen diğe"r ör­neklerde de durum aynı olacaktır.
Şâri'inkasdmamutlak surette muhalif olan kimsenin durumu bu kısımdan[275]değildir. Bu birşeyi elde etmek için hiîe yollarına başvur­mak oluyor. Ancak burada sözü edilen hilenin, ardında bulunan şeye ulaşmaktan başka şer'an dikkate alınacak birşey içermeyecek ve abes (boş) denilecek bir şekilde gerçekleşmiş olması gerekiyor. Amacına ! ulaşmasıyla da sebebiyet verdiği şey ortadan kalkıyor[276] ve asıl mak­sat ihlale uğruyor. Bu da ancak, aslî sebebiyet vermenin şer'an sakat olmasındandır. Ama aslî maksadın bozulmaması veya temelinden bo­zuk olmaması mümkün ise,[277] o zaman bir açıdan şer'î maksada muha­lif düşmemektedir ki, bu konu içtihada açıktır. Sebebiyet vermeye ya­sağın eşlik etmesi durumu[278] da ictihad mahalli olarak kalmaktadır. Daha Önce bu konu üzerinde söz edilmişti. Allah'u a'lem!
Dördüncü Yön: Şâri'in maksadının öğrenilebileceği yollardan biri de gerektiriri sebebin (esbâb-ı mucibe) bulunnıasmarağmen sebe­biyet vermenin (tesebbüb) meşru kılınması[279]ya da amellerin şenli­ğinin[280]belirtilmesi konusunda sükût geçilmesidir. Şöyle ki: Şâri'in hükmü belirlemeden sükût geçmesi iki şekilde olur;
Esbâb-ı mûcibesi bulunma


Eser: El-Muvafakat

  • Yeni Ekle
Yorumlar (0)

El-Muvafakat

 

Son eklenen ruyalar

Sitemizde yer alan soruların cevapları özenle islami eserlerden seçilerek yazılmaktadır.
..