On İkinci Mesele:
Hükümlerin maslahatlar için konulmuş olduğu sabit olduğuna göre, amellerin değerlendirilmesi maslahat prensibi ile yapılacaktır. Çünkü daha önce de geçtiği gibi Şâri'in amellerde gözetmiş olduğu şey, maslahatlar olmaktadır. Durum, zahirde ve batında asıl meşruiyet üzere olduğu zaman herhangi bir problem bulunmayacak-
tır, Eğer dış görünüş itibarıyla uygun olur fakat maslahat bulunmazsa, o takdirde fiil sahih ve meşru değildir. Çünkü şer'î ameller, bir fiil oldukları için değil,1 aksine o fiillerin taşıdıkları anlamlar için amaçlanmışlardır. Bu anlamlar ise fiillerin meşruiyet sebebi olan maslahatlardır. Bu gibi fiillerin aslî meşruiyet doğrultusunda işlenmemesi durumunda, onların meşruluklarından söz edilemeyecektir.
Meselâ, biz biliyoruz ki kelime-i şehâdet getirmek, namaz ve diğer ibadetleri yerine getirmek sadece Allah'a yaklaşmak, O'na dönmek, O'nu tazim ve saygı ile birlemek, tâat ve boyun eğme konusunda dış organlarının da kalbi ile uyum içerisinde olmasını temin etmek içindir. Eğer bu ibadetlerden herhangi birisini, dünya çıkarlarına âlet etmek için yerine getirirse, onun meşruiyetle ilgisi olmayacaktır. İmana girme amacı olmaksızın sadece canını ve malını korumak için kelime-i şehâdet getirmek, insanların övgüsünü kazanmak veya dünyevî bir makam elde etmek amacıyla (riya) namaz kılmak gibi. Çünkü bu tür gerçekleştirilen amellerde, meşruiyet amacı olan maslahat meydana gelmemiştir; aksine bu gibi fiillerde gözetilen şey meşruiyet amacı olan maslahatın zıddı (mefsedet) olmaktadır.
Buna göre meselâ zekat hakkında şöyle deriz: Zekatın meşruiyet amacı cimrilik duygusunun kaldırılması, yoksulların ihtiyaçlarının giderilmesi, helake maruz kalan nefislerin ihyası olmaktadır. Durum böyle iken, bir kimse zekat yükümlülüğünden kaçmak için malını bir başka şahısa hibe etse ve daha sonra hibe ettiği parayı Öbür sene içerisinde yahut da daha önce tekrar geri alsa, bu davranış insanda bulunan cimrilik duygusunu daha da artıracak ve güçlendirecek, yoksulların ihtiyaçlarının giderilmesi maslahatını ortadan kaldıracak bir davranış olacaktır. Böyle bir hibenin, Şâri'ce mendup kabul edilen gerçek hibe ile bir ilgisi olmadığı da bilinen bir husustur. Çünkü gerçek hibe, hibede bulunan kimsenin ihtiyaçlarının giderilmesini, ona iyilikte bulunulmasını, zengin olsun fakir olsun içinde bulunduğu durumun daha da rahatlatılması anlamı taşır ve o kimsenin sevgisinin kazanılmasim, onunla aradaki bağların pekiştirilmesini amaçlar. Burada sözü edilen hibe ise, bunun tam zıddı özelliktedir. Eğer hakikaten gerçek temlik anlamı taşıyan bir hibe şeklinde yapılmış olsaydı, o zaman yardım ve rahatlatma maslahatına uygun olurdu; insanda bulunan cimrilik duygusunun ortadan kaldırılması amacına hizmet ederdi ve bunun sonucu olarak da zekat yükümlülüğünden kaçma anlamına gelmezdi[219]
Dikkat edecek olursak, fiilde gözetilen meşru kasıt, şer'î olan başka bir kasdi ortadan kaldırmamaktadır. Serî olmayan kasıtlar ise, şer'î kasdı ortadan kaldırmaktadır.
Bir Örnek verelim: Kadının kocasına fidye vermesinin meşru kılınması, hanımlık görevininin yerine getirilmesi konusundaki Allah'ın koymuş olduğu hukuku gözetememe korkusundan dolayıdır. Böyle bir durumda kadının harama düşme korkusuyla gönüllü olarak kocasından kendisini fidye karşılığında satın alması mubah kılınmıştır. Böyle bir kadın, kocası ile kendi arasındaki kötü durumun düzeltilmesi için fîdye vermektedir ve bu kocanın kadını güzellikle salıvermesi ile olacaktır. Bu şer!î bir maksatttır; maslahata uygundur ve böyle bir davranıştahemen ya da zaman içerisinde ortaya çıkacak bir mefse-det de bulunmamaktadır. Hal böyle iken koca karısına kasıtlı olarak kötü davranır ve onu kendisine fidye vererek ayrılmaya icbar ederse, bu hareketiyle kocagücü dahilinde olduğu halde[220] sebepsiz olarakha-nımına zarar verdiği için meşru olmayan bir davranışta bulunmuş olur. Zirakocanmeğerhakikatenkarısından ayrılmasına ihtiyacı varsa, elinde karısına zarar vermeden ayrılma imkanı (talak hakkı) bulunmaktadır. Bu durumda kadının fidye vererek ayrılık yoluna (huP) başvurması, güzellikle salıverme olmayacak, bu iş aralanndakarı-ko-ca hukukunu yerine getirememe korkusundan da olmayacaktır. Çünkü bu zorunlu bir fidye haline dönüşmüştür. Kadın hakkında çaresiz kalması ve kendisini maruz kaldığı zarardan kurtarması sebebiyle her ne kadar caiz halini almışsa da, koca için caiz değildir; çünkü o bu tasarrufu meşru olmayan bir biçimde gerçekleştirmiştir.
Aynı şekilde diyoruz ki: Şüphesiz şer'î hükümler genel anlamda küllî bir maslahat; özel anlamda da her bir meselede cüz'î bir maslahat içerirler. Cüz'î olan maslahat, ilgili delillerin özel olarak o meselede gözetildiğini bildirdiği hikmetler olmaktadır. Küllî maslahat ise şudur: Mükellef bütün davranışlarında, sözlerinde ve inançlarında şeriatın koymuş olduğu belli bir kanun altında olmak durumundadır. Onun başıboş bir hayvan gibi arzu ve heveslerine tâbi biri olmaması; şeriatın boyunduruğu altına girmesidir. Bu nokta daha önce izah edilmişti. Bu durumda mükellef, karşısına çıkan her bir zor meselede çeşitli mezheplerde ileri sürülen hileleri araştırır, arzu ve heveslerine uygun düşen görüşlere tâbi olursa; bu haliyle o boynundan takva imleğini çıkarıp atmış olur ve bu haliyle o arzu ve heveslerine tabi olmaya devam etmiş, Şâri'in tahkim ettiğini bozmuş, öne aldığını da arkaya atmış olur. Bunun örnekleri çoktur.
Fasıl:
Durum böyle olunca, şeriatta yerilen, bâtıl olduğu belirtilen ve yasaklanan hileler, şer'î bir esası ortadan kaldıran ve şer'î bir masla-~ hatla ters düşen hileler olmaktadır. Eğer, şer°î bii' esası orta dair kaldırmayan, şeriatın dikkate alındığını bildirdiği bir maslahata t düşmeyen bir hilenin varlığı farzedilecek olursa, o şer'î yasak kan ^ mına girmeyecek ve bâtıl da olmayacaktır. Kısaca işin esası hileler' üç kısım olduğu noktasında düğümlüdür:
(1) Bâtıl olduğunda ihtilaf bulunmayan hileler: Münafıkların v mürâîlerin hileleri gibi,
(2) Câizliği konusunda ihtilaf bulunmayan hileler: Zor altında küfür kelimesini söylemek gibi. Kişinin gereğine itikat etmeksizin aslîkasitile küfür kelimesi söyleyerek kanını korumak için böyle bir çareye (hile) başvurması ile yine aynı şekilde aslî kasıtla kanını korumak için kelime-i tevhid okuması arasında fark yoktur.[221] Ancak bunun[222] hakkında izin vardır; çünkü bu bir dünyevî maslahattır ve ne dünyada ne de âhirette olmak üzere asla bir mefsedet de içermemektedir. Birincisi ise öyle değildir. Çünkü o şer'an izin verilmiş bir davranış değildir. Zira o mutlak anlamda uhrevî bir mefsedet olmaktadır.[223]Dünyevî maslahat ya da mefsedetlerle, uhrevî maslahat ya da mefsedetler karşı karşıya geldiği zaman uhrevî olan maslahat ya da mefsedetler ittifakla öncelikli olarak dikkate alınırlar. Zira uhrevî maslahatları ihlal eden dünyevî bir maslahatın dikkate alınması sahih değildir. Bilindiği gibi, uhrevî maslahatları ihlal eden birşey, Şâri'in amaçladığı şeye uygun olmayacak ve dolayısıyla bâtıl olacaktır. İşte bu noktadan hareketledir ki, münafıklığın ve münafıkların yerilmesi hakkında bilinen nasslar gelmiştir. Aynı doğrultuda olan şeylerde de durum aynıdır. Her iki kısım dakatiyet mertebesine[224] ulaşmış bulunmaktadır.
(3) Üçüncü kısım ise kapalılık ve dolayısıyla problem arzetmek-tedir. Bu kısım hakkında, düşünürler farklı yaklaşımlarda bulunmuşlardır. Çünkü bu kısımdan olan hilelerin, birinci kısma ya da ikinci kısma katılacağı konusu açık bir delil ile ortaya çıkmış değildir. Keza bu tür hilelerde Şâri'ce maksûd bulunduğunu gösterecek şer'î bir amacın bulunup bulunmadığı da ortaya çıkmamıştır. Yine meselede ortaya konulduğu şekliyle bu tür hilelerin, şeriatın amacı olan. Maslahatlara muhalif olduğu da sabit olmamıştır. İşte bundan dolayı bu kısım hileler üzerinde farklı yaklaşımlar söz konusu olmuştur; Bunlardan bir kısmı, bu tür hilelerin şer'î maslahata muhalif olmadığını dolayısıyla caiz olduğunu; bir diğer kısım da bunun aksini yani bu tür hilelerin de yasak bulunduğunu ifade etmişlerdir. Bazı meselelerde başvurulan hileleri caiz gören kimselerin, aslında bu tür hilelerin Şâri'in kasdına muhalefet olduğunu kabul ettiklerini söylemek asla doğru değildir. Aksine bu kimseler görüşlerini, Şâri'in kasdımn araştırılması ve o meselenin Şâri'in amacı doğultusunda olduğu bilinen ve caiz olan birinci ki sim hilelerden sayıldığı düşüncesi üzerine kurmaktadırlar. Çünkü kesin ya da zan ölçüsünde bir bilgi ile açıktan Allah'a karşı tavır almak, değil hidayet Önderleri ve din imamları, sıradan bir müslümanm dahi yapamayacağı bir davranıştır. Öbür taraftan bu tür hilelerin haramlığı görüşünde olanlar da, görüşlerini bu tür hilelerin Şâri'in kasdına muhalif olduğu, hükümlerde gözetilen maslahatlara ters düştüğü esası üzerine dayandırmışlardır. Bu türden olan hilelerin sahih olup olmadıklarının ortaya çıkabilmesi için bazı örneklerle açıklamada bulunmaya ihtiyaç vardır. Tevfik Allah'tandır:
(a) Hülle nikahı: Hülle nikahı, üç talakla boşanan karının ilk kocasına helal olmasını sağlamak amacıyla başvurulan bir hile ol- . maktadır ve bu nikah zahirde Yüce Allah'ın: "Bundan sonra kadını boşarsa, kadın başka birisiyle evlenmedikçe bir daha kendisine helal olmaz"[225] buyruğuna uygun düşmektedir. Hülle nikahında bulunan kimse, boşanmış kadını nikahlamış; dolayısıyla ikincinin boşamasından sonra birinci kocasına dönmesi şeriata uygun hal almıştır. Şâri'in nassları, şer'î maksatların en iyi anlaşıldığı yerlerdir. Hz. Peygamberin "Kadın erkeğin, erkek de kadının balcağızından tat-madıkça hayır![226] buyruğu da, ikinci nikahtan maksadın balcağız-dan tatma (cinsî ilişki) olduğu konusunda açık (zahir) bir nasstır. Aranan bu şart da hülle nikahında gerçekleşmiştir. Eğer erkeğin hülle niyeti, bu nikahın fesadı konusunda etkin olsaydı, o zaman Hz. Peygam-ber'in bunu belirtmesi gerekirdi. Bunun bir hile (çare) olması da onun fesadını gerektirmez; zira o zaman her çarenin batıl olması gibi bir netice lazım gelir ve zor altında küfür kelimesi söylemek gibi caiz olduğunda ittifak edilen birinci kısımdan olan hilelerin de fasit olması gibi bir netice lazım gelirdi.
Aynı şekilde işin maslahat yönünü ele aldığın zaman da durum aynıdır. Böyle bir nikahın içerdiği maslahat açıktır. Çünkü böyle bir nikah, birbiri ile bir araya gelme imkanı kalmayan iki eşin arasını bulma anlamı .taşımaktadır. Zira bu sahih bir şekilde aralarının bulunması için başvurulmuş bir sebep olmaktadır. Hem nikah, sonsuza kadar beraberlik kasdının bulunması gibi bir şartı gerektirmez. Çünkü böyle bir şart, insanların sıkboğaz edilmeleri anlamına gelir ve asla şeriatla bağdaşmaz. Zaten talak da o yüzden meşru kılınmamış mıdır? Sonsuza dek beraberlik şartı ile yapılan evlilik hıristiyan evliliği gibi birşeyolur. Âlimler, nikahlanılan kadınla beraber kalma kasdı olmaksızın sadece yemini yerine getirmiş olmak amacıyla yapılan nikahlara cevaz vermişlerdir. Keza gurbet ilde bulunan bir yolcunun, orada bulunduğu süre içerisinde ihtiyacını gidermekten başka amacı bulunmasa bile, evlenmesinin caiz olduğunu söylemişlerdir. Başka benzer örnekler de vardır.
Sonra, külîî bir kaidenin bir maslahat dolayısıyla konulması durumunda, bundan teker teker her bir cüz'îde o maslahatın aynen bulunması gibi bir sonuç lâzım gelmez. Nitekim bu konu daha önce geçmişti. Meselâ, İmam Mâlik'in görüşüne göre yemini çözmüş olmak için yapılan nikahta; "Eğer falanca kadınla evlenirsem, o boş olsun!" diyen kimsenin nikahında, keza yolcunun nikahında vb.olduğu gibi.
Burada, hileye başvurmanın caiz olduğu görüşünde olan kimselerin delil olarak kullandıkları şeylerin bir kısmını arzetmiş olduk. Yasaklığına dair delillerin izahına gelince, onlar daha da açık bulunmaktadır. Bu yüzden burada onları uzun uzadıya zikretmeyeceğiz. Bu izahlar içerisinde en güzeli, Abdulvahhâb'ın Risale şerhinde zikretmiş olduğu açıklamalardır. Oraya bakılsın.
(b) Büyûu'l-âcâl (îyne ya da örtülü riba satışları) [227]* Bu tür
muamelelerde yapılan şey, sonuçta peşin bir dirhemin, veresiye iki dirheme satılmasıdır. Ancak bu her biri haddizatında meşru bulunan iki akit ile gerçekleşmektedir. Her ne kadar birinci ikinci için bir zerîa (kapı, vasıta) ise de ikinci mani değildir. Sari', belli şekiller üzere maslahatların temini, mefsedetlerin defi yoluyla yararlanmamızı mubah kılmıştır. Bu durumda mükellefin o şekilleri araştırması (tasarrufu) zedeleyici bir durum değildir. Eğer öyle olsaydı, bütün şer'î yönlerde zedeleyici olurdu. Birinci akdin, kişi için bir amaç olmadığı, onun asıl amacının ikinci akit olduğu varsayıldığında, birinci akit vesileler mesabesine düşecektir. Vesileler de vesile olmaları açısından seran amaçlanmış olan şeylerdir. Birinci akit de onlardandır. Vesile olmaları açısından bu durum onlar için caiz olduğuna göre, aynı şey konumuzda da caiz olmalıdır. Eğer konumuzda caiz olmayacaksa, aynı caiz olmama hükmü mutlak olarak diğer vesilelerde de sözkonusu olacaktır. Ancak onlar bir delil olmadıkça mutlak surette men edilmiş değillerdir. O zaman burada da delil olmaksızın yasaklama.yönüne gidilmeyecektir.
Dahası konumuzla ilgili tevessülün sıhhatini ve onlara yönelik Şâri'in kasdımn bulunduğunu gösteren deliller vardır: Hz. Peygamber şöyle buyurur: "Katkılı (adi) hurmayı para ile sat, sonra o parayla da iyi hurma al"[228] Katkılı hurmanın para karşılığında satılmasından maksat, katkılı hurmaya karşılık iyi cins hurma elde etme amacına ulaşmaktır. Ancak bu mubah yolla olmaktır. Bu sonuca bir âkidle iki âkid arasında ulaşmak arasında bir fark yoktur.[229]Zira Hz, Peygamber hadislerinde bunu belirtmemişlerdir.
Caiz olmadığı görüşü taraftarların 'Bu konu sedd-i zerîa kaidesi üzerine kurulmuştur' sözü, burada bir anlam ifade etmez. Çünkü zerâi' (kapılar, vasıtalar, yollar) üç kısımdır.
(1) İttifakla önüne geçilen zerîalar (vasıtalar): Tepki olarak Allah'a sövülmesine neden olacağını bile bile putlara sövmek gibi, yine tepki ojarak kendi ana-baba sına sövdüreceğini bile bile bir başkasının ana-babasma sövmek gibi. Çünkü bu, hadiste kişinin bizzat kendi ana-babasına sövmesi sayılmıştır. Gelip geçenlerin düşeceğini bile bile yol üzerinde çukurlar açmak; insanların yiyeceği bilinen yiyecek ve içecek maddelerine zehir katmak örnekleri de bu kısımdandır.
(2) İttifakla önüne geçilmeyen zerîalar (vasıtalar): Mesela
İnsan kendi yiyeceği karşılığında daha kaliteli ya da daha aşağı derecede olanını almak ister. Kendi malını satar, aldığı para ile amacına ulaşmak ister. Hatta diğer ticaret yolları da böyledir. Kişinin mubah olan ticarî maksadı, daha çok para kazanmak için parasını mala yatırmak şeklinde kendisini gösteren bir çareden (hile) başka bir şey değildir.
(3) Üzerinde ihtilaf edilen zerîalar (vasıtalar): Şu anda üzerinde bulunduğumuz konu bu kısımdandır ve henüz onun hükmü konusunda bir sonuca varabilmiş değiliz. Hâlâ tartışma konusu olmaya devam etmektedir.
Bunlar, mesele ile ilgili hileye başvurmanın caizliğine dair delil bulma çabaları hakkında söylenebilecek birtakım sözlerdir. Diğer tarafın delilleri ise gayet açık ve yaygın olarak bilinmektedir, İlgili yerlere bakılmalıdır. Bizim burada bu izaha yer vermemizin sebebi konuyla ilgili olanların kitaplarından yararlanma imkanının azlığıdır. Zira Hanefî kitapları bizim Mağrip[230] ülkelerinde sanki hiç yok gibidir, Şafiî ve diğer mezheplere ait kitaplar da öyledir. Halbuki tek bir mezhep doğrultusunda delil getirme alışkanlığı bazen öğrencinin kendi mezhebinden başka diğer mezhepleri onların kaynaklarına vakıf olmadan inkar etmesine ve onlara karşı tepki göstermesine sebeb olur. Bu da bütün insanların, faziletleri ve dinde üstün yerleri bulunduğuna, Şâri'in maksatlarını ve amaçlarını kavramada büyük maharet sahibi olduklarına dair görüş birliği ettikleri imamlar hakkında kötü düşüncelerin doğmasına sebep olur. Hatta bu sonuç çoğu kere doğmuştur da. Burada konu ile ilgili bu iki misalle yetinelim Bunlar hiyel konusunda kendisini gösteren en meşhur meselelerdir. Diğer meseleler de bunlara kıyas edilir.
Fasıl:
Bu kısım gerçekten pek çok meseleleri kapsar. Geçen bahisler içerisinde açıklanan meseleler üzerine tefrî edilerek (ayrıntıya inerek) belirtilen örnekler çok olmuştur. İleride bu kısımdan tefrî yoluyla ortaya çıkan başka meseleler de gelecektir. Ancak burada, Makâsıd bölümünün iyice açıklık kazanmasını ve bölümden gözetilen amacın tamamlanmasını sağlayacak bir sonuç bölümü (hatime) eklemek gerekmektedir.
Çünkü şöyle bir soru yöneltilebilecektir: Geçen meselelerde verilen hususlar, hep Şâri'in maksadını bilme esası üzerine oturtulmaktadır. Peki, Şâri'in maksadı olan birşey, O'nun maksadı olmayan şeyden nasıl ayırd edilecektir?
Cevap: Konuyu aklen ele aldığımız zaman konu üzerinde yapılacak değerlendirmenin üç görüş şeklinde belireceği görülecektir:
(a)
Birinci görüş olarak şöyle denilecektir: 'Şâri'in maksadı, onu bildiren bir delil gelinceye kadar bizim bilgi alanımızın dışındadır. Bu da istikranın gerektirdiği fakat lügavî konuluşları (vaz'} İtibarıyla lafızların gerektirmediği mânâların (illetler) araştırılmasından ârî[231]bir şekilde tamamen açık ve sözlü bir şekilde olacaktır. Bu görüş ya yükümlülükler konulurken kullara ait maslahatlar asla dikkate alınmamıştır, görüşünün ya da maslahatları gözetmenin vacip olmadığı görüşünün bir Ürünü olacaktır. Maslahatları gözetme bazı konularda vuku bulsa bile, onun izahı bizce tam olarak bilinmemekte ya da asla bilinmeyecek şekildedir.[232] Bu konuda daha da ileri gidilir ve kıyasın caiz olmadığı sonucuna ulaşılır. Reyin ve kıyasın yerilmesi doğrultusunda gelen nasslar da bu görüşü destekler. Bu görüşün özeti, nassla-rın mutlak surette zahirine hamledilmesi şeklindedir ve bu görüş Zahirîlere aittir. Bunlar Şâri'in maksatları konusunda elde edilebilecek bilgiyi, sadece şer'î delillerin zahir ve nasslarına münhasır kılarlar. İnşallah konuya ileride kıyas bahsinde tekrar temas edilecektir. Mutlak surette bu görüşü benimseme, aşırı bir uçta yer almak olmaktadır ve şeriat, mutlak surette durumun onların görüşü doğrultusunda olmadığına tanıklık etmektedir.
(b)
îkinci görüş de karşı uç noktayı teşkil etmektedir; ancak bu görüş sahipleri de iki kışıma ayrılmaktadır:
(1) Şâri'in m aks adının ne nassların zahirinde nede onlardan laf-zen anlaşılan hususlarda bulunmadığını; aksine maksadın bunların ötesinde başka birşeyde gizli olduğu iddiasında bulunanlar. Bunlara göre bu şerîatm tümü için geçerlidir ve bunun neticesinde zahirde, Şâri'in maksadını öğrenebileceğimiz hiçbir şey kalmamaktadır. Bu, şeriatı ortadan kaldırmak isteyen kimselerin görüşü olmaktadır ve bunlar "bâtını-ler"dir. Bunlar, masum imam görüşünü benimseyince, kendi iddialarını ayakta tutabilmek için nasları ve şerîatm dış görüntüsü ile ilgili bulunan şeyleri ta'n etme yollunu tutmuşlardır. Bu görüşün varacağı yer, Allah korusun! küfürdür. Uygun olan bu gibi sapıkların sozlevinihiç dikkate almamaktır.
(2) Şöyle diyen grup: Şâri'in amacı, lafızların mânâlarının dikkate alınmasıdır. Öyle ki nasslar ve zahirler mutlak anlamda mânâlar itibarı ile anlam kazanır ve dikkate alınırlar. Hal böyle iken, eğer nass, nazarî olan mânâya ters düşerse, o zaman nass atılır ve nazari olan mânâ öne alınır. Bu görüş de, [:ifl3] ya mutlak surette maslahatları dikkate almanın vacipliği düşüncesine ya da vacip olmasa da mânânın hakem kabul edilmesi dolayısıyla lafızların nazarî mânâlara tâbi kılınması düşüncesine dayanmaktadır. Bunlar da, kıyas konusunda aşırı gidip, onu nasslar üzerine takdim edenlere ait olmaktadır, İşte bu görüş, birinci uç kısmın karşısında bulunan diğer ucu temsil etmektedir.
(3) Her iki görüşten de nasibini alan orta yolcu görüş: Bunlar ne nass (zahir) ile mânânın ihlaline; ne de mânâ yüzünden lafzın ihmaline meydan vermeyecek şekilde orta bir yolu tutmaktadırlar. Böylece şeriatın ihtilafsız, tenakuzsuz tek bir nizam üzere yürümesini temin etmeye çalışmışlardır. İlimde rüsûh sahibi olan âlimlerin çoğunun tutmuş olduğu yol işte bu yol-dur. Serî maksatları öğrenme konusunda gerekli olan kıstasların tesbitinde dayanılacak görüş de işte bu görüştür. Bu girişten sonra Allah'ın inayetine sığınarak diyoruz ki: Serî maksatlar çeşitli açılardan bilinir:
Birincisi: Temelden açık olarak gelen soyut emir ve yasak kipleri. Emrin, fiilin işlenmesini gerektirdiği için emir olduğu bellidir. Bu durumda emrin bulunduğu anda fiilin yapılmış olması Şâri'in maksadı olmuş olacaktır. Aynı şekilde nehyin de fiilin işlenmesini ve ondan eî çekilmesini gerektirdiği malumdur. Dolayısıyla yasak olan şeyin vuku bulması da Şâri'in maksadı olacak ve yasağa rağmen işlenmesi onun maksadına muhalif olacaktır. Nitekim emredilen şeyin .yapılması da onun emrine muhalefet olacaktır. Bu hem illete bakmaksızın sırf emir ve yasağı dikkate alan kimseler için, hem de illet ve maslahatları dikkate alan kimseler için açık ve genel bir yöndür, Konu iîe ilgili şer'i-esas da bu olmaktadır.
Temelden5 kaydını getirmemizin sebebi bu tür olmayıp geçici durumlarla ilgili emir ve yasak kiplerini devre dışı bırakmak içindir. Mesela, '"Cuma günü namaz için ezan okunduğu zaman Allah'ı anmaya koşun, alış-verişi bırakın!" [233] âyetinde bulunan yasak temelden alışverişin yasak kılınmasıyla ilgili değildir; aksine o Allah'ı anmaya koşma emrini tekit sadedinde gelmiş bulunmaktadır. Dolayısıyla burada söz konusu olan yasak ikinci (talî) kasıt ile amaçlanmış olmaktadır. Bu vakitte yapılan alış-veriş riba ve zina yasağında olduğu gibi birinci faslı) kasıtla yasaklanmış değildir. Aksine onunla meşgul olma sebebiyle Allah'ı anmaya koşma yükümlülüğünü engellemesi ya da geciktirmesi sebebiyledir. Bu durumda olan meselelerde Şâri'in maksadım kavramak ve tesbit etmek ihtilaf konusu olacaktır. Bu tartışma konusunun asıl çıkış yeri gasbedilmiş bir yerde namaz kılma meselesidir. Aslında alış-veriş mubahtır. Ancak zaman itibariyle kendisine bir özellik arız olmuştur. Bu özellik de, o vakitte yapılan ahş-verişin vacip olan Cuma namazına koşmayı engellemesidir. Bu özellik alış-veriş akdinin özünde mevcut değildir ve akdi ondan ayrı olarak düşünmek f394] mümkündür. Bu yüzden de hakkında ihtilaf bulunmaktadır.
'Açık olarak' kaydını getirmemizin sebebi de sarih olmayan zımnî emir ve yasaklan devre dışı bırakmak içindir. Mesela, emir kipinin tagamınım ettiği zıddı yasaklama; birşeyi yasaklamanın tazammun ettiği zıddı emretme gibi olmayacaktır. Çünkü bu gibi durumlarda emir ve yasak tabiî kabul edilmesi durumunda asıl kasıtla değil tali (ikinci) kasıtla olacaktır. Zira bunların durumu kabul edenlere göre sarih olan emir ve yasağın tekidi mesabesinde olmaktadır. Ama hayır denilecek olursa[234]o takdirde kastın bulunmaması konusunda emir daha açıktır. Emredilen şeyin yerine getirilebilmesi için zorunlu olarak bulunması gereken şeyi emretmede de durum aynıdır. Bu konuda emir yada yasağın Şâri'in maksadına delaletetmesi tartışma konusudur ve konumuza dahil değildir. O yüzden yukarıda açık olarak gelen emir ve yasak diye kayıtlanmıştır.
İkincisi: Emir ve yasakların illetlerine bakmak ve 'Bu fiil niçin emredildi?' *Şu diğeri niçin yasaklandı?' sorularının cevaplarını aramak yoluyla bilinir. İllet ya belli olur ya da belli olmaz. Eğer belli ise ona tâbi olunur ve o illet nerede bulunursa emir ve yasağın gereği olan maksat da orada bulunur ya da bulunmaz. Üreme maslahatı için yapılan nikah, akit konusu malla faydalanma maslahatı için yapılan alışveriş, kötülüklerin önünü alma maslahatı için konulmuş had ve cezalar gibi. Bu gibi yerlerde iîlet, usul kitaplarında açıklanan illeti belirleme yollarıyla bilinir. İllet ortaya çıktığı zaman Şâri'in maksadının o illetin gereği olarak fiilin yapılması ya da yapılmaması veyahut da ona sebebiyet vermesi ya da vermemesi olduğu öğrenilmiş olur. Eğer illet belli değil ise o zaman mutlaka Şâri'in bunda maksadı şudur şeklinde kesin bir neticeye varmaktan geri durmak (tevakkuf) gerekecektir. -Ancak bu geri durmanın da düşünce açısından iki yönü olmaktadır,
(a) Belirli olan hüküm ya da belirli olan sebeb hakkınca nassla belirlenmiş olan sınırdan öte geçenleyiz. Çünkü illet bilinmediği halde hükmü başka meselelere sirayet ettirme çabası delilsiz tahakküm (keyfi davranış) ve doğru yoldan sapmak olur. A hakkında konulmuş bir hükmü eğer biz Şâri'in bu doğrultuda bir kaselinin olduğunu bilmiyorsak B için de koymamız doğru değildir. Bizim Şâri'in kasdını bilmediğimize göre o hükmün B için de verilmiş bir hüküm olmaması mümkün olur. Biz bu halimizle Şârfe muhalefet cüretinde bulunmuş oluruz. Burada duraksama (tevakkuf), delilin bulunmamasından kaynaklanmaktadır,
(b) Seran konulmuş olan hükümlerde asıl olan, kendi bulundukları mahalde kalıp Şâri'in varlığına dair kasdı bilinmedikçe bir başka yere sirayet etmemesidir. Çünkü sirayetin bulunduğuna dair bir delil ikame edilmemesi sirayetin bulunmadığına bir delildir. Zira eğer o hüküm Sâri' katında sirayet edecek türden olsaydı o zaman onun hakkında bir delil ikame ederdi ve onu belirleme için bir yol (meslekî koyardı. İlleti belirleme yolları ise bellidir. Bu yollarla hükmün mahalli denenmiş ve illeti belirleme yollarından herhangi birinin tanık-hk edeceği bir illete rastlanmamıştır. Dolayısıyla hükmü nassla belirlenmemiş şeylere sirayetinin Şâri'în maksadı olmadığı ortaya çıkar.
Bunlar ayn iki yoldur ve her ikisine de konu ile ilgili olarak yöne-linmektedir. Ancak birinci yol, sözkonusu sirayet işinin murad olmadığına dair kesin bir kanaat olmaksızın duraksamayı (tevakkuf) ve neticede onun murad olunabileceği imkanının bulunduğunu belirtir. Bu durumda araştırmacı bir çıkış yolu buluncaya kadar araştırmasına devam eder. Zira o şeyin Şâri'in maksadı olması mümkün olduğu gibi maksadı olmaması da mümkündür. İkincisi ise Şâri'in muradı olmadığına kesin hükümde bulunmayı gerektirir. Bu durumda hükmün başka yere sirayet etmeyeceğine dair duraksama göstermemek ve kesin ya da zan ölçüsünde bir bilgi ile onun Şâri'in maksadı olmadığına hükmetmek uygun olacaktır. Zira, Şâri'in maksadı eğer öyle olmasaydı mutlaka onun hakkında bir delil ikame ederdi. Böyle bir delil bulamadığımıza göre, bu onun şer'an amaçlanmış olmadığını gösterir. Eğer düşüncesinin aksini izah eden bir delil ile karşılaşırsa o zaman delilin gereğine döner. Aynen müçtehidin durumu gibi. Çünkü o bir meselede kesin bir hükümde bulunur ve sonra başka bir delile vakıf olursa, ilk önceki hükmünü değiştirerek delilin gereği olan hükme döner.
İtiraz:Bu birbirine zıd iki yoldur. Çünkü biri duraksamayı (tevakkuf) gerektirmede, diğeri ise gerektirmemektedir. Her ikisi de düşünce açısından aynıdır. İkisi bir araya geldiği zaman bunların hükümleri birbiri ile çelişir.[235] Bu durumda da sadece duraksamadan başka birşey kalmış olmaz. Sonuçta nasıl aynı anda ikisine de yöneli-nebilir?
Cevap:Müctehid karşısında onlar bazen tearuz halinde görülebilirler ve bu durumda duraksama (tevakkuf) vacip olur. Çünkü o takdirde birbirine galebe çalmayan iki delil gibi olurlar ve mesele müete-hide nazaran iki delilin tearuzu meselesine dönüşür. Bazen de farklı müctehidlere ya da tek bir müetehide nisbetle fakat farklı iki vakitte ya da farklı iki meselede tearuz etmezler; bir meselede duraksama (tevakkuf) yönü güçlü gözükür, bir başka meselede de öbür yön (hükmün sirayetini men tarafı) güçlü gözükür ve bu durumda aralarında mutlak bir tearuzdan söz edilemez.
Sonra biz biliyoruz ki, Şâri'in gözettiği maksatlardan biri de ibadetler ile âdetler arasını ayırt etmektir. İbâdetlerle ilgili konularda taabbudîlik yönü ağır basmakta; âdetlerle ilgili konularda ise onların ifade ettikleri mânâlara (illetlere) iltifat yönü ağırlık kazanmaktadır. Her iki sahada olduğu halde bu genellemenin aksine olan hükümler çok azdır. Bu yüzdendir ki, İmam Mâlik, maddî pisliklerin giderilmesi ve abdestsizlik halinin kaldırılması konusunda sırf temizliğin meydana gelmiş olmasına iltifat etmemiş ve temizlik gerçekleşmiş olsa bile maddî pisliklerde (necaset) temizlik için mutlak su[236] ile yapılmış olması şartını; abdestsizlik halinin (hades) izalesi için de niyet şartım ileri sürmüştür. Namazda tekbir ve selam sözcükleri yerine bunların yerini tutabilecek başka sözcüklerin kullanılabilmesine cevaz vermemiştir. Zekatta mal yerine onun kıymetinin verilmesini kabul etmemiştir. Keffâretler konusunda hükmü, verilen adetlere hasretmiştir. Hükmün bizzat hakkında nass bulunan ya da onlara benzer bulunan şeylere hasredilmesini gerektiren benzeri meselelerde hep bu kabilden görüşler serdetmiştir. Âdetler konusunda ise, mânâ f illet) tarafını ağır bastırmış ve 'mesâlih-i mürsele' ile ilmin onda dokuzu olduğunu söylediği 'istihsan' prensiplerini kabul etmiştir. Bu konu üzerinde yeterince duruldu ve delilleri getirildi.[237] Bu durum sabit olduğuna göre, (hükmün sirayetini) men yolu ibadetkonularında; duraksama (tevakkuf) yolu da âdetlerle ilgili konularda uygulanmış olacaktır.
İbâdetlerle ilgili alanlarda da bazen mânâların (illetler) dikkate alındığı olur. Bunlardan az birşey ortaya çıkar ve diğerleri de onlara vurulur. Bu Hanefîlerin yolu olmaktadır. Bazen de âdetlerle ilgili konular taabbudî gibi ele alınır. Bu özellikte olan az birşey ortaya çıkar ve diğerleri de aynen onlar gibi kabul edilir. Bu da Zahirîlerin yolu olmaktadır. Ancak konu ile ilgili asıl prensip (umde) yukarıda geçendir. Aslî men (nefy) ve ıstıshâb[238] prensibi de bu kaideye dönük olmaktadır.
Üçüncü Yön: Sâri' Teâlâ'mn gerek âdetlerle ve gerekse ibadetlerle ilgili hükümleri koyarken gözetmiş olduğu maksatlar aslî ve tabî olmak üzere ikiye ayrılmaktadır. Meselâ nikah örneğini ele alalım: Bu akit, üreme aslî maksadını gerçekleştirmek için meşru kılınmıştır. Bu aslî maksadın peşinden İse şu amaçlar gelir: Ünsiyet, beraberlik, helal yoldan birbirinden istifade, Allah'ın yaratmış olduğu kadında bulunan güzelliklere bakma, kadının malından istifade, kadının kendisine, kendisinden ya da başka hanımından olan çocuklarına ya da kardeşlerine bakması, fere şehveti ve bakına duygusu yüzünden harama düşmeden korunma, Allah'ın kendisine verdiği nimetlerden dolayı daha fazla şükretme gibi dünyevî ve uhrevî maslahatları gerçekleştirebilme yolunda birbiriyle yardımlaşma ve bunlara benzer daha başka amaçlar. Bütün bunlar, nikahın ineşrû kılınması sırasında Şâri'ce gözetilmiş bulunan maksatlardan olmaktadır. Bunlardan kimisi hakkında açık nass vardır, kimisi de işaret yoluyla belirtilmiştir. Bazıları da vardır ki, başka bir delille ve hakkında nass bulunan hükümlerin istikrası yoluyla öğrenilir. Şöyle ki: Bu tâbi maksatlardan hakkında nass bulunanlar, aslî maksadı isbat eden, onun hikmetini güçlendiren, onu istenmesini ve sürdürülmesini isteyen; eşler arasındaki yardımlaşma, şefkat ve sevgi bağlarının meydana gelmesini ve devamını sağlayan şeylerdir ve Şâri'in üreme şeklinde kendisim gösteren aslî maksadı da ancak bu yollarla gerçekleşir. Biz bunlarla, hakkında nass bulunmayan fakat bu saydıklarımıza benzeyen şeylerin de Şâri'in maksadı dahilinde olduğuna istidlalde bulunuruz.[239]Meselâ, Hz. Ömer, Ali b. EbîTalib'in kızı Ünımü Gülsüm ile evlenmiş ve bu evlilikle de neseb şerefine ulaşmak, en soylu aile (peygamber sülalesi) ile akrabalık bağı tesis etmeyi amaçlamıştır. Hiç şüphe yoktur ki, böyle bir amaç ile gerçekleştirilen nikah akdi, caiz; böyle bir neticeye ulaşmak için gerekli sebeplere tevessülde bulunmak da güzöl bir hareket olacaktır.
Şimdi bu durumları ortadan kaldıran şeyler Şâri'in maksadına mutlak surette ters düşecektir. Çünkü sayılan şeylerin zıddı davranışlar, sonuç olarak birlik ve beraberlik, birbirine ünsîyet ve uyum gibi maksatlara zıtolacaktır. Meselâ, üç talakla boşanmış bir kadını ilk kocasına helal kılmak için yapılan nikah akdinde (huîle nikahı) olduğu gibi. Çünkü böyle bir nikah, yasaklanması görüşünde olanlara göre. Sâri' Teâlâ'nın hayatın sonuna kadar şartsız olarak sürmesini istediği birlik ve beraberlikmaksadına ters düşmektedir. Kira böyle bir nikahtan, daha işin başında gözetilen amaç talak ile hemen sona erdirilme-sidir. Muta nikahında ve aynı anlama gelen diğer nikahlarda da durum aynıdır. Bu gibi nikahlar, Şâri'in beraberliğin sürdürülmesi şek-[398] jin^eki kasdına daha da şiddetli bir şekilde[240] ters düşmektedir.
İbâdetlerde de durum aynıdır. Çünkü onlarda gözetilen aslî maksat tek olan Mabuda teveccüh etmek ve her halükârda O'na yönelmek suretiyle O'nu birlemektir. Bıınunla birlikte bu aslî maksadın arkasından âhirette dereceler kazanmak için, Allah'ın velî kullarından olmak için vb. kullukta bulunma gibi makbul olan tâli maksatlar gelir. Bu tâli maksatlar, aslî maksadı teyit etmekte ve onun gerçekleştirilmesine doğru itici bir güç olmakta, gizli ve açıktan kulluğun sürdürülmesi neticesini gerektirici bir hal almaktadır. Aslî maksadın teyidi ya da onun devamı gibi bir katkısı bulunmayan maksatlar ise böyle değildir. Mesela kanını ve malını korumak, yahut insanların mallarından tırtıklayabilmek veyahut da onların saygısını kazanabilmek gayesiyle kullukta bulunma gibi. Münafıkların ve mürâilerin kulluk gösterisinde bulunmaları bu kabildendir. Bunların gözettikleri bu amaçlarda, aslî amaç olan gerçek kulluk görevinin icrası maksadını destekleyen, güçlendiren ya da onun devamını sağlayan bir unsur bulunmamaktadır, Aksine onların bu amaçları, aslî maksadın terki duygusunu güçlendirmekte ve yapılması gereken fiiller karşısında onları tembelleştirmededir. Bu yüzden bu gibi amaç sahipleri fiillerine ancak amacına ulaşabilecek miktar ve zamanda devam ederler. Eğer amaçlarına ulaşırlar ya da ulaşma imkanı kalmazsa o zaman hemen terkederler. Yüce Allah onlar hakkında olmak üzere: "İnsanlar içerisinde Allah'a bir yar kenarındaymış gibi kulluk edenler vardır. Onlara hir iyilik gelirse yatışır, başlarına bir bela gelirse yüz üstü dönerler..."[241]buyurmaktadır.
Her ne kadar fiilin gereği kasıtsız olarak tâbilik yoluyla ortaya çıkıyorsa da fiilin gerçekleşme amacı olan böyle bir maksat, Şâri'in kasdına tersdir. Şöyle ki: Nikahın devamlılığını teyid eden bir maksat üzere nikah akdinde bulunan bir kimse daha sonra eşinden ayrılabilir ve bu durumda fiilî netice muta ya da hülle nikahından farksız olabilir. Aslî kasdı tekid edici kasıd[242] üzere Allah'a kullukta bulunan kimse sonuç itibarıyla kan ve mal güvenliğine kavuşur; insanlar arasında mertebe ve saygınlık kazanır. Bu haliyle o riya ya da desinler için amel eden kimse ile aynı olur. Ancak aralarındaki fark açıktır. Çünkü aslî kasdı teyid edecek tabî kasıd sahibi, o amellerde devamlılık göstermeye layık ve ehil iken; teyid edici olmayan maksatları besleyen kimse o amelden kopmaya namzettir.
İtiraz: Bu zıdlık, aynî bir muhalefet getirmesi noktasında mı aranır? Yoksa sadece uygun düşmeme neticesini getirmesi yeterli midir? Şöyle ki: Meselâ muta nikahı kesin olarak bizzat ayrılığı gerekti-rir. Çünkü muta nikahının Şâri'in kasdına muhalefeti aynîdir. Bir de beraberliği gerektirmeyen fakat bizzat ayrılığı da gerektirir demlemeyen kadına zarar verme yahut onun malım alma veyahut da ona kötülük yapma gibi amaçlarla nikah akdinde bulunan kimsenin durumunu ele alalım: Bu kimsenin maksadı, nikahın meşruiyetinde gözetilen Şâri'in maksadına ters düşmektedir; ancak aynî bir muhalefeti de gerektirmemektedir. Zira kocanın kadına zarar verme kasdmdan, fiilen ona zarar vermesi gibi bir netice lazım gelmez; keza zarar verme işi gerçekleşse bile bundan talakın vukuu lazım gelmez; çünkü sulh vardır yahut kocanın evliliği sürdürmesine hükmedilebilir veyahut kocanın kafasındaki bu kötü düşünceler gider ve kadına iyi davranmaya başlayabilir. Bu durumda her ne kadar ilkkasıd ayrılığı gerektirici ise de, bu gerektirme işi aynî (fiilî, zarurî) değildir.
Cevap: Hem ibadetlerde hem de âdetlerle ilgili konularda aynî muhalefetin gereğinin menedileceğinde ve onun mutlak surette bâtıl olacağında kuşku yoktur. Meselâ haddizatında meşru olması imkan dahilinde olsa bile şer'î maksatlar açısından meşru olmadığı belli olan bir yolla Allah'a kulluk izharında bulunmak sahih değildir. Böyle bir kasıt ile evlenmesi de aynı şekilde sahih olamaz. Ama aynî muhalefeti gerektirmeyen durumlara gelince kadına zarar verme kasdı ile, keza caiz olduğunu kabul edenlere göre hülle nikahında olduğu gibihu konu üzerinde dikkate alınan iki yön vardır; çünkü kasıt her ne kadar uygun değilse de aynî muhalefet durumu ortaya çıkmamıştır. Bu durumda uygunluğun bulunmaması tarafı üzerinde duranlar o fiili men cihetine gitmişlerdir. Bizzat muhalefet durumunun ortaya çıkmaması üzerinde duran kimseler de o fiili men cihetine gitmemişlerdir. Bu kadına zarar verme kasdı ile yapılan nikah örneğinde açıkça ortaya çıkar. Çünkü bu, aslında caiz olan nikah ile kötülükte ve yasak olan şeyde dayanışma kabilindendir. Nikahın başlıbaşına kendisine ait bir hükmü vardır ve onun sürmesi ya da ayrılığın meydana gelmesi mümkündür. Şu kadar var ki, zarar verme kasdı ayrılığın meydana geleceği ihtimalini güçlendirmektedir. Bu kadarım dikkate alan ve men için yeterli görenler men cihetine gitmiş; dikkate almayanlar da onu caiz görmüşlerdir.
Fasıl:
Bu bahis, Sâri Teâlâ'mn hem ibadetlerle hem de âdetlerle ilgili konularda tabî maksatları bulunduğu esası üzerine kuruludur. Âdetler konusunda durum açıktır ve ilgili örnekler de geçmiş bulunuyor. İbâdetler konusunda da aynı şey sabit bulunmaktadır.
Meselâ namazı ele alalım: Onun asıl meşruiyet sebebi Allah Teâlâ'mn huzurunda saygı ile durmak, ihlas ile ona yönelmek; O'nun huzurunda hor ve hakir olarak dikilmek; O'nu anmak suretiyle nefse kendisinin ne olduğunu hatırlatmaktır: Yüce Allah bu meyanda şöyle buyurur: "Beni anmak için namaz kıl[243] "Muhakkak ki namaz hayasızlıktan ve fenalıktan alıkor; Allah'ı anmak ne büyük şeydir."[244]Hadiste de: "Şüphesiz namaz kılan, Rabbi ile münacatta bulunur" [245] buyrulmuştur.
Sonra namazın tâbi maksatları da vardır: Çünkü namaz, çirkin ve kötü olan şeylerden alıkor; dünya meşgalelerini bir an olsun unutmaya ve böylece dinlenmeye yardım eder. Nitekim hadiste Hz. Pey-gamber'in Biîal'e "Bizi ferahlat ya Bilal!" dediği rivayet edilmiştir.[246]Keza hadiste: "Gözümün aydınlığı namazda kılındı"[247] buyrulmuştur. Namaz rızık talebine vesile kılınmıştır. Nitekim Yüce Allah: "Ehline namaz kılmalarını emret, kendin de onda devamlı ol. Biz senden rızık istemiyoruz, Sana rızık veren Biziz"[248] buyurmaktadır. Birazdan gelecek hadiste de bu mânâ açıklanmıştır. Namazla ihtiyaçların giderilmesi amacı vardır; istihare namazı ile hacet namazı bunun için meşru kılınmıştır. Cenneti kazanmak ve cehennemden kurtulmak amacı vardır ki, bu halis genel bir fayda olmaktadır. Namaz kılanın Allah'ın koruması altında olması amacı vardır: Hadiste: "Kim sabah namazını kılarsa; o Allah'ın himayesinde olur"[249]buyrulmuştur. En yüce mertebelere erişme amacı vardır. Yüce Allah: "Ey Peygamber! Geceleyin uyanıp, yalnız sana mahsus olarak fazladan namaz kıl. Belki de Rabbin seni övülecek bir makama yükseltir"[250]buyurur. Yüce Allah, gece ibadeti karşılığında ona övgü makamını (ma-kam-ı mahmûd) vermiştir.
Oruçta, şeytanın dolaştığı yolları tıkamak; cennete Reyyân kapısından girmek; bekarlık halinde onunla harama düşmekten korunmak gibi tali maksatlar vardır: Hadislerde şöyle gelmiştir: "Ey gençler! Sizden hali-vakti yerinde olanlar evlensin__Evliliğe güç yetire- '
meyenler ise oruç tutsun; çünkü oruç onun için bir siperdir[251] "Oruç bir kalkandır.[252] "Kim oruç ehlinden ise, o cennete Reyyân kapısından davet edilir."Aynı şekilde diğer ibadetlerde de uhrevî faydalar bunlar genel olmaktadıryanında dünyevî faydalar da bulunmaktadır. Bütün bunlar aslî faydaya tâbi durumundadır. Aslî fayda, daha önce de geçtiği gibi Allah'a itaat ve O'na tazimde bulunmaktır. Bundan sonra zikre dilen-edilmeyen bütün faydalar aslî maksadın peşinden gelen talî maksatlar olmaktadır. Tâbi olan bu maksatlar geçen taksim doğrultusunda eîe alınır ve değerlendirilir; birincisi aslî maksadı teyid eden ve onu güçlendiren talî maksatlar. Genel ya da özel sevap talebinde bulunmak gibi. İkincisi bunun zıddı maksatlardır. Mal ve makam talebi gibi. Bu kısımdan olan amaçlar, aslî maksadı desteklemek yerine onu zayıflatır ve ortadan kalkmasını temin eder ya da hızlandırır. Üçüncüsü, oruç ile şehveti zayıflatmak gibi olan ve hazlar bahsinde sozkonusu edilen tâbi maksatlardan bulunanlar. Bu konu üzerinde yeterince durmak uygun olur. Keza aslî maksadı teyid sonucunu gerektirmeyen ikinci kısım üzerinde, yine bunlardan aynî zıdlık doğuranlarla aynî zıdhk doğurmayanlar üzerinde iyice düşünmek yerinde olur.
Sonra burada ibadetlerle ilgili olmak üzere bir başka nokta daha var: Bu, ibadetlerle, itaatkar kul için sonuçta Allah tarafından bahşedilen nimetlerin ve mertebelerin talepte bulunulması açısındandır. Bunların başında da âhirette sevap alma, cennete girme ve orada yüksek dereceler kazanma arzusu gelir. Bu arzu, insanı amele ki onun esasını Allah'a saygı ve 0-nun büyüklüğü karşısında eğilme amacı teşkil eder itici bir rol oynadığı için, bu yönden icra edilen bir kulluk sahih olmakta ve herhangi bir şaibe içermemektedir. Çünkü bu tavırda nihaî amaç; bu nimetleri elinde bulundurana yönelmek ve O'na karşı ihlas göstermek şeklini alacaktır. Bazılarının bu amaçla yapılan kulluk görevini bir nevi icare akdine, sahibini de kötü kula benzetmesi yerinde değildir. Bu nokta üzerinde daha önce durulmuştu.
Diğer taraftan, övülmek, saygı görmek ve dünyevî çıkar elde etmek amacıyla amelde bulunması halinde, yaptığı şey riya olacaktır ve daha önce de geçtiği gibi bu gibi amellerde sebat edemeyecektir. Keza onun bu ameli asliyeti üzere olmayacaktır; zira ihlas yoktur ve yaptığı şey boşuna olacaktır. Allah için olduğu varsayılsa bile, onun bu gibi şeylerin husulüne yönelik kasdı, Allah'a olan ihlas kasdını güçlendirici ve destekleyici değil; aksine ihlas duygusunu terk tarafını güçlendirici bir özellik arzedecektir..
Ancak ihsana muhtaç olması durumunda, onu Allah'tan istemelidir. Men ve sebeblerin bulunmaması nedeniyle kendisine isabet eden sıkıntı yüzünden ondan istenilir ve bu durumda ameli, insanlar görsün için değil mahza İhlasın gereği olur. Bunun şahinliği konusunda bir problem yoktur. Çünkü o, kulluk icrasının meşruiyet amacı olan Allah'a saygı ve O'nun huzurunda durma amacını gerektirici ve güçlendirici bir özellik arzeder. Bunun dayanağını da Yüce Allah'ın: "Ehline namaz kılmalarını emret, kendin de onda devamlı ol. Biz senden rızık istemiyoruz; sana rızkı veren Biziz"[253] buyruğu olmaktadır. Rivayete göre Hz. Peygamber ehlinin Allah'ın lutfuna ve rızkına muhtaç duruma düşmesi halinde, bu âyet gereğince onlara namaz kılmalarını emrederdi.[254] Bu Allah için kılınan bir namazdır, ancak onunla Allah katında bulunan nimetler istenilmektedir.
İbnu'î-Arabî ve şeyhi de bu doğrultuda görüş serdetmişlerdir: Şöyle ki: Bir insanın adaletini isbat etmesi, imametinin sahih olması ye kendisine uyulması için amelini izhar etmesi durumunda; eğer o kişi şer'an imamet şartlarının tam olarak kendisinde bulunması ve ken^ dişinden başka o makama layık başkasının da bulunmaması sebebiyle o ameli yapmakla memur ise, bu durumda o ikisine göre o kimsenin amelini izhar etmesinde bir sakınca yoktur. Çünkü o bu haliyle emro-îunduğu şeyi yapmaktadır ve o zahir ibadetler ibadetin aslî meşruiyet sebebini zedelemezler. Ama (şer'an yukarda geçen şartlardan birini bulundurmaması sebebiyle memur olmayıp) insanlar katanda adaletinin sübut bulmasını ya da imamlık yapmayı vb. kasdeden kimsenin durumu farklıdır. Çünkü bu durum korku vericidir ve bu amel devamlılık gerektirmez; çünkü onda ibadet yoluyla insanlardan makam ve saygı talebinde, bulunma vardır.
Burada üzerinde durulacak noktalardan biri de, velilik derecesine ya da ilim ve benzeri bir makama nail olmak üzere uzlete çekilme ve kendisini ibadete verme hususudur. Bu konuda da iki durum[255] bulunmaktadır: Caiz olan yönün delili[256] "Bizi Allah'a karşı gelmekten sakınanlara önder yap"[257]âyeti ve mü'minin hurmaya benzetildiği belirtilen hadistir. Bu hadiste Hz. Ömer, ("Cevabın hurma olduğu aklıma geldi ama söylemedim" diyen oğluna): "O cevabı vermiş olman; bana şundan şundan daha sevimli olurdu" demiştir. Utbiyye'ye bakınız. Bu konuda mevcut bulunan İmam Mâlik ile şeyhi arasındaki İhtilafın bu iki noktaya indirgendiği kanaatindeyim.
Bu türden problem arzeden hususlardan biri de, insanın kendisini ibadete vermesi suretiyle herşeyden soyutlanması, ruhlar alemine muttali olması, melekleri görmesi, harikuladelikler elde etmesi, keramet sahibi olması, garib ilimlere ve manevî alemlere vakıf olması vb. gibi amaçlarla kullukta bulunmasıdır.
Böyle bir davranış için şöyle demek mümkündür: Kulluk icrasıy-îa böyle bir kasıtta bulunmak caizdir; çünkü sonuç itibarıyla velayet derecesine ulaşmak, Allah'ın seçkin kullarından olmak, insanlar içide seçkin bir yer edinmek anlamına gelir. Bu ise talep edilmesi sahih birşeydir ve şeriatta bu amaca yükselmek için çalışmak meşru bulunmaktadır. Bundan Önce geçen deliller, bu kısmın da caizliğini ortaya kor; aralarında bir fark yoktur.
Şöyle de denilebilir: Bunlar bir önce geçen tarzdan değildir. Çünkü bunlar, gayb ilmi hakkında düzmecede bulunma girişimidir ve Allah'a yapılan ibadeti bu tür şeylere bir araç kılma da durumun veha-metini artırmaktadır. Bu haliyle o, bir an evvel Allah'a ibadetten kopmaya namzet gözükmektedir. Çünkü bu kasdın sahibi bir açıdan Yüce Allah'ın: "İnsanlar- içerisinde Allah 'a bir yar kenarındaymış gibi kulluk edenler vardır. Onlara bir iyilik gelirse yatışır, başlarına bir bela gelirseyüz üstü dönerler.[258] buyruğu altına girmektedir. Bu tipler de aynıdır; eğer arzuladığı şeye ulaşırsa sevinir ve yaptığı ibadetlerden kasdı da o olur; bunun neticesinde o talepte bulunup da ulaştığı şey gittikçe nefsinde güç kazanır; ibadet duygusu ise zayıflar. Eğer maksadına ulaşamaz ise, o zaman da ibadetleri bir tarafa atar; belki de Allah Teâlâ'nm salih kullar için vermekte olduğu bu amellerin sonuçlarını yalanlamaya bile kalkar. Rivayete göre birisi: "Kim kırk sabah Allah için ihlaslı olursa; hikmet pınarları onun kalbinde ve dilinde dökülmeye başlar"[259] hadisini işitmiş ve hikmet elde etmek için bu işi yapmaya kalkmış, fakat bir türlü hikmet kapısı kendisine açılmamış. Bu olay fazilet sahibi birisine ulaştığında şöyle demiştir: "O kimse hikmet için ihlasta bulunmuştur; Allah için ihlasta bulunmamıştır." Benzeri diğer durumlarda da hüküm aynı olacaktır. Bu tür şeyleri talepte bulunmaya delalet edecek bir delilin bulunduğunu bilmiyorum. Kaldı ki bunların aksini gösteren deliller bulunmaktadır. Çünkü yükümlülüklerle ilgisi bulunmayan ve gaybla ilgili bulunan şeylerin elde edilmesi bizden istenilmemekte ve onları elde etmek için bir teşvik de yapılmamaktadır. Tefsir kitaplarında anlatıldığına göre adamın biri Hz. Peygamber'e "Hilale ne oluyor ki, iplikgibiincecikgözüküyor, sonra gittikçe büyüyor ve dolunay halini alıyor, sonra da ilk halini alıyor? diye sorar. Bunun üzerine: "Ey Muhammedi Sana hilal halindeki ayları sorarlar. De ki: Onlar, insanların ve hac vakitlerinin ölçüsüdür. Evlere arkalarından girmeniz iyilik değildir"[260] âyeti iner. Yüce Allah bu âyette, bu soruyu, bir nevi eve kapı varken arkasından girme gibi telakki eder. Çünkü o, soruyla öğrenilmesi istenilmeyen birşeyi istemekteydi.
İtiraz: Allah'ı, sıfatlarını ve fiillerini bilmek onun eserlerini bilmek ölçüsündedir. Manevî âlemler de onun eserlerindendir. Harikuladelikler nefsi takviye eder ve Alah'a dair olan bilgi derecesini yükseltir.
Cevap: İtiraz yerinde değildir. Çünkü şer'an ilim, sadece amel için istenilmiştir. Nitekim bu konu mukaddimeler bahsinde geçmiştir. Şühûd âleminde bulunanlar bu konuda yeterli hatta ihtiyacın üzerindedir. Fazlası boşunadır. Öbür taraftan bu, İbrahim'in: "Rabhim! Ölüleri nasıl diriltiyorsun, bana göster" [261]dediği gibi kısmen istenilir olsa da buna çeşitli açılardan cevap verilecektir. (1)
Dua ile harikuladelikler talebi, dua ile ilim için basiretin açılması talebi yerinde isteklerdir.[262]Asıl tartışma konusu Allah'a kulluğa başlayan ve bununla harikuladelikler elde etmeyi amaçlayan kimse hakkındadır. Dua kapısı, hem dünya hem de ahire ti e ilgili konularda eğer bir masiyet içermiyorsa şer'an açıktır. İbadetten kasıt ancak ve ancak Allah'a yönelmek ve ona ihlas ile amel etmek, huzurunda huşu ile durmaktır ve asla ortaklık kabul etmez. Âhirette ecir ve sevap talebi eğer Allah için ihlas ile amel etme esas maksadını teyid etmeseydi, o zaman ibadetler işlenirken onlara yönelik bir amaç bulundurulması caiz olmazdı. Kaldı ki erbab-ı halden pek çoğu böyle bir amacı asla bulundurmazlar. Bu durumda her ikisi yani dua ederek harikuladelikler talebinde bulunma ile harikuladelikler elde etmekiçin ibadette bulunma nasıl birbirine denk tutulabilir? Aralarında düşünen kimseler için ne kadar fark vardır. (2)
Şayet biz bütün bunların hepsine[263] delil olarak kullanabileceğimiz malzeme bulamasak bile şühûd âleminden gayb âlemine intikal konusunda haklı mazeretimiz bulunur. Nasıl olmasın ki?! Şühûd âleminde mevcut Öyle acaiblikler, tuhaflıklar vardır ki, bunların elde edilmesi yakın, gözlenmesi kolaydır; buna rağmen zaman durdukça onlar baki kalacaklardır ve bunlarla ilgili bilgilerin yüzdebirine dahi ulaşılamayacaktır. Aklı başında bir kimse en basit bir âyete, en hor görülen bir yaratığa[264] bakacak olsa. Yaratıcının onlar içerisine yerleştirmiş olduğu acaiblikler ve hikmetler üzerinde düşünecek olsahayre-te düşer ve onları kavramaktan aciz olduğunu itiraf eder. Yüce Allah da yüce kitabında işte bu noktaya dikkat çekmiş bulunmakta ve şöyle buyurmaktadır: "Göklerin ve yerin hükümranlığını, Allah'ın yarattığı her şeyi ve ecellerinin yaklaşmış olması ihtimalini düşünmüyorlar mî?[265]; "Bu insanlar devenin nasıl yaratıldığına, göğün nasıl yük-. seltüdiğine, dağların nasıl dikildiğine, yerin nasıl yayıldığına bir bakmazlar mı ?.[266] "Onlar, üstlerindeki göğü nasıl yapmışız, süslemişiz, bir bakmazlar mı ? Onda hiçbir çatlak da yoktur.[267] Malumdur ki, Yüce Allah, onlar için perdelenen şeyler üzerinde düşünmelerini emretmemi ştir ve onların bu gibi şeylere ancak harikuladelikler yoluyla vakıf olabilecekleri de aşikardır, Çünkü âyetler nadiren de olsa ulaşılması mümkün olan şeyler üzerine dikkat çekmektedir. Meleklerin ve gayb âlemlerinin zikredildiği âyetler üzerinde durulduğu zaman, onların, üzerinde düşünülmesi istenilen şeylerden olmadığı, onlara ve onların zat ve hakikatlarına vakıf olunmasının istenmediği görülecektir. Bu ayırım, gaybî âlemler üzerinde şer'an düşünme talebinin bulunmadığına dair delil olarak yeterli olmaktadır. Şer'an talep bulunmadığına göre, onların istenilmesi de uygun olmayacaktır. (3)
Bu Özel isteğin arkasında felsefî bir düşünce yatmaktadır. Çünkü nefsin soyutlanması ve duyular âleminin ötesinde yer alan âlemlere muttali olma çabalan antik filozoflar (mütekaddim hukemâ) ve ehil olsun olmasın derin araştırmalara dalan felsefecilerden nakledilmiştir. Bu yüzden onlar, bu gibi bilgilere ulaşabilmek için şerîat-ı Muh amme dîye de yeri bulunmayan meselâ sadece bitki türleriyle beslenip canlı veya canlılardan elde edilen ürünleri yememek gibi özel riyazet şekilleri ortaya koymuşlardır. Bunların ileri sürdükleri bu gibi şartlar hakkında ne şeriatta bir dayanak, ne de selef-i sâlihînden bir örnek, ne de bir açıklama bulunmamaktadır. Nitekim dünyadan soyutlanma ve manevî alemlere dalma ve bunlarla bağlantılı olan diğer haller gibi şeyler de onlardan nakledilmiş değildir.-Dolayısıyla bu durum, onların istenilmemiş olduğu konusunda yeterli bir delildir. Konuya Allah'ın izniyle ileride de temas edilecektir. (4)
Gayb âlemi ile ilgili manevîhaller ve gaybî acaibliklere vakıf olma talebi, duyular âleminde bizim için ırak olan ülkeler ve şehirler gibi yerlere, toprak altında bulunan şeylere vakıf olmamız talebi gibidir. Çünkü bunların hepsi, Allah'ın eserlerinden olmaktadır. Nasıl ki, meselâ Endülüslü birinin Bağdad, Horasan ve en uzak Çin ülkelerine muttali olma kasdıyla Allah'a kulluk icrasında bulunması caizdir demlemezse, duyular âlemi ile ilgili olmayan gaybî şeylere muttali olma kasdı ile kullukta bulunma konusunda da durum aynı olmalıdır. (5)
Bir an için bunun caiz olduğu farzedilecek olsa, o zaman bu pek çok engellerle ve yol vermeyecek manialarla kuşatılmış olacak ve bunlar insan ile amacı arasına girecektir. Onlar (engeller) ancak birer denemedir ve Yüce Allah nasıl davrandıklarını ortaya çıkarmak için onlarla kulları dener. İnsan bu gibi şeylerin maslahat tarafı ile, sahibine arız olacak mefsedet tarafını tarttığı zaman; mefsedet tarafının daha ağır bastığını görecektir. Bu durumda, onların talep edilmiş olması tarafı hafif kalmış (mercûh) olacaktır. Bu yüzden, sûfiyyeden tahkik erbabı olan kimseler onların talebine meyletmemişler ve ibadetlerine herhangi bir şaibenin karışmasına asla razı olmamışlardır. Hatta bazıları bu konuda aşırı gitmiş ve sevap amacıyla ibadet etmeyi bile bir icare akdine benzetmişlerdir. Engellerin en güçlüsü de, konum itibarıyla tam ihlas gerektiren namaz, oruç, zikir vb. gibi ibadetlerle bu tür şeylerin talepte bulunulmasıdır. Bu zikredilenler karşılığında haz talebinde bulunmak uygun değildir. Manevî âlemlerle ilgili bilgi talebinde bulunan kimse ya bunu Allah ve Rasûlünün emri olduğu için yapmaktadır. Bu ihtimal doğru değildir; çünkü böyle bir emir yoktur. Ya da kendi türünden hiçbir kimsenin bilmediği şeylere vakıf olma tutkusundan dolayı yapmaktadır. Bu durumda onun hali, uzak ülkeler görmek ve yeryüzünün acaibliklerini müşahade etmek amacıyla asla başka bir amaç taşımaksızın yolculuk yapan bir kimsenin haline benzer. Bu ise katkısız nefsânî bir hazdır ve asla ibadet anlamı taşımaz. Kısaca bu gibi şeyler, esasta ibadetlerin konuluş amacı olan katkısız kulluk görevinin gerçekleşmesi maksadını desteklemez.
İtiraz: Seleften bazılarına unutmamanın ilacı sorulmuş da, o günahları terketmektir, diye cevap vermiştir. Meşhur bir kaide de derki, tâattâati destekler ve hay ir hayırdan başka bir şey getirmez. Nitekim hadiste de böyle gelmiştir.[268]Aynı şekilde şer de serden başka birşey getirmez. Şimdi, acaba bir insan hayra ulaşmak için hayır yapamaz mı? Eğer bu soruya hayır dersen, bu kaidenin aksine olmuş olur. Yok evet dersen, o zaman da esas olarak koymuş olduğun şeye muhalefet etmiş olursun.
Cevap: Bu ayrı birşey. Çünkü insan bazen meselâ falan hayır işine ulaşmasına engel olan şeyin bir şer işi olduğunu bilebilir ve sevap alacağı o hayır a ulaşabilmek için o şerri terkeder. Veyahut da bir hayır işinin kendisini başka bir hayır işine ulaştıracağını bilir ve o hayır işi işler. Bu tâate tâatle yardımcı olmaktır ve bundahevhangi bir problem de bulunmamaktadır. Yüce Allah bu meyanda şöyle buyurur; "Sabır ve namaz ile yardım talebinde bulununuz[269] "İyilik ve takva üzere yardımlasınız."[270] Ezber (unutkanlığa düşmeme) meselesi bu kabildendir. Üzerinde durulan konu ise, tâat ile nefsânî bir haz talebinde bulunma anlamına gelmektedir. Böyle bir maksadın bulunduğu yerde amelin ihlastan uzak olması son derece normal bir haldir.
Buraya kadar arzedilenleri özetleyecek olursak şöyle diyebiliriz: Tâbi maksatlardan bir kısmı vardır ki ibadetten gözetilen aslî maksadı güçlendirmekte ve ona yardımcı olmaktadır; ihlası zedeleyici de değildir. İşte bunlar caiz ve makbul olan tâbi (talî) maksatlar olmaktadır. Böyle olmayanlar ise eaîz olmayacaklardır.
Aslî maksatlara tâbi olan maksatlar üç kısımdır:
(1) Aslî maksatların teyidini ve onların s ağlaml aştırılma sı m gerektiren, onların gerçekleştirilmesine yönelik arzu ve rağbeti uyandıran kısım. Meşru bir sebeble bunların gerçekleştirilmesine yönelik bir kasıt bulundurmak Şâri'in kasdina uygundur ve dolayısıyla sahihtir.
(2) Bizzat onların ortadan kalkmasını gerektiren tâbi maksatlar.[271]Bunlara yönelik kasıt bulundurmanın aynen Şâri'in kasdina muhalefet olduğu konusunda da herhangi bir problem bulunmamaktadır. Dolayısıyla ittifakla bunların vücuda getirilmesine yönelik sebeblere başvurmak da sahih olmayacaktır.
(3) Tekit ve teyid ya da bir bağ gerektirmeyen, ancak aslî maksatları bizzat ortadan da kaldırmayan kısım. Bu gibi maksatların bulundurulması âdetler konusunda sahih, fakat ibadetler konusunda sahih değildir.[272] İbadetlerde sahih olmadığı açıktır. Âdetlerle ilgili konularda sahih olmasına gelince; sebebiyet verdikten sonra rabt ve sağlama almanın meydana gelmesi caiz olduğu içindir. Bu konuda ihtilafın olması
mümkündür: Çünkü şöyle denilebilir: Aslî maksadın teyid ve tekidini gerektirmediğine göre, ki Şâri'in kasdı tekit olmaktadır bu sebebiyet verme Şâri'in maksadına uygun olmaz; dolayısıyla da sahih olmaz. Şöyle de denilebilir: Onun Şâri'in kasdina uygun olmadığım söylemek doğru olabileceği gibi, muhalif olmadığını söylemek de doğru olur. Zira o Şâri'in koymayı amaçladığı şeyi kesin olarak kaldırmayı kastetmemi ştir. O sebebiyet verme sırasında kendisi ile birlikte Şâri'in maksadının da husule gelebileceği bir durumu kastetmiştir. Şeriatta da sebebiyet vermenin kaldırılmasına yonelik hususların bulunması bunu teyid eder. Bu meyanda ilk bakışta Şâri'in kasdina ters düştüğü intibaını veren şeyler meşru kılınmıştır. Meselâ, nikahın ortadan kaldırılması için talak; alış-veriş akdinin ortadan kaldırılması için ikâle konulmuş; kısasta af meşru kılınmış; azle[273]ruhsat verilmiştir. Çünkü bunlar Şâri'in maksadına aynî olarak muhalif değillerdir. Nikahla sadece şehvetini gidermeyi kastetmesi ve Şâri'in nikahtan gözettiği aslî üreme maksadını gözetmemesi de bunun benzeri olmaktadır.[274] Bu daha Önce de geçtiği si-bi Şâri'in kasdina muhalefet olmamaktadır. Verilen diğe"r örneklerde de durum aynı olacaktır.
Şâri'inkasdmamutlak surette muhalif olan kimsenin durumu bu kısımdan[275]değildir. Bu birşeyi elde etmek için hiîe yollarına başvurmak oluyor. Ancak burada sözü edilen hilenin, ardında bulunan şeye ulaşmaktan başka şer'an dikkate alınacak birşey içermeyecek ve abes (boş) denilecek bir şekilde gerçekleşmiş olması gerekiyor. Amacına ! ulaşmasıyla da sebebiyet verdiği şey ortadan kalkıyor[276] ve asıl maksat ihlale uğruyor. Bu da ancak, aslî sebebiyet vermenin şer'an sakat olmasındandır. Ama aslî maksadın bozulmaması veya temelinden bozuk olmaması mümkün ise,[277] o zaman bir açıdan şer'î maksada muhalif düşmemektedir ki, bu konu içtihada açıktır. Sebebiyet vermeye yasağın eşlik etmesi durumu[278] da ictihad mahalli olarak kalmaktadır. Daha Önce bu konu üzerinde söz edilmişti. Allah'u a'lem!
Dördüncü Yön: Şâri'in maksadının öğrenilebileceği yollardan biri de gerektiriri sebebin (esbâb-ı mucibe) bulunnıasmarağmen sebebiyet vermenin (tesebbüb) meşru kılınması[279]ya da amellerin şenliğinin[280]belirtilmesi konusunda sükût geçilmesidir. Şöyle ki: Şâri'in hükmü belirlemeden sükût geçmesi iki şekilde olur;
Esbâb-ı mûcibesi bulunma
tır, Eğer dış görünüş itibarıyla uygun olur fakat maslahat bulunmazsa, o takdirde fiil sahih ve meşru değildir. Çünkü şer'î ameller, bir fiil oldukları için değil,1 aksine o fiillerin taşıdıkları anlamlar için amaçlanmışlardır. Bu anlamlar ise fiillerin meşruiyet sebebi olan maslahatlardır. Bu gibi fiillerin aslî meşruiyet doğrultusunda işlenmemesi durumunda, onların meşruluklarından söz edilemeyecektir.
Meselâ, biz biliyoruz ki kelime-i şehâdet getirmek, namaz ve diğer ibadetleri yerine getirmek sadece Allah'a yaklaşmak, O'na dönmek, O'nu tazim ve saygı ile birlemek, tâat ve boyun eğme konusunda dış organlarının da kalbi ile uyum içerisinde olmasını temin etmek içindir. Eğer bu ibadetlerden herhangi birisini, dünya çıkarlarına âlet etmek için yerine getirirse, onun meşruiyetle ilgisi olmayacaktır. İmana girme amacı olmaksızın sadece canını ve malını korumak için kelime-i şehâdet getirmek, insanların övgüsünü kazanmak veya dünyevî bir makam elde etmek amacıyla (riya) namaz kılmak gibi. Çünkü bu tür gerçekleştirilen amellerde, meşruiyet amacı olan maslahat meydana gelmemiştir; aksine bu gibi fiillerde gözetilen şey meşruiyet amacı olan maslahatın zıddı (mefsedet) olmaktadır.
Buna göre meselâ zekat hakkında şöyle deriz: Zekatın meşruiyet amacı cimrilik duygusunun kaldırılması, yoksulların ihtiyaçlarının giderilmesi, helake maruz kalan nefislerin ihyası olmaktadır. Durum böyle iken, bir kimse zekat yükümlülüğünden kaçmak için malını bir başka şahısa hibe etse ve daha sonra hibe ettiği parayı Öbür sene içerisinde yahut da daha önce tekrar geri alsa, bu davranış insanda bulunan cimrilik duygusunu daha da artıracak ve güçlendirecek, yoksulların ihtiyaçlarının giderilmesi maslahatını ortadan kaldıracak bir davranış olacaktır. Böyle bir hibenin, Şâri'ce mendup kabul edilen gerçek hibe ile bir ilgisi olmadığı da bilinen bir husustur. Çünkü gerçek hibe, hibede bulunan kimsenin ihtiyaçlarının giderilmesini, ona iyilikte bulunulmasını, zengin olsun fakir olsun içinde bulunduğu durumun daha da rahatlatılması anlamı taşır ve o kimsenin sevgisinin kazanılmasim, onunla aradaki bağların pekiştirilmesini amaçlar. Burada sözü edilen hibe ise, bunun tam zıddı özelliktedir. Eğer hakikaten gerçek temlik anlamı taşıyan bir hibe şeklinde yapılmış olsaydı, o zaman yardım ve rahatlatma maslahatına uygun olurdu; insanda bulunan cimrilik duygusunun ortadan kaldırılması amacına hizmet ederdi ve bunun sonucu olarak da zekat yükümlülüğünden kaçma anlamına gelmezdi[219]
Dikkat edecek olursak, fiilde gözetilen meşru kasıt, şer'î olan başka bir kasdi ortadan kaldırmamaktadır. Serî olmayan kasıtlar ise, şer'î kasdı ortadan kaldırmaktadır.
Bir Örnek verelim: Kadının kocasına fidye vermesinin meşru kılınması, hanımlık görevininin yerine getirilmesi konusundaki Allah'ın koymuş olduğu hukuku gözetememe korkusundan dolayıdır. Böyle bir durumda kadının harama düşme korkusuyla gönüllü olarak kocasından kendisini fidye karşılığında satın alması mubah kılınmıştır. Böyle bir kadın, kocası ile kendi arasındaki kötü durumun düzeltilmesi için fîdye vermektedir ve bu kocanın kadını güzellikle salıvermesi ile olacaktır. Bu şer!î bir maksatttır; maslahata uygundur ve böyle bir davranıştahemen ya da zaman içerisinde ortaya çıkacak bir mefse-det de bulunmamaktadır. Hal böyle iken koca karısına kasıtlı olarak kötü davranır ve onu kendisine fidye vererek ayrılmaya icbar ederse, bu hareketiyle kocagücü dahilinde olduğu halde[220] sebepsiz olarakha-nımına zarar verdiği için meşru olmayan bir davranışta bulunmuş olur. Zirakocanmeğerhakikatenkarısından ayrılmasına ihtiyacı varsa, elinde karısına zarar vermeden ayrılma imkanı (talak hakkı) bulunmaktadır. Bu durumda kadının fidye vererek ayrılık yoluna (huP) başvurması, güzellikle salıverme olmayacak, bu iş aralanndakarı-ko-ca hukukunu yerine getirememe korkusundan da olmayacaktır. Çünkü bu zorunlu bir fidye haline dönüşmüştür. Kadın hakkında çaresiz kalması ve kendisini maruz kaldığı zarardan kurtarması sebebiyle her ne kadar caiz halini almışsa da, koca için caiz değildir; çünkü o bu tasarrufu meşru olmayan bir biçimde gerçekleştirmiştir.
Aynı şekilde diyoruz ki: Şüphesiz şer'î hükümler genel anlamda küllî bir maslahat; özel anlamda da her bir meselede cüz'î bir maslahat içerirler. Cüz'î olan maslahat, ilgili delillerin özel olarak o meselede gözetildiğini bildirdiği hikmetler olmaktadır. Küllî maslahat ise şudur: Mükellef bütün davranışlarında, sözlerinde ve inançlarında şeriatın koymuş olduğu belli bir kanun altında olmak durumundadır. Onun başıboş bir hayvan gibi arzu ve heveslerine tâbi biri olmaması; şeriatın boyunduruğu altına girmesidir. Bu nokta daha önce izah edilmişti. Bu durumda mükellef, karşısına çıkan her bir zor meselede çeşitli mezheplerde ileri sürülen hileleri araştırır, arzu ve heveslerine uygun düşen görüşlere tâbi olursa; bu haliyle o boynundan takva imleğini çıkarıp atmış olur ve bu haliyle o arzu ve heveslerine tabi olmaya devam etmiş, Şâri'in tahkim ettiğini bozmuş, öne aldığını da arkaya atmış olur. Bunun örnekleri çoktur.
Fasıl:
Durum böyle olunca, şeriatta yerilen, bâtıl olduğu belirtilen ve yasaklanan hileler, şer'î bir esası ortadan kaldıran ve şer'î bir masla-~ hatla ters düşen hileler olmaktadır. Eğer, şer°î bii' esası orta dair kaldırmayan, şeriatın dikkate alındığını bildirdiği bir maslahata t düşmeyen bir hilenin varlığı farzedilecek olursa, o şer'î yasak kan ^ mına girmeyecek ve bâtıl da olmayacaktır. Kısaca işin esası hileler' üç kısım olduğu noktasında düğümlüdür:
(1) Bâtıl olduğunda ihtilaf bulunmayan hileler: Münafıkların v mürâîlerin hileleri gibi,
(2) Câizliği konusunda ihtilaf bulunmayan hileler: Zor altında küfür kelimesini söylemek gibi. Kişinin gereğine itikat etmeksizin aslîkasitile küfür kelimesi söyleyerek kanını korumak için böyle bir çareye (hile) başvurması ile yine aynı şekilde aslî kasıtla kanını korumak için kelime-i tevhid okuması arasında fark yoktur.[221] Ancak bunun[222] hakkında izin vardır; çünkü bu bir dünyevî maslahattır ve ne dünyada ne de âhirette olmak üzere asla bir mefsedet de içermemektedir. Birincisi ise öyle değildir. Çünkü o şer'an izin verilmiş bir davranış değildir. Zira o mutlak anlamda uhrevî bir mefsedet olmaktadır.[223]Dünyevî maslahat ya da mefsedetlerle, uhrevî maslahat ya da mefsedetler karşı karşıya geldiği zaman uhrevî olan maslahat ya da mefsedetler ittifakla öncelikli olarak dikkate alınırlar. Zira uhrevî maslahatları ihlal eden dünyevî bir maslahatın dikkate alınması sahih değildir. Bilindiği gibi, uhrevî maslahatları ihlal eden birşey, Şâri'in amaçladığı şeye uygun olmayacak ve dolayısıyla bâtıl olacaktır. İşte bu noktadan hareketledir ki, münafıklığın ve münafıkların yerilmesi hakkında bilinen nasslar gelmiştir. Aynı doğrultuda olan şeylerde de durum aynıdır. Her iki kısım dakatiyet mertebesine[224] ulaşmış bulunmaktadır.
(3) Üçüncü kısım ise kapalılık ve dolayısıyla problem arzetmek-tedir. Bu kısım hakkında, düşünürler farklı yaklaşımlarda bulunmuşlardır. Çünkü bu kısımdan olan hilelerin, birinci kısma ya da ikinci kısma katılacağı konusu açık bir delil ile ortaya çıkmış değildir. Keza bu tür hilelerde Şâri'ce maksûd bulunduğunu gösterecek şer'î bir amacın bulunup bulunmadığı da ortaya çıkmamıştır. Yine meselede ortaya konulduğu şekliyle bu tür hilelerin, şeriatın amacı olan. Maslahatlara muhalif olduğu da sabit olmamıştır. İşte bundan dolayı bu kısım hileler üzerinde farklı yaklaşımlar söz konusu olmuştur; Bunlardan bir kısmı, bu tür hilelerin şer'î maslahata muhalif olmadığını dolayısıyla caiz olduğunu; bir diğer kısım da bunun aksini yani bu tür hilelerin de yasak bulunduğunu ifade etmişlerdir. Bazı meselelerde başvurulan hileleri caiz gören kimselerin, aslında bu tür hilelerin Şâri'in kasdına muhalefet olduğunu kabul ettiklerini söylemek asla doğru değildir. Aksine bu kimseler görüşlerini, Şâri'in kasdımn araştırılması ve o meselenin Şâri'in amacı doğultusunda olduğu bilinen ve caiz olan birinci ki sim hilelerden sayıldığı düşüncesi üzerine kurmaktadırlar. Çünkü kesin ya da zan ölçüsünde bir bilgi ile açıktan Allah'a karşı tavır almak, değil hidayet Önderleri ve din imamları, sıradan bir müslümanm dahi yapamayacağı bir davranıştır. Öbür taraftan bu tür hilelerin haramlığı görüşünde olanlar da, görüşlerini bu tür hilelerin Şâri'in kasdına muhalif olduğu, hükümlerde gözetilen maslahatlara ters düştüğü esası üzerine dayandırmışlardır. Bu türden olan hilelerin sahih olup olmadıklarının ortaya çıkabilmesi için bazı örneklerle açıklamada bulunmaya ihtiyaç vardır. Tevfik Allah'tandır:
(a) Hülle nikahı: Hülle nikahı, üç talakla boşanan karının ilk kocasına helal olmasını sağlamak amacıyla başvurulan bir hile ol- . maktadır ve bu nikah zahirde Yüce Allah'ın: "Bundan sonra kadını boşarsa, kadın başka birisiyle evlenmedikçe bir daha kendisine helal olmaz"[225] buyruğuna uygun düşmektedir. Hülle nikahında bulunan kimse, boşanmış kadını nikahlamış; dolayısıyla ikincinin boşamasından sonra birinci kocasına dönmesi şeriata uygun hal almıştır. Şâri'in nassları, şer'î maksatların en iyi anlaşıldığı yerlerdir. Hz. Peygamberin "Kadın erkeğin, erkek de kadının balcağızından tat-madıkça hayır![226] buyruğu da, ikinci nikahtan maksadın balcağız-dan tatma (cinsî ilişki) olduğu konusunda açık (zahir) bir nasstır. Aranan bu şart da hülle nikahında gerçekleşmiştir. Eğer erkeğin hülle niyeti, bu nikahın fesadı konusunda etkin olsaydı, o zaman Hz. Peygam-ber'in bunu belirtmesi gerekirdi. Bunun bir hile (çare) olması da onun fesadını gerektirmez; zira o zaman her çarenin batıl olması gibi bir netice lazım gelir ve zor altında küfür kelimesi söylemek gibi caiz olduğunda ittifak edilen birinci kısımdan olan hilelerin de fasit olması gibi bir netice lazım gelirdi.
Aynı şekilde işin maslahat yönünü ele aldığın zaman da durum aynıdır. Böyle bir nikahın içerdiği maslahat açıktır. Çünkü böyle bir nikah, birbiri ile bir araya gelme imkanı kalmayan iki eşin arasını bulma anlamı .taşımaktadır. Zira bu sahih bir şekilde aralarının bulunması için başvurulmuş bir sebep olmaktadır. Hem nikah, sonsuza kadar beraberlik kasdının bulunması gibi bir şartı gerektirmez. Çünkü böyle bir şart, insanların sıkboğaz edilmeleri anlamına gelir ve asla şeriatla bağdaşmaz. Zaten talak da o yüzden meşru kılınmamış mıdır? Sonsuza dek beraberlik şartı ile yapılan evlilik hıristiyan evliliği gibi birşeyolur. Âlimler, nikahlanılan kadınla beraber kalma kasdı olmaksızın sadece yemini yerine getirmiş olmak amacıyla yapılan nikahlara cevaz vermişlerdir. Keza gurbet ilde bulunan bir yolcunun, orada bulunduğu süre içerisinde ihtiyacını gidermekten başka amacı bulunmasa bile, evlenmesinin caiz olduğunu söylemişlerdir. Başka benzer örnekler de vardır.
Sonra, külîî bir kaidenin bir maslahat dolayısıyla konulması durumunda, bundan teker teker her bir cüz'îde o maslahatın aynen bulunması gibi bir sonuç lâzım gelmez. Nitekim bu konu daha önce geçmişti. Meselâ, İmam Mâlik'in görüşüne göre yemini çözmüş olmak için yapılan nikahta; "Eğer falanca kadınla evlenirsem, o boş olsun!" diyen kimsenin nikahında, keza yolcunun nikahında vb.olduğu gibi.
Burada, hileye başvurmanın caiz olduğu görüşünde olan kimselerin delil olarak kullandıkları şeylerin bir kısmını arzetmiş olduk. Yasaklığına dair delillerin izahına gelince, onlar daha da açık bulunmaktadır. Bu yüzden burada onları uzun uzadıya zikretmeyeceğiz. Bu izahlar içerisinde en güzeli, Abdulvahhâb'ın Risale şerhinde zikretmiş olduğu açıklamalardır. Oraya bakılsın.
(b) Büyûu'l-âcâl (îyne ya da örtülü riba satışları) [227]* Bu tür
muamelelerde yapılan şey, sonuçta peşin bir dirhemin, veresiye iki dirheme satılmasıdır. Ancak bu her biri haddizatında meşru bulunan iki akit ile gerçekleşmektedir. Her ne kadar birinci ikinci için bir zerîa (kapı, vasıta) ise de ikinci mani değildir. Sari', belli şekiller üzere maslahatların temini, mefsedetlerin defi yoluyla yararlanmamızı mubah kılmıştır. Bu durumda mükellefin o şekilleri araştırması (tasarrufu) zedeleyici bir durum değildir. Eğer öyle olsaydı, bütün şer'î yönlerde zedeleyici olurdu. Birinci akdin, kişi için bir amaç olmadığı, onun asıl amacının ikinci akit olduğu varsayıldığında, birinci akit vesileler mesabesine düşecektir. Vesileler de vesile olmaları açısından seran amaçlanmış olan şeylerdir. Birinci akit de onlardandır. Vesile olmaları açısından bu durum onlar için caiz olduğuna göre, aynı şey konumuzda da caiz olmalıdır. Eğer konumuzda caiz olmayacaksa, aynı caiz olmama hükmü mutlak olarak diğer vesilelerde de sözkonusu olacaktır. Ancak onlar bir delil olmadıkça mutlak surette men edilmiş değillerdir. O zaman burada da delil olmaksızın yasaklama.yönüne gidilmeyecektir.
Dahası konumuzla ilgili tevessülün sıhhatini ve onlara yönelik Şâri'in kasdımn bulunduğunu gösteren deliller vardır: Hz. Peygamber şöyle buyurur: "Katkılı (adi) hurmayı para ile sat, sonra o parayla da iyi hurma al"[228] Katkılı hurmanın para karşılığında satılmasından maksat, katkılı hurmaya karşılık iyi cins hurma elde etme amacına ulaşmaktır. Ancak bu mubah yolla olmaktır. Bu sonuca bir âkidle iki âkid arasında ulaşmak arasında bir fark yoktur.[229]Zira Hz, Peygamber hadislerinde bunu belirtmemişlerdir.
Caiz olmadığı görüşü taraftarların 'Bu konu sedd-i zerîa kaidesi üzerine kurulmuştur' sözü, burada bir anlam ifade etmez. Çünkü zerâi' (kapılar, vasıtalar, yollar) üç kısımdır.
(1) İttifakla önüne geçilen zerîalar (vasıtalar): Tepki olarak Allah'a sövülmesine neden olacağını bile bile putlara sövmek gibi, yine tepki ojarak kendi ana-baba sına sövdüreceğini bile bile bir başkasının ana-babasma sövmek gibi. Çünkü bu, hadiste kişinin bizzat kendi ana-babasına sövmesi sayılmıştır. Gelip geçenlerin düşeceğini bile bile yol üzerinde çukurlar açmak; insanların yiyeceği bilinen yiyecek ve içecek maddelerine zehir katmak örnekleri de bu kısımdandır.
(2) İttifakla önüne geçilmeyen zerîalar (vasıtalar): Mesela
İnsan kendi yiyeceği karşılığında daha kaliteli ya da daha aşağı derecede olanını almak ister. Kendi malını satar, aldığı para ile amacına ulaşmak ister. Hatta diğer ticaret yolları da böyledir. Kişinin mubah olan ticarî maksadı, daha çok para kazanmak için parasını mala yatırmak şeklinde kendisini gösteren bir çareden (hile) başka bir şey değildir.
(3) Üzerinde ihtilaf edilen zerîalar (vasıtalar): Şu anda üzerinde bulunduğumuz konu bu kısımdandır ve henüz onun hükmü konusunda bir sonuca varabilmiş değiliz. Hâlâ tartışma konusu olmaya devam etmektedir.
Bunlar, mesele ile ilgili hileye başvurmanın caizliğine dair delil bulma çabaları hakkında söylenebilecek birtakım sözlerdir. Diğer tarafın delilleri ise gayet açık ve yaygın olarak bilinmektedir, İlgili yerlere bakılmalıdır. Bizim burada bu izaha yer vermemizin sebebi konuyla ilgili olanların kitaplarından yararlanma imkanının azlığıdır. Zira Hanefî kitapları bizim Mağrip[230] ülkelerinde sanki hiç yok gibidir, Şafiî ve diğer mezheplere ait kitaplar da öyledir. Halbuki tek bir mezhep doğrultusunda delil getirme alışkanlığı bazen öğrencinin kendi mezhebinden başka diğer mezhepleri onların kaynaklarına vakıf olmadan inkar etmesine ve onlara karşı tepki göstermesine sebeb olur. Bu da bütün insanların, faziletleri ve dinde üstün yerleri bulunduğuna, Şâri'in maksatlarını ve amaçlarını kavramada büyük maharet sahibi olduklarına dair görüş birliği ettikleri imamlar hakkında kötü düşüncelerin doğmasına sebep olur. Hatta bu sonuç çoğu kere doğmuştur da. Burada konu ile ilgili bu iki misalle yetinelim Bunlar hiyel konusunda kendisini gösteren en meşhur meselelerdir. Diğer meseleler de bunlara kıyas edilir.
Fasıl:
Bu kısım gerçekten pek çok meseleleri kapsar. Geçen bahisler içerisinde açıklanan meseleler üzerine tefrî edilerek (ayrıntıya inerek) belirtilen örnekler çok olmuştur. İleride bu kısımdan tefrî yoluyla ortaya çıkan başka meseleler de gelecektir. Ancak burada, Makâsıd bölümünün iyice açıklık kazanmasını ve bölümden gözetilen amacın tamamlanmasını sağlayacak bir sonuç bölümü (hatime) eklemek gerekmektedir.
Çünkü şöyle bir soru yöneltilebilecektir: Geçen meselelerde verilen hususlar, hep Şâri'in maksadını bilme esası üzerine oturtulmaktadır. Peki, Şâri'in maksadı olan birşey, O'nun maksadı olmayan şeyden nasıl ayırd edilecektir?
Cevap: Konuyu aklen ele aldığımız zaman konu üzerinde yapılacak değerlendirmenin üç görüş şeklinde belireceği görülecektir:
(a)
Birinci görüş olarak şöyle denilecektir: 'Şâri'in maksadı, onu bildiren bir delil gelinceye kadar bizim bilgi alanımızın dışındadır. Bu da istikranın gerektirdiği fakat lügavî konuluşları (vaz'} İtibarıyla lafızların gerektirmediği mânâların (illetler) araştırılmasından ârî[231]bir şekilde tamamen açık ve sözlü bir şekilde olacaktır. Bu görüş ya yükümlülükler konulurken kullara ait maslahatlar asla dikkate alınmamıştır, görüşünün ya da maslahatları gözetmenin vacip olmadığı görüşünün bir Ürünü olacaktır. Maslahatları gözetme bazı konularda vuku bulsa bile, onun izahı bizce tam olarak bilinmemekte ya da asla bilinmeyecek şekildedir.[232] Bu konuda daha da ileri gidilir ve kıyasın caiz olmadığı sonucuna ulaşılır. Reyin ve kıyasın yerilmesi doğrultusunda gelen nasslar da bu görüşü destekler. Bu görüşün özeti, nassla-rın mutlak surette zahirine hamledilmesi şeklindedir ve bu görüş Zahirîlere aittir. Bunlar Şâri'in maksatları konusunda elde edilebilecek bilgiyi, sadece şer'î delillerin zahir ve nasslarına münhasır kılarlar. İnşallah konuya ileride kıyas bahsinde tekrar temas edilecektir. Mutlak surette bu görüşü benimseme, aşırı bir uçta yer almak olmaktadır ve şeriat, mutlak surette durumun onların görüşü doğrultusunda olmadığına tanıklık etmektedir.
(b)
îkinci görüş de karşı uç noktayı teşkil etmektedir; ancak bu görüş sahipleri de iki kışıma ayrılmaktadır:
(1) Şâri'in m aks adının ne nassların zahirinde nede onlardan laf-zen anlaşılan hususlarda bulunmadığını; aksine maksadın bunların ötesinde başka birşeyde gizli olduğu iddiasında bulunanlar. Bunlara göre bu şerîatm tümü için geçerlidir ve bunun neticesinde zahirde, Şâri'in maksadını öğrenebileceğimiz hiçbir şey kalmamaktadır. Bu, şeriatı ortadan kaldırmak isteyen kimselerin görüşü olmaktadır ve bunlar "bâtını-ler"dir. Bunlar, masum imam görüşünü benimseyince, kendi iddialarını ayakta tutabilmek için nasları ve şerîatm dış görüntüsü ile ilgili bulunan şeyleri ta'n etme yollunu tutmuşlardır. Bu görüşün varacağı yer, Allah korusun! küfürdür. Uygun olan bu gibi sapıkların sozlevinihiç dikkate almamaktır.
(2) Şöyle diyen grup: Şâri'in amacı, lafızların mânâlarının dikkate alınmasıdır. Öyle ki nasslar ve zahirler mutlak anlamda mânâlar itibarı ile anlam kazanır ve dikkate alınırlar. Hal böyle iken, eğer nass, nazarî olan mânâya ters düşerse, o zaman nass atılır ve nazari olan mânâ öne alınır. Bu görüş de, [:ifl3] ya mutlak surette maslahatları dikkate almanın vacipliği düşüncesine ya da vacip olmasa da mânânın hakem kabul edilmesi dolayısıyla lafızların nazarî mânâlara tâbi kılınması düşüncesine dayanmaktadır. Bunlar da, kıyas konusunda aşırı gidip, onu nasslar üzerine takdim edenlere ait olmaktadır, İşte bu görüş, birinci uç kısmın karşısında bulunan diğer ucu temsil etmektedir.
(3) Her iki görüşten de nasibini alan orta yolcu görüş: Bunlar ne nass (zahir) ile mânânın ihlaline; ne de mânâ yüzünden lafzın ihmaline meydan vermeyecek şekilde orta bir yolu tutmaktadırlar. Böylece şeriatın ihtilafsız, tenakuzsuz tek bir nizam üzere yürümesini temin etmeye çalışmışlardır. İlimde rüsûh sahibi olan âlimlerin çoğunun tutmuş olduğu yol işte bu yol-dur. Serî maksatları öğrenme konusunda gerekli olan kıstasların tesbitinde dayanılacak görüş de işte bu görüştür. Bu girişten sonra Allah'ın inayetine sığınarak diyoruz ki: Serî maksatlar çeşitli açılardan bilinir:
Birincisi: Temelden açık olarak gelen soyut emir ve yasak kipleri. Emrin, fiilin işlenmesini gerektirdiği için emir olduğu bellidir. Bu durumda emrin bulunduğu anda fiilin yapılmış olması Şâri'in maksadı olmuş olacaktır. Aynı şekilde nehyin de fiilin işlenmesini ve ondan eî çekilmesini gerektirdiği malumdur. Dolayısıyla yasak olan şeyin vuku bulması da Şâri'in maksadı olacak ve yasağa rağmen işlenmesi onun maksadına muhalif olacaktır. Nitekim emredilen şeyin .yapılması da onun emrine muhalefet olacaktır. Bu hem illete bakmaksızın sırf emir ve yasağı dikkate alan kimseler için, hem de illet ve maslahatları dikkate alan kimseler için açık ve genel bir yöndür, Konu iîe ilgili şer'i-esas da bu olmaktadır.
Temelden5 kaydını getirmemizin sebebi bu tür olmayıp geçici durumlarla ilgili emir ve yasak kiplerini devre dışı bırakmak içindir. Mesela, '"Cuma günü namaz için ezan okunduğu zaman Allah'ı anmaya koşun, alış-verişi bırakın!" [233] âyetinde bulunan yasak temelden alışverişin yasak kılınmasıyla ilgili değildir; aksine o Allah'ı anmaya koşma emrini tekit sadedinde gelmiş bulunmaktadır. Dolayısıyla burada söz konusu olan yasak ikinci (talî) kasıt ile amaçlanmış olmaktadır. Bu vakitte yapılan alış-veriş riba ve zina yasağında olduğu gibi birinci faslı) kasıtla yasaklanmış değildir. Aksine onunla meşgul olma sebebiyle Allah'ı anmaya koşma yükümlülüğünü engellemesi ya da geciktirmesi sebebiyledir. Bu durumda olan meselelerde Şâri'in maksadım kavramak ve tesbit etmek ihtilaf konusu olacaktır. Bu tartışma konusunun asıl çıkış yeri gasbedilmiş bir yerde namaz kılma meselesidir. Aslında alış-veriş mubahtır. Ancak zaman itibariyle kendisine bir özellik arız olmuştur. Bu özellik de, o vakitte yapılan ahş-verişin vacip olan Cuma namazına koşmayı engellemesidir. Bu özellik alış-veriş akdinin özünde mevcut değildir ve akdi ondan ayrı olarak düşünmek f394] mümkündür. Bu yüzden de hakkında ihtilaf bulunmaktadır.
'Açık olarak' kaydını getirmemizin sebebi de sarih olmayan zımnî emir ve yasaklan devre dışı bırakmak içindir. Mesela, emir kipinin tagamınım ettiği zıddı yasaklama; birşeyi yasaklamanın tazammun ettiği zıddı emretme gibi olmayacaktır. Çünkü bu gibi durumlarda emir ve yasak tabiî kabul edilmesi durumunda asıl kasıtla değil tali (ikinci) kasıtla olacaktır. Zira bunların durumu kabul edenlere göre sarih olan emir ve yasağın tekidi mesabesinde olmaktadır. Ama hayır denilecek olursa[234]o takdirde kastın bulunmaması konusunda emir daha açıktır. Emredilen şeyin yerine getirilebilmesi için zorunlu olarak bulunması gereken şeyi emretmede de durum aynıdır. Bu konuda emir yada yasağın Şâri'in maksadına delaletetmesi tartışma konusudur ve konumuza dahil değildir. O yüzden yukarıda açık olarak gelen emir ve yasak diye kayıtlanmıştır.
İkincisi: Emir ve yasakların illetlerine bakmak ve 'Bu fiil niçin emredildi?' *Şu diğeri niçin yasaklandı?' sorularının cevaplarını aramak yoluyla bilinir. İllet ya belli olur ya da belli olmaz. Eğer belli ise ona tâbi olunur ve o illet nerede bulunursa emir ve yasağın gereği olan maksat da orada bulunur ya da bulunmaz. Üreme maslahatı için yapılan nikah, akit konusu malla faydalanma maslahatı için yapılan alışveriş, kötülüklerin önünü alma maslahatı için konulmuş had ve cezalar gibi. Bu gibi yerlerde iîlet, usul kitaplarında açıklanan illeti belirleme yollarıyla bilinir. İllet ortaya çıktığı zaman Şâri'in maksadının o illetin gereği olarak fiilin yapılması ya da yapılmaması veyahut da ona sebebiyet vermesi ya da vermemesi olduğu öğrenilmiş olur. Eğer illet belli değil ise o zaman mutlaka Şâri'in bunda maksadı şudur şeklinde kesin bir neticeye varmaktan geri durmak (tevakkuf) gerekecektir. -Ancak bu geri durmanın da düşünce açısından iki yönü olmaktadır,
(a) Belirli olan hüküm ya da belirli olan sebeb hakkınca nassla belirlenmiş olan sınırdan öte geçenleyiz. Çünkü illet bilinmediği halde hükmü başka meselelere sirayet ettirme çabası delilsiz tahakküm (keyfi davranış) ve doğru yoldan sapmak olur. A hakkında konulmuş bir hükmü eğer biz Şâri'in bu doğrultuda bir kaselinin olduğunu bilmiyorsak B için de koymamız doğru değildir. Bizim Şâri'in kasdını bilmediğimize göre o hükmün B için de verilmiş bir hüküm olmaması mümkün olur. Biz bu halimizle Şârfe muhalefet cüretinde bulunmuş oluruz. Burada duraksama (tevakkuf), delilin bulunmamasından kaynaklanmaktadır,
(b) Seran konulmuş olan hükümlerde asıl olan, kendi bulundukları mahalde kalıp Şâri'in varlığına dair kasdı bilinmedikçe bir başka yere sirayet etmemesidir. Çünkü sirayetin bulunduğuna dair bir delil ikame edilmemesi sirayetin bulunmadığına bir delildir. Zira eğer o hüküm Sâri' katında sirayet edecek türden olsaydı o zaman onun hakkında bir delil ikame ederdi ve onu belirleme için bir yol (meslekî koyardı. İlleti belirleme yolları ise bellidir. Bu yollarla hükmün mahalli denenmiş ve illeti belirleme yollarından herhangi birinin tanık-hk edeceği bir illete rastlanmamıştır. Dolayısıyla hükmü nassla belirlenmemiş şeylere sirayetinin Şâri'în maksadı olmadığı ortaya çıkar.
Bunlar ayn iki yoldur ve her ikisine de konu ile ilgili olarak yöne-linmektedir. Ancak birinci yol, sözkonusu sirayet işinin murad olmadığına dair kesin bir kanaat olmaksızın duraksamayı (tevakkuf) ve neticede onun murad olunabileceği imkanının bulunduğunu belirtir. Bu durumda araştırmacı bir çıkış yolu buluncaya kadar araştırmasına devam eder. Zira o şeyin Şâri'in maksadı olması mümkün olduğu gibi maksadı olmaması da mümkündür. İkincisi ise Şâri'in muradı olmadığına kesin hükümde bulunmayı gerektirir. Bu durumda hükmün başka yere sirayet etmeyeceğine dair duraksama göstermemek ve kesin ya da zan ölçüsünde bir bilgi ile onun Şâri'in maksadı olmadığına hükmetmek uygun olacaktır. Zira, Şâri'in maksadı eğer öyle olmasaydı mutlaka onun hakkında bir delil ikame ederdi. Böyle bir delil bulamadığımıza göre, bu onun şer'an amaçlanmış olmadığını gösterir. Eğer düşüncesinin aksini izah eden bir delil ile karşılaşırsa o zaman delilin gereğine döner. Aynen müçtehidin durumu gibi. Çünkü o bir meselede kesin bir hükümde bulunur ve sonra başka bir delile vakıf olursa, ilk önceki hükmünü değiştirerek delilin gereği olan hükme döner.
İtiraz:Bu birbirine zıd iki yoldur. Çünkü biri duraksamayı (tevakkuf) gerektirmede, diğeri ise gerektirmemektedir. Her ikisi de düşünce açısından aynıdır. İkisi bir araya geldiği zaman bunların hükümleri birbiri ile çelişir.[235] Bu durumda da sadece duraksamadan başka birşey kalmış olmaz. Sonuçta nasıl aynı anda ikisine de yöneli-nebilir?
Cevap:Müctehid karşısında onlar bazen tearuz halinde görülebilirler ve bu durumda duraksama (tevakkuf) vacip olur. Çünkü o takdirde birbirine galebe çalmayan iki delil gibi olurlar ve mesele müete-hide nazaran iki delilin tearuzu meselesine dönüşür. Bazen de farklı müctehidlere ya da tek bir müetehide nisbetle fakat farklı iki vakitte ya da farklı iki meselede tearuz etmezler; bir meselede duraksama (tevakkuf) yönü güçlü gözükür, bir başka meselede de öbür yön (hükmün sirayetini men tarafı) güçlü gözükür ve bu durumda aralarında mutlak bir tearuzdan söz edilemez.
Sonra biz biliyoruz ki, Şâri'in gözettiği maksatlardan biri de ibadetler ile âdetler arasını ayırt etmektir. İbâdetlerle ilgili konularda taabbudîlik yönü ağır basmakta; âdetlerle ilgili konularda ise onların ifade ettikleri mânâlara (illetlere) iltifat yönü ağırlık kazanmaktadır. Her iki sahada olduğu halde bu genellemenin aksine olan hükümler çok azdır. Bu yüzdendir ki, İmam Mâlik, maddî pisliklerin giderilmesi ve abdestsizlik halinin kaldırılması konusunda sırf temizliğin meydana gelmiş olmasına iltifat etmemiş ve temizlik gerçekleşmiş olsa bile maddî pisliklerde (necaset) temizlik için mutlak su[236] ile yapılmış olması şartını; abdestsizlik halinin (hades) izalesi için de niyet şartım ileri sürmüştür. Namazda tekbir ve selam sözcükleri yerine bunların yerini tutabilecek başka sözcüklerin kullanılabilmesine cevaz vermemiştir. Zekatta mal yerine onun kıymetinin verilmesini kabul etmemiştir. Keffâretler konusunda hükmü, verilen adetlere hasretmiştir. Hükmün bizzat hakkında nass bulunan ya da onlara benzer bulunan şeylere hasredilmesini gerektiren benzeri meselelerde hep bu kabilden görüşler serdetmiştir. Âdetler konusunda ise, mânâ f illet) tarafını ağır bastırmış ve 'mesâlih-i mürsele' ile ilmin onda dokuzu olduğunu söylediği 'istihsan' prensiplerini kabul etmiştir. Bu konu üzerinde yeterince duruldu ve delilleri getirildi.[237] Bu durum sabit olduğuna göre, (hükmün sirayetini) men yolu ibadetkonularında; duraksama (tevakkuf) yolu da âdetlerle ilgili konularda uygulanmış olacaktır.
İbâdetlerle ilgili alanlarda da bazen mânâların (illetler) dikkate alındığı olur. Bunlardan az birşey ortaya çıkar ve diğerleri de onlara vurulur. Bu Hanefîlerin yolu olmaktadır. Bazen de âdetlerle ilgili konular taabbudî gibi ele alınır. Bu özellikte olan az birşey ortaya çıkar ve diğerleri de aynen onlar gibi kabul edilir. Bu da Zahirîlerin yolu olmaktadır. Ancak konu ile ilgili asıl prensip (umde) yukarıda geçendir. Aslî men (nefy) ve ıstıshâb[238] prensibi de bu kaideye dönük olmaktadır.
Üçüncü Yön: Sâri' Teâlâ'mn gerek âdetlerle ve gerekse ibadetlerle ilgili hükümleri koyarken gözetmiş olduğu maksatlar aslî ve tabî olmak üzere ikiye ayrılmaktadır. Meselâ nikah örneğini ele alalım: Bu akit, üreme aslî maksadını gerçekleştirmek için meşru kılınmıştır. Bu aslî maksadın peşinden İse şu amaçlar gelir: Ünsiyet, beraberlik, helal yoldan birbirinden istifade, Allah'ın yaratmış olduğu kadında bulunan güzelliklere bakma, kadının malından istifade, kadının kendisine, kendisinden ya da başka hanımından olan çocuklarına ya da kardeşlerine bakması, fere şehveti ve bakına duygusu yüzünden harama düşmeden korunma, Allah'ın kendisine verdiği nimetlerden dolayı daha fazla şükretme gibi dünyevî ve uhrevî maslahatları gerçekleştirebilme yolunda birbiriyle yardımlaşma ve bunlara benzer daha başka amaçlar. Bütün bunlar, nikahın ineşrû kılınması sırasında Şâri'ce gözetilmiş bulunan maksatlardan olmaktadır. Bunlardan kimisi hakkında açık nass vardır, kimisi de işaret yoluyla belirtilmiştir. Bazıları da vardır ki, başka bir delille ve hakkında nass bulunan hükümlerin istikrası yoluyla öğrenilir. Şöyle ki: Bu tâbi maksatlardan hakkında nass bulunanlar, aslî maksadı isbat eden, onun hikmetini güçlendiren, onu istenmesini ve sürdürülmesini isteyen; eşler arasındaki yardımlaşma, şefkat ve sevgi bağlarının meydana gelmesini ve devamını sağlayan şeylerdir ve Şâri'in üreme şeklinde kendisim gösteren aslî maksadı da ancak bu yollarla gerçekleşir. Biz bunlarla, hakkında nass bulunmayan fakat bu saydıklarımıza benzeyen şeylerin de Şâri'in maksadı dahilinde olduğuna istidlalde bulunuruz.[239]Meselâ, Hz. Ömer, Ali b. EbîTalib'in kızı Ünımü Gülsüm ile evlenmiş ve bu evlilikle de neseb şerefine ulaşmak, en soylu aile (peygamber sülalesi) ile akrabalık bağı tesis etmeyi amaçlamıştır. Hiç şüphe yoktur ki, böyle bir amaç ile gerçekleştirilen nikah akdi, caiz; böyle bir neticeye ulaşmak için gerekli sebeplere tevessülde bulunmak da güzöl bir hareket olacaktır.
Şimdi bu durumları ortadan kaldıran şeyler Şâri'in maksadına mutlak surette ters düşecektir. Çünkü sayılan şeylerin zıddı davranışlar, sonuç olarak birlik ve beraberlik, birbirine ünsîyet ve uyum gibi maksatlara zıtolacaktır. Meselâ, üç talakla boşanmış bir kadını ilk kocasına helal kılmak için yapılan nikah akdinde (huîle nikahı) olduğu gibi. Çünkü böyle bir nikah, yasaklanması görüşünde olanlara göre. Sâri' Teâlâ'nın hayatın sonuna kadar şartsız olarak sürmesini istediği birlik ve beraberlikmaksadına ters düşmektedir. Kira böyle bir nikahtan, daha işin başında gözetilen amaç talak ile hemen sona erdirilme-sidir. Muta nikahında ve aynı anlama gelen diğer nikahlarda da durum aynıdır. Bu gibi nikahlar, Şâri'in beraberliğin sürdürülmesi şek-[398] jin^eki kasdına daha da şiddetli bir şekilde[240] ters düşmektedir.
İbâdetlerde de durum aynıdır. Çünkü onlarda gözetilen aslî maksat tek olan Mabuda teveccüh etmek ve her halükârda O'na yönelmek suretiyle O'nu birlemektir. Bıınunla birlikte bu aslî maksadın arkasından âhirette dereceler kazanmak için, Allah'ın velî kullarından olmak için vb. kullukta bulunma gibi makbul olan tâli maksatlar gelir. Bu tâli maksatlar, aslî maksadı teyit etmekte ve onun gerçekleştirilmesine doğru itici bir güç olmakta, gizli ve açıktan kulluğun sürdürülmesi neticesini gerektirici bir hal almaktadır. Aslî maksadın teyidi ya da onun devamı gibi bir katkısı bulunmayan maksatlar ise böyle değildir. Mesela kanını ve malını korumak, yahut insanların mallarından tırtıklayabilmek veyahut da onların saygısını kazanabilmek gayesiyle kullukta bulunma gibi. Münafıkların ve mürâilerin kulluk gösterisinde bulunmaları bu kabildendir. Bunların gözettikleri bu amaçlarda, aslî amaç olan gerçek kulluk görevinin icrası maksadını destekleyen, güçlendiren ya da onun devamını sağlayan bir unsur bulunmamaktadır, Aksine onların bu amaçları, aslî maksadın terki duygusunu güçlendirmekte ve yapılması gereken fiiller karşısında onları tembelleştirmededir. Bu yüzden bu gibi amaç sahipleri fiillerine ancak amacına ulaşabilecek miktar ve zamanda devam ederler. Eğer amaçlarına ulaşırlar ya da ulaşma imkanı kalmazsa o zaman hemen terkederler. Yüce Allah onlar hakkında olmak üzere: "İnsanlar içerisinde Allah'a bir yar kenarındaymış gibi kulluk edenler vardır. Onlara hir iyilik gelirse yatışır, başlarına bir bela gelirse yüz üstü dönerler..."[241]buyurmaktadır.
Her ne kadar fiilin gereği kasıtsız olarak tâbilik yoluyla ortaya çıkıyorsa da fiilin gerçekleşme amacı olan böyle bir maksat, Şâri'in kasdına tersdir. Şöyle ki: Nikahın devamlılığını teyid eden bir maksat üzere nikah akdinde bulunan bir kimse daha sonra eşinden ayrılabilir ve bu durumda fiilî netice muta ya da hülle nikahından farksız olabilir. Aslî kasdı tekid edici kasıd[242] üzere Allah'a kullukta bulunan kimse sonuç itibarıyla kan ve mal güvenliğine kavuşur; insanlar arasında mertebe ve saygınlık kazanır. Bu haliyle o riya ya da desinler için amel eden kimse ile aynı olur. Ancak aralarındaki fark açıktır. Çünkü aslî kasdı teyid edecek tabî kasıd sahibi, o amellerde devamlılık göstermeye layık ve ehil iken; teyid edici olmayan maksatları besleyen kimse o amelden kopmaya namzettir.
İtiraz: Bu zıdlık, aynî bir muhalefet getirmesi noktasında mı aranır? Yoksa sadece uygun düşmeme neticesini getirmesi yeterli midir? Şöyle ki: Meselâ muta nikahı kesin olarak bizzat ayrılığı gerekti-rir. Çünkü muta nikahının Şâri'in kasdına muhalefeti aynîdir. Bir de beraberliği gerektirmeyen fakat bizzat ayrılığı da gerektirir demlemeyen kadına zarar verme yahut onun malım alma veyahut da ona kötülük yapma gibi amaçlarla nikah akdinde bulunan kimsenin durumunu ele alalım: Bu kimsenin maksadı, nikahın meşruiyetinde gözetilen Şâri'in maksadına ters düşmektedir; ancak aynî bir muhalefeti de gerektirmemektedir. Zira kocanın kadına zarar verme kasdmdan, fiilen ona zarar vermesi gibi bir netice lazım gelmez; keza zarar verme işi gerçekleşse bile bundan talakın vukuu lazım gelmez; çünkü sulh vardır yahut kocanın evliliği sürdürmesine hükmedilebilir veyahut kocanın kafasındaki bu kötü düşünceler gider ve kadına iyi davranmaya başlayabilir. Bu durumda her ne kadar ilkkasıd ayrılığı gerektirici ise de, bu gerektirme işi aynî (fiilî, zarurî) değildir.
Cevap: Hem ibadetlerde hem de âdetlerle ilgili konularda aynî muhalefetin gereğinin menedileceğinde ve onun mutlak surette bâtıl olacağında kuşku yoktur. Meselâ haddizatında meşru olması imkan dahilinde olsa bile şer'î maksatlar açısından meşru olmadığı belli olan bir yolla Allah'a kulluk izharında bulunmak sahih değildir. Böyle bir kasıt ile evlenmesi de aynı şekilde sahih olamaz. Ama aynî muhalefeti gerektirmeyen durumlara gelince kadına zarar verme kasdı ile, keza caiz olduğunu kabul edenlere göre hülle nikahında olduğu gibihu konu üzerinde dikkate alınan iki yön vardır; çünkü kasıt her ne kadar uygun değilse de aynî muhalefet durumu ortaya çıkmamıştır. Bu durumda uygunluğun bulunmaması tarafı üzerinde duranlar o fiili men cihetine gitmişlerdir. Bizzat muhalefet durumunun ortaya çıkmaması üzerinde duran kimseler de o fiili men cihetine gitmemişlerdir. Bu kadına zarar verme kasdı ile yapılan nikah örneğinde açıkça ortaya çıkar. Çünkü bu, aslında caiz olan nikah ile kötülükte ve yasak olan şeyde dayanışma kabilindendir. Nikahın başlıbaşına kendisine ait bir hükmü vardır ve onun sürmesi ya da ayrılığın meydana gelmesi mümkündür. Şu kadar var ki, zarar verme kasdı ayrılığın meydana geleceği ihtimalini güçlendirmektedir. Bu kadarım dikkate alan ve men için yeterli görenler men cihetine gitmiş; dikkate almayanlar da onu caiz görmüşlerdir.
Fasıl:
Bu bahis, Sâri Teâlâ'mn hem ibadetlerle hem de âdetlerle ilgili konularda tabî maksatları bulunduğu esası üzerine kuruludur. Âdetler konusunda durum açıktır ve ilgili örnekler de geçmiş bulunuyor. İbâdetler konusunda da aynı şey sabit bulunmaktadır.
Meselâ namazı ele alalım: Onun asıl meşruiyet sebebi Allah Teâlâ'mn huzurunda saygı ile durmak, ihlas ile ona yönelmek; O'nun huzurunda hor ve hakir olarak dikilmek; O'nu anmak suretiyle nefse kendisinin ne olduğunu hatırlatmaktır: Yüce Allah bu meyanda şöyle buyurur: "Beni anmak için namaz kıl[243] "Muhakkak ki namaz hayasızlıktan ve fenalıktan alıkor; Allah'ı anmak ne büyük şeydir."[244]Hadiste de: "Şüphesiz namaz kılan, Rabbi ile münacatta bulunur" [245] buyrulmuştur.
Sonra namazın tâbi maksatları da vardır: Çünkü namaz, çirkin ve kötü olan şeylerden alıkor; dünya meşgalelerini bir an olsun unutmaya ve böylece dinlenmeye yardım eder. Nitekim hadiste Hz. Pey-gamber'in Biîal'e "Bizi ferahlat ya Bilal!" dediği rivayet edilmiştir.[246]Keza hadiste: "Gözümün aydınlığı namazda kılındı"[247] buyrulmuştur. Namaz rızık talebine vesile kılınmıştır. Nitekim Yüce Allah: "Ehline namaz kılmalarını emret, kendin de onda devamlı ol. Biz senden rızık istemiyoruz, Sana rızık veren Biziz"[248] buyurmaktadır. Birazdan gelecek hadiste de bu mânâ açıklanmıştır. Namazla ihtiyaçların giderilmesi amacı vardır; istihare namazı ile hacet namazı bunun için meşru kılınmıştır. Cenneti kazanmak ve cehennemden kurtulmak amacı vardır ki, bu halis genel bir fayda olmaktadır. Namaz kılanın Allah'ın koruması altında olması amacı vardır: Hadiste: "Kim sabah namazını kılarsa; o Allah'ın himayesinde olur"[249]buyrulmuştur. En yüce mertebelere erişme amacı vardır. Yüce Allah: "Ey Peygamber! Geceleyin uyanıp, yalnız sana mahsus olarak fazladan namaz kıl. Belki de Rabbin seni övülecek bir makama yükseltir"[250]buyurur. Yüce Allah, gece ibadeti karşılığında ona övgü makamını (ma-kam-ı mahmûd) vermiştir.
Oruçta, şeytanın dolaştığı yolları tıkamak; cennete Reyyân kapısından girmek; bekarlık halinde onunla harama düşmekten korunmak gibi tali maksatlar vardır: Hadislerde şöyle gelmiştir: "Ey gençler! Sizden hali-vakti yerinde olanlar evlensin__Evliliğe güç yetire- '
meyenler ise oruç tutsun; çünkü oruç onun için bir siperdir[251] "Oruç bir kalkandır.[252] "Kim oruç ehlinden ise, o cennete Reyyân kapısından davet edilir."Aynı şekilde diğer ibadetlerde de uhrevî faydalar bunlar genel olmaktadıryanında dünyevî faydalar da bulunmaktadır. Bütün bunlar aslî faydaya tâbi durumundadır. Aslî fayda, daha önce de geçtiği gibi Allah'a itaat ve O'na tazimde bulunmaktır. Bundan sonra zikre dilen-edilmeyen bütün faydalar aslî maksadın peşinden gelen talî maksatlar olmaktadır. Tâbi olan bu maksatlar geçen taksim doğrultusunda eîe alınır ve değerlendirilir; birincisi aslî maksadı teyid eden ve onu güçlendiren talî maksatlar. Genel ya da özel sevap talebinde bulunmak gibi. İkincisi bunun zıddı maksatlardır. Mal ve makam talebi gibi. Bu kısımdan olan amaçlar, aslî maksadı desteklemek yerine onu zayıflatır ve ortadan kalkmasını temin eder ya da hızlandırır. Üçüncüsü, oruç ile şehveti zayıflatmak gibi olan ve hazlar bahsinde sozkonusu edilen tâbi maksatlardan bulunanlar. Bu konu üzerinde yeterince durmak uygun olur. Keza aslî maksadı teyid sonucunu gerektirmeyen ikinci kısım üzerinde, yine bunlardan aynî zıdlık doğuranlarla aynî zıdhk doğurmayanlar üzerinde iyice düşünmek yerinde olur.
Sonra burada ibadetlerle ilgili olmak üzere bir başka nokta daha var: Bu, ibadetlerle, itaatkar kul için sonuçta Allah tarafından bahşedilen nimetlerin ve mertebelerin talepte bulunulması açısındandır. Bunların başında da âhirette sevap alma, cennete girme ve orada yüksek dereceler kazanma arzusu gelir. Bu arzu, insanı amele ki onun esasını Allah'a saygı ve 0-nun büyüklüğü karşısında eğilme amacı teşkil eder itici bir rol oynadığı için, bu yönden icra edilen bir kulluk sahih olmakta ve herhangi bir şaibe içermemektedir. Çünkü bu tavırda nihaî amaç; bu nimetleri elinde bulundurana yönelmek ve O'na karşı ihlas göstermek şeklini alacaktır. Bazılarının bu amaçla yapılan kulluk görevini bir nevi icare akdine, sahibini de kötü kula benzetmesi yerinde değildir. Bu nokta üzerinde daha önce durulmuştu.
Diğer taraftan, övülmek, saygı görmek ve dünyevî çıkar elde etmek amacıyla amelde bulunması halinde, yaptığı şey riya olacaktır ve daha önce de geçtiği gibi bu gibi amellerde sebat edemeyecektir. Keza onun bu ameli asliyeti üzere olmayacaktır; zira ihlas yoktur ve yaptığı şey boşuna olacaktır. Allah için olduğu varsayılsa bile, onun bu gibi şeylerin husulüne yönelik kasdı, Allah'a olan ihlas kasdını güçlendirici ve destekleyici değil; aksine ihlas duygusunu terk tarafını güçlendirici bir özellik arzedecektir..
Ancak ihsana muhtaç olması durumunda, onu Allah'tan istemelidir. Men ve sebeblerin bulunmaması nedeniyle kendisine isabet eden sıkıntı yüzünden ondan istenilir ve bu durumda ameli, insanlar görsün için değil mahza İhlasın gereği olur. Bunun şahinliği konusunda bir problem yoktur. Çünkü o, kulluk icrasının meşruiyet amacı olan Allah'a saygı ve O'nun huzurunda durma amacını gerektirici ve güçlendirici bir özellik arzeder. Bunun dayanağını da Yüce Allah'ın: "Ehline namaz kılmalarını emret, kendin de onda devamlı ol. Biz senden rızık istemiyoruz; sana rızkı veren Biziz"[253] buyruğu olmaktadır. Rivayete göre Hz. Peygamber ehlinin Allah'ın lutfuna ve rızkına muhtaç duruma düşmesi halinde, bu âyet gereğince onlara namaz kılmalarını emrederdi.[254] Bu Allah için kılınan bir namazdır, ancak onunla Allah katında bulunan nimetler istenilmektedir.
İbnu'î-Arabî ve şeyhi de bu doğrultuda görüş serdetmişlerdir: Şöyle ki: Bir insanın adaletini isbat etmesi, imametinin sahih olması ye kendisine uyulması için amelini izhar etmesi durumunda; eğer o kişi şer'an imamet şartlarının tam olarak kendisinde bulunması ve ken^ dişinden başka o makama layık başkasının da bulunmaması sebebiyle o ameli yapmakla memur ise, bu durumda o ikisine göre o kimsenin amelini izhar etmesinde bir sakınca yoktur. Çünkü o bu haliyle emro-îunduğu şeyi yapmaktadır ve o zahir ibadetler ibadetin aslî meşruiyet sebebini zedelemezler. Ama (şer'an yukarda geçen şartlardan birini bulundurmaması sebebiyle memur olmayıp) insanlar katanda adaletinin sübut bulmasını ya da imamlık yapmayı vb. kasdeden kimsenin durumu farklıdır. Çünkü bu durum korku vericidir ve bu amel devamlılık gerektirmez; çünkü onda ibadet yoluyla insanlardan makam ve saygı talebinde, bulunma vardır.
Burada üzerinde durulacak noktalardan biri de, velilik derecesine ya da ilim ve benzeri bir makama nail olmak üzere uzlete çekilme ve kendisini ibadete verme hususudur. Bu konuda da iki durum[255] bulunmaktadır: Caiz olan yönün delili[256] "Bizi Allah'a karşı gelmekten sakınanlara önder yap"[257]âyeti ve mü'minin hurmaya benzetildiği belirtilen hadistir. Bu hadiste Hz. Ömer, ("Cevabın hurma olduğu aklıma geldi ama söylemedim" diyen oğluna): "O cevabı vermiş olman; bana şundan şundan daha sevimli olurdu" demiştir. Utbiyye'ye bakınız. Bu konuda mevcut bulunan İmam Mâlik ile şeyhi arasındaki İhtilafın bu iki noktaya indirgendiği kanaatindeyim.
Bu türden problem arzeden hususlardan biri de, insanın kendisini ibadete vermesi suretiyle herşeyden soyutlanması, ruhlar alemine muttali olması, melekleri görmesi, harikuladelikler elde etmesi, keramet sahibi olması, garib ilimlere ve manevî alemlere vakıf olması vb. gibi amaçlarla kullukta bulunmasıdır.
Böyle bir davranış için şöyle demek mümkündür: Kulluk icrasıy-îa böyle bir kasıtta bulunmak caizdir; çünkü sonuç itibarıyla velayet derecesine ulaşmak, Allah'ın seçkin kullarından olmak, insanlar içide seçkin bir yer edinmek anlamına gelir. Bu ise talep edilmesi sahih birşeydir ve şeriatta bu amaca yükselmek için çalışmak meşru bulunmaktadır. Bundan Önce geçen deliller, bu kısmın da caizliğini ortaya kor; aralarında bir fark yoktur.
Şöyle de denilebilir: Bunlar bir önce geçen tarzdan değildir. Çünkü bunlar, gayb ilmi hakkında düzmecede bulunma girişimidir ve Allah'a yapılan ibadeti bu tür şeylere bir araç kılma da durumun veha-metini artırmaktadır. Bu haliyle o, bir an evvel Allah'a ibadetten kopmaya namzet gözükmektedir. Çünkü bu kasdın sahibi bir açıdan Yüce Allah'ın: "İnsanlar- içerisinde Allah 'a bir yar kenarındaymış gibi kulluk edenler vardır. Onlara bir iyilik gelirse yatışır, başlarına bir bela gelirseyüz üstü dönerler.[258] buyruğu altına girmektedir. Bu tipler de aynıdır; eğer arzuladığı şeye ulaşırsa sevinir ve yaptığı ibadetlerden kasdı da o olur; bunun neticesinde o talepte bulunup da ulaştığı şey gittikçe nefsinde güç kazanır; ibadet duygusu ise zayıflar. Eğer maksadına ulaşamaz ise, o zaman da ibadetleri bir tarafa atar; belki de Allah Teâlâ'nm salih kullar için vermekte olduğu bu amellerin sonuçlarını yalanlamaya bile kalkar. Rivayete göre birisi: "Kim kırk sabah Allah için ihlaslı olursa; hikmet pınarları onun kalbinde ve dilinde dökülmeye başlar"[259] hadisini işitmiş ve hikmet elde etmek için bu işi yapmaya kalkmış, fakat bir türlü hikmet kapısı kendisine açılmamış. Bu olay fazilet sahibi birisine ulaştığında şöyle demiştir: "O kimse hikmet için ihlasta bulunmuştur; Allah için ihlasta bulunmamıştır." Benzeri diğer durumlarda da hüküm aynı olacaktır. Bu tür şeyleri talepte bulunmaya delalet edecek bir delilin bulunduğunu bilmiyorum. Kaldı ki bunların aksini gösteren deliller bulunmaktadır. Çünkü yükümlülüklerle ilgisi bulunmayan ve gaybla ilgili bulunan şeylerin elde edilmesi bizden istenilmemekte ve onları elde etmek için bir teşvik de yapılmamaktadır. Tefsir kitaplarında anlatıldığına göre adamın biri Hz. Peygamber'e "Hilale ne oluyor ki, iplikgibiincecikgözüküyor, sonra gittikçe büyüyor ve dolunay halini alıyor, sonra da ilk halini alıyor? diye sorar. Bunun üzerine: "Ey Muhammedi Sana hilal halindeki ayları sorarlar. De ki: Onlar, insanların ve hac vakitlerinin ölçüsüdür. Evlere arkalarından girmeniz iyilik değildir"[260] âyeti iner. Yüce Allah bu âyette, bu soruyu, bir nevi eve kapı varken arkasından girme gibi telakki eder. Çünkü o, soruyla öğrenilmesi istenilmeyen birşeyi istemekteydi.
İtiraz: Allah'ı, sıfatlarını ve fiillerini bilmek onun eserlerini bilmek ölçüsündedir. Manevî âlemler de onun eserlerindendir. Harikuladelikler nefsi takviye eder ve Alah'a dair olan bilgi derecesini yükseltir.
Cevap: İtiraz yerinde değildir. Çünkü şer'an ilim, sadece amel için istenilmiştir. Nitekim bu konu mukaddimeler bahsinde geçmiştir. Şühûd âleminde bulunanlar bu konuda yeterli hatta ihtiyacın üzerindedir. Fazlası boşunadır. Öbür taraftan bu, İbrahim'in: "Rabhim! Ölüleri nasıl diriltiyorsun, bana göster" [261]dediği gibi kısmen istenilir olsa da buna çeşitli açılardan cevap verilecektir. (1)
Dua ile harikuladelikler talebi, dua ile ilim için basiretin açılması talebi yerinde isteklerdir.[262]Asıl tartışma konusu Allah'a kulluğa başlayan ve bununla harikuladelikler elde etmeyi amaçlayan kimse hakkındadır. Dua kapısı, hem dünya hem de ahire ti e ilgili konularda eğer bir masiyet içermiyorsa şer'an açıktır. İbadetten kasıt ancak ve ancak Allah'a yönelmek ve ona ihlas ile amel etmek, huzurunda huşu ile durmaktır ve asla ortaklık kabul etmez. Âhirette ecir ve sevap talebi eğer Allah için ihlas ile amel etme esas maksadını teyid etmeseydi, o zaman ibadetler işlenirken onlara yönelik bir amaç bulundurulması caiz olmazdı. Kaldı ki erbab-ı halden pek çoğu böyle bir amacı asla bulundurmazlar. Bu durumda her ikisi yani dua ederek harikuladelikler talebinde bulunma ile harikuladelikler elde etmekiçin ibadette bulunma nasıl birbirine denk tutulabilir? Aralarında düşünen kimseler için ne kadar fark vardır. (2)
Şayet biz bütün bunların hepsine[263] delil olarak kullanabileceğimiz malzeme bulamasak bile şühûd âleminden gayb âlemine intikal konusunda haklı mazeretimiz bulunur. Nasıl olmasın ki?! Şühûd âleminde mevcut Öyle acaiblikler, tuhaflıklar vardır ki, bunların elde edilmesi yakın, gözlenmesi kolaydır; buna rağmen zaman durdukça onlar baki kalacaklardır ve bunlarla ilgili bilgilerin yüzdebirine dahi ulaşılamayacaktır. Aklı başında bir kimse en basit bir âyete, en hor görülen bir yaratığa[264] bakacak olsa. Yaratıcının onlar içerisine yerleştirmiş olduğu acaiblikler ve hikmetler üzerinde düşünecek olsahayre-te düşer ve onları kavramaktan aciz olduğunu itiraf eder. Yüce Allah da yüce kitabında işte bu noktaya dikkat çekmiş bulunmakta ve şöyle buyurmaktadır: "Göklerin ve yerin hükümranlığını, Allah'ın yarattığı her şeyi ve ecellerinin yaklaşmış olması ihtimalini düşünmüyorlar mî?[265]; "Bu insanlar devenin nasıl yaratıldığına, göğün nasıl yük-. seltüdiğine, dağların nasıl dikildiğine, yerin nasıl yayıldığına bir bakmazlar mı ?.[266] "Onlar, üstlerindeki göğü nasıl yapmışız, süslemişiz, bir bakmazlar mı ? Onda hiçbir çatlak da yoktur.[267] Malumdur ki, Yüce Allah, onlar için perdelenen şeyler üzerinde düşünmelerini emretmemi ştir ve onların bu gibi şeylere ancak harikuladelikler yoluyla vakıf olabilecekleri de aşikardır, Çünkü âyetler nadiren de olsa ulaşılması mümkün olan şeyler üzerine dikkat çekmektedir. Meleklerin ve gayb âlemlerinin zikredildiği âyetler üzerinde durulduğu zaman, onların, üzerinde düşünülmesi istenilen şeylerden olmadığı, onlara ve onların zat ve hakikatlarına vakıf olunmasının istenmediği görülecektir. Bu ayırım, gaybî âlemler üzerinde şer'an düşünme talebinin bulunmadığına dair delil olarak yeterli olmaktadır. Şer'an talep bulunmadığına göre, onların istenilmesi de uygun olmayacaktır. (3)
Bu Özel isteğin arkasında felsefî bir düşünce yatmaktadır. Çünkü nefsin soyutlanması ve duyular âleminin ötesinde yer alan âlemlere muttali olma çabalan antik filozoflar (mütekaddim hukemâ) ve ehil olsun olmasın derin araştırmalara dalan felsefecilerden nakledilmiştir. Bu yüzden onlar, bu gibi bilgilere ulaşabilmek için şerîat-ı Muh amme dîye de yeri bulunmayan meselâ sadece bitki türleriyle beslenip canlı veya canlılardan elde edilen ürünleri yememek gibi özel riyazet şekilleri ortaya koymuşlardır. Bunların ileri sürdükleri bu gibi şartlar hakkında ne şeriatta bir dayanak, ne de selef-i sâlihînden bir örnek, ne de bir açıklama bulunmamaktadır. Nitekim dünyadan soyutlanma ve manevî alemlere dalma ve bunlarla bağlantılı olan diğer haller gibi şeyler de onlardan nakledilmiş değildir.-Dolayısıyla bu durum, onların istenilmemiş olduğu konusunda yeterli bir delildir. Konuya Allah'ın izniyle ileride de temas edilecektir. (4)
Gayb âlemi ile ilgili manevîhaller ve gaybî acaibliklere vakıf olma talebi, duyular âleminde bizim için ırak olan ülkeler ve şehirler gibi yerlere, toprak altında bulunan şeylere vakıf olmamız talebi gibidir. Çünkü bunların hepsi, Allah'ın eserlerinden olmaktadır. Nasıl ki, meselâ Endülüslü birinin Bağdad, Horasan ve en uzak Çin ülkelerine muttali olma kasdıyla Allah'a kulluk icrasında bulunması caizdir demlemezse, duyular âlemi ile ilgili olmayan gaybî şeylere muttali olma kasdı ile kullukta bulunma konusunda da durum aynı olmalıdır. (5)
Bir an için bunun caiz olduğu farzedilecek olsa, o zaman bu pek çok engellerle ve yol vermeyecek manialarla kuşatılmış olacak ve bunlar insan ile amacı arasına girecektir. Onlar (engeller) ancak birer denemedir ve Yüce Allah nasıl davrandıklarını ortaya çıkarmak için onlarla kulları dener. İnsan bu gibi şeylerin maslahat tarafı ile, sahibine arız olacak mefsedet tarafını tarttığı zaman; mefsedet tarafının daha ağır bastığını görecektir. Bu durumda, onların talep edilmiş olması tarafı hafif kalmış (mercûh) olacaktır. Bu yüzden, sûfiyyeden tahkik erbabı olan kimseler onların talebine meyletmemişler ve ibadetlerine herhangi bir şaibenin karışmasına asla razı olmamışlardır. Hatta bazıları bu konuda aşırı gitmiş ve sevap amacıyla ibadet etmeyi bile bir icare akdine benzetmişlerdir. Engellerin en güçlüsü de, konum itibarıyla tam ihlas gerektiren namaz, oruç, zikir vb. gibi ibadetlerle bu tür şeylerin talepte bulunulmasıdır. Bu zikredilenler karşılığında haz talebinde bulunmak uygun değildir. Manevî âlemlerle ilgili bilgi talebinde bulunan kimse ya bunu Allah ve Rasûlünün emri olduğu için yapmaktadır. Bu ihtimal doğru değildir; çünkü böyle bir emir yoktur. Ya da kendi türünden hiçbir kimsenin bilmediği şeylere vakıf olma tutkusundan dolayı yapmaktadır. Bu durumda onun hali, uzak ülkeler görmek ve yeryüzünün acaibliklerini müşahade etmek amacıyla asla başka bir amaç taşımaksızın yolculuk yapan bir kimsenin haline benzer. Bu ise katkısız nefsânî bir hazdır ve asla ibadet anlamı taşımaz. Kısaca bu gibi şeyler, esasta ibadetlerin konuluş amacı olan katkısız kulluk görevinin gerçekleşmesi maksadını desteklemez.
İtiraz: Seleften bazılarına unutmamanın ilacı sorulmuş da, o günahları terketmektir, diye cevap vermiştir. Meşhur bir kaide de derki, tâattâati destekler ve hay ir hayırdan başka bir şey getirmez. Nitekim hadiste de böyle gelmiştir.[268]Aynı şekilde şer de serden başka birşey getirmez. Şimdi, acaba bir insan hayra ulaşmak için hayır yapamaz mı? Eğer bu soruya hayır dersen, bu kaidenin aksine olmuş olur. Yok evet dersen, o zaman da esas olarak koymuş olduğun şeye muhalefet etmiş olursun.
Cevap: Bu ayrı birşey. Çünkü insan bazen meselâ falan hayır işine ulaşmasına engel olan şeyin bir şer işi olduğunu bilebilir ve sevap alacağı o hayır a ulaşabilmek için o şerri terkeder. Veyahut da bir hayır işinin kendisini başka bir hayır işine ulaştıracağını bilir ve o hayır işi işler. Bu tâate tâatle yardımcı olmaktır ve bundahevhangi bir problem de bulunmamaktadır. Yüce Allah bu meyanda şöyle buyurur; "Sabır ve namaz ile yardım talebinde bulununuz[269] "İyilik ve takva üzere yardımlasınız."[270] Ezber (unutkanlığa düşmeme) meselesi bu kabildendir. Üzerinde durulan konu ise, tâat ile nefsânî bir haz talebinde bulunma anlamına gelmektedir. Böyle bir maksadın bulunduğu yerde amelin ihlastan uzak olması son derece normal bir haldir.
Buraya kadar arzedilenleri özetleyecek olursak şöyle diyebiliriz: Tâbi maksatlardan bir kısmı vardır ki ibadetten gözetilen aslî maksadı güçlendirmekte ve ona yardımcı olmaktadır; ihlası zedeleyici de değildir. İşte bunlar caiz ve makbul olan tâbi (talî) maksatlar olmaktadır. Böyle olmayanlar ise eaîz olmayacaklardır.
Aslî maksatlara tâbi olan maksatlar üç kısımdır:
(1) Aslî maksatların teyidini ve onların s ağlaml aştırılma sı m gerektiren, onların gerçekleştirilmesine yönelik arzu ve rağbeti uyandıran kısım. Meşru bir sebeble bunların gerçekleştirilmesine yönelik bir kasıt bulundurmak Şâri'in kasdina uygundur ve dolayısıyla sahihtir.
(2) Bizzat onların ortadan kalkmasını gerektiren tâbi maksatlar.[271]Bunlara yönelik kasıt bulundurmanın aynen Şâri'in kasdina muhalefet olduğu konusunda da herhangi bir problem bulunmamaktadır. Dolayısıyla ittifakla bunların vücuda getirilmesine yönelik sebeblere başvurmak da sahih olmayacaktır.
(3) Tekit ve teyid ya da bir bağ gerektirmeyen, ancak aslî maksatları bizzat ortadan da kaldırmayan kısım. Bu gibi maksatların bulundurulması âdetler konusunda sahih, fakat ibadetler konusunda sahih değildir.[272] İbadetlerde sahih olmadığı açıktır. Âdetlerle ilgili konularda sahih olmasına gelince; sebebiyet verdikten sonra rabt ve sağlama almanın meydana gelmesi caiz olduğu içindir. Bu konuda ihtilafın olması
mümkündür: Çünkü şöyle denilebilir: Aslî maksadın teyid ve tekidini gerektirmediğine göre, ki Şâri'in kasdı tekit olmaktadır bu sebebiyet verme Şâri'in maksadına uygun olmaz; dolayısıyla da sahih olmaz. Şöyle de denilebilir: Onun Şâri'in kasdina uygun olmadığım söylemek doğru olabileceği gibi, muhalif olmadığını söylemek de doğru olur. Zira o Şâri'in koymayı amaçladığı şeyi kesin olarak kaldırmayı kastetmemi ştir. O sebebiyet verme sırasında kendisi ile birlikte Şâri'in maksadının da husule gelebileceği bir durumu kastetmiştir. Şeriatta da sebebiyet vermenin kaldırılmasına yonelik hususların bulunması bunu teyid eder. Bu meyanda ilk bakışta Şâri'in kasdina ters düştüğü intibaını veren şeyler meşru kılınmıştır. Meselâ, nikahın ortadan kaldırılması için talak; alış-veriş akdinin ortadan kaldırılması için ikâle konulmuş; kısasta af meşru kılınmış; azle[273]ruhsat verilmiştir. Çünkü bunlar Şâri'in maksadına aynî olarak muhalif değillerdir. Nikahla sadece şehvetini gidermeyi kastetmesi ve Şâri'in nikahtan gözettiği aslî üreme maksadını gözetmemesi de bunun benzeri olmaktadır.[274] Bu daha Önce de geçtiği si-bi Şâri'in kasdina muhalefet olmamaktadır. Verilen diğe"r örneklerde de durum aynı olacaktır.
Şâri'inkasdmamutlak surette muhalif olan kimsenin durumu bu kısımdan[275]değildir. Bu birşeyi elde etmek için hiîe yollarına başvurmak oluyor. Ancak burada sözü edilen hilenin, ardında bulunan şeye ulaşmaktan başka şer'an dikkate alınacak birşey içermeyecek ve abes (boş) denilecek bir şekilde gerçekleşmiş olması gerekiyor. Amacına ! ulaşmasıyla da sebebiyet verdiği şey ortadan kalkıyor[276] ve asıl maksat ihlale uğruyor. Bu da ancak, aslî sebebiyet vermenin şer'an sakat olmasındandır. Ama aslî maksadın bozulmaması veya temelinden bozuk olmaması mümkün ise,[277] o zaman bir açıdan şer'î maksada muhalif düşmemektedir ki, bu konu içtihada açıktır. Sebebiyet vermeye yasağın eşlik etmesi durumu[278] da ictihad mahalli olarak kalmaktadır. Daha Önce bu konu üzerinde söz edilmişti. Allah'u a'lem!
Dördüncü Yön: Şâri'in maksadının öğrenilebileceği yollardan biri de gerektiriri sebebin (esbâb-ı mucibe) bulunnıasmarağmen sebebiyet vermenin (tesebbüb) meşru kılınması[279]ya da amellerin şenliğinin[280]belirtilmesi konusunda sükût geçilmesidir. Şöyle ki: Şâri'in hükmü belirlemeden sükût geçmesi iki şekilde olur;
Esbâb-ı mûcibesi bulunma
Konular
- On Dokuzuncu Mesele:
- Yirminci Mesele:
- İKİNCİ NEVİ
- YÜKÜMLÜLÜKLERDE MÜKELLEFİN MAKSADI (NİYETİ)
- Birinci Mesele:
- İkinci Mesele:
- Üçüncü Mesele:
- Dördüncü Mesele:
- Beşinci Mesele:
- Altıncı Mesele:
- Yedinci Mesele:
- Sekizinci Mesele:
- Dokuzuncu Mesele:
- Onuncu Mesele:
- On Birinci Mesele:
- On İkinci Mesele:
- DÖRDÜNCÜ KISIM ŞER'Î DELİLLER
- Şeri Deliller
- Birinci Taraf: Genel Olarak Deliller
- Birinci Mesele[2]:
- İkinci Mesele:
- Üçüncü Mesele:
- Dördüncü Mesele:[111]
- Beşinci Mesele:
- Altıncı Mesele:
- Yedinci Mesele:
- Sekizinci Mesele:
- Dokuzuncu Mesele:[168]
- Onuncu Mesele:
- Onbırıncı Mesele: