Birinci Mesele[2]:


Şeriat, zarurî, hâcî ve tahsînî diye derecelenen esasların   ko­runması amacıyla gelmiş olduğuna göre, bu husus şer'îatm her konusunda, bütün delillerinde yaygın olarak bulunacak ve belli bir mahalle, sadece özel bir konuya ya da kaideye münhasır kılınmış olmayacaktır.[3] Çünkü bunlar küllî esaslardır ve çerçeveleri altına giren her cüzî üzerinde hâkim konumdadırlar. Cüzînin gerçek ya da göreli (izafî)[4] olması arasında fark yoktur. Bu küllilerin ötesinde daha da genel bir başka küllî de yoktur. Dahası bunlar şeriatın esasları olmaktadır ve şer'îat da tamamlanmıştır. Şeriatın esasla­rından bir kısmının kaybolması ve onların isbatı için kıyas ya da başka bir yola ihtiyaç duyulması sahih değildir. Şeriat, genel ve özel olarak bütün insanlığın maslahatlarının teminine kâfidir. Çün­kü Yüce Allah bu meyanda şöyle buyurmaktadır: "Bugün size dini­nizi tamamladım[5]; "Kitap'ta Biz hiçbirşeyi eksik bırakmadık"[6] Hadiste de: "Sizi dosdoğru geniş cadde üzere bıraktım.... Bundan sonra Allah'a karşı sapandan başka kimse helak olmaz"[7] Dinin ta­mamlandığını ve yolun apaydınlık olduğunu gösteren benzeri de­liller burada hatırlanabilir.
Durum böyle olunca, cüzîler[8] —ki bunlar şer'îatın esasları ve onların altında bulunanlar oluyor— o küllî esaslardan alındığına göre[9] —aynen varlık âleminde bulunan her türün cüzîsi ile küllisi arasındaki ilişkide olduğu gibi—, Kitap, sünnet, icmâ ya da kıyas­tan özel delil getirme sırasında aynı zamanda o cüzîlerin küllilerine vurulması[10] zarurî olacaktır. Zira cüzîlerin küllî esaslarına ihtiyaç hissetmemeleri muhaldir. Bu durumda, meselâ cüzî bir konuda, o cüzînin[11] küllisini dikkate almadan bir nassa tutunan kimse hata etmiş olacaktır.[12]

Küllî esası gözardı ederek cüzîye yapışan kimse hata ettiği gi­bi, cüzîye aldırmaksızm küllî prensipten hareketle hükme ulaş­mak isteyen kimse de hata etmiş olacaktır.
Bunu şöylece açıklayabiliriz: Külliye dair olan bilgi, cüzîlerin ele alınması ve onların istikraya tâbi tutulması neticesinde elde edilmektedir. Küllî —küllî olması hasebiyle—, cüzîleri bilmeden ön­ce bizce malûm değildir. Çünkü varlık âleminde küllî diye birşey yoktur. O sadece —aklî konular bahsinde de belirtildiği üzere— cüzîler zımnında (aklen) bulunmaktadır. Şu halde, cüzîyi dikkate  almadan küllî ile yetinmek demek, henüz bilinmeyen birşey ile ye­tinmek demektir. Çünkü cüzî bilinmeden külliyi bilmek mümkün değildir; külliye dair bilgiyi ortaya çıkaran cüzî olmaktadır. Sonra cüzînin cüzî olarak konulması, küllinin tam ve kıvamında olması içindir. Bu durumda, cüzîyi görmemezlikten gelmek, küllinin cüzü olması sebebiyle aslında bizzat küllîyi dikkate almamak demektir. Bu ise bir çelişkidir.[13] Çünkü cüzîyi dikkate almamak, küllinin sıh­hati hakkında kuşku uyandıracak bir unsurdur. Zira onu dikkate almamak, ancak onun külliye gerçekten muhalefeti ya da muhale­fet ettiği zannı durumunda olur. Küllî cüzîye muhalif bulunursa —ki biz külliye dair olan bilgiyi ancak cüzîden çıkarıyorduk— bu, o külliye dair bilginin henüz gerçekleşmiş olmadığını gösterir. Çünkü o cüzînin, o küllînin bir parçasını oluşturması imkân dahilindedir ve o zaman küllî olduğu iddia edilen şey o cüzîden o parçayı alma­mıştır. (Bu haliyle de o küllî olamaz.) Bu imkân dahilinde olduğuna göre, külliye dair tam bilgiye ulaşabilmek için mutlak surette cüzîye başvurmamız gerekecektir. Bu da gösterir ki, cüzîyi dikkate almaksızın mutlak surette külliye itibar edilip sonuca ulaşılmaz. Bütün bunlar, şer'an istenilen şeyin, Şâri'in kasdının gözetilmesi ve korunması olduğunu teyid ediyor. Küllî, mahiyet itibarıyla bu an­lama gelir[14] cüzî de aynı şekildedir. Bu durumda, her meselede her ikisinin de birden dikkate alınması zorunluluk arzeder.
İstikra neticesinde bir kaideye ulaşılır ve sonra cüzî bir mesele hakkında, bu kaideye herhangi bir şekilde ters düşen bir nass gelir­se; mutlaka aralarının telif edilmesi yoluna gidilecektir. Çünkü Sâri', o cüzî hakkında nass koyarken, mutlaka öbür taraftan o [ioj küllînin korunmasını da istemiştir. Zira onun küllîliği şer'î maksat­ları kavradıktan sonra zorunlu olarak bilinmektedir. Bu durumda —hal böyle iken— Şâri'in dikkate aldığı birşeyi ihmal ederek kaidelerin ihlâl edilmesi mümkün değildir.[15] Bu sabit olunca da, küllî dikkate alınırken, cüzînin ilga edilmesi mümkün değildir.
İtiraz: Küllînin küllî olduğunun sabit olabilmesi için, cüzîle­rin tamamının ya da çoğunun istikraya tâbi tutulması gerekir. Bu­rum böyle olunca da, küllînin altına girmeyen bir cüzînin düşünül­mesi mümkün olmayacaktır. Zira istikra, tam olarak yapılması du­rumunda kesinlik arzeder. Bu durumda daha sonra cüzî üzerinde durmak boşuna bir çaba olur.[16] Cüzînin küllîye muhalif olacağını farzetmek de doğru değildir. Meselâ biz istikra neticesinde insanın canlılığı sonucuna ulaştığımızda, canlı olmayan bir insanın bulun­ması mümkün olmaz. Ona küllînin hükmü ile hükümde bulunmak, kesin bir hükümdür ve küllînin hükmünün onda bulunmaması mümkün değildir. (O cüzî hakkında özel delil) bulunsun bulunma­sın durum farketmez. Bu küllî vasıtasıyla ona hükümde bulunulur ve hüküm için cüzîye ihtiyaç duyulmaz. Çünkü küllî doğrultusunda olmayan hiçbir cüzî olamaz. Bazı cüzîlerin, küllîye muhalif olduk­ları farzedilse bile, bu onların gerçek cüzî olmamaları sebebiyledir. İnsana nisbetle heykel vb. örneğinde olduğu gibi. Burada da aynı­dır. Biz dinin, nefsin, neslin, malın ve aklın korunması için zarurî olan şeylerin şer'an muteber olduğunu ve bu sonucun da cüzî delil­lerin istikraya tâbi tutulması neticesinde elde edildiğini gördükten sonra, bunların korunmasına ve onlar nerede bulunurlarsa orada dikkate alınacaklarına dair kesin bir bilgi sahibi oluruz. Bu durum­da karşılaştığımız ve hakkında bilgi sahibi olmadığımız her cüzî hakkında ulaştığımız bu küllî doğrultusunda hükmederiz. Çünkü o cüzî de asla diğerlerinden farklı olmayacaktır ve hiçbir zaman küllîye muhalefet etmeyecektir. Zira (cüzî) konuluşunun aksine bulunmaz. Yüce Allah: "Eğer o Allah'tan başkasından gelseydi, on­da çok aykırılıklar[17] bulurlardı"[18] buyurur. Hal böyleyken, külli­den hareketle cüzînin hükmüne ulaşıldıktan sonra, ayrıca cüzînin dikkate alınmasının ne anlamı vardır?
Cevap: İtiraz genel olarak yerindedir. Ancak detaylara indiği­mizde doğru değildir. Çünkü, zarurî esasların korunmasının mu­teber olduğu bilinse de, korunmanın belli bir yönden olduğu biline­mez. Çünkü korunmanın çeşitli yolları vardır ve akıl bunları kav­rayabilir de kavrayamaz da. Kavrayabilse de, belirli bir zaman ya da mekân veyahut da âdete nisbetle kavrayabilir; daha farklı za­man, mekan ya da âdete göre kavrayamayabilir. Bu durumda, onun mutlak olarak dikkate alınması, bizzat kaidenin kendisinin ihlâli olur Meselâ küt bir âletle (musakkal) Öldürme olayında şöyle de­mişlerdir: Eğer böyle bir âletle gerçekleştirilen öldürme olaylarında kısas uygulanmazsa, o zaman kısas ile cinayetlerin önü alınamamış olur. Çünkü kısas, sadece kesici ve delici âletle (muhadded) öldür­me durumlarına hasredilmiş olacak, öldürme cinayetine giden kapı kap atıl amamı ş olacaktır. Tek kişinin birden fazla kimse tarafın­dan birlikte öldürülmesi durumunda (kısasın uygulanmaması) [12] halinde[19] de vaziyet aynıdır. Hasta iken namazda ayakta durmak' gibi zarurî olan şeylerde, hâcî esaslarla ilgili kaidenin bir gereği olarak azimet olan emir ve yasakların hükmünü ortadan kaldıran diğer ruhsatlar da bunun gibidir.[20] Aslında şahinliğini engelleyici kaidelere rağmen, istisna yoluyla sahih kabul edilen muameleler de bu türdendir; Arâyâ, kırâz (mudârabe), müsâkât, selem, karz vb. muameleler gibi.[21] Eğer biz, bütün zarurî olan esasları dikkate al­saydık, o zaman bu, hâcî esasları veya bizzat zarurî olanları ihlâle uğratabilirdi.[22] Ama biz böyle yapmaz da, her mertebede onların cüzîlerini de dikkate alırsak, bu o mertebede ve diğer mertebelerde bulunan küllilerin korunması anlamına gelir. Çünkü bu üç merte­be birbirine hizmet eder; bazısı bazısını tahsis eder. Durum böyle olunca da, hepsinin kendi yerinde ve içerisinde bulunduğu hale göre dikkate alınması ve değerlendirilmesi gerekecektir.
Yine Sâri' Teâlâ bazen, bunlardan[23] hakkında bir nass olma­dıkça akılla asla kavranması mümkün olmayan şeyleri dikkate alır. Bunlar, cüzîyyât konusunda şer'îatın hakkında beyanda bu­lunduğu şeylerin çoğunluğunu oluşturur. Çünkü akıllı kimseler, fetret[24] devrelerinde kendi akılları doğrultusunda bunları koru­makta idiler; ancak bu, insanlar içerisinde âdil olmayan, aralarında hak-nasfet ölçülerine sığmayan bir şekilde oluyordu; bu konuda bir kargaşa yaşanıyordu, bir maslahat elde edelim derken başka bir maslahat ortadan kaldırılıyor, bir ya da daha çok kural ihlâle uğru­yordu. İşte böyle bir ortamda iken, şer'îat maslahat prensibini dik­kate alarak her zaman ve mekanda mutlak hak ve nasfet Ölçülerini ikame eyledi, maslahatlar içerisinden bidüziyelik arzedenlerle başka bir yönden diğer maslahatlarla çatışanları belirtti. Arâyâ vb.tasarrufların istisnasında olduğu gibi. Eğer Sâri', cüzîlerden mut­lak surette yüz çevirseydi, ortaya mefsedetler çıkardı; maslahatlar ortadan kalkardı. Böyle bir sonuç ise şer'îatın maksadına ters dü­şerdi. Çünkü cüzîlerin dikkate alınması, külli esasların korunması yollarından olmaktadır. Zira onlar birbirlerine hizmet etmektedir­ler. Bir cüzîde, üç kaidenin dikkate alınmamış olması hemen he­men olmayacak bir durumdur. Bunlardan bazılarının diğer bazısıy-la çelişir gözüktüğü (tearuz hali) hallerin bulunabileceği ve bu du­rumda daha önemli olanın —tearuz ve tercih bahsinde açıklandığı şekil üzere— Öne alınacağı bilinmektedir. Nasslar ve muteber kı­yaslar, bunu en kâmil bir şekilde içerirler.[25]
Kısaca, cüzîler ele alınırken mutlaka küllilerinin; külliler üze­rinde durulurken de cüzîlerinin dikkate alınması gerekmektedir. Müctehidlerin bakış açılarının ulaşacağı son nokta mutlak surette bu olmalıdır.[26] Onların ictihaddaki başarıları da bu noktada dü­ğümlenmektedir.
İtiraz sadedinde ileri sürülen husus genelde doğrudur: Çünkü küllî esas, herhangi bir cüzî yüzünden ihlâle uğramaz. Cüzî, küllinin etki alanı dahilindedir. Ancak bu, bizzat küllî ve cüzînin zatına nisbetle böyledir; haricî durumlara göre ise böyle değildir. Çünkü insan meselâ, bizzat canlılık özelliğine sahiptir; canlılık irade ile hareket etmek demektir. Bu özellik bazen hastalık vb. bir engelden dolayı ortadan kalkabilir. Bu durumda küllî, haddizatın­da sahihtir. Cüzîlerinden birinin, haricî bir engelden dolayı küllînin mahiyetini dışa vurmaktan geri kalması başka bir durumdur. Bir doktor, küllîye ancak cüzîdeki cereyan ediş ya da etmeyişi açısın­dan bakar; cüzîye de ona götürecek yolla küllîye ulaştırması nokta-[14) sından bakar. Bir doktor olarak o, nasıl ki külliyi incelerken cüzîyi ele almadan edemezse; keza cüzîyi incelerken küllîyi dikkate alma­dan yapamazsa, şer'îatta da durum aynıdır.[27] Sâri' en büyük doktordur. Meselâ şer'îatta, balda insanlar için şifa olduğu bildirilmiş ve doktorlar açısından onda pek çok hastalıklar için şifa olduğu or­taya çıkmıştır. Onda bazı yönlerden zarar da bulunmaktadır ve bu, Yüce Allah'ın bu dünyada yürütmüş olduğu âdetlere uygun tec­rübeler yoluyla elde edilmiş olmaktadır. Âlimler, bu tecrübelere da­yanarak onun genelliğini kayıtlamışlardır. Bu, dinî kaidelerden olan zarurî küllî bir kaideye binaen olmuştur. Bu kaide, şer'îatta haberin, haber konusuna uygun olmaksızın (hilâf-ı hakikat) gelme­sinin imkânsızlığıdır. Öbür taraftan nass, onun şifâ oluşu ötesinde bir tahsis gerektirmemektedir. Bu durumda âlimler şer'î küllî kaideyi harekete geçirdiler[28] ve onunla genel cüzî[29] hakkında hü­küm verdiler. Tecrübî olarak çelişeni bulunmayan yerlerde de aynı şekilde cüzîye de itibar ettiler.[30] Çünkü bal, kendisinde safra galip olan kimselere zararlı olmakta; böyle olmayan kimseler için de şifa olmakta ya da onun için şifa içermektedir.

İtiraz: Bu bir çelişkidir. Çünkü   bu aynı anda cüzînin hem dikkate alınması hem de alınmaması sonucuna götürür.
Cevap: Bu iki ayrı cihetten[31] olduğu için itiraz yerinde değildir. Sonra her cüzînin her hal ve durumda dikkate alınması da ge­rekmez.[32]Aksine bundan maksat şudur: Hakkında küllînin hük­müyle hükmetme doğru bir şekilde gereçekleşmiyorsa, cüzî o za­man dikkate alınır. Arâyâ ve diğer istisnaî tasarruflarda olduğu gi- [15] bi. Bu durumda cüzî ile küllînin tahsis ya da takyidi cihetine gidi­lir ve bu hiçbir zaman cüzî sebebiyle küllînin ihlâli neticesini doğuracak şekilde olmaz.[33] Birinin diğeri ile birlikte dikkate alınması­nın anlamı da işte budur. Meselenin izahı sırasında örnekler geç­miş bulunmaktadır. Bu nokta (yani cüzî üzerinde dururken külliyi gözardı etmemek ya da tersi) üzerinde ihmalkâr davranmak asla doğru değildir. Çünkü bu konuda, meselenin özü (fıkıh) yatmakta­dır. Bu noktayı ihmal ettiği içindir ki, bir çok kimse bu gibi yerler­de hatalar yapmışlardır. Bu durumda yapılacak şey şudur: Mutla­ka Şâri'in maksatları üzerinde mutlak düşünceye ulaşmak ve nass-ları mutlak ve mukayyed olarak araştırmaya tabi tutmak[34]. Mese­lelerin şer'î kaideler doğrultusunca yerlerine oturtulması ve onlara hukukî şekiller verilmesi ancak bu yolla doğru olabilir ve hatalı ol­mayan sonuçlara ulaşılabilir. Tevfik ancak Allah'tandır.[35]


Eser: El-Muvafakat

  • Yeni Ekle
Yorumlar (0)

El-Muvafakat

 

Son eklenen ruyalar

Sitemizde yer alan soruların cevapları özenle islami eserlerden seçilerek yazılmaktadır.
..