İkinci Mesele:


Her bir şer'î delil ya katidir[36] ya da zannîdir. Eğer katî ise, dik-

kate alınması konusunda bir problem yoktur. Meselâ, abdestsizlik halinden (hades) temizlenmenin, namazın, zekatın, orucun, haccın,iyiliği emir, kötülüğü yasaklamanın, birlik olmanın, adaletin vb. gerekliliğini ortaya koyan deliller gibi.

Eğer zannî ise, ya katî olan bir aslı vardır ya da yoktur. Eğer katî bir aslı var ise, aslı gibi o da muteberdir. Eğer böyle bir aslı yoksa, o zaman araştırmak gerekecektir ve hemen onun kabul edi­leceğine dair söz söylemek doğru olmayacaktır. Ancak bu kısım da ikiye ayrılmaktadır:

a) Başka bir esasa ters düşen zannî delil.

b) Ne başka bir esasa ters düşen ne de uygun düşen zannî delil. Böylece tamamı dört kısım olmaktadır.

Birinci kısım: Bu kısmın açıklamaya ihtiyacı yoktur.
ikinci kısım; Yani katî bir aslı bulunan zannî kısım. Bu tür zannî delillerle amel etmek konusu da açık olmaktadır. Vahi d ha­berlerin tümü bu kabildendir. Çünkü bunlar Kitab'm beyanı kabi-lindendirler. Zira Yüce Allah şöyle buyurur: "Sana da insanlara gönderileni açıklayasın diye Kur'ân'ı indirdik"[37]Meselâ, abdest ve gusül taharetlerinin, namazın, haccın vb. şekillerini gösteren ve Kitap'ta mücmel olarak yer alan hususları açıklayan hadisler bu kabilden olmaktadır. Keza birçok alış-veriş türlerini[38], ribâyı vb. yasaklayan hadisler de bu türden olmaktadır. Çünkü bunlar sonuç itibarıyla Allah'ın şu buyruklarına çıkarlar: "Allak alış-verişi helal, ribâyı ise haram kıldı[39]-"Aranızda mallarınızı haksız yollarla ye-meyin'[40] Vâhid haber şeklinde nakledilen ve daha başka beyan çe­şitleri içeren hadislerle, mütevâtir olmakla birlikte delaleti katî ol­mayan hadisler de yine bu kabilden olmaktadır. Meselâ, Hz. Pey-gamber'in 'Zarar ve zararla mukabele yoktur"[41] hadisi de böyledir. Çünkü o, bu anlamda mevcut bulunan katî bir aslın altı­na girmektedir. Çünkü doğrudan zarar vermek ya da zarara zarar­la mukabelede bulunmak şer'îatın hemen her konusunda hem küllî kaidelerde hem de cüzî uygulamalarda yaygın olarak ele alınır ve yasaklanır. Meselâ: "Haklarına tecavüz etmek için onları zararlı olacak şekilde tutmayın[42] "Onları sıkıntıya sokmak için zarar vermeye kalkışmayın[43] "Ana çocuğundan, çocuk kendisinin olan baba da çocuğundan dolayı zarara sokulmasın[44] âyetleri bunlar­dandır. Bu meyanda olmak üzere cana, mala ve ırza karşı tecavüz­de bulunma, öfke, zulüm ve başkalarına zarar verme ya da zararla mukabele anlamı taşıyan herşey yasaklanmıştır. Bunun altına, ca­na, akla, nesle ya da mala karşı işlenen cinayetler de girer. Zararın ve zararla mukabelede bulunmanın yasaklanmış olması, şer'îatta en küçük bir kuşku ve tartışmaya yer bırakmayacak şekilde son de­rece genel bir mahiyet taşır. Vâhid haberleri incelediğimizde onla­rın hep böyle (kesin bir esasa dayalı) olduklarını görürüz.[45]

Üçüncü kısım: Yani katî olan bir esasa ters düşen ve mute-berliğine dair katî bir aslı da olmayan zannî delil: Bu tür delillerin reddedileceğinde kuşku yoktur. Buna iki husus delildir:

a) O şer'îatm esaslarına ters düşmektedir. Onun esaslarına ters düşen sahih olamaz. Çünkü o bu haliyle şer'îattan de­ğildir. Şeriattan olmayan birşey de nasıl ondan sayılabilir?
b) Onun şahinliğine tanıklık edecek bir unsur bulunmamakta­dır. Böyle birşey ise dikkate alınamaz ve itibardan düşer Bu kısma, garib münâsib[46] bahsinde şunu örnek gösterirler: Bir kimse zıhar yaptığında keffaret olarak önce bir köle azad et­mesi gerekir. Eğer buna gücü yetmiyorsa iki ay peşi peşine oruç tutmak zorundadır.  Şimdi böyle bir kimseye daha baş­tan iki ay peşi peşine oruç tutabileceğine dair fetva[47] ver­mek bu kabilden olmaktadır.

Bu kısım iki nevidir:

a) Katî bir esasa muhaliftir ve bu durumda mutlaka reddi ge­rekir.
b) (Muhalefetin) zannî olması ancak bu zannın ya zannî delil yönünden[48] ya da esasın kesinliğinin tahakkuk etmemiş ol­ması açısından gelmesi. Bu konu müctehidlerin üzerinde durduğu bir noktadır. Ancak burada sabit olan şudur: Zannînin katî olan bir esasa muhalefeti, zannîyi mutlak su­rette itibardan düşürür ve bu konu üzerinde ihtilaf bulun­mamaktadır.
Her ne kadar ilk bakışta öyle gözükmese de, zahirî mezhebi aslında bu esası destekleme noktasına çıkar. Çünkü, herkesin itti­fakıyla şer'îatta ihtilaf ve çelişki yoktur.o Allah'tan başka­sından gelseydi, onda çok aykırılıklar bulurlardı"[49] Eğer bu nokta sabitse —ki öyledir—, zahirîye göre bir nassm başka nassa ya da kaideye muhalif olarak gelmesi durumunda çelişkiden bahsedil­mez. (Teşrî sırasında) maslahatların dikkate alındığı görüşünden hareket edildiğinde; zahiriye göre, muhalifte, diğerinde bulunma­yan bizce bilinen ya da bilinmeyen başka bir maslahat vardır. (O yüzden de onu gerektiren delil gelmiştir.) Maslahatın dikkate alın­madığı görüşünden hareket ettiğimizde ise durum daha da açık ola­caktır. Çünkü Sâri' Teâlâ dilediği gibi emir ve yasakta bulunabilir. Bu durumda her türlü takdire göre de iki muhalif arasında çelişki­den söz edilemez.
Bu nokta anlaşıldı ise şimdi şunu arzedelim: Âlimler, haberler bahsinde bir mesele ortaya atmışlar ve üzerinde ihtilaf etmişlerdir. Meselenin aslı şu bizim anlattıklarımıza çıkmaktadır. Onlar şöyle demişlerdir: Vâhid haber, sıhhat şartlarını tam olarak bulundur­duğu zaman acaba Kitab'a arzedilmek zorunda mıdır? Yoksa böyle bir mecburiyet yok mudur? İmam Şâfıî şöyle demiştir: "Böyle bir mecburiyet yoktur. Çünkü sıhhat şartlarının tam olarak bulunması ancak Kitab'a muhalif olmaması halinde mümkün olur" İsâ b. Ebân ise gerekir demiş ve bu mânâda bir hadisi delil olarak kullanmış­tır: Hadis şöyle: "Size bir hadis rivayet edildiği zaman onu Allah'ın Kitâb'ına arzedin; eğer ona uygun olursa onu kabul edin; aksi tak­dirde onu reddedin[50] Bu görüş ayrılığı —görüldüğü gibi— ( deli­lin esasa)   uygun olup olmadığının   tesbiti noktasına   çıkmaktadır.[51] Bu konu —inşallah.— Sünnet delili bahsinde gelecek ve orada izah edilecektir.
Meselenin[52] selef-i sâlihe ulaşan dayanağı bulunmaktadır: Hz. Âişe (ra.), "Şüphesiz ölü, yakınlarının üzerine ağlaması yüzünden azap görür'[53]hadisini, "Hiçbir günahkâr başkasının günah yükü­nü yüklenmez. İnsan ancak çalıştığına erişir[54] âyetinde belirtilen esasa ters düştüğü gerekçesiyle reddetmiştir. Yine o, İsrâ gecesinde Hz. Peygamber'in Allah'ı gördüğüne dair hadisi, "Gözler O'nu görmez'[55] âyetine dayanarak reddetmiştir.[56] Bu haber, diğer sahabîlere göre reddedilmiş değildir. Çünkü bu haber, âyetle çeliş­meyen ve Allah'ın âhirette görülebileceğini ifade eden başka bir esasa dayanmaktadır.[57] Çünkü Allah'ın âhirette görülebileceğine dair hem Kur'ân'da hem de sünnette yer alan ve kesinlik derecesi­ne ulaşan deliller vardır. Görmenin sıhhati konusunda dünya ile âhiret arasında ise bir fark yoktur. Yine Hz. Âişe ve îbn Abbas, el­leri kaba daldırmadan önce yıkama hükmünü getiren Ebû Hüreyre hadisini 'güçlüğün ve takat üstü yükümlülüğün kaldırılmış olması' şeklinde ifadesini bulan kesin bir prensibe dayanarak reddetmişler­dir. Bu gerekçelerini izah sadedinde de: "Peki yalaktan (mihrâs) su alırken nasıl yapacaktır?" demişlerdir.[58]  Yine Hz. Âişe, uğursuzluk[59] hakkındaki İbn Ömer hadisini reddetmiş ve şöyle demiştir: "Hz. Peygamber cahiliye devri inanışlarından bahsediyor­du. (O da onu hakikaten öyle sandı.)" Hz. Âişe bunu yaparken hadis diye rivayet edilen bu sözün katî olan 'Herşey Allah'ın kudret elin­dedir. Onun irade ve kudreti dışında hiçbirşey, birşey yapamaz. Uğursuzluk yoktur, sirayet yoktur" esasına muhalif olduğunu dü­şünüyordu. Hz. Ömer, Şam bölgesine geldiğinde, orada veba olduğu haberini almıştı. O, muhacir ve ensarla istişarede bulundu. (Mek­ke) fethi muhacirleri dışında diğerleri ihtilafa düştüler. Onlarsa Hz. Ömer'in dönmesi konusunda görüşbirliği içerisinde idiler. Ebû Ubeyde ona: "Allah'ın kaderinden kaçmak için mi?" dedi. Bu katî olan bir asla dayanan ictihâdî bir görüş oluyordu. Hz. Ömer: "Bunu senden başkası söylemeliydi yâ Ebâ Ubeyde! Evet, biz Allah'ın ka­derinden, Allah'ın kaderine kaçıyoruz" dedi. Bu görüş de, katî olan bir başka asla dayanıyordu; çünkü sebebler de Allah'ın kaderinden-di. Sonra Hz. Ömer ona bir misalle cevap verdi ve: "Ne buyurursun? Senin develerin olsa da iki taraflı bir vadiye inseler, tarafların biri verimli, diğeri çorak olsa, verimli yerde otlatsan da Allah'ın kade­riyle otlatmış, çorak yerde otlatsan da Allah'ın kaderiyle otlatmış olmaz miydin?" dedi, sonra da her iki aslın da dikkate alındığım içeren veba hadisini bildirdi.[60]

Şeriatta, bu kabilden pek çok örnek vardır. Selefin, onları dik­kate aldıklarını gösteren nakiller ise çoktur.
İmam Mâlik b. Enes, birçok yerde bu esasa itimad etmiştir: Köpeğin yalamasından dolayı kabın yedi defa yıkanması hadisi hakkında: "Hadis gelmiş ama, doğrusu gerçek olduğunu bilmiyo­rum" demiştir. İmam bu hadisin zayıf olduğunu söyler ve şöyle der­di: "Tuttuğu avı yeniyor. Bu durumda onun salyası nasıl kerih gö­rülür"[61]  Alış-veriş akdinde meclis muhayyerliği konusunda gelen hadis hakkındaki, "Bunun bizce belli bir sının yok; bu doğrultuda bir teamül de yok" sözü de bu noktaya çıkar. O bu sözüyle şöyle demek ister: Meclis, müddet bakımından bilinmemektedir. Akit sı­rasında taraflardan birisi belirsiz bir müddet muhayyerlik şartı ile­ri sürecek olsa icmâ ile o akit bâtıl olmaktadır. Bu durumda, şer'îatm ileri sürdüğü bir şart gereği caiz olmayan bir hüküm nasıl şer'îatta sabit olabilir?[62] Bu haliyle o, icmâya dayanan bir esasa [22j başvurmuş oluyordu. Sonra, garar ve bilinmezlik kaidesi katı ol­maktadır. Bu durumda o, bu zannî hadisle[63] tearuz halinde bulun­maktadır.
Soru: İmam Mâlik, temlik[64] konusunda meclis muhayyerliğini kabul etmiştir. Buna ne demeli?
Cevap: Talakın garara talik edilmesi ve meçhul durumlarda sabit olması[65] mümkündür. Bu durumda aralarında bir terslik yoktur. Alış-veriş konusu ise böyle değildir.
İmam Mâlik'in, "Kim ölür ve üzerinde oruç borcu olursa, velisi onun adına tutar" ..."Ne dersin'? Şayet babanın borcu olsaydı..." hadislerini[66] dikkate almaması da bu kabildendir. Çünkü bunları, "Hiçbir günahkâr başkasının günah yükünü yüklenmez. İnsan an­cak çalıştığına erişir'[67] gibi âyetlerde ifade edilen küllî ve Kur'ânî esasa[68] ters görmüştü. Nitekim aynı tavrı Hz. Âişe de îbn Ömer ha­disi karşısında göstermişti. İmam Mâlik, içerisinde ganimetin tak­siminden önce deve ve koyun eti pişirilen tencerelerin devrilmesi hadisini de, mesâlih-i mürsele diye ifade ettiği güçlüğün kaldırıl­ması esasına dayanarak inkar etmiş ve  ihtiyaç duyan kimse için,taksimden önce ganimet malları arasında bulunan yiyeceklerden[69] yemesini caiz görmüştür. İbnu'l-Arabî böyle demiştir. Hadis sabit olduğu halde, sedd-i zerîa[70] prensibine itimatla Şevval ayında altı gün oruç tutmayı yasaklamıştır. "Sizlere ... sizi emziren süt anne­leriniz, süt kardeşleriniz... haram kılındı'[71] şeklindeki Kur'ânî esa­sa dayanarak süt emme konusunda beş ya da on defa emme gibi getirilen şartları dikkate almamıştır. Onun mezhebinde bu kabil­den daha pek çok husus bulunmaktadır.
Bu Ebû Hanife'nin de görüşü olmaktadır. Çünkü o, namazda kahkaha ile gülme haberini[72] kıyas üzerine takdim etmiştir. Zira mesele hakkında icmâ bulunmamaktadır. Kur'a haberini[73] de genel esaslara ters düştüğü gerekçesiyle reddetmiştir. Çünkü esaslar katî, vâhid haber ise zannîdir. Azad işi, bu köleler üzerinde yerini [24] bulmuştur. Azad işi yerini bulduktan sonra onun tekrar kaldırılma­sının mümkün olmadığı konusunda ise icmâ bulunmaktadır. Bu yüzden ilgili vâhid haberi reddetmiştir. Onlar meseleyi bu şekilde izah etmişlerdir. İbnu'l-Arabî şöyle der: Vâhid haber, şer'î kaidelerden birisine ters olarak gelecek olsa, onunla amel etmek acaba caiz olur mu, yoksa olmaz mı? Ebû Hanife: "Onunla amel etmek caiz değildir" demiştir. İmam Şafiî ise caiz olduğunu söylemiş­tir. İmam Mâlik ise mesele hakkında tereddüt etmiştir. Onun bu konudaki meşhur ve esas alınacak görüşü şudur: "Eğer böyle bir hadis başka bir kaide tarafından destekleniyorsa, onunla hükmedi­lir; yalnız kalması durumunda ise terkedilir" Ibnu'l-Arabî, bu izahı getirdikten sonra köpeğin kabı yalaması meselesindeki İmam Mâlik'in sözünü nakleder ve şöyle der: "Çünkü bu hadis iki önemli esasa ters düşmektedir: Birincisi: 'Onların (av hayvanlarının) sizin için tuttuklarından yiyiniz[74] âyeti. İkincisi: Temizliğin illeti hayat­tır. Bu illet ise köpekte de mevcuttur" Arâyâ hadisi, her ne kadar ribâ esası ile çatışmakta ise de, iyilik ve ihsanda bulunma esası onun meşruiyetini desteklemektedir. Ebû Hanife de, aynı illetten hareketle yaş hurmanın kuru hurma karşılığında satılmasını ya­saklayan hadisi kabul etmemiştir. İbn Abdilber şöyle der: Hadis âlimlerinden pek çoğu, birçok sahih vâhid haberi reddetti diye Ebû Hanife'yi eleştiri konusunda haddi aşmışlardır. Çünkü o, bu gibi hadisleri üzerinde görüş birliği edilen hadislerden ve Kur'ân'dan çı­karılan esaslara vuruyordu. Onlara uymayan haberleri reddediyor ve onlara şâz adını veriyordu. Bu prensipten hareketle Irak ekolü, musarrât[75] hadisinin gereği ile amel etmeyi reddetmişlerdir ki, bu aynı zamanda İmam Mâlik'in de görüşü olmaktadır. Çünkü bu ha­disi birçok esasa muhalif görmüşlerdir: Bu hadis herşeyden önce "el-Harâcu bi'd-damân"[76] (Yani semere (nimet) cereme (külfet) karşılığındadır) prensibine ters düşüyordu[77] Sonra birşeyi itlaf eden kimse, onu ya misli ile ya da kıymeti ile tazmin ederdi. Bunların dışında, yiyecek ya da eşya gibi başka bir cins ile tazmin şek­linde bir sorumluluk yoktur[78]. Nitekim İmam Mâlik de bu konuda şöyle demiştir: "Bu ne üzerinde anlaşılan, ne de öteden beri sabit birşeydir" İmam, başka bir görüşünde ise, hadise müsbet bakmış ve hadis için üzerinde ittifak edilen başka bir esasın bulunduğunu ve hükmü diğer esaslarla ters düşmeyecek şekilde o esasa dayandır­manın mümkün olduğunu söylemiştir. Bütün bunlardan sonra me­sele —inşallah— açıklık kazanmıştır.
Dördüncü kısma yani katî bir esas tarafından desteklenmeyen; keza katî bir esasa da ters düşmeyen kısma (zannî delillere) gelin­ce, bu kısım üzerinde durulmaya ihtiyaç vardır. Bu konu garîb münâsib[79] konusu ile ilgilidir.[80] Bu konuda karşı çıkılarak şöyle de­nilebilir: Bunlar kabul edilmez. Çünkü bu, benzeri konuda bilinme­yen bir tarz üzere şer'î bir hüküm isbatı demektir. İstikra da böyle birşeyin mevcut olmadığını göstermektedir. Bu iki unsur, mutlak olarak meseleye yapışmanın zayıflığını ortaya koymaktadır. Çünkü şüphe mahallinde olmaktadır; şüphe ile birlikte de delilin sübûtuna dair zan bulunmaz. Çünkü katî bir esas tarafından desteklenme­mesi hasebiyle o, şer'î esaslara muhalif olmaktadır. Zira uygunlu­ğun bulunmaması muhalefet demektir. Katî bir esasa muhalif olan şey ise merduttur. Dolayısıyla bu da merduttur. Karşı taraf yani bu tür zannî delillerle amel edilebileceği görüşünde olanlar ise şöyle
diyebilirler: Genelde zan ile amel konusu, furû konularında sabit bulunmaktadır. Bu da onlardan biridir. O, her ne kadar bir esasa uygun değilse de, muhalif de değildir. Eğer uygun olmama yönü onun reddi tarafını destekliyorsa, muhalif olmaması yönü de onun kabulü tarafını desteklemektedir. Bu durumda tearuz söz konusu olur ve zan ile amel esası kabul edilir. "Katil vâris olamaz"[81] hadi­si bu kısımdan olmaktadır.[82]Alimler kıyas bahsinde az da olsa garîb münâsib ile amel etmişlerdir. Bu (yani az kullanılması), sıh­hatini gösteren bir delilin olması halinde (onunla amel etmeye) za­rar verecek bir durum değildir.

Fasıl:
Bil ki, burada kesin esasa başvurmaktan maksat, onunla amel etmenin sıhhatine dair kesin delil getirme mânâsına değildir. Meselâ, vâhid haberle ya da kıyas ile amel etmenin vâcib olduğu­na dair delil getirme gibi. Aksine ondan amaç, 'Zarar ve zararla mukabele yoktur'[83] hadisi ile diğer zikredilen meselelerde geçtiği gibi daha Özel bir durumdur.[84] Bu usûlcülerin kastettiği mânâdan farklı bir durum olmaktadır. Allah-u a'lem! [85]


Eser: El-Muvafakat

  • Yeni Ekle
Yorumlar (0)

El-Muvafakat

 

Son eklenen ruyalar

Sitemizde yer alan soruların cevapları özenle islami eserlerden seçilerek yazılmaktadır.
..