Onikinci Mesele:

Her bir şer'î delil şu ihtimallerin birinden uzak değildir:

a) İlk selef döneminde  devamlı ya da çoğu kez olarak kendisi ile amel edilmiştir.

b) Çok nadir olarak ya da belli bir dönem içerisinde amel edil­miştir.

c) Asla kendisi ile amel edilmemiştir.

Böylece delille amel edilip edilmeme konusunda karşımıza üç kısım çıkmaktadır:
Birinci kısım: Devamlı ya da çoğu kez olarak kendisi ile amel edilmiş olması. Böylesi bir delili kullanma ve onun gereği ile amel etme konusunda herhangi bir problem bulunmamaktadır. Tabi olunması gereken sünnet, takip edilmesi gereken doğru yol budur.   Delilin gereklilik (vücup), mendupluk ya da başka bir hüküm gerektirir olması arasında bir fark yoktur. Meselâ, Hz. Pey-gamber'in sözlü beyanları yanında fiili ile taharet, her çeşidi ile farz ve nafile namaz hükümlerini bildirmesi, şartlan ile birlikte zekâtı açıklaması, kurban, akîka, nikah, talak, alış-veriş ve şeriatta yer alan diğer hükümleri söz, fiil ya da takrir (tasvib, onay) yolu ile açıklaması gibi. Onun ve ondan sonra gelen ashabının uy­gulaması da devamlı ya da çoğu kez, bu açıklamalar doğrultusunda meydana gelmiştir. Genel olarak bu gibi yerlerde söz ile uygulama birbirine uygun düşmüş ve herhangi bir şekilde çeliş memiştir. Böy­lesi bir durumda daha sonra gelen ümmetin herhangi bir kayıt aranmaksızın bu tür delilleri kullanmaları ve onların gereği ile amel etmeleri konusunda en ufak bir kuşku bulunmamaktadır. Kim buna muhalefet eder ve ilk nesillerin amel ettikleri deliller doğrultusunda amel etmezse, onun hakkında Hükümler bahsinde küllîliğin ve cüzîliğin dikkate alınması konusundaki husus geçerli olacaktır.[207] Oraya bakılsın. Burada tekrara gerek duymuyoruz.
İkinci kısım: Nâdir hallerde, ya da belli bir hal ya da zamanda kendisi ile amel edilen kısım. Bu durumda bu kısımdan olma­yan başka bir delil tercih edilmiş, devamlı[208] ya da çoğu kez o kulla­nılmış oluyor demektir. İşte o diğeri, tabi olunması gereken sünnet, takip edilmesi gereken yol olmaktadır. Nadir olarak kendisi ile amel edilen delile gelince, onun üzerinde durmak ve gereği doğrul­tusunda amel etmek üzerinde düşünmek, daha yaygın ve daha çok amel edilen delil üzerinde sebat göstermek gerekecektir. Çünkü ilk nesillerin o delile muhalif olan delil üzerinde amelde devamlılık göstermeleri ya şer'î bir gerekçeden, ya da şer'î olmayan bir gerek­çeden dolayı olacaktır. Şer'î olmayan bir gerekçeden dolayı olması , ihtimali batıldır. Şu halde mutlaka şer'î bir gerekçeden dolayı onunla amelde istikrar göstermiş olmalıdırlar[209] Durum böyle olunca nadir hallerde istidlalde bulunulan delil ile amel etmek,—hakikatte bir tearuzdan söz edilmese de[210]— selefin amel için araştırdıkları mânâya ters düşmüş olur. Bu durumda mutlaka on­ların araştırdıkları delili araştırmak ve onların üzerinde devamlı olarak bulundukları delile uygunluk göstermek gerekecektir. Son­ra, nadiren amel edilen delil ile, çoğu kez kendisi ile amel edilmiş olan delilin muhayyerlik gerektirecekleri[211] farzedilse bile, selefin o delille devamlı olarak amel etmiş olmaları, bunun mutlak bir muhayyerlik olmadığını ortaya koyar. Aksine, onların üzerinde de­vamlı bulundukları delil, —diğeri ile amelde bir beis olmasa bile— bir anlamda daha öncelikli olacaktır. Aynen mubahla mendûbun karşı karşıya gelmesi durumunda olduğu gibi. Çünkü bunların ko­numu, mükellefin işlemesine nisbetle tercihe bırakılan şeye benze­mektedir. Çünkü mendûbun kısmen[212] terkinde bir günah bulunmamaktadir. Dolayısıyla mükellef mendup ve mubah karşısında bir nevi muhayyer gibi olmaktadır. Ancak aslında durum öyle de­ğildir; mendûbu işlemesi, mubahı işlemesinden daha uygun olmak­tadır. Aynı durum konumuz için de geçerlidir. Buna ilaveten usûl-cüler, kadâyâ a'yân diye anılan şahsa/hale özel nitelikli nassların bir başka delille desteklenmedikçe kendi başlarına delil olarak kul­lanılamayacaklarını da söylemişlerdir. Çünkü bizzat kendisinde ih­timal bulunduran bu deliller Öte taraftan, sürekli yapılagelen amele ters düşmeme imkânı da taşımaktadır (o yüzden kendileri ile amel edilebilmesi için başka bir delil ile desteklenmesi şartı aranmıştır). Hükümler bahsinde geçen ve bazı sahabîlerin bazı mubahları ter-kettiklerini bildiren (ve onların sanki bu şeylerin mubah olmadığı düşüncesinde oldukları intibaını veren) durumlar bunlardandır. Durum böyle olunca, bu az amel edilmiş delilin karşısında bulunan delil ile amel etme tarafı ağır basmış olacaktır. Bu kısım için pek-çok örnek bulunmaktadır. Ancak bunlar iki gruba ayrılırlar: 1.

Az amel edilmesinin makul bir izah ve sebebi olan deliller. Bu türden olanlarda, sebebin ortadan kalkması durumunda sonuç da ortadan kalkacak şekildedir. Bunun bir çok yerleri vardır; tahdid edilmiş sınırları veya tayin edilmiş vakitleri vb. beyan için vuku bulması gibi.
Meselâ, Cibril'in (as.) Hz. Peygamber'e iki gün imamlık yaptığını bildiren hadis[213] Hz. Peygamber'in namaz vaktini so­ran kimseye: "Bizimle birlikte bu iki gün namaz kıl" buyurması bu türdendir. Hz. Peygamber'in bu soruya cevap olsun i-çin, namazı ikinci günde vakitlerin tam sonunda kılmış olması, kişinin tercihine bırakılan ve artık öte aşması imkânı bulunma­yan vaktin en son dilimini bildirmek içindir. Sonra Hz. Peygamber yazın, şiddetli sıcağın biraz serinlemesini beklemek, yol­culukta iki namazı birleştirerek kılmak vb. gibi bir mazeret olmadıkça devamlı olarak namazı vaktin ilk anlarında kılmıştır. "Kim güneş doğmadan önce bir rekat kılabilirse, o kişi sabah namazına yetişmiş olur.[214] hadisi de aynı şekilde, mutlak olmayıp özür vakitleri ile ilgili açıklama yapmak içindir. Onun içindir ki, normal şartlarda bu vakitte namaz kılma gerçekleşmemiştir. Bunun içindir ki, "Sabah namazını aydınlatın'[215]hadisi doğrultusunda amel et­me görüşünün zayıf kaldığı (mercuhluğu[216]anlaşılmış olur. Eğer hadis sahih değilse, zaten durum açık olur. Ebû Mesûd el-Ensârf-nin, namazı vaktin sonuna bırakması yüzünden el-Muğîre b. Şu-be'ye ; Urve b. ez-Zübeyr'in de aynı şekilde Ömer b. Abdülaziz'e tep­ki göstermelerinin izahı da bu yolla anlaşılmaktadır. Urve bu karşı çıkması sırasında, Hz. Aişe'nin: "Hz. Peygamber ikin­di namazım güneş evin içerisinde iken henüz (batıya doğru meyle­dip de duvara vurup) zahir olmadan kılardı[217] sözünü delil ola­rak kullanmıştır. Hadiste geçen 'kılardı' ifadesi, örfen işin çokça böyle yapıldığım gösterir. Bu haliyle o, Hz. Peygamber'in üzerinde devamlı olduğu bir hususa muhalefet konusunda ona kar­şı delil getirmiş oluyordu. Nitekim Ebû Mesûd da, el-Muğîre'ye kar­şı Cibril'in indiğini, Hz. Peygamber'e namaz kıldırdığını ve sonunda da "işte bu şekilde emrolundun" dediğini ifade eden hadisi delil olarak kullanmış  oluyordu. Hz. Ömer de cuma günü kendisi min-
[60j   berde hutbe irad ederken mescide giren kimseye "Bu hangi sa­at?"[218] demesi vb. de bu türden olmaktadır.

Hz. Peygamber Ramazan gecesini mescidde ihya (te­ravih namazı kılarak) etmişti. Sonra cemaatin çoğalması sebebiyle onlara farz olabilir endişesiyle bunu terketti. Daha sonra hem ken­disi hem de Hz. Ebû Bekir, farklı bir uygulamaya gitmediler. Hz.Ömer devri gelince, o teravih namazını cemaat halinde kıldırdı; çünkü farz olma endişesi artık yoktu. Sonra bu namazın gecenin sonunda kılınmasının, kendisinin yaptığı bu işten daha faziletli ol­duğunu hatırlatmadan da geri kalmadı. Bunun içindir ki, sahabe ve tabiîn neslinden ileri gelen simalar, yatsı namazını kıldıktan sonra evlerine gidip; teravih namazım cemâatle kılmazlardı (gece­nin sonunda kendi evlerinde gecelerini ihya ederlerdi). İmam Mâlik de, güç yetirebilen kimseler için bunu müstahap görmüştür.
Hz. Âişe, Hz. Peygamber'in kuşluk namazını terket-mesini işte bu şekilde izah etmiştir. Kendisi ise, onun terkini gerek­tiren illet ortadan kalktı gerekçesi ile kuşluk namazını kılardı. O şöyle diyor: "Hz. Peygamber'in kuşluk namazı kıldığım asla görmedim.[219] Ben ise bu namazı kılıyorum" Başka bir rivayette ise şöyle demiştir: "Ben gerçekten o namazı kılıyorum. Muhakkak ki Rasûlullah bazı amelleri yapmayı arzu ettiği halde, insanlar onlarla amel ederler de sonra onlara farz kılınır korkusun­dan dolayı onları terkederdin[220] Hz. Âişe, kuşluk namazını sekiz rekat olarak kılardı ve sonra da: "Ebeveynim kabirden çıksa bile yi­ne onları terketmem"[221] derdi. Şimdi biz, (terk delilini) Hz. Aişe'nin anladığı şekilde Hz. Peygamber'in kuşluk namazına müdavimliği terkinin gerekçesine dayandığımızda, kuşluk namazını (müdavim olarak) kılmada herhangi bir sakınca kalmayacaktır.

Bunun bir benzeri de visal orucu ile ilgilidir: Hz. Peygamber iftarsız peşi peşine oruç tutardı. Sonra bu orucu yasakladi Sahabe —Hz. Âişe ve daha başkaları— bu yasağın gerekçesini insanlara acıma şeklinde değerlendirdi ve içlerinden visal orucu tutanlar oldu. Hepsi de bu orucu tutmadılar; içlerinden sadece bu­na güç yetirebilen ve bu oruç sonucunda zayıf düşüp de diğer so­rumluluklarını yerine getiremeyecek bir duruma düşmekten emin olan kimseler tuttu.
Bu kısmın örnekleri çoktur. Bunların alması gereken hükmü, her nasıl olursa olsun gâlib olan amele uygunluk ve nadiren mey­dana gelen uygulamaları onların yaptığı gibi terketmek ya da azaltinaktır. Delil, bir sınır belirleme ve benzeri konularla ilgili ise, Hz. Peygamber döneminde carî olan amel, evlâlığı üzere sü-regelecektir. Aynı şekilde sahabe ve selefden gelen konularda da durum, o konuda Hz. Peygamber'e muvafakat şeklinde olacaktır.[222]Muvafakat etmedikleri gibi gözüken şeylere gelince, onlarda da du­rum aslında öyledir.[223] Geçen üç Örnek üzerinde durulduğu zaman bu durum açıklık kazanmaktadır:

Şöyle ki: Hz. Peygamber'in Ramazan gecesini mes-cidde ihya etmesi (teravih namazını kılması), sonra farz olur korku­suyla mutlak surette terketmesi durumu (yani endişe) daha sonra­ki dönemlerde de geçerlidir. Bu durum, kendilerine uyulan mücte-hid imamlar, âlimler ve fazilet sahibi kimseler için de sözkonusu-dur. Çünkü bunlar, yaptıkları hususlarda ümmetin kendilerine uy­maları için vardırlar. Nitekim beyân bahsinde bu konu ele alına­caktır. Hal böyle iken, âlimin bir fiilde müdavim olduğunu gören bir cahil, o fiilin vacip olduğunu sanacaktır. Sedd-i zerâi' (yani kö­tülüklere götürecek yolların kapatılması) ise dinde istenilen birşey-dir. Bu prensip, şer'îatta kesin bulunan esaslardan biri olmaktadır. Bu kitapta konu ele alınmıştır. Ancak sahabe amel etmişse, —te­ravih namazının cemaat halinde kılınmasında olduğu gibi— o za­man Hz. Peygamber döneminde nâdir olarak gerçekleştirilen uygu­luma doğrultusunda amel etmede bir sakınca olmayacaktır. Onla­rın sünnetleri geçerlidir. Vâcib olma endişesinden Yüce Allah onları korumuştur. Kaldı ki onlar, teravih namazının evlerde kılınması­nın daha uygun olduğu görüşünü taşımakla birlikte bir imam arka­sında cemaatla kılma ve bunda devamlılık gösterme durumunda ol­muşlardır. Ellerinden geldiği kadar da daha uygun olan durum doğrultusunda hareket etmeye çalışıyorlardı. Dolayısıyla hem söz­lerinde hem de uygulamalarında hâkim olan, gecenin evlerde ihya­sının daha doğru olduğu anlayışı idi. Bu yüzden bazı fakihler, Kur'-ân'ı iyi bilmeyen ya da ancak başkalarına uymak suretiyle gayrete gelen kimseler için Ramazan gecelerini camilerde ihya etmenin da­ha isabetli olacağını söylemişlerdir. Böylece onun evlâlığı ruhsat gibi bir mazerete dayalı olmaktadır. Bazıları ise, mutlak surette ev­lerde kılmanın daha üstün olduğunu söylemişlerdir. Bu durumda, öyle ya da böyle Hz. Peygamber'in üzerinde müdavim olduğu şey (yani teravihin cemaatle devamlı kıhnmaması), Öncelikli olmakta;selef-i sâlihînin kabul gördüğü şey de yine sünnet telakki edilmek­tedir. Bu yüzden de bazıları şöyle demişlerdir: "Mescidlerin teravih namazından tümden uzak kalması da uygun olmaz. Çünkü böyle bir tutum, sahabe arasında süregelen amele ters düşmüş olur"
Kuşluk namazına gelince, Hz. Âişe'nin, Hz. Peygamber'i bu na­mazı kılarken hiç görmediğini söylemesi, Hz. Peygamber'in bu na­mazı çok az kıldığının bir delili olur. Sonra sahabeden de, hepsinin bu namazı kıldıklarına dair nakiller yoktur. İçlerinden sadece bazı­ları başkalarına örnek teşkil etmeyecek meselâ ev gibi yerlerde bu­na devam etmişler, bunu yaparken de bu ibadeti kendileri icad et­memişler; sâlih amellerde devamlılık gösterme prensibi gereği amel etmişlerdir. Çünkü Hz. Âişe, bu namazın vâcib kılınması korkusu olmasaydı, Hz. Peygamber'in bu namaza devam edeceği inancında­dır. Bu mânâ (yani halkın bu namazı vacip sanması endişesi), ken­dilerine uyulan din âlimleri için de sözkonusudur. Ancak, gizli yap­mış olmaları örnekliğe mani olacaktır. Bu noktadan hareketledir ki, nafile namazlarda cemaat mutlak olarak meşru kılınmamış; an­cak bayram namazları[224], ay tutulması (husuf) namazı vb. gibi mü-ekked olan bazılarında meşru kılınmıştır. Bunların dışında kalan diğer nafile namazlar için ise, Hz. Peygamber (as.) onların evlerde kılınmalarının daha uygun olduğunu açıklamıştır. Hatta hadislerinde, evlerde kılman nafile namazların mekanların en şereflisi olan kendi mescidinde kılmaktan daha üstün olduğunu açıklamış­lardır.[225]Bunun içindir ki, Hz. Peygamber Müleyke'nin evinde cemaatle iki rekat namaz kıldırmış, teyzesi Meymûne'nin evinde gece cemaat olarak İbn Abbâs'a namaz kıldırmıştır. Bunla­rı ne insanlar içerisinde yapmış, ne de bu doğrultuda onlara emir vermiştir. Bunları aşikâre yapmadığı gibi çok da yapmamıştır. Ak­sine nafile olan amellerini, münferid halde yapıyordu. Bütün bu emareler, bunların selef-i sâlih arasında da yayılmamış ve onların bu ameller üzerinde müdavim olmamaları hususu da eklenince, onun zayıf kaldığını (mercûh); üzerinde bulundukları genel ve galip olan uygulamaların ise kendileriyle amel için daha uygun ve layık olduğunu göstermektedir. Biz sedd-i zerâi prensibine baktığımız zaman, bu gibi konularda (Hz. Peygamber zamanında nadir olarak işlenen amellerin işlenmesi halinde halk onları için vacip sanacak­larından) durum zorlaşır. Dolayısıyla evvelkilerin üzerinde müda­vim oldukları amelin işlenmesi daha uygun olur. İmam Mâlik'in de kabul ettiği görüş budur. Çünkü onun, nafile namazlarında iki yada üç kişi ile ve yayılmayacak tarz ve şekilde olması halinde cema­at olmayı caiz gördüğü rivayet edilmektedir. Böyle olmaması halin­de ise o, nafile namazlarının cemâatle kılınmasını mekruh görüyor.
Visal orucuna gelince, bu konuda daha doğru ve uygun olanı, onların çoğunluğunun üzerinde olduğu uygulamadır. Seleften seç­kin sahabeler visal orucunu tutmamışlardır. Halbuki onların oruç­lu hali diğerlerinin oruçsuz hallerinden farksızdı; çünkü Yüce Allah onlara bir güç ve kuvvet veriyordu. Nitekim Hz. Peygamber'in Ben Rabbim katında gecelerim; O beni yedirir ve içirir"[226] buyruğu seçkin zevatın hallerini yansıtan bir örnek olmaktadır.Buna rağmen onlar visal orucunu tutmamışlardır. Kaldı ki (Abdul­lah b. Amr gibi) sahabe içerisinden (geceleri iftar ederek) devamlı o-ruç tutanlar yaşlanıp zayıf düşünce: "Keşke, Rasûlullah'ınruhsatını kabul etseydim" diye temennide bulunmuştur.[227] Sonra sâlih ameller üzerinde devamlılık talebi, sonunda usanır ve tümden bırakır korkusuyla kolaylık ve orta yolcu bir esas üzerine oturtul­muştur. Bu konu Hükümler bahsinde ele alınmıştı.[228] Dolayısıyla, doğru ve daha uygun olanı, orta hal üzere yormaktır. Bu ise, ço­ğunluğun amel edegeldiği şeyi esas almakla olacaktır. Böylece, bu türden olan diğer benzeri durumları da bu esasa göre değerlendir­mek mümkün olacaktır.

İkinci kısım: Ona muhalif olan, ancak çeşitli şekillerde gelen kısım: Bunları aşağıdaki şekillerde sıralamak mümkündür: 1.
Vukuu üzerinde görüşbirliği olmakla birlikte, meselenin bizzat kendisinin çeşitli yorumlara açık olması[229]. Bunun neticesinde de, müctehidin kendince daha güçlü gözüken tarafa meyletmesi ve böy­lece arada ihtilafın doğması, ya da meselenin bizzat vukuunda ihti­lafın bulunması.[230] Bu durumda sorumluluktan kurtulmanın en iyi yolu, ihtiyatlı davranmaya en uygun olanı nâdir olanın terki ile bir­likte yaygın ve galip olan uygulama doğrultusunda amel etmektir.
Meselâ, bir adamın başka bir adama, saygı ve ikram olsun diye ayağa kalkmasını ele alalım: Süregelen uygulama, böyle bir davra­nışın gösterilmemesi şeklindedir. Sahabe, yanlarına Hz. Peygam­ber'in gelmesi halinde ayağa kalkmıyorlardı ve O mecliste neresi boş ise oraya otururdu. Selefin sürekli a-yağa kalktıklarına dair bir haber nakledilmemiştir. Eğer onlar saygı için ayağa kalkar olsalardı, mutlaka bu bize ulaşırdı. Ömer b. Abdulaziz, veliahd tayin edildiği zaman kendisine ayağa kalkmış­lardı. Onlara: "Eğer kalkarsanız biz de kalkarız; eğer oturursanız biz de otururuz. İnsanlar, ancak âlemlerin Rabbi'ne kıyamda bulu­nurlar" demiştir. Hz. Peygamber'in amcası oğlu Cafer için ayağa kalkmış olması ve bir başka olayda "Büyüğünüz[231] için ayağa kalkınız'[232] buyurmasını zahiri üzere alsak bile, o zaman daha uygun olanı —daha önce anlatılan gerekçeden dolayı— onun aksi olacaktır. Ama biz onun üzerinde biraz durduğumuz zaman, burada sözkonusu edilen ayağa kalkmanın hürmet ve saygı gösteri­si için olması ihtimali yanında, özlemekten dolayı bir an önce ona kavuşma arzusu ya da mecliste yer açılması ve böylece onun da oturabileceği bir yerin temin edilmesi veya ona herhangi bir şekil­de yardımcı olunması amacı vb. gibi bir başka sebepten de kaynak­lanabileceği görülecektir. Mesele, bu gibi ihtimallere açık olduğuna göre, o zaman bizim süregelen uygulama doğrultusunda hareket et­memiz gerekecektir. Çünkü, bu nadir olan uygulamanın, genel olan uygulamaya (belirtilen ihtimaller sebebiyle) ters düşer olma­ması imkânı bulunmaktadır. Biz uygulanagelen amel doğrultusun­da hareket ettiğimiz zaman, kesin olarak bir delil üzere bulunmuş ve ittifakla da sorumluluktan kurtulmuş oluyoruz. Yorumlara açık olan bu nâdir uygulamaya başvurduğumuzda, güçlü bir muâ-rız sebebiyle onda tutunacak bir yön bulamıyoruz. Ancak zahire tu­tunma gibi bir durum sözkonusu olabilmekte; bu ise (ihtilaf içerme­yen ve yaygın olarak amel edilmiş bulunan) muarız delile karşı ko­yacak güçte değildir.
Kucaklaşma konusunda İmam Mâlik ile Süfyân arasında ge­çen olay da bunun bir benzeridir. Mâlik ona: "Bu sadece Cafer'e hastı" demiştir. Süfyan da: "Eğer biz sâlihlerden olursak, onun için Özel olan bize de özel; onun için genel olan bizim için de genel olur" demiştir. İmam Mâlik'in kucaklama konusunda, sözü edilen pren­sip doğrultusunda amel etmiş olması mümkündür. Böylece o, Hz. Peygamber'in [ 'S'f] Cafer'i kucaklamış olmasını özel bir durum yani amele esas olmayacak bir uygulama olarak kabul etmiş olu­yor. Bu konuda yapılması uygun olan, süregelmekte olan yaygın uygulama doğrultusunda hareket etmektir.

El öpme konusu da —böyle bırşeyi farzetmemiz ya da bu konu­da rivayet edilen haberi sahih saymamız durumunda— aynıdır.. Çünkü Hz. Peygamber'in elini Öpme olayı çok nadir olarak meyda­na gelmiştir. Sonra sahabe ve tabiîn nesilleri içerisinde uygulama hep bunun terki doğrultusunda gerçekleşmiştir. Dolayısıyla bu durum, el öpmenin zayıflığını (mercûhluğumı) ortaya koyar.

Şükür secdesi hakkında da —Hz. Peygamber tara­fından yapıldığını farzetmemiz durumunda— durum aynı şekilde olacaktır. Çünkü Hz. Peygamber kendisine üst üste pek çok sevinç haberi geldiği, üzerine Allah'ın nimetleri yağdığı halde böyle bir secdeye devam etmemiştir. Onun şükür secdesine devam ettiği hakkında herhangi bir nakil bulunmamıştır. Sahabeden de yaygın olarak böyle birşey yaptıkları haberi gelmemiştir. Ancak Ka'b b. Mâlik'in tevbesinin kabul edildiğine dair âyet inmesi üzeri- ne secdeye kapanması gibi çok nadir haller bulunmaktadır. Bu du­rumda şükür secdesinde bulunma, onların büyük çoğunluğunun yaygın olarak gösteregeldikleri tavira muhalefet etmek olacaktır.
İmam Mâlik'in uygulamayı (amel)[233], hadislerden önde tutma-smdaki maksadı işte bu noktadan anlaşılabilir. Zira o, ancak süre­gelen uygulamayı ya da çoğunlukça uygulamaya sokulan hususları dikkate almakta ve —hakkında hadisler bulunsa bile— böylesi ol­mayanları terketmektedir. Kendisi tabiîn nesline yetişmiş ve onla­rın amellerim gözetlemişti. Onların uygulamaları, sahabeden teva­rüs edilegelen uygulamalardan ibaretti. Sahabe arasında yaygın olarak yapılagelen bir amelin bu özelliği gösterebilmesi için mutla­ka Hz. Peygamber'in onu yaygın ya da sürekli olarak yahut da en azından o güçte yapması gerekirdi. İmam Mâlik'e: "Bazı kimseler 'teşehhüd farzdır' diyorlar" denildiği zaman: "Teşehhüdü onlardan başka bilen bir kimse yok muydu?" şeklinde cevap vermişti. Bu ce-vabıyla o, sözü edilen görüşe tepki göstermiş oluyor ve görüşün, se­lefin görüşüne uymayan bir bid'at olduğunu belirtmek istiyordu. Ebû Yusuf, kendisine ezan hakkında sormuştu: "Ona ne ihtiyacın var? Şaşılacak şey, fakih olsun da ezanı sorsun!" dedi ve sonra: "Pe­ki, sizde ezan nasıldır?" diye sordu. Ebû Yusuf da ezan hakkındaki görüşlerini söyledi. İmam: "Bunu nereden aldınız?" diye sordu. Ebû Yusuf da. Hz. Bilal'in Şam'a geldiğinde ondan kendilerine ezan okumalarını istediklerini; onun da onlardan naklettiği gibi okudu­ğunu söyledi. İmam Mâlik şöyle cevap verdi: "Günün ezanı nedir? Günün namazı nedir? (Başka türlü) bilmem. İşte Hz. Peygamber'in müezzini, ondan sonra da oğulları, hem onun [ al^isı^lu] hayatında yanıbaşmda hem de kabrinin başucunda; ondan sonra da Râşid ha­lifelerin huzurunda ezanı okuyagelmişlerdir" Bu sözüyle imam, uygulamaya esas olan ve devamlılık gösteren bir hususun (teamül), uyma konusunda daha güvenilir ve başvurma için de daha yerinde bir esas olduğunu belirtmek istiyordu.Utbiyye'de bu mânâyı ortaya koyan önemli bir esas açıklan­mıştır. Dayandırdığı yer üzerinde düşünen kimse için esas, gerçek­ten çok önemli olmaktadır. Şöyle ki: İmam Mâlik'e şöyle bir soru so­ruldu: "Bir adama sevineceği bir haber gelir ve o sevincinden Al­lah'a şükür secdesinde bulunur. Bu secdenin hükmü nedir?" O Şöy­le cevap verir: "Onu yapmaz. Daha önce geçen insanların uygula­masında böyle birşey yoktur" Kendisine: "Anlattıklarına göre Hz. Ebû Bekir, Yemame gününde Allah'a şükür secdesinde bulunmuş­tur. Bunu işitmedin mi?" dediklerinde: "Ben onu işitmedim. Ben o sözün Ebû Bekir'e isnad edilen bir yalan olduğu kanaatindeyim. Ki­şinin birşey işitip de sonra 'Bu aksini işitmediğim birşeydir.' demesi bir tür sapıklıktır" der. Onlar: "Biz bunu sadece senin gö­rüşünü öğrenmek ve onunla o haberi reddetmek için soruyoruz" dediler. Şöyle cevap verdi: "Sana benden işitmediğin bir başka şey daha söyleyeceğim: Hz. Peygamber'e ve ondan sonra da diğer müs-lümanlara Allah fetihler nasip etmiştir. Onlardan hiçbirisinin böyle birşey yaptığını işittin mi? insanlar arasında ve onlar üzerinde ce­reyan eden olaylar hakkında bir mesele ile karşılaşır ve o konuda onlardan hiçbirşey işitmemiş sen; senin yapacağın da bu olmalı. Çünkü eğer onların konuyla ilgili bir hükümleri olsaydı mutlaka zikredilirdi. Zira daha Önce geçen insanların durumlarını ilgilendi­ren bir konudur. Şimdi şükür secdesi konusunda sen onlardan hiç­birisinin secde yaptığını işittin mi? Bu bir icmâdır. Sana bilmediğin bir durum gelirse onu bırak" Rivayetin tamamı böyle. Esas alınma­sı gereken şeyin —her ne şekil olur ve hangi mahalde bulunursa bulunsun— genel olan uygulama olduğunda bu gayet açıktır. Hal böyle iken, genel ve yaygın olan duruma muhalefet etmesi halinde şaz nakillere ya da nadiren yapılan fiillere iltifat edilmez. 2.
Bu nâdir olan uygulamanın Hz. Peygamber yada sahabe zamanına veya belli bir hale has olması ve bu kayıt hali dı­şında başka şekilde amel edilmesi için hüccet olmaması. Meselâ, Hz. Peygamber'in hasta olması sebebiyle abdest alırken alnına ya da sarığına meshettiği rivayeti bu şekilde izah edilmiştir. Keza kurban etlerinin üç günde bitirilmeyip sonrası için saklanma­sının yasaklanması da bu şekildedir. Tabiî bu izah, daha sonra ver­miş olduğu iznin nesih sayılmaması esasına mebnîdir. Hadis şöyle: Hz. Peygamber kurban etlerinin üç günden fazla tutul­masını yasaklamıştı. Ertesi sene olunca buna izin verdi ve: "Ben si­ze (onu Medine'ye akın eden) yoksullar için yasaklamıştım; şimdi ise yiyiniz, tasadduk ediniz ve (isterseniz) saklayınız'[234] buyurdu. 3.
Hakkında herhangi bir teşrîî hüküm bulunmaksızın yapılmış olması; Hz. Peygamber'in de bilgisi olmasına rağmen sükut etmesi; daha sonra ise o şeyi ne o sahabînin ne de daha başka birisinin bir daha işlememesi; Hz. Peygamber'in de o şeyi şer'î bir hüküm olarak vaz' etmemesi; başlangıç itibarıyla hiçbir kimseye de izin vermeme­si. Bu durumda Hz. Peygamber'in ona karşı ses çıkarmamasının ona ya da diğerleri hakkında verdiği izin sayılması gerekmez. Ebû Lübabe el-Ensârî'nin başından geçen olayda olduğu gibi. Bu zatı Hz. Peygamber bir iş için göndermişti. İşi yaptı ve bu ara­da kendisinin Allah'a ve Rasûlüne hıyanet ettiğini anladı.[235] Bu­nun üzerine hemen kendisini mescidin direklerinden birisine bağ­ladı ve bizzat Rasûlullah çözmedikçe kendisini çözmeye­ceğine de yemin etti. Hz. Peygamber, onun hakkında: "Eğer bana gelseydi, onun bağışlanmasını dilerdim" buyurdu. Sonunda Al­lah'ın hakkında verdiği hükme kadar onu o şekilde bıraktı.[236]

Bu ve benzeri uygulamalar, ne başlangıç itibarıyla ne de de­vam itibarıyla bir meşruiyet hükmü doğurmazlar. Başlangıç itiba­rıyla meşru değildir; çünkü Hz. Peygamber'in izni ile kendisini bağlamamıştır. Devam itibarıyla da olamaz; çünkü Allah hakkında hüküm indirinceye kadar onu o halde bırakmıştır. Bu du­rum, Hz. Peygamber'in zamanına hastır. Zira böyle bir sonuca ancak vahiy yoluyla ulaşılabilir. Onun vefatından sonra ise vahiy kesilmiştir; dolayısıyla böyle bir uygulamayı şer'î bir esas gi­bi kabul ile devam ettirmenin ve benzeri durumlarda uygulamaya koymanın imkânı yoktur. Hem sonra ne o zatın ne de bir başkası­nın Hz. Peygamber zamanında ve daha sonraki dönem­lerde benzeri böyle birşey işlemiş olduğu vaki değildir. Şu halde, böyle birşey ile amelde bulunmak son derece aldatıcıdır. Çünkü } daha öncesinde ona meşruiyet verecek bir teşrî durumu yoktur. Ol­sa bile, uygulamanın aksi doğrultuda gelmiş olması, o uygulama­nın amel için zayıf kaldığını (mecrûhluğunu) göstermeye yeterlidir.
Nâdir uygulama, bazı sahabîlere ait muvafakat alınmamış şahsî görüşe müstenid olabilir. Olay ictihâdî olmayıp taabbudîlik göstermektedir ve Hz. Peygamber  zamanında olmuştur ama onun bilgisine sunulmamıştır; dolayısıyla onaylama ya da ya­saklama hususu gerçekleşmemiştir. Meselâ Ebû Talha el-Ensârî'-den rivayet edildiğine göre, o Ramazan'da oruçlu iken dolu yemişti. Kendisine: "Oruçlu iken dolu mu yiyorsun?" denildiğinde: "Ne olur ki? Bu sadece gökten inen dolu; onunla karnımızı temizliyoruz. O ne yiyecek ne de içecek" diye cevap vermiştir. et-Tahâvî şöyle yo­rum yapıyor: "Sanıyorum bu, o zatın bir fiilidir ve Hz. Peygamber durumdan haberdar olmamıştır ki, kendisine gerekli olan şeyi öğ­retsin" O şöyle devam eder: Buna benzer şeyler Hz. Peygamber  zamanında da vardı ve Hz. Ömer onları dikkate alma­mıştır. Çünkü bu rivayetlerde Hz. Peygamber'in bu tür olaylara vakıf olduğu ve tepki göstermediği bildirilmemiştir. Ebû Talha'dan nakledilen olayda da durum aynıdır. Rifâa b. Râfi'den rivayet edilen olay da bu kabildendir: O şöyle anlatır: Hz. Ömer'in sağında idim. Bir adam geldi ve: "Zeyd b. Sabit, cünüplük konusun­da insanlara kendi kafasından fetva veriyor" dedi. Hz. Ömer: "Ça­buk onu bana getir!" dedi. Zeyd geldi. Hz. Ömer ona: "Bana ulaştı­ğına göre Hz. Peygamber'in mescidinde cünüplük konu­sunda kendi kafandan fetva veriyormuşsun" diye sordu. Zeyd ona "Allah'a yemin ederim ki, —Ey Mü'minlerin Emiri!— ben kendi ka­famdan fetva vermedim; ancak ben amcalarımdan birşey işittim ve onu söyledim" dedi. Hz. Ömer: "Hangi amcalarından?" diye sordu. O: "Übeyy b. Ka'b, Ebû Eyyûb ve Rifâa b. Râfi'den" dedi. Hz. Ömer bana döndü ve: "Bu genç ne söylüyor?" dedi. Ben de: "Biz Hz. Pey­gamber zamanında bunu[237] yapardık; sonra da yıkanmazdık" de­dim. O: "Bunu Hz. Peygamber'e sordunuz mu?" dedi. Ben: "Hayır!" dedim.... Hadisin sonrasında Hz. Ömer şöyle der: "Eğer bi­rinin bunu yaptığını ve yıkanmadığını bir duyarsam, onu mutlaka iyice cezalandırırım"[238] İşte bu da konumuzla ilgili bir örnek olmak­tadır.[239] Hz. Ömer'in dayanağı şu idi: Bu kendisi ile amel edilme­yen bir görüştü ve herhangi bir şekilde insanların kabul ve ameli-, ne iktiran da etmemişti. Onun terki için bu kadarı yeterli idi. 5.

Az bir süre amel edilmiş, sonra ise neshedilmiş ve böylece tüm­den terkedilmiş olabilir. Bu durumda o, kesin olarak bir delil ola­maz. Bu halde yapılması gereken şey, onun zıddı olan yaygın ve ge­nel uygulama alanı bulan delil doğrultusunda amel etmektir.Bunun da örneği, ölü adına oruç tutma hadisidir. Çünkü bu hadisle ne amel edilegeldiği ne de çokça amel edildiği nakledilme-mistir. Bu konuda rivayetler genelde Hz. Aişe ve İbn Abbas etrafın­da toplanır. Bu hadise ilk muhalefet edenler de onların kendileri­dir. Rivayete göre Hz. Aişe'ye üzerinde oruç borcu olarak ölen bir kadının durumu sorulur. Cevap olarak o: "Onun adına yemek yedi-rin" diye cevap verir. İbn Abbas da: "Hiçbir kimse bir başkası adı­na oruç tutamaz" der. İmam Mâlik der ki: "Ne Hz. Peygamber'in ashabından ne de Medine'de bulunan tabiîn neslinden tek bir kim­senin, birinin bir başkası adına oruç tutmasını veya onun adına namaz kılmasını emrettiğini asla duymadım. Bunları herkes ancak kendi adına yapar" Bu sahabenin büyük çoğunluğunun ve ondan sonra gelen neslin rivayet edilen hadisle ameli terk ettiklerini bil­dirmektedir. İmamın meselede temel aldığı husus işte bu olmakta­dır. Nitekim o, bütün görüşlerinde bu hususu gözönünde bulundur­maktadır.
el-Mufassal'da[240] bulunan tilavet secdesi[241] hakkında kendisi­ne soru yöneltilmiş ve "Sen o âyette secde eder misin?" denmiştir.O: "Hayır!" diye cevap vermiştir. Ona: "Biz bu soruyu sana Ömer b. Abdulaziz hadisi dolayısıyla soruyoruz" dediklerinde İmam: "Bana hadisler içerisinde en sevimli olanı, insanların üzerinde görüşbirli-ği ettikleri hadislerdir. Bu, insanların üzerinde görüşbirliği etme­dikleri hadislerdendir. O sadece insanların sözlerinden bir sözdür. Ondan daha büyük olan Kur'ân'dır. Yüce Allah: "Onda Kitabın te­meli olan muhkem   âyetler vardır..[242]   buyurur.   Kur'ân, önem bakımından daha büyüktür. Onda nâsih ve mensûh[243] vardır. Ha­dislerle onu nasıl bir tarafa itebiliriz? Sonra bu hadis, insanların üzerinde görüşbirliği etmedikleri hadislerden olmaktadır" Bu, tea­ruz eden iki delilden birisi ile amel edilmiş olmasının; o delilin diğe­rini neshetmiş olduğunun belirtisi olduğu konusunda açıktır. Zira onlar, devamlı olarak Hz. Peygamber'den sâdır olan en son uygula­maları esas alıyorlardı. İbn Şihâb'dan da şöyle dediği rivayet edilir: "Fukahâ, Allah Rasûlü'nün hadisleri içerisinde hangisinin nâsih hangisinin mensûh olduğunu öğrenme konusunda çok yoruldular ve âciz kaldılar" Bu söz doğrudur. İmam Mâlik, prensip olarak in­sanların amel edegeldikleri hadisleri alıp, görüşbirliği olmayan ha­disleri atınca, nâsih ve mensûhu ayırmak için kolay bir yol tutmuş oldu. Allah'a hamdolsun!Zikri geçen hüküm altına sokulan daha başka kısımlar da bu­lunmaktadır.

Şu halde amelde bulunan kimsenin, amelinin ilk nesillerin ameline uygun düşmesi doğrultusunda araştırmada bulunması uy­gun olacaktır. Nâdir olan uygulamalara yapışma konusunda nefsi­ne müsamaha tanımamalıdır; ancak çok az olarak ve ihtiyaç anın­da zaruretin bulunması durumunda istisnaî olarak onunla amel etmelidir. Bunun da aşağıdaki gibi şartları olacaktır: Nâdir olan uygulama delili, muhayyerlik mânâsı gerektirecek, nesh ve delilin sahih olmaması korkusu bulunmayacak, yahut delil hüccet olama­yacak derecede yoruma açık olmayacak vb. Bu şartlara rağmen, nâdir olan uygulamayı amele esas alır ve sürekli onunla amel yönü­ne giderse o zaman şu sonuçlar ortaya çıkacaktır: 1.

O amelde müdavim olmamaları cihetiyle ilk nesillere muhale­fette bulunma. Bilindiği gibi ilk nesillere (selef-i sâlihîn) muhalefet çok tehlikeli bir durumdur. 2.

Bunun tabiî sonucu olarak onların üzerinde devamlı oldukları şeyi terketme. Zira farzedilen durum, onların bu tür nâdir uygula­ma delillerinin aksi istikametinde amel edegeldikleri şeklinde idi. Onların devam etmedikleri şey üzerinde müdavimlik, onların de­vamlılık gösterdikleri şeye muhalefet etmek demektir. 3.

Bu tutum, selefin üzerinde bulundukları uygulamaların yok ol­masına, muhalefet ettikleri şeylerin de yayılmasına yol açan bir davranış biçimidir. Zira fiilî olarak gerçekleştirilen uyma, sözle ya­pılan uymadan daha belirgin ve etkindir. Eğer bu kendilerine uyu­lan imamlar tarafından gerçekleştirilirse, durum daha da büyük bir boyut ve ciddiyet kazanır.

İlk nesillere muhalefet durumuna düşmekten aman ha aman sakınınız! Eğer ortada bir fazilet varsa, mutlaka ilk nesiller o fazi­lete daha yakın ve layıktırlar.

Üçüncü kısım: İlk nesillerin hiçbir şekilde amel etmedikleri deliller. Bu kısım, bir önceki kısımdan daha ciddî bir boyut arzeder. Orada geçen deliller aynısı ile burada da öncelikli olarak geçerlidir. Sonra gelenlerin (müteahhirûn) kendi kuruntularına bunları delil olarak kullanmaları asla yerinde değildir ve onlar hiçbir şekilde de­lil olamazlar. Zira eğer delil olsalardı, sahabe ve tabiîn nesillerinin değerlendirmelerinden uzak kalıp da şunlarm onu anlaması gibi bir sonuç asla ortaya çıkmazdı. İlk nesillerin ameli, —terk de olabi­lir— delil sanılan şeyin gereğine nasıl ters düşer ve onunla çatışa­bilir? Sonra gelen nesillerin bu türden delillerle amel etmeleri, ilk nesillerin icmâına muhalefet olmaktadır. İcmâa muhalefet eden her kim olursa olsun hatalıdır. Zira Muhammed ümmeti hata üzerinde görüşbirliği etmez. Onların üzerinde bulundukları fiil ya da terk, sünnettir ve muteber bir durumdur, hidâyettir. İnsan ya hata eder ya da isabet eder. İlk nesillere muhalefet eden kimseler hata üze­rindedir. Bu kadarı delil olarak yeterlidir. Âlimlerin hiçbir şekilde amel etmedikleri zayıf hadisler de bu mesabede sayılmaktadır.

İşte bu noktadan hareketledir ki, ehl-i sünnet âlimleri Râfızîle-rin 'Hz. Peygamber kendinden sonra halife olmak üzere Hz. Ali'yi tayin etti' şeklindeki iddialarına kulak asmamışlardır. Çünkü bütün sahabenin bu iddia aksine hareket etmiş olmaları, onun bâtıl ve dikkate alınmayacağına açık bir delildir. Çünkü sa­habe hata üzerinde görüşbirliği etmez. Çoğu zaman bid'at ve sapık mezhep sahiplerinin Kitap ve sünnet ile iddialarını desteklemeye çalıştıklarını görürsün; bunlar keyfi yorumlar yaparlar, onların müteşâbihlerine sarılarak havayı bulandırmak ve böylece halka  karşı kendilerinin hak üzere oldukları intibaını vermek isterler.
Bunun pek çok örnekleri vardır: Meselâ bâtınîlerin kendi çirkef görüşlerine bilinen meşhur tevillerle   istidlalde bulunmaları gibi. Kitap bahsinde —inşallah—   bu konuda açıklamalar gelecektir. Tenasüh[244] inancında olanların kendi inançlarına ''İstediği şekilde seni terkip eden.,[245]âyetini delil olarak kullanmaları gibi. Pek çok itikadı mezhep mensupları, kendi görüşlerinin doğruluğunu or­taya koyabilmek için  Kitap ve Sünnet'in zahirine sarılma yoluna gitmişlerdir. Halbuki bu görüşler ilk nesillerce ne sözü edilmiş ne de onlardan hiçbir kimsenin aklından geçmemiş şeylerdir. Hâşâ böyle şeyleri düşünmekten onlar uzaktırlar. Kur'ân'm koro halinde okunmasının [246] , halka halinde yüksek sesle zikir çekmenin câizli-ğine dair "Allah'ın kitabını okumak ve aralarında müzakere etmek için bir kavim toplanırsa..[247]"Allah'ı zikrederek bir kavim topla­nırsa...[248] gibi   zikir meclislerinin fazileti hakkında gelen hadis­lerle istidlalde bulunma çabaları da aynıdır.Keza müezzinlerin geceleyin (evlere vurarak) çağırmasının ca-izliğine de "Sabah akşam, Rablerinin rızasını isteyerek O'na çağı­ranları! yalvaranları[249] kovma,[250] ve "Rabbinize gönülden (tazarru ile) ve gizlice çağırın I yalvarın'ü[251] âyetleri ile delillendir-me çabaları da böyledir. Geceyi ihya edenlerin Kur'ân'ı cehri ola­rak okumalarını da delil olarak kullanmışlardır. Mescidlerde ve başka yerlerde raksetnıenin (oyun, dans) câizliğine, Habeşlilerin mescidde kılıç-kalkan oynadıklarını belirten hadisle ve bu hadiste bulunan Hz. Peygamber'in onlara: "Haydi bakalım ey Erfide oğulları!'[252] buyurmasım delil olarak kullanma çabaları da aynıdır.                                                                                                   

Bir bid'at koyan ya da selef-i sâlih zamanında bulunmayan ve sonradan ortaya çıkan birşeyi güzel gören ve bu tavrını destekle­mek için de şöyle bir delil getirmeye çalışanlar vardır: "Selef-i sâlih, Hz. Peygamber zamanında bulunmayan bazı şeyler orta­ya koymuşlardır. Meselâ, Kur'ân'ın mushaf haline getirilmesi, ki­tapların tasnif edilmesi, divanların kurulması, zenâatkârların taz-rr.inle sorumlu tutulmaları ve benzeri usûlcülerin mesâlih-i mürse-le bahsinde zikrettikleri diğer örnekler gibi" Böyle bir yaklaşım ser­gileyen bu kimseler meseleyi karıştırmakta ve hata etmektedirler. Fitne ve fesat çıkarmak, keyfi tevillere girişmek için şer'î nasslar içerisinde bulunan müteşâbihâta yapışmışlardır. Böyle bir yakla­şım din adına tümden hatadır ve inkarcıların yoluna uymaktan başka birşey değildir. Çünkü böyle bir yola başvuran ve keyfi tevil­lere girişen kimseler, ya şer'î kaynaklardan selefin anlayamadığı şeyleri anlamışlardır; ya da onların anlayışından sapmışlardır. Doğru olan bu sonuncusudur. Zira seleften ilk nesiller (mütekaddi-mûn), doğru yol üzere idiler; zikri geçen vb. delillerden de ancak üzerinde bulunageldikleri şeyleri anlamışlardır. Bu sonradan icad edilmiş şeyler ise onlar zamanında yoktu; onlarla amel etmiş de de­ğillerdi. Bu durum, sözü edilen delillerin sonradan icad edilen o mânâları asla içermediğini gösterir. Onların sonradan icad edilen mânâlara muhalif olarak amelde bulunagelmeleri de sonradan or­taya çıkıp da yeni yeni mânâlar çıkaran kimselerin istidlallerinde, uygulamalarında hatalı olduklarını, bu tavırlarıyla Sünnete muha­lif düştüklerini gösteren icmâî bir delil olur.

Bu tür istidlallerde bulunan kimselere şöyle denilir: Senin or­taya çıkardığın bu mânâ, ilk nesillerin uygulamasında yer alıyor mu? Yoksa onların uygulamaları içerisinde böyle birşey yok mu? Eğer olmadığını sanıyorsa —ki mutlaka öyle olması gerekiyor— o zaman kendisine: Senin dikkatinden kaçmayan birşey hakkında onlar gaflet içerisinde mi idiler? Yoksa onlar câhil mi idiler? Tabiî bu soruya evet diyemeyecektir; çünkü böyle bir cevap kendisinin rezil ve rüsvaylığını ortaya koyacak ve icmâm delinmesi gibi bir so­nucu getirecektir. Eğer o: Onlar diğer delilleri bildikleri gibi bu de­lillerin kaynaklarından da haberdar idiler, derse ona bu kez: Peki, sence onlarla bu delillerin gereği ile amel etme arasına giren ve on­ları amelden engelleyen şey ne idi? Niçin bunları bırakarak başka delillere gittiler? Onların bu tutumu —Ey yalancı!— senin değil de onların hata üzerinde birleşmelerinin bir sonucu olmaktan başkası olabilir mi? Halbuki kesin şer'î ve örfî deliller bunun aksini söylü­yor. Dolayısıyla selef-i salibin üzerinde bulunduğu uygulamalara ters düşen her yeni şey sapıklığın tâ kendisidir.

Eğer bu sahip olduğu görüşün evvelki nesiller içerisinde sükût geçilmiş (meskûtun anh) konulardan olduğunu iddia ederse bakılır: Eğer meskûtun anh olur ve deliller içerisinde ona cevaz bulunursa o zaman zaten muhalefetten söz edilmez. Muhalefet, onlardan nak­ledilenin zıddına hareketle inad göstermesi durumundadır ve bu, münker olan bid'at olmaktadır. Bu durumda ona şöyle denilir: Ha­yır (bu sükût değil) aksine muhaliftir. Çünkü şer'îatta sükût geçi­len konular iki kısımdır:

a) Hz. Peygamber zamanında esbâb-ı mûcibesi oldu­ğu halde sükût geçilmiş ve ve hakkında o zamanda bulunan hükümler ötesinde ilave bir hüküm getirilmemiştir. Bu du­rumda (ziyadeye gidilerek) ona muhalefet imkânı yoktur. Çünkü selefin şunlarm amel ettiği şeyi terketmiş olmaları ona zıt düşmektedir. Kim şeriata onda olmayan birşey ekle­mek isterse Sünnete muhalefet etmiş olur. Nitekim Makâsıd bölümünde bu husus açıklanmıştı,

b) Hz. Peygamber zamanında esbâb-ı mûcibesi bu­lunmayan ve bu yüzden de hakkında sükût geçilen konular. Bunlar daha sonra meydana gelmiş ve bu gibi durumlarda genel prensiplerden hareketle şer'îatm ruhuna uygun hü­kümler konulmuştur. Bunlar mesâlih-i mürsele diye anıl­maktadır. Bu esas, şer'î hükümlerin üzerine kurulduğu esas prensiplerden biri olmaktadır. Çünkü bu prensip de —usûl kitaplarında belirtildiği gibi— şer'î delillere dönük olmakta- : dır. Dolayısıyla bunların bid'at cinsi altına sokulması sahih değildir. Sonra mesâlih-i mürsele —delil olarak kabul edenlere göre— asla taabbudî konularda geçerli değildir. Bu prensibin geçerli olduğu saha, ümmetin varlığını sürdürmesi ve fertlerinin âdetlerle ilgili tasarruflarında kollanması ge­reken konulardadır. Bu yüzdendir ki İmam Mâlik, -ki o mesâlih-i mürsele ile amel konusunda en geniş davranan­dır— ibâdetler konusunda çok titiz davranmakta ve ibadet­lerin mutlaka ilk nesillerin uygulamasına uygun düşmesi konusunda ısrar etmektedir. O yüzden de delillerin mutlak !ifadesi yasak getirmese bile   bazı şeyleri yasaklamış, bazı
şeyleri de mekruh görmüştür. Çünkü onun kabul ettiği pren­sibe göre, bu tür delillerin mutlak ifadeleri uygulama ile ka­yıtlanmış olmaktadır; dolayısıyla onların üzerine bir ilave getirmek mümkün değildir. Usûl kitaplarında yine bildirildi­ği üzere, mutlak bir nassa rağmen eğer uygulama belli bir şekil üzere cereyan etmişse, mutlak olan o delil, bir başkası hakkında hüccet olmaz.[253]

Hasılı, hakkında mutlak bir delil bulunan bir durum hakkında emir ya da izin bulununca, ilk nesillerin de onunla ilgilendikleri ve gereğince amel edegeldikleri görülürse, o şeyde uygulama dışın­da başka bir şekilde de amelin olabileceğine dair bir delil olamaz.Aksine onun (mutlak ifadenin), sözkonusu farklı şekle de delalet edebilmesi için tabi olacağı bir delile muhtaçtır. Bütün bunlar bu kitapta Emir ve Nehiy konusunda, fakat başka bir açıdan açıklan­mıştır. Şu halde selef döneminde mevcut uygulamaya muhalif olan görüşler sükût geçilmiş (meskûtun anh) konulardan değildir. Keza bunlar mesâlih-i mürsele kabilinden de değildir. Şu halde geriye sadece, selef-i sâlihin uygulamasına ters düşme durumu kalmakta­dır. Ayakların kayması için de bu kadarı yeterlidir. Tevfîk ancak Allah'tandır.

Fasıl:

Bil ki: Selef-i sâlihînin uygulamasına muhalefet hep aynı kate­goride değildir. İçlerinde hafif olanları olduğu gibi şiddetli olanları da vardır. Bu konunun açıklanması uzun izahlara ihtiyaç gösterir. O yüzden bunu müctehidlerin değerlendirmelerine bırakalım. An­cak muhalif durumunda olanlar iki gruptur:
a) İctihad ehlinden olanlar. Böyle birisi içtihadında ya bütün gayretini kullanmış olur[254]; ya da öyle olmaz. Eğer Öyle ise, onun için bir günah sözkonusu olmaz ve o her halükârda sevap alır. Eğer içtihadın tam hakkını vermez ve taksir gösterirse, o zaman o kişi usûlcülerin belirttiği üzere günah­kar olur.

b) İctihad ehlinden olmayanlar. Böyle bir kimse kendisini mu­halefet içerisine yanlışlıkla ya da mugalata sonucunda sok­muş olmaktadır. Çünkü böyle bir kimsenin muhalefete yet­kisi olduğuna dair ehil kimseler tarafından şehadette bulu­nulmamış; kendileriyle birlikte bunların da meseleye dahil olduklarını kabul etmemişlerdir. Böyle bir kimsenin tavrı kötü karşılanmış ve yerilmiştir.
Selef-i sâlihin (mütekaddimîn) uygulamasına muhalefet ancak bu tip insanlardan sudur eder. Çünkü müctehidler, her ne kadar mesâilde ihtilaf etmişlerse de, ihtilafları genelde iki noktada topla­nır: a) Ya ilk nesillerin üzerinde ihtilaflı oldukları[255] konularda ih­tilaf etmişlerdir. Bu kısımda ilk nesillerin amel konusunda da ihti­laf etmeleri lazım gelir, b) Ya da bir mesele ki, mütekaddimîn (meselâ sahabe) için görüş itibarıyla ihtilaf ortaya çıkmaz ve her­kes kendi görüşü doğrultusunda istidlalde bulunmaz. Buna rağmen kendilerinden amel konusunda farklı durumlar rivayet edilir. Müc-tehidlerin ihtilafı ikinci olarak işte böyle bir konuda olur.[256]
İkinci kısma yani içtihada ehil olmayanlara gelince, bunlar amele uygunluk noktasında tercihi gerektirecek unsurlardan ne bulunduğunu bilemezler. Çünkü delilin amele uygunluğu, kullanı­lan delilin bir şahidi olur; onu icmâın tasdik ve teyidi gibi güçlendi­rir. Çünkü amel (uygulama, teamül) bir nevi fiilî icmâ olmaktadır. Delilin amele muhalif düşmesi durumu ise böyle değildir. Çünkü Öylesi bir muhalefet, delili zayıflatır veya onu yalana çıkarır. Sonra delilin amele uygun düşmesi, deliller için sözkonusu olan ve onları zayıflatıcı rol oynayan ihtimallerden[257] uzaklaştırır. Çünkü mücte-hid, ictihad etmek üzere delil üzerinde düşünmeye başladığı zaman pek çok hususları araştırma mecburiyeti hisseder ve bu Önçalışmalar yapılmadan delilin devreye sokulması doğru olmaz. İlk nesille­rin uygulamalarını dikkate almak, deliller için sözkonusu olan ihti­malleri kesin olarak ortadan kaldırır; nâsihi mensûhtan ayırmada yardımcı olur; mücmeli beyan eder.... Bu husus, ictihad yoluna gir­me yolunda büyük bir yardımdır. Bu yüzdendir ki İmam Mâlik b. Enes ve onun görüşünde olan kimseler uygulamaya (amel, teamül) büyük önem vermişler ve onu bir esas olarak almışlardır. Bu tür­den örnekler daha önce geçmiştir. Sonra delillerin zahirleri, ilk ne­sillerin uygulamaları dikkate alınmaksızın değerlendirilmeye kal­kışılırsa, bu tutum, delillerin birbiri arasında tearuz (çelişme) ve ihtilaflara götürür. Bu husus müşahede edilen bir durumdur. Çün­kü nasslarm zevahirinin ilk bakışta tearuz halinde görünmeleri çoktur. Halbuki, şer'îatta tutarsızlık ve ihtilafların bulunmadığı da kesin bir esas olmaktadır.
Bu yüzdendir ki, sapık fırkalardan hiçbirinin, keza usûl ya da furû konularında ihtilaf halinde bulunan hiçbir kimsenin kendi mezhep ve görüşünü desteklemek üzere delillerin zevahiri ile istidlalde bulunmadan âciz kaldıklarını asla göremezsin. Bu tür­den pek çok örnekler geçmiştir. Hatta biz fâsık ve fâcirlerin, pâk şer'îata nisbet ettikleri delillerle kendi fisk ve fücurlarının meşrui­yetini delillendirmeye çalıştıklarını bile görmekteyiz. Tarih ve geç­mişlerin haberlerinden bahseden kitaplarda yer alan ve şer'îat aleyhinde son derece çirkef yorumlar getiren Örnekler vardır. Me­selâ el-Harîrî'nin Dürretu'l-gavvâs adlı eserindeki sarhoşluğun tedavisi hakkındaki alıntıya bakınız.[258] Hatta bazı hıristiyanlar inançları olan teslis akidesini Kur'ân âyetleriyle teyid etmeye çalış­mışlar, sonra hileye başvurup kendilerinin de tevhid konusunda aynen müslümanlar gibi olduklarına dair Kur'ân'dan deliller getir­meye yeltenmişlerdir.[259] "Yüce Allah onların dediklerinden mün-nezzehtir, yücedir, uludur'[260]Bundan dolayı, sert deliler üzerinde duran kimselerin, mutlaka o delillerden ilk nesillerin ne anladıklarını gözönünde bulundurmala­rı bir mecburiyettir. Onların amel ede gel diklerine uygun düşen de­lil/mânâ, doğru olmaya en layık olandır; ilim ve amel için en uygu­nudur. Bu durumun bir sebebi vardır ki —Allah'ın izni ile— onu da aşağıdaki meselede kısaca zikredeceğiz. [261]


Eser: El-Muvafakat

  • Yeni Ekle
Yorumlar (0)

El-Muvafakat

 

Son eklenen ruyalar

Sitemizde yer alan soruların cevapları özenle islami eserlerden seçilerek yazılmaktadır.
..