Ondördüncü Mesele;
Delillerin mahallerine nisbetle hükümleri ortaya koyması (iktizâ) iki şekildedir:
a) Aslî iktizâ: Bu delalet şekli, arızî durumların ortaya çıkmasından önce aslî olarak ortaya konulan delalet şeklidir. Bu durumda, tâbi ve talî unsurlar (arızî durumlar) dikkate alınmaksızın soyut olarak delilin mahalle delaleti sözkonusu-dur. Meselâ, avın, alış-verişin, icarenin... mübahlığına; nikâhın sünnetliğine, zekat dışında kalan diğer sadakaların mendupluğuna vb. hükmetmek gibi.
b) Tâbi iktizâ: Mahal için sözkonusu olan tâbi ve talî unsurların da dikkate alınarak hükme varılması. Meselâ, nikahın, kadınlara karşı (aşırı) bir arzusu bulunmayan kimse için mubah, zinaya düşme korkusu taşıyan kimse için vacip olduğuna; eğlence kasdı ile yapılan avın mekruhluğuna; ortada hazır yemek varken ya da sıkışık vaziyyette iken namaz kılmanın mekruhluğuna hükmetmek gibi. Kısaca, haricî bir unsurdan dolayı aslî hükmü değişen herşey bu tür delaletin bir gereği olmaktadır.
Amaçlanan şey ortaya çıktığına göre şimdi şöyle bir soru sorabiliriz: jstidlâlde bulunurken, acaba aslî hükmü gerektiren delil ile yetinmek yeterli midir? Yoksa tâbi ve talî (arızî) unsurların da dikkate alınması gerekecek ve böylece mutlaklığı gerektiren delil onları dikkate almayı gerektiren delillerle kayıtlanacak mıdır? Bu, üzerinde düşünülmesi ve tafsile gidilmesi gereken bir konudur.Delili kullanan kimse ya onu fiilî durumdan (vâki') soyutlayarak tek başına ele alır; ya da öyle yapmaz. Eğer soyut olarak ele alırsa, istidlali sahihtir. Yok, onu filî durum kaydı ile birlikte ele alırsa sahih olmaz. Şöyle ki: Delili fiilî durum (vuku) kaydı ile birlikte ele almak, onu belli bir dayanağa (menât) oturtmak demektir. Hükmün dayanağının tayini pek çok olaylarda[265] talî (arızî) unsur ve kayıtların bulunmasını gerektirir ki, mükkellef onların tayin edilmemesi durumunda bunlara (ihtiyaç) hissetmez. Mükellefin (yokluğunu) hissetmeyeceği birşeyi beyan etmek de gerekmeyecektir. Zira buna ihtiyaç yoktur. Dayanağın, istidlal sırasında dikkate alınmasına ihtiyaç duyulan bir unsurla birlikte olması hali ise böyle değildir ve o takdirde mutlaka onun dikkate alınması gerekir.
Meselâ: "İnananlardan oturanlar ile, mal ve canlarıyla Allah yolunda cihâd edenler birbirine eşit değildir[266] âyeti ilk kez indiğinde, aslî hükmü ortaya koymuş oluyordu. Bu hüküm önceden b?l-li kudret ve emre uyma imkânından oluşan aslî dayanak (menât) üzerine oturtulmuştu. Özürlü olanların hükmü inmemişti. Özürlü olan kimse netliğe ulaşamayıp, eşit olmayacağı bildirilen hükmün özürlü özürsüz bütün oturanları kapsadığını zannedince korkuya kapılmış ve bu konuda ruhsat olup olmadığını sormuştur. Bunun [80] üzerine de "özürsüz olarak..." kaydı inmiştir.[267]Bir başka örnek: Hz. Peygamber [ al^ha'iı^tu] âhiret âlemi ile ilgili bir esası belirtmek üzere: "Kim hesaba çekilirse azap görür" buyurunca, Hz. Âişe, Yüce Allah'ın: "Amel defteri kendisine sağından verilen kimse, kolay geçireceği bir hesaba çekilir.[268]âyetinin mânâsını sorar. Çünkü bunu hadisin genel kapsamı altına sokmak kendisine müşkül gelmiştir. Bunun üzerine Hz. Peygamber âyette sözkonusu kolay hesabın "arz" olduğunu, hesaba çekilme olmadığını belirtmiştir.[269]Bir üçüncü örnek: Hz. Peygamber bir hadislerinde: ''Kim Allah ile karşılaşmayı severse, Allah da onunla karşılaşmayı sever; kim de Allah ile karılaşmadan hoşlanmaz ise, Allah da onunla karşılaşmadan hoşlanmaz" buyurmuştu. Hz. Âişe[270], buradaki hoşlanmamadan maksadın ne olduğunu ve onun ölüme karşı cibillî olarak duyulan hoşlanmama hali olup olmadığını sordu. Hz. Peygamber de: "Hayır" buyurdu[271] ve böy-le-ce maksat olan hoşlanmama halinin dayanağı ortaya çıktı. Bir dördüncü örnek: Yüce Allah normal halleri dikkate alarak: "Allah için namaza durun (kıyam edin)'ü[272] buyurmuştur. Kıyam hükmüne normal hal dışında başka bir mahal (menât) ki hastalık oluyor arız olunca Hz. Peygamber bunu (attan düşüp de) böğrü incindiğinde hem söz ile hem de fiil ile açıklamıştır.[273] Başka bir örnek: Hz. Peygamber : "Ben ve yetimin işlerini üstlenen, cennette (şehadet parmağı ile orta parmağını göstererek) şöy-leyiz'[274] buyurmuştur. Sonra üzerinde düşünülmesi gereken başka bir durum sözkonusu olduğunu görünce, Ebû Zer'e: "Sakın ola ki, yetim malı idaresini üstlenmeyesin!" buyurmuştur.[275]
Bu türden Örnekler sayılmayacak kadar çoktur. Şeriatta yer alan bu tür örneklerin istikraya tabi tutulması sonucunda, bu izahın doğruluğunu ifade eden kesin bilgi elde edilmektedir. Bu durumda meselâ genel bir hükmün indiği farzedilse, sonra da onu işiten her bir kimsenin o genel hükmün gereğini kendisine nisbetle Esil yerine getirdiği Öğrenilse, buna verilecek cevap bu kaide doğrultusunda olacaktır. Aynen şunda olduğu gibi: Hz. Peygamber sahabîlerinden birisine şunu tavsiye ederken, bir başkasına daha başka birşeyi tavsiye etmiştir. Meselâ birine (en hayırlı amel hakkında) "Rabbim Allah'tır, de sonra da dosdoğru ol![276] buyururken, bir başkasına "Kızma!"[277] buyurmuştur. Öbür taraftan Allah yolunda harcamaya teşvik ettikten sonra (Ebû Bekir gibi) bazı sahabîlerinden malının tümünü sadaka olarak kabul ederken; kiminden yarısını kabul etmiş, kimisinin getirdiği malları da iade etmiştir[278]
Fasıl:
Menâtı (yani hükmün bağlandığı yeri) belirleyen yerler vardır: 1.
Hükümlerin ortaya konmasını gerektiren esbâb-ı mucibe. Bir âyet ya da hadis bir sebep üzerine gelmiş ise, bu durumda delil o sebebe göre ve gerçekleşen tam beyan doğrultusunda gelecektir. [82] Ayette: "Allah nefsinize güvenemeyeceğini biliyordu; bu sebeple tev-beleriniz kabul edip sizi affettti; artık onlara yaklaşabilirsiniz[279] buyurulmaktadır. insanlar oruç gecesinde kadınlarına yaklaşmama konusunda kendilerine guvenemiyorlardı; bu yüzden âyet gelerek daha önce kendilerine yasak olan şeyi mubah kıldı. Böylece o vakitte bu fiilleri yapmış olmalarının kendilerine bir hıyanet olmaması amaçlandı. "Eğer velisi olduğunuz mal sahibi yetim kızlarla evlenmekle onlara haksızlık yapmaktan korkarsanız, onlarla değil hoşunuza giden başka kadınlarla... evlenin[280] Bu âyet de, adaletle davranamama korkusu üzerine inmiştir. Benzeri örnekleri çoğaltmak mümkündür. Hadiste de: "Kimin hicreti Allah ve Rasûlüne olursa; onun hicreti Allah ve Rasûlünedir.[281] Bu hadîste hüküm, sebep hicret olduğu için hicret örneklemesi ile gelmiştir. Başka bir hadiste: "Vay, ateşte yanacak topuklara![282] buyrulmuştur. Halbuki, topuk dışında kalan diğer uzuvlar da hükümde aynıdır. Ancak, hadiste abdestte yıkanması gereken yerleri tam yıkama konusunda ihmal göstermenin sonucunu belirtmeye, topukların ihmali sebep olmuştur. Bu tür örnekler çoktur. 2.
Bazı mahallerin (menât) hükme dahil ya da hükümden hâriç olduğunun sanılması; aslında ise öyle olmaması.[283] Birincinin örneği daha önce geçen "Kim hesaba çekilirse azap görür" hadisi ile "Kim Allah ile karşılaşmayı severse, Allah da onunla karşılaşmayı sever; kim de Allah ile karılaşmadan hoşlanmaz ise, Allah da onunla karşılaşmadan hoşlanmaz"[284] hadisidir. İkinciye Örnek, Hz. Peygamber'in "Seni çağırdığımda bana cevap vermenden alıkoyan ne idi? Halbuki bana gelenler içerisinde: 'Sizi çağırdığında Allah'a ve Rasûlüne icabette bulunun.' [285] emri bulunmaktadır" hadisi ya da bu mânâdaki sözüdür. Sahabî[286] çağrıya rağmen namazını bozmamıştı. Çünkü içinde bulunduğu bu hali, âyetin kapsamadığını zannediyordu. 3.
Hitap edilen lafzın, başlangıçta maksat anlaşılanı ayacak şekilde mücmel olması ve bu durumda mükellefin amel sırasında açıklamaya ihtiyaç duyması. Bu mücmellik bazen bütün mükellefler için, bazen de sadece bazıları için sözkonusu olur. Genel olup herkes için mücmellik arzedene örnek: "Namazı ikâme edin". "Size rızık olarak verdiklerimizden harcayın" gibi âyetlerdir. Çünkü ilk etapta bunlardan neyin maksat olduğu anlaşılamamaktadır. Daha sonra ise, Hz. Peygamber'in sözlü ve fiilî tasarrufları gelmekte ve bunları açıklamaktadır. Hususîlik arzeden kısma örnek olarak da Adiy b. Hâtim'in durumunu verebiliriz. Bu sahabî imsak vaktini belirten âyette[287] geçen beyaz iplik ve siyah iplik ifadelerinden gerçek ipliği anlamış ve yastığının altına biri beyaz diğeri de siyah iki iplik koyarak onlara bakmış ve birbirinden ayırt edilinceye kadar yiyip içmeye devam etmişti. Onun bu anlayışı yüzünden de âyete "tan yerindp" ilavesi inmişti.[288] Yine aynı sahabînin "Onlar Allah'ı bırakıp hahamlarını, papazlarını... Rableri olarak kabul ettiler"[289] âyeti hakkındaki sorusu da bu şekildedir[290] İbn Ömer'in karısmı hayızli iken boşaması olayı da bu kabildendir. Bunun gibi daha pek çok Örnek vardır.
Bu ve benzeri hükmün bağlandığı yerlerin (menât) belirlenmesini gerektiren yerlerde, her olaya nisbetle mutlaka delilin fiilî duruma (vâki') uygun olarak ele alınması gerekmektedir.
Eğer ortada bir belirleme durumu yoksa, bu durumda delilin vukuu farzedilen fiilî duruma uygun olarak ele alınması sahih[291] olduğu gibi aslî iktizâ üzere delalet eden delilin gereği olarak onu ayrıca ele almak da sahihtir. Taayyün etmeyenin mutlaka tâbi unsurlarının dikkate alınması gerekecektir. (?) Bu durumda şöyle deriz: Âlime, vukuu sırasında tâbi unsurları ve belli bir keyfiyeti o-lan bir durum hakkında soru sorulduğunda, onun ancak fiilî duru-4^ ma göre cevap vermesi sahih olacaktır. Eğer böyle yapmazsa, hükmü sorulan mahhalli (menâtın) dikkate almadığı için hata etmiş olur. Çünkü ona muayyen bir mahal (nıenat) hakkında sorulmuştur; fakat o, belli olmayan mahalle (menâta) göre cevap vermiştir.
İtiraz: Muayyen olmayan menât (hükmün bağlandığı yer), muayyen menatı da içine alır. Çünkü o, âmmm cüzlerinden biridir; ya da mutlaktan bir mukayyeddir,
Cevap: İtiraz yerinde değildir. Çünkü farzedilen durum farklıdır. Burada sözü edilen konu, arızî durumların ortaya çıkması sebebiyle âmm olan menâttan farklılık arzeden hususî bir menât hakkındadır. Nitekim Örnekleri geçti. Eğer birbirlerinden farklı olmadıkları farzedilecek olursa, o zaman verilecek cevap husûsî menâta uygun olarak vuku bulacaktır. Bunun örneği aynen şunu soranın durumuna benzemektedir: "Şu sikke dirhemin, aynı ağırlıkta şu sikke dirhem karşılığında veya sikke olarak basılmış gümüşün aynı ağırlıkta sikke halinde olmayan gümüş karşılığında satılması caiz midir?" Soru sorulan kişi buna şöyle cevap verir: "Dirhem, dirhem karşılığında eşit olarak satılır. Kim artırırsa ya da taraflardan biri diğerinden fazla olursa, o zaman ribâ olmış olur" Böyle bir cevapta, ifade edilen esas ile sorunun cevabı verilmiş olmaz. Zira onun şöyle demesi mümkündür: "Sorduğun şey ribâ kabilinden midir, yoksa değil midir?" Ama soruyu soran: "Dirhemi ağırlığı, sik-keliği ve ayan aynı olan dirhem karşılığında satmak caiz midir?" dese de, o da aynı şekilde cevap verse o zaman soruyu soran kimse, iki dirhemin her yönden birbirinin aynı olduğunu bildiği için maksat hasıl olurdu; ancak arz (?) yoluyla, Gümüşün gümüş karşılığında satılışı sorulsaydı da, o yine bu cevabı verseydi, yine isabet etmiş olurdu. Çünkü bu durumda soru, sadece mutlak menât hakkında sorulmuştur ve o da aslî iktizâ doğrultusunda cevap vermiştir. Bu halde iken, durumu fiilî vaziyete göre tafsil edecek olsaydı, o da caiz olacaktı ve bu durumda pek çok farazî şekil muhtemel olacaktı. Fıkhî mesâil hakkında detaylara giden ve geniş açıklamalar yapan musanniflerin tutumu da bu olmaktadır. Bu yüzden de tedvin edilen eserlerin hacimleri alabildiğine büyük olmuş, fıkhî mesâil sayıca iyice kabarmıştır. Ancak hikmet gereği olmak üzere, âlim soruya, sorunun çerçevesini dikkate alarak cevap vermelidir. Dolayısıyla eğer muayyen olmayan menat hakkında sormuşsa, aslî iktizâ doğrultusunda cevap vermelidir; muayyen menât hakkında sorarsa, o zaman da mutlaka fiilî durumu dikkate almalıdır. Böylece ihtiyaç duyulan her hususa açıklık kazandırılmış olsun. Kur'ân ve Sünnette mevcut bulunan hüküm ve fetvalar üzerinde düşünen kimse, onların bu esasa uygun olduklarını görecektir. Tevfîk ancak Allah'tandır. [292]
a) Aslî iktizâ: Bu delalet şekli, arızî durumların ortaya çıkmasından önce aslî olarak ortaya konulan delalet şeklidir. Bu durumda, tâbi ve talî unsurlar (arızî durumlar) dikkate alınmaksızın soyut olarak delilin mahalle delaleti sözkonusu-dur. Meselâ, avın, alış-verişin, icarenin... mübahlığına; nikâhın sünnetliğine, zekat dışında kalan diğer sadakaların mendupluğuna vb. hükmetmek gibi.
b) Tâbi iktizâ: Mahal için sözkonusu olan tâbi ve talî unsurların da dikkate alınarak hükme varılması. Meselâ, nikahın, kadınlara karşı (aşırı) bir arzusu bulunmayan kimse için mubah, zinaya düşme korkusu taşıyan kimse için vacip olduğuna; eğlence kasdı ile yapılan avın mekruhluğuna; ortada hazır yemek varken ya da sıkışık vaziyyette iken namaz kılmanın mekruhluğuna hükmetmek gibi. Kısaca, haricî bir unsurdan dolayı aslî hükmü değişen herşey bu tür delaletin bir gereği olmaktadır.
Amaçlanan şey ortaya çıktığına göre şimdi şöyle bir soru sorabiliriz: jstidlâlde bulunurken, acaba aslî hükmü gerektiren delil ile yetinmek yeterli midir? Yoksa tâbi ve talî (arızî) unsurların da dikkate alınması gerekecek ve böylece mutlaklığı gerektiren delil onları dikkate almayı gerektiren delillerle kayıtlanacak mıdır? Bu, üzerinde düşünülmesi ve tafsile gidilmesi gereken bir konudur.Delili kullanan kimse ya onu fiilî durumdan (vâki') soyutlayarak tek başına ele alır; ya da öyle yapmaz. Eğer soyut olarak ele alırsa, istidlali sahihtir. Yok, onu filî durum kaydı ile birlikte ele alırsa sahih olmaz. Şöyle ki: Delili fiilî durum (vuku) kaydı ile birlikte ele almak, onu belli bir dayanağa (menât) oturtmak demektir. Hükmün dayanağının tayini pek çok olaylarda[265] talî (arızî) unsur ve kayıtların bulunmasını gerektirir ki, mükkellef onların tayin edilmemesi durumunda bunlara (ihtiyaç) hissetmez. Mükellefin (yokluğunu) hissetmeyeceği birşeyi beyan etmek de gerekmeyecektir. Zira buna ihtiyaç yoktur. Dayanağın, istidlal sırasında dikkate alınmasına ihtiyaç duyulan bir unsurla birlikte olması hali ise böyle değildir ve o takdirde mutlaka onun dikkate alınması gerekir.
Meselâ: "İnananlardan oturanlar ile, mal ve canlarıyla Allah yolunda cihâd edenler birbirine eşit değildir[266] âyeti ilk kez indiğinde, aslî hükmü ortaya koymuş oluyordu. Bu hüküm önceden b?l-li kudret ve emre uyma imkânından oluşan aslî dayanak (menât) üzerine oturtulmuştu. Özürlü olanların hükmü inmemişti. Özürlü olan kimse netliğe ulaşamayıp, eşit olmayacağı bildirilen hükmün özürlü özürsüz bütün oturanları kapsadığını zannedince korkuya kapılmış ve bu konuda ruhsat olup olmadığını sormuştur. Bunun [80] üzerine de "özürsüz olarak..." kaydı inmiştir.[267]Bir başka örnek: Hz. Peygamber [ al^ha'iı^tu] âhiret âlemi ile ilgili bir esası belirtmek üzere: "Kim hesaba çekilirse azap görür" buyurunca, Hz. Âişe, Yüce Allah'ın: "Amel defteri kendisine sağından verilen kimse, kolay geçireceği bir hesaba çekilir.[268]âyetinin mânâsını sorar. Çünkü bunu hadisin genel kapsamı altına sokmak kendisine müşkül gelmiştir. Bunun üzerine Hz. Peygamber âyette sözkonusu kolay hesabın "arz" olduğunu, hesaba çekilme olmadığını belirtmiştir.[269]Bir üçüncü örnek: Hz. Peygamber bir hadislerinde: ''Kim Allah ile karşılaşmayı severse, Allah da onunla karşılaşmayı sever; kim de Allah ile karılaşmadan hoşlanmaz ise, Allah da onunla karşılaşmadan hoşlanmaz" buyurmuştu. Hz. Âişe[270], buradaki hoşlanmamadan maksadın ne olduğunu ve onun ölüme karşı cibillî olarak duyulan hoşlanmama hali olup olmadığını sordu. Hz. Peygamber de: "Hayır" buyurdu[271] ve böy-le-ce maksat olan hoşlanmama halinin dayanağı ortaya çıktı. Bir dördüncü örnek: Yüce Allah normal halleri dikkate alarak: "Allah için namaza durun (kıyam edin)'ü[272] buyurmuştur. Kıyam hükmüne normal hal dışında başka bir mahal (menât) ki hastalık oluyor arız olunca Hz. Peygamber bunu (attan düşüp de) böğrü incindiğinde hem söz ile hem de fiil ile açıklamıştır.[273] Başka bir örnek: Hz. Peygamber : "Ben ve yetimin işlerini üstlenen, cennette (şehadet parmağı ile orta parmağını göstererek) şöy-leyiz'[274] buyurmuştur. Sonra üzerinde düşünülmesi gereken başka bir durum sözkonusu olduğunu görünce, Ebû Zer'e: "Sakın ola ki, yetim malı idaresini üstlenmeyesin!" buyurmuştur.[275]
Bu türden Örnekler sayılmayacak kadar çoktur. Şeriatta yer alan bu tür örneklerin istikraya tabi tutulması sonucunda, bu izahın doğruluğunu ifade eden kesin bilgi elde edilmektedir. Bu durumda meselâ genel bir hükmün indiği farzedilse, sonra da onu işiten her bir kimsenin o genel hükmün gereğini kendisine nisbetle Esil yerine getirdiği Öğrenilse, buna verilecek cevap bu kaide doğrultusunda olacaktır. Aynen şunda olduğu gibi: Hz. Peygamber sahabîlerinden birisine şunu tavsiye ederken, bir başkasına daha başka birşeyi tavsiye etmiştir. Meselâ birine (en hayırlı amel hakkında) "Rabbim Allah'tır, de sonra da dosdoğru ol![276] buyururken, bir başkasına "Kızma!"[277] buyurmuştur. Öbür taraftan Allah yolunda harcamaya teşvik ettikten sonra (Ebû Bekir gibi) bazı sahabîlerinden malının tümünü sadaka olarak kabul ederken; kiminden yarısını kabul etmiş, kimisinin getirdiği malları da iade etmiştir[278]
Fasıl:
Menâtı (yani hükmün bağlandığı yeri) belirleyen yerler vardır: 1.
Hükümlerin ortaya konmasını gerektiren esbâb-ı mucibe. Bir âyet ya da hadis bir sebep üzerine gelmiş ise, bu durumda delil o sebebe göre ve gerçekleşen tam beyan doğrultusunda gelecektir. [82] Ayette: "Allah nefsinize güvenemeyeceğini biliyordu; bu sebeple tev-beleriniz kabul edip sizi affettti; artık onlara yaklaşabilirsiniz[279] buyurulmaktadır. insanlar oruç gecesinde kadınlarına yaklaşmama konusunda kendilerine guvenemiyorlardı; bu yüzden âyet gelerek daha önce kendilerine yasak olan şeyi mubah kıldı. Böylece o vakitte bu fiilleri yapmış olmalarının kendilerine bir hıyanet olmaması amaçlandı. "Eğer velisi olduğunuz mal sahibi yetim kızlarla evlenmekle onlara haksızlık yapmaktan korkarsanız, onlarla değil hoşunuza giden başka kadınlarla... evlenin[280] Bu âyet de, adaletle davranamama korkusu üzerine inmiştir. Benzeri örnekleri çoğaltmak mümkündür. Hadiste de: "Kimin hicreti Allah ve Rasûlüne olursa; onun hicreti Allah ve Rasûlünedir.[281] Bu hadîste hüküm, sebep hicret olduğu için hicret örneklemesi ile gelmiştir. Başka bir hadiste: "Vay, ateşte yanacak topuklara![282] buyrulmuştur. Halbuki, topuk dışında kalan diğer uzuvlar da hükümde aynıdır. Ancak, hadiste abdestte yıkanması gereken yerleri tam yıkama konusunda ihmal göstermenin sonucunu belirtmeye, topukların ihmali sebep olmuştur. Bu tür örnekler çoktur. 2.
Bazı mahallerin (menât) hükme dahil ya da hükümden hâriç olduğunun sanılması; aslında ise öyle olmaması.[283] Birincinin örneği daha önce geçen "Kim hesaba çekilirse azap görür" hadisi ile "Kim Allah ile karşılaşmayı severse, Allah da onunla karşılaşmayı sever; kim de Allah ile karılaşmadan hoşlanmaz ise, Allah da onunla karşılaşmadan hoşlanmaz"[284] hadisidir. İkinciye Örnek, Hz. Peygamber'in "Seni çağırdığımda bana cevap vermenden alıkoyan ne idi? Halbuki bana gelenler içerisinde: 'Sizi çağırdığında Allah'a ve Rasûlüne icabette bulunun.' [285] emri bulunmaktadır" hadisi ya da bu mânâdaki sözüdür. Sahabî[286] çağrıya rağmen namazını bozmamıştı. Çünkü içinde bulunduğu bu hali, âyetin kapsamadığını zannediyordu. 3.
Hitap edilen lafzın, başlangıçta maksat anlaşılanı ayacak şekilde mücmel olması ve bu durumda mükellefin amel sırasında açıklamaya ihtiyaç duyması. Bu mücmellik bazen bütün mükellefler için, bazen de sadece bazıları için sözkonusu olur. Genel olup herkes için mücmellik arzedene örnek: "Namazı ikâme edin". "Size rızık olarak verdiklerimizden harcayın" gibi âyetlerdir. Çünkü ilk etapta bunlardan neyin maksat olduğu anlaşılamamaktadır. Daha sonra ise, Hz. Peygamber'in sözlü ve fiilî tasarrufları gelmekte ve bunları açıklamaktadır. Hususîlik arzeden kısma örnek olarak da Adiy b. Hâtim'in durumunu verebiliriz. Bu sahabî imsak vaktini belirten âyette[287] geçen beyaz iplik ve siyah iplik ifadelerinden gerçek ipliği anlamış ve yastığının altına biri beyaz diğeri de siyah iki iplik koyarak onlara bakmış ve birbirinden ayırt edilinceye kadar yiyip içmeye devam etmişti. Onun bu anlayışı yüzünden de âyete "tan yerindp" ilavesi inmişti.[288] Yine aynı sahabînin "Onlar Allah'ı bırakıp hahamlarını, papazlarını... Rableri olarak kabul ettiler"[289] âyeti hakkındaki sorusu da bu şekildedir[290] İbn Ömer'in karısmı hayızli iken boşaması olayı da bu kabildendir. Bunun gibi daha pek çok Örnek vardır.
Bu ve benzeri hükmün bağlandığı yerlerin (menât) belirlenmesini gerektiren yerlerde, her olaya nisbetle mutlaka delilin fiilî duruma (vâki') uygun olarak ele alınması gerekmektedir.
Eğer ortada bir belirleme durumu yoksa, bu durumda delilin vukuu farzedilen fiilî duruma uygun olarak ele alınması sahih[291] olduğu gibi aslî iktizâ üzere delalet eden delilin gereği olarak onu ayrıca ele almak da sahihtir. Taayyün etmeyenin mutlaka tâbi unsurlarının dikkate alınması gerekecektir. (?) Bu durumda şöyle deriz: Âlime, vukuu sırasında tâbi unsurları ve belli bir keyfiyeti o-lan bir durum hakkında soru sorulduğunda, onun ancak fiilî duru-4^ ma göre cevap vermesi sahih olacaktır. Eğer böyle yapmazsa, hükmü sorulan mahhalli (menâtın) dikkate almadığı için hata etmiş olur. Çünkü ona muayyen bir mahal (nıenat) hakkında sorulmuştur; fakat o, belli olmayan mahalle (menâta) göre cevap vermiştir.
İtiraz: Muayyen olmayan menât (hükmün bağlandığı yer), muayyen menatı da içine alır. Çünkü o, âmmm cüzlerinden biridir; ya da mutlaktan bir mukayyeddir,
Cevap: İtiraz yerinde değildir. Çünkü farzedilen durum farklıdır. Burada sözü edilen konu, arızî durumların ortaya çıkması sebebiyle âmm olan menâttan farklılık arzeden hususî bir menât hakkındadır. Nitekim Örnekleri geçti. Eğer birbirlerinden farklı olmadıkları farzedilecek olursa, o zaman verilecek cevap husûsî menâta uygun olarak vuku bulacaktır. Bunun örneği aynen şunu soranın durumuna benzemektedir: "Şu sikke dirhemin, aynı ağırlıkta şu sikke dirhem karşılığında veya sikke olarak basılmış gümüşün aynı ağırlıkta sikke halinde olmayan gümüş karşılığında satılması caiz midir?" Soru sorulan kişi buna şöyle cevap verir: "Dirhem, dirhem karşılığında eşit olarak satılır. Kim artırırsa ya da taraflardan biri diğerinden fazla olursa, o zaman ribâ olmış olur" Böyle bir cevapta, ifade edilen esas ile sorunun cevabı verilmiş olmaz. Zira onun şöyle demesi mümkündür: "Sorduğun şey ribâ kabilinden midir, yoksa değil midir?" Ama soruyu soran: "Dirhemi ağırlığı, sik-keliği ve ayan aynı olan dirhem karşılığında satmak caiz midir?" dese de, o da aynı şekilde cevap verse o zaman soruyu soran kimse, iki dirhemin her yönden birbirinin aynı olduğunu bildiği için maksat hasıl olurdu; ancak arz (?) yoluyla, Gümüşün gümüş karşılığında satılışı sorulsaydı da, o yine bu cevabı verseydi, yine isabet etmiş olurdu. Çünkü bu durumda soru, sadece mutlak menât hakkında sorulmuştur ve o da aslî iktizâ doğrultusunda cevap vermiştir. Bu halde iken, durumu fiilî vaziyete göre tafsil edecek olsaydı, o da caiz olacaktı ve bu durumda pek çok farazî şekil muhtemel olacaktı. Fıkhî mesâil hakkında detaylara giden ve geniş açıklamalar yapan musanniflerin tutumu da bu olmaktadır. Bu yüzden de tedvin edilen eserlerin hacimleri alabildiğine büyük olmuş, fıkhî mesâil sayıca iyice kabarmıştır. Ancak hikmet gereği olmak üzere, âlim soruya, sorunun çerçevesini dikkate alarak cevap vermelidir. Dolayısıyla eğer muayyen olmayan menat hakkında sormuşsa, aslî iktizâ doğrultusunda cevap vermelidir; muayyen menât hakkında sorarsa, o zaman da mutlaka fiilî durumu dikkate almalıdır. Böylece ihtiyaç duyulan her hususa açıklık kazandırılmış olsun. Kur'ân ve Sünnette mevcut bulunan hüküm ve fetvalar üzerinde düşünen kimse, onların bu esasa uygun olduklarını görecektir. Tevfîk ancak Allah'tandır. [292]
Konular
- Şeri Deliller
- Birinci Taraf: Genel Olarak Deliller
- Birinci Mesele[2]:
- İkinci Mesele:
- Üçüncü Mesele:
- Dördüncü Mesele:[111]
- Beşinci Mesele:
- Altıncı Mesele:
- Yedinci Mesele:
- Sekizinci Mesele:
- Dokuzuncu Mesele:[168]
- Onuncu Mesele:
- Onbırıncı Mesele:
- Onikinci Mesele:
- Onüçüncü Mesele:
- Ondördüncü Mesele;
- İkinci Bakış Açısı: Avârızu'l-Edille
- Birinci Fasıl: Muhkemlik Ve Müteşâbihlik
- Birinci Mesele:
- İkinci Mesele:
- Üçüncü Mesele:
- Dördüncü Mesele:
- Beşinci Mesele:
- Altıncı Mesele:
- İkinci Fasıl Şerî Hükümler Ve Nesh
- Birinci Mesele:
- İkinci Mesele:
- Üçüncü Mesele:
- Dördüncü Mesele :