Üçüncü Mesele:
Şeriatta mevcut müteşâbihlik iki türlüdür:
a) Hakîkî müteşâbihlik.
b) İzafî (göreli) müteşâbihlik. Bu sadece müctehidin kendi kusurundan kaynaklanan bir müteşâbihlik şekli olmaktadır.
Sonra bir üçüncü kısım daha vardır ki o da hükümlerin bağlandığı yer olan menâtm tesbitine yöneliktir.
Birinci kısım yani hakîkî müteşâbihlik: Âyetten kastedilen budur ve sonuç olarak şu anlamı ifade eder: Bu tür müteşâbih-lerin mânâlarının anlaşılmasına bizim için imkan yoktur; onların anlaşılmaları için delil de konulmuş değildir. Müctehid şeriatın esasları (usûlü'ş-şerîa) üzerinde düşündüğü, onlar hakkında araştırma yaptığı ve onları bir araya getirip değerlendirdiği zaman, onlar içerisinde mânası muhkem olan, maksadına ve hedefine delalet eden birşey bulamaz. Bunların az olduğunda kuşku yoktur. Meselenin başında arzettiğimiz deliller işte bu hususu göstermektedir. Bunlar, iman dışında herhangi bir yükümlülük getirmeyen konularla ilgilidir. Bu husus Beyân ve İcmal faslında açıklanacaktır. Necrân heyetinin Hz. Peygamber'e gelmesi üzerine inen Âl-i İmrân'daki "Sana Kitab'ı indiren O'dur. Onda kitabın anası olan muhkem âyetler vardır. Diğerleri de müteşâbih âyetlerdir. Kalplerinde eğrilik olan kimseler, fitne çıkarmak, kendilerine göre yorumlamak için onların müteşâbih olanlarına uyarlar" [37] âyeti de bu tür şeyler hakkındadır.
İbn İshâk, onlar hakkında ki hükümdarın dini üzere Hristi-yandılar, halbuki durumları farklıydı bir kısım bilgi verdikten sonra şöyle devam eder: Onlar İsâ (as.) hakkında şöyle derler: "O Allah'tır; çünkü o ölüleri diriltir, hastaları iyileştirir, gayıptan haber verirdi; çamurdan kuş sureti yapar, sonra ona üfler ve o bir kuş olurdu. O, Allah'ın oğludur; çünkü bilinen bir babası yoktu. Beşikte daha Önce insanoğlunun yapmadığı biçimde konuşmuştu. O, üçün üçüncüsüdür; çünkü Allah, 'yarattık', 'yaptık', 'hükmettik' gibi ifadeler kullanmaktadır. Eğer o, bir olsaydı, o zaman mutlaka 'yarattım', 'yaptım', 'hükmettim' gibi tekil ifadeler kullanırdı. Dolayısıyla ilah, O, İsâ ve Meryem üçlüsünden meydana gelmektedir." Al-i îmrân sûresinin baş tarafı "Eğer yüz çevirirlerse: 'Bizim müs-lüman olduğumuza şahit olun' deyin"[38] âyetine kadar işte bunlar hakkında inmiştir.[39]
Bu olayda bizim konumuzla ilgili olan kısım, onların Allah'ı la-yıkı veçhile değerlendiremediklerinin ifade edilmesidir. Zira onlar Allah'ı kula mukayese etmişler ve ona eş ve çocuk nisbet etmişlerdir. Öbür taraftan da ancak Allah için sözkonusu olan ve mahluk için caiz olmayan bazı nitelikleri de kul için isbat etmişler, Yaratıcıya babasız insan yaratma kudretini çok görmüşlerdir. Halbuki onların yapması gereken, Allah'ın âyetlerine iman etmek ve O'nu her türlü noksan sıfatlardan tenzih etmekti; fakat onlar bunu yapmadılar. Aksine Allah'ın zât ve sıfatı ile ilgili bu gibi konularda kendi akıl ve görüşleri ile hükmetme yolunu tuttular ve böylece doğru yoldan sapmış oldular.[40]
İkinci kısım: Göreli (izafî) müteşâbihlik: Bu kısım her ne kadar mânâ bakımından âyetin altına giriyorsa da onun sarahati altına girmemektedir. Çünkü bu kısımda müteşâbihlik, şeriatta vaz' ediliş şeklinden kaynaklanmamaktadır. Çünkü bunlar haddizatında beyan edilmiştir. Ancak, ictihad etme durumunda olan kimse yapması gereken araştırma ve değerlendirmede kusur göstermiş veya arzu ve hevesine uyarak beyan yolundan sapmıştır. Bu durumda karışıklığın (göreli müteşâbihliğin) delillere nisbet edilmesi doğru değildir. Aksine burada sözkonusu olan ihmal ve kusur gösterme ve açıklayıcı delillerden haberdar olmama, araştır- [93] ma ve değerelendirmeyi yapacak olan kimselere ait olacaktır. Onlar hakkında 'müteşâbihlere tâbi olma' vasfının kullanılması yerinde olacaktır. Çünkü bunlar açıklayıcı deliller mevcut iken böyle yaptıklarına göre, ya bir de gerçekten delil bulunmasaydı o zaman kim bilir neler yaparlardı?! O yüzden bu tip kimselerin mânâ bakımından âyetin hükmü altına girdikleri söylenmiştir.
Bu kısma örnek olarak Mutezile, Haricîler[41] ve diğerleri hakkında biraz Önce geçen misalleri hatırlayabiliriz. Bir başka örnek olarak da Müslim'in Süfyân'dan rivayet ettiği şu hadisi ele alabiliriz: O şöyle anlatır: "Bir adamın Câbir b. Yezîd el-Ca'fî'ye "Artık babam bana bir izin verene veya Allah hakkımda hüküm verene kadar ki O hüküm verenlerin en hayırlısıdır bu yerden ayrılmayacağım[42] âyetini sorduğunu işittim. Câbir: "Bu âyetin tevili gelmedi" dedi ve tabiî yalan söyledi. el-Humeydî, Süfyân'a: "Bununla neyi kastetti' diye sorduk. O şöyle cevap verdi: Râfızîler şöyle derler: "Muhakkak Ali, bulutlardadır. Gökten bir münâdî seslenip de Hz. Ali'yi kastediyor falanca ile çıkıp başkaldırın, demedikçe biz onun ortaya çıkan oğlu ile çıkmayız" Câbir, âyetin tevilinin bu olduğunu belirtiyor ve tabiî yalan söylüyordu. Âyet, Yusufun (as.) kardeşleri hakkındadır[43] ve durumu açıktır, mânâsında her hangi bir kapalılık yoktur. Âyetin başı ve sonu bunu göstermektedir. Aynen hâssın ânımdan; mukayyedin de mutlaktan ne kastedildiğini belirtmesi gibi. Câbir, işine gelen yeri alıp âyetin başı ve sonunu bir tarafa bırakınca, orası kendisi hakkında müteşâbih bir hal aldı. Aynen hâssı ve mukayyedi dikkate almadan âmm ve mutlak lafızlara sarılan kimsenin durumunda olduğu gibi. Halbuki onun yapması gereken bu gibi yerlerde durup beklemekti (tevakkuf); ancak o Öyle yapmadı, arzu ve heveslerine uydu ve âyetin mânâsını anlama konusunda artniyetlilik göstererek sapmış oldu.
Üçüncüsüne gelince, bu kısımda müteşâbihlik delillere yönelik değildir. Aksine delillerin bağlanacağı yerlere (menâta) yöneliktir. Meselâ murdar hayvan eti yemenin yasakhğı açıktır. Usûlüne göre boğazlanmış hayvanın yenmesinin helalliği de açıktır. Buna rağmen, murdar hayvanla usulünce boğazlanmış hayvan birbirine karışırsa, hangisinin yenileceği konusunda şüphe ve karışıklık fmüteşâbihlik) ortaya çıkar. Burada sözü edilen müteşâbihlik (net olmama) o şeyin haram ya da helalliğini gösterecek delil hakkında değildir. Bu durumda meselenin hükmünü gerektiren delil gelmiştir ki o da, durum açıklık kazanıncaya kadar onlardan yenmemesidir. Bu delil de aynı şekilde açıktır ve bunda da bir müteşâbihlik yoktur. Bu tür altına giren ve karışıklığın delilde değii de5 delilin bağlandığı yerde (mahal, menât) olduğu diğer yerlerde de durum aynıdır. Dolayısıyla bu kısım müteşâbih kavramı altına girmemektedir
na girmemektedir.
Fasıl :
Bu husus açıklık kazandı ise, itiraz sadedinde zikredilen diğer soruların[44] cevaplarına geçebiliriz:
Daha önce arzedilen açıklamalardan, âmm ile hâss vb. gibi delillerin kendilerine muhalif olan unsurlarla birlikte vukuuna itibarla müteşâbihliğin az olduğu ve müteşâbih sayılan şeylerin aslında müteşâbih olmadığı ortaya çıkmıştı. Yine orada müteşâbihliğin sa^ dece gerçek müteşâbîhlikten ibaret olduğu da belirtilmişti.
İhtilâf edilen konuların çokluğuna gelince, bunlar hakikaten çok olsalar da mutlak surette hepsi müteşâbih değillerdir; aksine onların içerisinde müteşâbih olan da vardır; (olmayan da vardır). Müteşâbihlerden olan kısım nadir olmaktadır. Meselâ selef-i sâlihin içerisine girmeyip kendilerini tuttukları konularda mevcut bulunan görüş ayrılıklarında olduğu gibi. Bunlar, durumu kullara kapalı olan gaybî şeylere iman ve teslimiyeti gerektiren şeylerdir.
Meselâ, istiva (arşa oturma, kurulma), inme, gülme, el, ayak, yüz vb. Allah'a nisbet edilen sözlerin anlaşılması konulan gibi. İlk nesiller bu gibi lafızlar karşısında teslimiyet yolunu tutup mânâlarını anlamaya çalışma gibi bir tekellüf içerisine girmeyi terkedince, bu onlara göre hükmün böyle olduğunu gösteren bir delil oldu. Bu Kurân'm da zahiri olmaktadır. Çünkü söz, cehaletle halledilemeyecek bir konuya dairdir ve mânâlarının anlaşılmasına bağlı bir yükümlülük de bulunmamaktadır. Diğer ihtilaf alanları ise, delillerin müteşâbihlik arzetmesinden kaynaklanmamaktadır. Çünkü kesin delil bunun aksine delalet etmektedir. Aksine o gibi yerlerde sözko-nusu olan ihtilaflar, müctehidin delillerin illetleri ve delile getireceği yorumları tesbit ( menât ve mehârici) hakkındaki değerlendirmesinden kaynaklanmaktadır. Müctehidin, aslında (Allah katında) mevcut bulunan hükme isabet etmesi gibi bir zorunluluğu yoktur. Aksine ona düşen, ictihad sırasında bütün gayretini ortaya koymasıdır. Elbette ki, zeka ve şer'î ilimlerdeki derinleşmeye oranla değerlendirmeler farklılık arzedecektir. Herkesin tuttuğu bir yol, kendisine ait bir metodu vardır ve bu müctehidin kendisine nisbet-le olup, aslında mutlak olarak olması gerekene nisbetle değildir. Bu durumda, deliller içerisinde mansûs (nass ile belirlenmiş)[45] olanlar, bu açıdan ele alındığı zaman müteşâbih olmaktan çıkarlar. Olsa olsa bunlar göreli olan müteşâbihlik kapsamına ya da üçüncü kısımdan olan müteşâbihlik kısmına girerler ve gerçek müteşâbihlik kısmına girmezler.
Buna şu da delalet eder: Her âlimi kendi başına alıp ve onun elde etmiş olduğu şeriat ilmini inceledeğimizde, ona göre müteşâbih delillerin ve mücmel nassların çok az ve nadir olduğunu görürüz. Çünkü o şeriatı kendisine göre bidüziyelik arzeden bir yöntemle ele almıştır ve bu sayede deliller belli bir uyum içerisinde istikrar kazanmıştır. Eğer fıkhî mesâilde meydana gelen ihtilaflar onların delillerinin müteşâbih olmasını gerektirecek olsaydı, o zaman âlimlerin çoğuna nisbetle deliller müteşâbih hal alır ve onlar içerisinde ancak çok cüzî bir kısım hariç beyan yoluyla müteşâbihlikten kurtulamazdı. Halbuki durum hiç de öyle değildir. Bütün mücte-hidler mesâilde bulunan ihtilâfa rağmen serî delillerin açık ve seçik olduğunu kabul etmekte ve "Sana Kitab'ı indiren O'dur. Onda kitabın anası olan muhkem âyetler vardır. Diğerleri de müteşâbih âyetlerdir"[46]âyetinin de kuşkusuz zahiri üzere olduğunu itiraf etmektedirler. Bundan da, ihtilâfın çokluğunu itiraf etmelerine rağmen şeriatta gerçekten müteşâbih unsurların çok olmayıp az olduğunu gösteren bir icmâ delili ortaya çıkar.
Sonra, meydana gelen her görüş ayrılığının devamlı kalacak bir ihtilaf sayılması doğru olmaz. Şöyle ki: Önce de geçtiği gibi sünnet yolundan çıkmış olan hizipler, delilleri bütün yönleriyle ele almayıp tek taraflı değerlendirince kaynaklar onlar için müteşâbih-lik arzeder bir hal almış ve bunun sonucunda da onlar (arzu ve heveslerine uyarak) sapıtmışlardır. Bunların, sapıtarak ileri sürdüğü şeyler ise aslında dikkate alınacak türden değildir. Dolayısıyla onlara muhalif hareket etmek gerçek anlamda bir ihtilaf sayılamaz. Doğru yoldan ayrılmayı sonuçlandıran diğer benzeri durumlar için de aynı şey sözkonusudur. Kaldı ki, bazı ihtilaf gibi görünen şeyler de vardır ki, aslında uyum halindedirler. Bu bahis İctihâd konusu [96J işlenirken ele alınacaktır.[47]Bu sebeple ihtilaf sayılan birçok husus ihtilaf olmaktan çıkmaktadır. Oraya bakıldığı zaman burada söylenmek istenen maksat daha iyi anlaşılacaktır.
Bir husus daha var: O da şeriat ilminde hiç ihtiyaç duyulmayacak pek çok konunun onun içerisine sokulmuş olmasıdır. Böylece hiç ilgisi olmayan konular şer'î ilimler içerisinde önemli problemler olarak yer almışlardır. Eğer bunlar toptan kaldırılacak olsa şer'î ilimlerde kendisine ihtiyaç duyulan konulardan hiçbirisi ihlale uğramayacaktır. Selef-i sâlihin bırakın sahabe ve onları takip eden nesiller gibi dili henüz bozulmamış Arapları İmam Mâlik, Şafiî ve Ebû Hanife ile onlardan önce ya da sonra gelen ya da akranları gibi dilin bozulmasından sonra doğan ve dil ilimlerini Öğrenmeye ihtiyaç duyan kimselerin dahi bu gibi şeylerin sözünü bile etmemesi ve buna rağmen şeriatı anlamada herhangi bir eksiklik hissetmemeleri bunun açık delilidir. Bu gibi şeyler serî ilimler içerisine sokulunca haliyle beraberinde pek çok ihtilafları da getirmiştir. Eğer bunlar şer'î ilimlere sokulmasaydı, bu yüzden doğan ihtilaflar meydana gelmeyecekti. Şer'î mesâil üzerinde araştırma ve inceleme yapan kimseler, saydığımız imamlardan sonra gelen nesiller içerisinde (mütteahhirîn) bu türden pek çok şey bulacaklardır. Kitabın başında Mukaddimeler bahsinde bu nokta üzerine dikkat çekilmişti. İctihâd bahsi işlenirken de müctehid için bilmesi gereken ilimlerin neler olduğu açıklanacaktır. Eğer bu bilgileri bir arada değer-lendirirsen müteşâbih unsurların az olduğunu; muhkemin ise genel ve gâlib bulunduğunu göreceksin. [48]
a) Hakîkî müteşâbihlik.
b) İzafî (göreli) müteşâbihlik. Bu sadece müctehidin kendi kusurundan kaynaklanan bir müteşâbihlik şekli olmaktadır.
Sonra bir üçüncü kısım daha vardır ki o da hükümlerin bağlandığı yer olan menâtm tesbitine yöneliktir.
Birinci kısım yani hakîkî müteşâbihlik: Âyetten kastedilen budur ve sonuç olarak şu anlamı ifade eder: Bu tür müteşâbih-lerin mânâlarının anlaşılmasına bizim için imkan yoktur; onların anlaşılmaları için delil de konulmuş değildir. Müctehid şeriatın esasları (usûlü'ş-şerîa) üzerinde düşündüğü, onlar hakkında araştırma yaptığı ve onları bir araya getirip değerlendirdiği zaman, onlar içerisinde mânası muhkem olan, maksadına ve hedefine delalet eden birşey bulamaz. Bunların az olduğunda kuşku yoktur. Meselenin başında arzettiğimiz deliller işte bu hususu göstermektedir. Bunlar, iman dışında herhangi bir yükümlülük getirmeyen konularla ilgilidir. Bu husus Beyân ve İcmal faslında açıklanacaktır. Necrân heyetinin Hz. Peygamber'e gelmesi üzerine inen Âl-i İmrân'daki "Sana Kitab'ı indiren O'dur. Onda kitabın anası olan muhkem âyetler vardır. Diğerleri de müteşâbih âyetlerdir. Kalplerinde eğrilik olan kimseler, fitne çıkarmak, kendilerine göre yorumlamak için onların müteşâbih olanlarına uyarlar" [37] âyeti de bu tür şeyler hakkındadır.
İbn İshâk, onlar hakkında ki hükümdarın dini üzere Hristi-yandılar, halbuki durumları farklıydı bir kısım bilgi verdikten sonra şöyle devam eder: Onlar İsâ (as.) hakkında şöyle derler: "O Allah'tır; çünkü o ölüleri diriltir, hastaları iyileştirir, gayıptan haber verirdi; çamurdan kuş sureti yapar, sonra ona üfler ve o bir kuş olurdu. O, Allah'ın oğludur; çünkü bilinen bir babası yoktu. Beşikte daha Önce insanoğlunun yapmadığı biçimde konuşmuştu. O, üçün üçüncüsüdür; çünkü Allah, 'yarattık', 'yaptık', 'hükmettik' gibi ifadeler kullanmaktadır. Eğer o, bir olsaydı, o zaman mutlaka 'yarattım', 'yaptım', 'hükmettim' gibi tekil ifadeler kullanırdı. Dolayısıyla ilah, O, İsâ ve Meryem üçlüsünden meydana gelmektedir." Al-i îmrân sûresinin baş tarafı "Eğer yüz çevirirlerse: 'Bizim müs-lüman olduğumuza şahit olun' deyin"[38] âyetine kadar işte bunlar hakkında inmiştir.[39]
Bu olayda bizim konumuzla ilgili olan kısım, onların Allah'ı la-yıkı veçhile değerlendiremediklerinin ifade edilmesidir. Zira onlar Allah'ı kula mukayese etmişler ve ona eş ve çocuk nisbet etmişlerdir. Öbür taraftan da ancak Allah için sözkonusu olan ve mahluk için caiz olmayan bazı nitelikleri de kul için isbat etmişler, Yaratıcıya babasız insan yaratma kudretini çok görmüşlerdir. Halbuki onların yapması gereken, Allah'ın âyetlerine iman etmek ve O'nu her türlü noksan sıfatlardan tenzih etmekti; fakat onlar bunu yapmadılar. Aksine Allah'ın zât ve sıfatı ile ilgili bu gibi konularda kendi akıl ve görüşleri ile hükmetme yolunu tuttular ve böylece doğru yoldan sapmış oldular.[40]
İkinci kısım: Göreli (izafî) müteşâbihlik: Bu kısım her ne kadar mânâ bakımından âyetin altına giriyorsa da onun sarahati altına girmemektedir. Çünkü bu kısımda müteşâbihlik, şeriatta vaz' ediliş şeklinden kaynaklanmamaktadır. Çünkü bunlar haddizatında beyan edilmiştir. Ancak, ictihad etme durumunda olan kimse yapması gereken araştırma ve değerlendirmede kusur göstermiş veya arzu ve hevesine uyarak beyan yolundan sapmıştır. Bu durumda karışıklığın (göreli müteşâbihliğin) delillere nisbet edilmesi doğru değildir. Aksine burada sözkonusu olan ihmal ve kusur gösterme ve açıklayıcı delillerden haberdar olmama, araştır- [93] ma ve değerelendirmeyi yapacak olan kimselere ait olacaktır. Onlar hakkında 'müteşâbihlere tâbi olma' vasfının kullanılması yerinde olacaktır. Çünkü bunlar açıklayıcı deliller mevcut iken böyle yaptıklarına göre, ya bir de gerçekten delil bulunmasaydı o zaman kim bilir neler yaparlardı?! O yüzden bu tip kimselerin mânâ bakımından âyetin hükmü altına girdikleri söylenmiştir.
Bu kısma örnek olarak Mutezile, Haricîler[41] ve diğerleri hakkında biraz Önce geçen misalleri hatırlayabiliriz. Bir başka örnek olarak da Müslim'in Süfyân'dan rivayet ettiği şu hadisi ele alabiliriz: O şöyle anlatır: "Bir adamın Câbir b. Yezîd el-Ca'fî'ye "Artık babam bana bir izin verene veya Allah hakkımda hüküm verene kadar ki O hüküm verenlerin en hayırlısıdır bu yerden ayrılmayacağım[42] âyetini sorduğunu işittim. Câbir: "Bu âyetin tevili gelmedi" dedi ve tabiî yalan söyledi. el-Humeydî, Süfyân'a: "Bununla neyi kastetti' diye sorduk. O şöyle cevap verdi: Râfızîler şöyle derler: "Muhakkak Ali, bulutlardadır. Gökten bir münâdî seslenip de Hz. Ali'yi kastediyor falanca ile çıkıp başkaldırın, demedikçe biz onun ortaya çıkan oğlu ile çıkmayız" Câbir, âyetin tevilinin bu olduğunu belirtiyor ve tabiî yalan söylüyordu. Âyet, Yusufun (as.) kardeşleri hakkındadır[43] ve durumu açıktır, mânâsında her hangi bir kapalılık yoktur. Âyetin başı ve sonu bunu göstermektedir. Aynen hâssın ânımdan; mukayyedin de mutlaktan ne kastedildiğini belirtmesi gibi. Câbir, işine gelen yeri alıp âyetin başı ve sonunu bir tarafa bırakınca, orası kendisi hakkında müteşâbih bir hal aldı. Aynen hâssı ve mukayyedi dikkate almadan âmm ve mutlak lafızlara sarılan kimsenin durumunda olduğu gibi. Halbuki onun yapması gereken bu gibi yerlerde durup beklemekti (tevakkuf); ancak o Öyle yapmadı, arzu ve heveslerine uydu ve âyetin mânâsını anlama konusunda artniyetlilik göstererek sapmış oldu.
Üçüncüsüne gelince, bu kısımda müteşâbihlik delillere yönelik değildir. Aksine delillerin bağlanacağı yerlere (menâta) yöneliktir. Meselâ murdar hayvan eti yemenin yasakhğı açıktır. Usûlüne göre boğazlanmış hayvanın yenmesinin helalliği de açıktır. Buna rağmen, murdar hayvanla usulünce boğazlanmış hayvan birbirine karışırsa, hangisinin yenileceği konusunda şüphe ve karışıklık fmüteşâbihlik) ortaya çıkar. Burada sözü edilen müteşâbihlik (net olmama) o şeyin haram ya da helalliğini gösterecek delil hakkında değildir. Bu durumda meselenin hükmünü gerektiren delil gelmiştir ki o da, durum açıklık kazanıncaya kadar onlardan yenmemesidir. Bu delil de aynı şekilde açıktır ve bunda da bir müteşâbihlik yoktur. Bu tür altına giren ve karışıklığın delilde değii de5 delilin bağlandığı yerde (mahal, menât) olduğu diğer yerlerde de durum aynıdır. Dolayısıyla bu kısım müteşâbih kavramı altına girmemektedir
na girmemektedir.
Fasıl :
Bu husus açıklık kazandı ise, itiraz sadedinde zikredilen diğer soruların[44] cevaplarına geçebiliriz:
Daha önce arzedilen açıklamalardan, âmm ile hâss vb. gibi delillerin kendilerine muhalif olan unsurlarla birlikte vukuuna itibarla müteşâbihliğin az olduğu ve müteşâbih sayılan şeylerin aslında müteşâbih olmadığı ortaya çıkmıştı. Yine orada müteşâbihliğin sa^ dece gerçek müteşâbîhlikten ibaret olduğu da belirtilmişti.
İhtilâf edilen konuların çokluğuna gelince, bunlar hakikaten çok olsalar da mutlak surette hepsi müteşâbih değillerdir; aksine onların içerisinde müteşâbih olan da vardır; (olmayan da vardır). Müteşâbihlerden olan kısım nadir olmaktadır. Meselâ selef-i sâlihin içerisine girmeyip kendilerini tuttukları konularda mevcut bulunan görüş ayrılıklarında olduğu gibi. Bunlar, durumu kullara kapalı olan gaybî şeylere iman ve teslimiyeti gerektiren şeylerdir.
Meselâ, istiva (arşa oturma, kurulma), inme, gülme, el, ayak, yüz vb. Allah'a nisbet edilen sözlerin anlaşılması konulan gibi. İlk nesiller bu gibi lafızlar karşısında teslimiyet yolunu tutup mânâlarını anlamaya çalışma gibi bir tekellüf içerisine girmeyi terkedince, bu onlara göre hükmün böyle olduğunu gösteren bir delil oldu. Bu Kurân'm da zahiri olmaktadır. Çünkü söz, cehaletle halledilemeyecek bir konuya dairdir ve mânâlarının anlaşılmasına bağlı bir yükümlülük de bulunmamaktadır. Diğer ihtilaf alanları ise, delillerin müteşâbihlik arzetmesinden kaynaklanmamaktadır. Çünkü kesin delil bunun aksine delalet etmektedir. Aksine o gibi yerlerde sözko-nusu olan ihtilaflar, müctehidin delillerin illetleri ve delile getireceği yorumları tesbit ( menât ve mehârici) hakkındaki değerlendirmesinden kaynaklanmaktadır. Müctehidin, aslında (Allah katında) mevcut bulunan hükme isabet etmesi gibi bir zorunluluğu yoktur. Aksine ona düşen, ictihad sırasında bütün gayretini ortaya koymasıdır. Elbette ki, zeka ve şer'î ilimlerdeki derinleşmeye oranla değerlendirmeler farklılık arzedecektir. Herkesin tuttuğu bir yol, kendisine ait bir metodu vardır ve bu müctehidin kendisine nisbet-le olup, aslında mutlak olarak olması gerekene nisbetle değildir. Bu durumda, deliller içerisinde mansûs (nass ile belirlenmiş)[45] olanlar, bu açıdan ele alındığı zaman müteşâbih olmaktan çıkarlar. Olsa olsa bunlar göreli olan müteşâbihlik kapsamına ya da üçüncü kısımdan olan müteşâbihlik kısmına girerler ve gerçek müteşâbihlik kısmına girmezler.
Buna şu da delalet eder: Her âlimi kendi başına alıp ve onun elde etmiş olduğu şeriat ilmini inceledeğimizde, ona göre müteşâbih delillerin ve mücmel nassların çok az ve nadir olduğunu görürüz. Çünkü o şeriatı kendisine göre bidüziyelik arzeden bir yöntemle ele almıştır ve bu sayede deliller belli bir uyum içerisinde istikrar kazanmıştır. Eğer fıkhî mesâilde meydana gelen ihtilaflar onların delillerinin müteşâbih olmasını gerektirecek olsaydı, o zaman âlimlerin çoğuna nisbetle deliller müteşâbih hal alır ve onlar içerisinde ancak çok cüzî bir kısım hariç beyan yoluyla müteşâbihlikten kurtulamazdı. Halbuki durum hiç de öyle değildir. Bütün mücte-hidler mesâilde bulunan ihtilâfa rağmen serî delillerin açık ve seçik olduğunu kabul etmekte ve "Sana Kitab'ı indiren O'dur. Onda kitabın anası olan muhkem âyetler vardır. Diğerleri de müteşâbih âyetlerdir"[46]âyetinin de kuşkusuz zahiri üzere olduğunu itiraf etmektedirler. Bundan da, ihtilâfın çokluğunu itiraf etmelerine rağmen şeriatta gerçekten müteşâbih unsurların çok olmayıp az olduğunu gösteren bir icmâ delili ortaya çıkar.
Sonra, meydana gelen her görüş ayrılığının devamlı kalacak bir ihtilaf sayılması doğru olmaz. Şöyle ki: Önce de geçtiği gibi sünnet yolundan çıkmış olan hizipler, delilleri bütün yönleriyle ele almayıp tek taraflı değerlendirince kaynaklar onlar için müteşâbih-lik arzeder bir hal almış ve bunun sonucunda da onlar (arzu ve heveslerine uyarak) sapıtmışlardır. Bunların, sapıtarak ileri sürdüğü şeyler ise aslında dikkate alınacak türden değildir. Dolayısıyla onlara muhalif hareket etmek gerçek anlamda bir ihtilaf sayılamaz. Doğru yoldan ayrılmayı sonuçlandıran diğer benzeri durumlar için de aynı şey sözkonusudur. Kaldı ki, bazı ihtilaf gibi görünen şeyler de vardır ki, aslında uyum halindedirler. Bu bahis İctihâd konusu [96J işlenirken ele alınacaktır.[47]Bu sebeple ihtilaf sayılan birçok husus ihtilaf olmaktan çıkmaktadır. Oraya bakıldığı zaman burada söylenmek istenen maksat daha iyi anlaşılacaktır.
Bir husus daha var: O da şeriat ilminde hiç ihtiyaç duyulmayacak pek çok konunun onun içerisine sokulmuş olmasıdır. Böylece hiç ilgisi olmayan konular şer'î ilimler içerisinde önemli problemler olarak yer almışlardır. Eğer bunlar toptan kaldırılacak olsa şer'î ilimlerde kendisine ihtiyaç duyulan konulardan hiçbirisi ihlale uğramayacaktır. Selef-i sâlihin bırakın sahabe ve onları takip eden nesiller gibi dili henüz bozulmamış Arapları İmam Mâlik, Şafiî ve Ebû Hanife ile onlardan önce ya da sonra gelen ya da akranları gibi dilin bozulmasından sonra doğan ve dil ilimlerini Öğrenmeye ihtiyaç duyan kimselerin dahi bu gibi şeylerin sözünü bile etmemesi ve buna rağmen şeriatı anlamada herhangi bir eksiklik hissetmemeleri bunun açık delilidir. Bu gibi şeyler serî ilimler içerisine sokulunca haliyle beraberinde pek çok ihtilafları da getirmiştir. Eğer bunlar şer'î ilimlere sokulmasaydı, bu yüzden doğan ihtilaflar meydana gelmeyecekti. Şer'î mesâil üzerinde araştırma ve inceleme yapan kimseler, saydığımız imamlardan sonra gelen nesiller içerisinde (mütteahhirîn) bu türden pek çok şey bulacaklardır. Kitabın başında Mukaddimeler bahsinde bu nokta üzerine dikkat çekilmişti. İctihâd bahsi işlenirken de müctehid için bilmesi gereken ilimlerin neler olduğu açıklanacaktır. Eğer bu bilgileri bir arada değer-lendirirsen müteşâbih unsurların az olduğunu; muhkemin ise genel ve gâlib bulunduğunu göreceksin. [48]
Konular
- Dördüncü Mesele:[111]
- Beşinci Mesele:
- Altıncı Mesele:
- Yedinci Mesele:
- Sekizinci Mesele:
- Dokuzuncu Mesele:[168]
- Onuncu Mesele:
- Onbırıncı Mesele:
- Onikinci Mesele:
- Onüçüncü Mesele:
- Ondördüncü Mesele;
- İkinci Bakış Açısı: Avârızu'l-Edille
- Birinci Fasıl: Muhkemlik Ve Müteşâbihlik
- Birinci Mesele:
- İkinci Mesele:
- Üçüncü Mesele:
- Dördüncü Mesele:
- Beşinci Mesele:
- Altıncı Mesele:
- İkinci Fasıl Şerî Hükümler Ve Nesh
- Birinci Mesele:
- İkinci Mesele:
- Üçüncü Mesele:
- Dördüncü Mesele :
- Üçüncü Fasıl Emir Ve Nehiy
- Birinci Mesele:
- İkinci Mesele:
- Üçüncü Mesele: