ONUNCU MESELE:
Rasûlullah'm haber vermiş olduğu her haber, aynen haber verdiği gibidir; o hakdır, doğrudur, haber verdiği şey ve kendişinden haberde bulunduğu (melek) hakkında ona tam itimat vardır.[371] O haberin üzerine yükümlülükle ilgili bir hüküm bina edilip edilmemesi arasında bir fark yoktur.[372] Nitekim bir hüküm teşrî kılması ya da emir veya nehiyde bulunması arasında da fark yoktur. O şey aynen Rasûlullah'm haber verdiği gibidir. Bu konuda vahiy meleğinin kendisine Allah'tan haber vermiş olduğu şeyler ile,, kalbine üflediği[373]veya içine attığı (nefsine ilkâ[374] eylediği) şeyler arasında fark yoktur. Keza keşif veya mucizevî şekilde gayba muttali olma yoluyla görmesi veyahut da her nasıl olursa olsun diğer yollarla vâkıf olması arasında hiçbir fark yoktur. Bütün bunlar muteberdir ve hakkımızda delil olur, üzerine hem itikat hem de amel konusunda hüküm bina edilir. Çünkü Rasûlul-lah masumdur; ismet sıfatı vardır ve o hiçbir zaman hevâ ve heveslerine uyarak bir şey söylemez. (Ne söylerse vahiy söyler.)
Bu konu, Kelâm ilminde açıklanmaktadır. Bu yüzden biz burada konunun delillendirilmesine girerek sözü uzatacak değiliz. Sadece konuyu örneklendirip, arkasından Allah'ın izniyle asıl söylemek istediğimizi söyleyeceğiz.
Bunun örneği Rasûlullah'ınşu sözüdür: "Şüphesiz Rûhu'l-kuds kalbime üfledi ki, hiçbir canlı rızkını tamamlamadıkça ölmeyecektir. Şu halde Allah'tan sakının ve rızkınızı güzel yollardan arayın.'[375]
Yine Rasûlullah Şöyle buyurmuştur: "Bana Kadir gecesi gösterilmişti. O sırada beni ailemden biri uyandırdı; ben de unuttum. Siz onu son on (gece) içerisinde arayın.[376] Başka bir hadiste (ashabtan bazı kimselerin rüyalarında Kadir gecesinin Ramazanın son yedi gecesinde olduğunu gördüklerini haber vermeleri üzerine): "Görüyorum ki rüyalarınız Ramazanın son yedi gecesi hakkında biribirini tutuyor. Artık kim Kadir gecesini arayacaksa onu Ramazanın son yedisinde arasın'[377] buyurmuştur. Bu da,Rasûlullah'ın uykuda görülen rüya üzerine haber vermesine Örnektir.
Benzeri bir olay da, ezanın başlangıcı hakkında söz konusu olmuştur ve bu, konu hakkında daha açıktır. Olayın kahramanı Abdullah b. Zeyd şöyle anlatır: Sabahladığımız zaman Rasûlullah'a geldik ve ben ona rüyamı anlattım. Bunun üzerine o: "Şüphesiz bu, gerçek bir rüyadır" buyurdu... Hadis devam etmektedir. Sonunda Ömer b. el-Hattâb; "Seni hak ile gönderene yemin ederim ki, ben de onun gördüğünün benzerini gördüm" dedi. Bunun üzerine Rasûlullah: "Allah'a hamd olsun! O da işin doğruluğunu daha da pekiştiriyor" buyurdu.[378] Görüldüğü üzere bu hadiste Rasûlullah rüyanın hak olduğuna hükmetmiş ve onun üzerine ezanın lâfızları hakkında hüküm binasında bulunmuştur.
Sahîh'te şu rivayet bulunmaktadır: Rasûlullah bir gün namaz kıl(dır)dı. Sonra döndü ve: "Ey falan! Namazını güzel kılamaz mısın? Namaz kılan kimse, namaz kılarken nasıl kıldığına ba-kamaz mı? Çünkü kişi, namazı ancak kendisi için kılar. Vallahi ben önümden nasıl görürsem arkamdan da öyle görmekteyim'[379]buyurdu. Bu, keşf üzerine bina edilen emrî[380] bir hükümdür. Hadisleri araştıranlar bu kabilden daha çok şey bulabilirler.
İtiraz: Bu nokta açıklık kazanınca birilerinin şöyle bir itiraz ile sürmesi beklenebilir: Bu kitapta daha önce "Makâsıd" bölümünde bir kaide geçmişti. Buna göre Rasûhıllah hakkında özel olan bizim için de özel, onun hakkında genel olan bizim için de genel oluyordu. Eğer biz o kaide üzerinden yürüyecek olursak, o zaman her keşif ve gayba muttali olan kimselerin, kendi vukuf ve keşifleri üzere hükmetme haklan bulunacaktır. Dikkat edilirse Hz. Ebû Bekir ile kızı Hz. Âişe arasında geçen hibe olayı buna bir örnek olmaktadır. O hastalanmadan Önce kızı Âişe'ye (20 vesklik hurma hasadı) bağışında bulunmuştu. Fakat o henüz onları devşirmeden önce, Hz. Ebû Bekir ölüm hastalığına yakalandı. Bunun üzerine o, Hz. Âişe'ye, arkasından onu muhtaç bir halde bırakmanın kendisini fevkalâde üzeceğini, ihtiyaçsız bir halde bırakmasının ise kendisini o derecede sevindireceğini bildirmekle birlikte şöyle demiştir: "Ben sana yirmi vesklik bir hasat bağışında bulunmuştum. Eğer onları sen devşirmiş olsaydın, onlar senin olurdu. O bugün artık verese malı olmuştur. Onlar da ancak senin iki erkek iki de kızkardeşlerin olmaktadır. Onu, Allah'ın kitabı üzere aranızda taksim edin" Bunun üzerine Hz. Âişe: "Babacığım! Vallahi eğer o şöyle şöyle (çok bir şey) olsaydı, onu bile elbet terkederdim. (Kız kardeşim olarak) sadece Esma var. Öteki kim ki?" dedi. O: "Harice'nin kızının karnındaki. Onun kız olacağını sanıyorum" diye cevap verdi,[381]
Hz. Ömer ise cuma günü minber üzerinde hutbe okurken Irak bölgesinde bulunan müslüman askerlerinin komutanı Sâriye'ye: "Yâ Sâriye! Dağa! Dağa!" diye nidada bulunmuştu.[382] Her ikisi de, görüldüğü gibi keşf ve gaybî vukuf üzere binada bulunmuşlardır. Bu davranış, evliyâullah arasında mutat bir şeydir. Ulemâya ait kitaplar bu türden menkıbelerle doludur. O zaman bu, hükmün Rasûlullah'tan veraset yoluyla onlara intikal etmekte olduğu sonucunu gerektirir.
Cevap: Bu soru, bu meseleden amaçlanan fayda olmaktadır. Sırf bu soru için bu girişi hazırlamış bulujıuyoruz. Her ne kadar Makâsıd bahsinde geçen söz bu konuda yeterli ise de, meselenin nüktesi buradadır. Şöyle ki:
Şu iyice bilinmelidir ki, Rasûluîlah bir peygamber olarak sahip olduğu ismet sıfatı ile her türlü hata ve yanılgıya düşmekten korunmuştur.[383]Gösterdiği mucizeler de, onun her söylediğinin doğruluğuna ve açıkladığı şeylerin sahihliğine delâlet etmek suretiyle onu teyid eder. Görüleceği üzere ondan sâdır olacak ictihâdlar, ihtilafsız hatadan masumdur. Bu da ya onun asla hata etmeyeceği esasına, ya da hata etmesi muhtemel olsa bile, hatası üzerinde bırakılmayacağı esası üzerine göre böyledir. İctihâdları hakkındaki durum böyle olunca, diğer davranışları hakkındaki hüküm nasıl olur? Onun uykuda görülen rüya ya da keşif yoluyla hüküm ve haber verdiği her şey, aynen kendisine Allah Teâlâ tarafından melek aracılığı ile ilkâ edilen (vahiy) hükmündedir. Ümmeti hakkındaki hükme gelince, onlardan hiç biri masum yani hataya düşmekten korunur kimseler değillerdir.[384]Aksine onlardan her birinin yanılması, hata etmesi ve unutması caizdir. Onların göreceği rüyaların (şeytandan olan) düş olması pekâlâ mümkündür. Keşifleri de gerçeği yansıtmayabilir. Her ne kadar vakıada doğruluğu ortaya çıksa ve bu, birçok kez tekrarlanmak suretiyle biteviyelik (ıttırâd) kazansa bile, vahyin kontrolünde olmadığı için hata imkânı her zaman için var olmakta devam edecektir.[385] Böyle bir Özellik arzeden şey (yani keşif ve gayba vukufîyet) üzerine ise hüküm bina etme sahih olamaz.
Sonra bu gibi keşifler her ne kadar gayba vukûfiyet kabilinden sayılmakta ise de, gaybı ancak ve ancak Allah'ın bileceğine delâlet eden âyet ve hadisler bulunmaktadır. Nitekim şu hadis bunlardandır; "Beş şey vardır ki, onları Allah'tan başka kimse bilmez" RasûlulIahsonra şu âyeti okudu: ''Kıyamet saatini bilmek ancak Allah'a mahsustur. Yağmuru O indirir. Rahimlerde bulunanı O bilir. Kimse yarın ne kazanacağını bilmez ve hiç kimse nerede öleceğini bilmez. Allah, şüphesiz bilendir; her şeyden haberdârdır."[386] Başka bir âyette: "Gaybın anahtarları O'nun yanındadır. Onları, O'ndan başka kimse bilmez"[387] buyurulur. Diğer bir âyette ise peygamberler bu genellemeden istisna edilerek şöyle buyurul-muştur: "Gaybı bilen Allah, gaybına kimseyi muttali kılmaz. Ancak peygamberlerden, bildirmek istediği bunun dışındadır."[388] Peygamberler dışında kalanlar ise aslî men yani gaybı kimsenin bilemeyeceği hükmü üzere kalmışlardır. Yine Allah Teâlâ: "Allah, sizi gayba muttali kılacak değildir[389]"De ki: Göklerde ve yerde gaybı Allah'tan başka bilen yoktur"[390] buyurur. Hz. Âişe hadisinde ise Rasûhıllah şöyle buyurmaktadır: "Kim 'Muhammed, yarın ne olacağını bilir' sanıyorsa, şüphesiz o, Allah'a büyük bir iftirada bulunmuş olur."[391] Gaybı ancak Allah'ın bileceği, O'ndan başka kimsenin bilemeyeceği konusunda âyetler ve haberler çokça ve tekrarlanarak bulunmakta ve bunlar birbirlerini teyid etmekte ve böylece bu kitabın "Umûm" bahsinde geçtiği şekilde[392] bunların zahirlerinden genel bir esasın çıkarılması sahih olacak bir özellik arzetmektedir. Durum böyle olunca, peygamberlerin dışında kalan kimseler, gayba muttali olma konusunda peygamberlerle aynı olamayacaklardır.
Az önce sahabeden zikredilen ve sahih senedle onlardan nakledilen haberlere gelince, onlar, üzerine bir hüküm bina edilmeyecek şeyler kabilindendir. Zira onlar hakkında bizzat Rasûlul-lah'ın yapmış olduğu bir tanıklık[393] (tasvip) bulunmamaktadır. O şeyin, onların haber verdikleri gibi vuku bulması ise, onlar hakkında zannedilen şeylerdendir. Ancak onlar, kendileri hakkında ancak bütün ümmet için müşterek olan ki bu kendileri için hata etme imkânının bulunmasıdır özellikle muamele etmişlerdir. Bu yüzdendir ki Hz. Ebû Bekir: "Onun kız olacağını sanıyorum" demiş, bir hüküm ifade etmeyen zan ifadesi kullanmıştır. "Yâ Sariye! Dağa! Dağa!" ifadesi ise, ki sahih olsa bile bir hüküm ifade etmeyecek[394] kabilden bir sözdür diğer keşiflerin de aynı şekilde olacağını göstermez. Kabul edilse bile, bu Hz. Ömer'in sahip olduğu kendisine ait bir Özellik sebebiyledir. Bu özellik, şeytanın onu görünce kaçması ve Allah'ın kendisine özel bir lütfü olarak onun etrafına dahi yaklaşamaması, onun haleti rûhiyesine herhangi bir etkide bulunamaması dır. Başkalarının durumu ise böyle değildir. Bu durumda evliyâullahtan biri için, başka birinin bir haline keşf yolu ile vakıf olsa, o şey hakkında hiçbir kuşku olmaksızın kesin bilgi üzerinde olamaz. Aksine "görüyorum", "zannediyorum" diyebileceği bir hal üzere bulunabilir. Eğer keşif yoluyla vâkıf olunan şey, varlık âlemine de o şekilde yansırsa ve tahakkuku önce keşfe mutabakat yönünden, ikinci olarak da biteviyelik yönünden farzedilecek olursa, ondan sonra onunla ilgili verilen haberin bir anlamı ve hükmü kalmayacaktır. Çünkü o zaman mesele vâki üzere hükmetme kabilinden olmuş ve harikulade ile harikulade olmayan arasında bir fark kalmamış olacaktır. Evet[395] kerametler ve harikuladelikler, sahipleri için Allah hakkında yakın ve kesin bilgilerinin artmasını sağlamakta, üzerinde bulundukları hal hakkında kendilerine kuvvet vermektedir.. Ancak bu nokta, konumuzun dışında kalmaktadır.
İtiraz: Şer'î hükümlerde zan da aynı şekilde muteberdir. Meselâ, vâhid haberlerden ve kıyastan çıkarılan sonuçlar bu kabildendir ve bunlar kesin bilgi ifade -etmezler. Burada sözünü ettiğimiz keşf ve gayba vukûfîyet hali de, bidüziyelik ve mutabakat halinde her ne kadar kesin bilgi ifade etmedikleri kabullenilse bile, bir zan ifade ederler. Öyleyse bunun da şer'an dikkate alınması gerekir.
Cevap: İtiraz yerinde değildir. Çünkü bazı zanlann şer'an muteber olmaları, şer'î bir asla dayanmaları sebebiyledir. Nitekim bu konu, bu kitabın ilgili yerinde geçmişti.[396] Burada söz konusu edilen mesele ise, ne kat'î ne de zannî hiçbir esasa dayanmamaktadır. Bu[397] her ne kadar Rasûlullah'a nisbetle sabit olsa bile, bizim hakkımızda sabit değildir. Çünkü şart yani hataya düşmekten korunmuş olma (ismet) özelliği bizim hakkımızda bulunmamaktadır. Şart bulunmayınca da, bütün sağduyu sahiplerinin ittifakı ile varlığı onun varlığına bağlı olan meşrut bulunmayacaktır. [398]
[1] Mînhâc'da şöyle tarif edililir: Sünnet, Hz. Peygamber'den (s.a.) sâdır olan ve i'câz niteliği taşımayan, yani Kur'ân'dan bulunmayan söz ve fiillerdir. Sünnet, bazen Kur'ân'ın getirmiş olduğu mânâ içerisinde mündemiç bulunur. Müellifin "bizzat Kur'ân tarafından ele alınmayan, aksine Hz. Peygamber (s.a.) tarafından beyan edilen" sözü, Sünnet tabirinin kullanılması için, onun Kitap'ta mevcut bulunan mânâ içerisinde mündemiç bulunmaması gibi bir şartı gerektirmez. Aksine bu sözden maksat, Hz. Peygamber'den (s.a.) sâdır olan sözün aynen Kur'ân'da bulunmaması demektir. Arkadan gelen "Bunların Kur'ân'ın genel olarak getirdiği esasların beyanı mahiyetinde olup olmaması arasında fark yoktur" şeklindeki ifade de tarifin bu şekilde anlaşılması gerektiğini gösterir. Çünkü sünnetin Kitab'ın beyanı olabilme-siu için, beyan edilecek mânânın esas itibarıyla kitap tarafından içerilmesi gerekir ki, sünnet de işte o mânâyı beyan ve şerh etmiş olsun.
Bazı âlimler sünnetin tarifini yaparken, "tabiî amellerden olmayan" kaydını eklemişlerdir. Diğer âlimler ise, durumun açık olması sebebiyle böyle bir kayda gerek duymamışlardır.
[2] Yani sadece Kur'ân'da veya Kur'ân ile birlikte sünnette ya da sadece sünnette açıklanmış olması arasında fark yoktur.
[3] Buna göre bu kullanış şeklinde sünnet kapsamına sadece Hz. Peygamber'in (s.a.) fiilleri girmekte, ondan başkalarına yönelik olarak sadır olan emir ya da nehiy yollu sözlü tasarrufları kendince fiile dönüştüriümedikçe tarif kapsamına girmemektedir. Minhâc'da yapılan tarif, sünnet sözcüğünün genel kullanılış şekliyle ilgili olmaktadır. Müellifin her iki tarifi de, sünnet sözcüğünün özel anlamına yöneliktir. Onun maksadının bu olduğunu çıkarmamıza daha sonra söyleyeceği "Buraya kadar anlatılanları topladığımızda, sünnet sözcüğünün kullanılışının şu dört yönü içerdiği ortaya çıkmaktadır:..." şeklindeki sözü de yardımcı olacaktır. Zira müellifbu kullanış şekillerinin ayrıntıları sırasında açıklamamasına rağmen tasvipleri (ikrar) de bu dört yönden biri olmak üzere saymıştır. Ancak müellifin daha önce tasvipleri fiillerden saydığı da bilinmektedir.
[4] Yani bizce bilinir olup olmamasına bakılmaz. Yoksa gerçek anlamda sünnette öyle bir şeyin bulunmaması anlamına değildir. Aksi takdirde bu ifade, sözün gerisi ile çelişir.
[5] Burada içtihada, Kitap ve sünnetten olan deliller üzerinde değerlendirme yapmak anlamı verdiğimiz zaman, sözün baş tarafa karşı tutulması anlaşılmaz. Çünkü biz diyoruz ki, sünnete tabi olunması şekli ancak, delilin doğrudan sünnet olması durumunda tasavvur edilebilir. Ondan sonrası ise kıyas vb. yollarla olur.
[6] Müellif, bu ifade yerine belki de "aslında bize ulaşmayan bir sünnete tâbi ol-
ma anlamına gelir" gibi bir ifade kullanmalıydı. Nitekim bir önceki şikda öyle söylemişti. Ancak burada sadece icmâ ve içtihada atıfla yetindi. Burada şöyle denilebilir: Aslında birincisi, yaygın olan kullanılış şeklinde sünnet kapsamı içerisine zaten girmektedir. Dolayısıyla onu tasrih etmeye aslında ihtiyaç yoktu, buna rağmen sırf girmemiş olabileceği gibi yanlış bir anlayışa dikkat çekmiş olmak için zikredilmiştir. Müellife göre önemli olan icmâ, istihsân ve mürsel maslahatlar gibi diğer delillere dayalı olan uygulamaların sünnnet kapsamına sokulmuş olmasıdır. Ancak müellif bu delilleri sayarken kıyası da zikretmeliydi.
[7] Bu sükuti icmâdan kabule daha şayandır; çünkü tepki gösterilmemesi yanında tüm sahabe tarafından işlenir olması, ona ayrı bir güç katar.
[8] Yani sahabe döneminde mürsel maslahatlar dikkate alınarak gerçekleştirilmiş olan uygulamalar, bu anlamda sünnet kapsamına girer.
[9] Tazîr şeklinde verilen içki cezası Hz. Peygamber (s.a.) zamanında miktarı belirli olmaksızın duruma göre uygulanmış ve içki içene bazen kırk sopa vurulmuş, bazen şöyle ya da böyle hırpalanmış, bazen de bu ceza seksen sopaya çıkarılmıştı. Hz. Ebû Bekir zamanında da durum aynı idi. Hz. Ömer'in halifeliğinin son yıllarında içki içme eğilimi bir hayli artmıştı. Çünkü insanlar bolluk içerisine girmişlerdi ve içki üretilen meyve ve üzüm çoğalmıştı. Hz. Ömer, içkinin önünü alabilecek bir ceza verilmesi konusunda sahabe ile istişarede bulundu. Hz. Ali şöyle dedi: "İçki içenlere seksen sopa vurmanı uygun görüyoruz. Çünkü kişi içtiği zaman sarhoş olur, sarhoş olunca hezeyanda bulunur, hezeyanda bulununca iftira eder; iftira eden kimseye ise ceza olarak seksen sopa vurmak gerekir." Abdurrahman b. Avf ise: "En hafif had cezasını (yani seksen sopa) uygulamanı münasip görürüm" dedi. Böylece içki cezası bundan böyle seksen sopa olarak uygulandı. Sahabenin bu şekilde içki cezasını seksen sopa olarak belirlemesi içtihada ve arkasından oluşan icmâa dayalı bir sünnet (uygulama) olmaktadır. Mirkâtta, bu uygulamanın gerekçesinin siyâset olduğu söylenir.
[10] Terzi, demirci, marangoz gibi zenâatkârlar, kendilerine sipariş olarak bir şey yaptırmak üzere yanlarına bırakılan mallar hakkında aslında yed-i emin (emanetçi) hükmünde olmaları, dolayısıyla ihmal ve kusurları olmadan bu malların kendi yanlarında iken telef olması durumunda tazminle sorumlu tutulmamaları gerekir. Genel kural bunu gerektirir. Ancak ahlâkın bozulması ve bu hükmün kötüye kullanılması endişesi sonucunda sahabe onları tazminle sorumlu tutmuşlardır. Dolayısıyla meselâ elbise dikmek üzere bir terziye teslim edilen bir kumaşın kaybolması vb. gibi durumlarda, terzinin o kumaşı tazmin etmesi ilke olarak benimsenmiştir. Râşid halifeler bu şekilde hükmetmişler ve konuyla ilgili olmak üzere Hz. Ali: "İnsanları ancak bu hüküm yola getirir" demiştir. Bu hükmün mesnedi maslahattır. Çünkü insanların bu gibi zenâatkârlara sipariş şeklinde iş yaptırmaları kaçınılmaz bir ihtiyaçtır. Eğer onlar, kendi yanlarına bırakılan mallan zayii durumunda tazminle sorumlu tutulmayacak olsalardı, ihmal ve kusur gösterecekler, pek çok hak zayi olacaktı. Üstelik birçok zenâatkâr bu hükmü kötüye kullanacaklar, insanların mallarını kendi zimmetlerine geçirecekler ve sonra da onların kaybolduğunu vb. söyleyeceklerdi
[11] Hz. Ebû Bekir zamanına kadar Kur'ân, çeşitli sayfalar, deri, yassı taş vb. gibi diğer yazılı malzemelerde dağınık bir halde duruyordu. Gerçi insanların hafızalarında ezber olarak muhafaza ediliyordu ama, yapılan savaşlarda birçok Kur'ân hafızı ölüyordu. Hz. Ömer'in de teklif ve ısrarıyla Hz. Ebû Bekir zamanında Kur'ân mushaf halinde bir araya toplandı.
[12] Hz. Ebû Bekir zamanında Kur'ân'ın mushaf halinde bir araya getirilmesi, onun zayi olması endişesini ortadan kaldırmıştı. Ancak Hz. Osman zamanında İslâm ülkesinin iyice genişlemesi ve yeni unsurların müslüman olması sonucunda yeni bir problem ortaya çıkmıştı: Kur'ân'ın okunmasında farklılıklar. Bilindiği gibi Kur'ân kolaylık olsun için yedi harf yani yedi ayrı okunuş şekli üzere inmişti. Hepsi de doğru olan bu okunuş şekli, uygulamada ihtilaflara yol açıyor ve bazıları kendi okuyuş şeklinin doğru olan tek şekil olduğunu iddia ediyordu. Bunun önüne geçmek için Hz. Osman, Kur'ân'ın ilk inmiş olduğu Kureyş lehçesini esas alarak Kur'ân nüshalarını beş adet çoğaltarak her merkeze birer tane gönderdi ve bundan böyle bütün mushaflarm, bu imam mushafların esas alınarak yazılmasını ve okunmasını emretti ve böylece muhtemel bir ihtilafın önünü aldı.
Bu iki uygulama yani Kur'ân'ın mushaf haline getirilmesi ve çoğaltılması Hz. Peygamber (s.a.) zamanında olmamıştı; aksine iki halifenin ve bazı sahabîlerin içtihadı sonucunda oluşmuş ve diğer sahabîler de onları tasvip etmişlerdi. Çünkü bunda ümmetin maslahatı vardı.
[13] Hz. Ömer zamanında ülkenin büyümesi, idarî ve mâlî işlerin iyice artması,devlete yeni bir düzen verilmesini ve bazı kurumların (divanlar) kurulmasını gerektirmişti.
[14] Hz. Ebû Bekir'in, Hz. Ömer'i kendisinden sonra halife tayin etmesi {istihlâf usûlü), Hz. Ömer'in, halife seçimini kendisinden sonra altı kişilik bir şûra meclisine havale etmesi, İslâm parasının basılması, (Hz. Ömer zamanında) sanıklar için hapishane yapılması, Hz. Peygamber'in (s.a.) mescidinin karşısındaki vakfın yıkılması ve mescidin genişletilmesi ve bunun için istimlâkte bulunulması, Hz. Osman zamanında cuma günü için ikinci bir ezanın konulması...gibi. Bu gibi uygulamalar, Hz. Peygamber (s.a.) zamanında mevcut değildi. Bunların mesnedini hep ümmetin genel maslahatı oluşturuyordu ve yapılan bu uygulamalar sahabe tarafından onaylanıyordu.
[15] Tirmizî, İlim, 16 ; Ebû Dâvûd, Sünnet, 5 ; İbn Mâce, Mukaddime, 6.
Hz. Peygamber (s.a.), sünnet kelimesini kendi yolu için kullandığı gibi halifelerinin uygulamaları için de kullanmıştır. Onların sünneti, bizzat Hz. Peygamber'in (s.a.) sünnetine istinaden ortaya koymuş oldukları ya da icti-hadlan sonucunda ümmetin maslahatını esas alarak yapmış oldukları uygulamalar olmaktadır.
[16] Usûlcülere göre sünnet denilince işte bu üç şey akla gelir.
[17] Şâtıbi, el-Muvâfakât, İz Yayıncılık: 4/1-5
[18] Yani Kitap ve sünnet arasında ilk bakışta muarız gibi görünen bir durum olduğunda, Kitap esas olarak alınır ve sünnete takdim olunur. Müellifin kastettiği budur.
[19] Ebû Dâvûd, Akdıye, 11 ; Tirmizî, Ahkâm, 3 ; Nesâî, Kudât, 11 ; İbn Mâce, Menâsik, 38 ; Ahmed, 1/37, 5/230, 236.
[20] Yani sünnet, mutlakı takyit, âmirn tahsis... gibi yollarla Kur'ân üzerinde tasarrufta bulunurken, bunun tersi olmaz. <Ç)
[21] Nisa 4/24.
[22] Yani bunlardan hangisi daha sonraki bir tarihte gelmiş ise, o öncekini nes-hedecektir. Aksi takdirde ikisinden biri, bir delile mebnî diğeri üzerine tercih edilecek veya varsa imkân aralarının bulunmasına (cem ve telif) çalışılacaktır. Bu da olmazsa her ikisi de değerden düşecek ve başka deliller aranacaktır. "Zannî ile kat'î arasında tearuz olmaz" sözleri gerçek muâraza yani aklî konularda olan çelişki içindir; şer'î konularda ise buna bir engel yoktur. Zira şer'i konularda gerçek anlamda tearuz olmaz, sadece sûretâ olur.
[23] Zira senedi ve delâleti kat'î olan sünnet, Kitab'ın zahiri üzerine takdim olunmaktadır.
[24] Dolayısıyla hem sübût hem de delâlet bakımından eşit olmaları durumunda aralarında tearuz meydana gelebilir. Bu yüzdendir ki âlimler şöyle demişlerdir. Sübût açısından Kur'ân nassları ile hadis arasında tearuzdan söz edilemez. Tearuz ancak delâieti zannî olan Kur'ân nassları ile, delâleti kat'î olan sünnet arasında olabilir.
[25] Yani Kitab'ın vâhid haber üzerine takdimi mi, yoksa vâhid haberin Kitâb üzerine takdimi mi gerekir, ya da aralarında tearuz mu söz konusu olur? şeklindeki ihtilaf.
[26] Yani delil olarak kullanılacak olanın Kitap mı, yoksa sünnet mi olacağını,
ikisi arasında tercihi gerektirecek delil belirler.
[27] Nahl 16/44.
[28] Mâide 5/38.
[29] Hırsızlıkta elin kesilebilmesi için gerekli olan nisap miktarı Hanefîlere göre on dirhemdir. (Ç)
[30] Az önce de ifade edildiği gibi usûlcülere göre Kur'ân nassınm delâletinin zannî olması durumunda sünnetle tearuz halinde bulunur ve hangisinin daha sonraki tarihli olduğu da bilinmezse, o zaman bunlardan biri diğeri üzerine sırf Kur'ân âyeti olması, ya da öbürünün sünnet olması gibi gerekçelerle tercihi mümkün olmuyor, aksine cem ve telif imkânı yoksa tercihi gerektirecek delil aranıyor ve delil bulunamaz ise, her ikisi de terkediliyor-du. Bu durum Kitabın sünnetten önce gelmediği tezine delil olarak kullanılmıştı. Müellif şimdi de bu itiraza cevap verecektir.
[31] İkinci Mesele'de. Kur'ân'dan kat'î bir asla dayanan vâhid haber, onun beyan edicisi olur. Bu durumda vâhid haberlerin büyük bir kısmı Kur'ân'ın beyan ve tefsiri mahiyetindedir.
[32] Bu konuyla ilgili ileride söz edilecektir.
[33] Nitekim Hz. Aişe, "Velâ teziru vâziratun vizra ukrâ" âyetine dayanarak, "Şüphesiz ki ölü, ailesinin üzerine ağlaması sebebiyle azap görür" hadisini reddetmiştir.
[34] Sünnette de senedi kat'î olanların bulunduğu, dolayısıyla delâlet açısından Kitap'tan geri kalmayacağı itiraz noktası.
[35] Müellif, bu mütevâtir sünnet konusunda ileri sürülen itiraz noktasını sanki kabulleniyor gibi görünüyor; ancak pratik bir değeri olmaması sebebiyle fazla bir önemi olmadığını belirtiyor. Çünkü ta Hz. Peygamber'e (s.a.) kadar bütün tabakalarda yalan üzerinde birleşme imkânı olmayan kalabalıktaki insanların, yine kendileri gibi olan kalabalık râvilerden rivayet etmiş olmaları şeklindeki tevatür şartına uygun olarak geîen ya mütevâtir sünnet yoktur, ya da vukuu çok nadirdir. Nâdir olana ise müstakil olarak değer ve hüküm verilmez.
[36] Şâtıbi, el-Muvâfakât, İz Yayıncılık: 4/5-9
[37] "Namazı kılınız" şeklindeki mücmel âyetlere detaylar getiren hadisler gibi.
[38] Ayetlerden maksadın ne olduğunu açıklayan hadisler gibi. Meselâ "Altın ve gümüşü biriktirenler var ya..." (9/34) âyeti indiği zaman, bu sahabeye çok ağır gelmişti. Gelip maksadın ne olduğunu Rasûlullah'a sordular. O: "Yüce Allak zekâtı, sadece ellerinizde geride kalan malların onun sayesinde paklanması için farz kılmıştır1' buyurdu. Bunu duyunca Hz. Ömer tekbir getirdi.
Yine "iman edip de imanlarına hiçbir şekilde zulüm bulaştırmayan-lar var ya..." (6/82) âyeti indiği zaman sahabe buradaki zulümden maksadın ne olduğunu anlayamamış ve korkmuşlardı. Hz. Peygamber (s.a.), Lokman süresindeki âyette (31/13) de ifade edildiği gibi, sözü edilen zulümden maksadın şirk olduğunu açıklamıştı.
[39] "Savaştan geri kalmış üç kişinin tevbesini de kabul etti" (9/118) âyetinde atıfta bulunulan olayın bütün uzunluğu ile hadiste anlatılması gibi. Bu uzun hadiste onların cezalandırıldıkları; önce kendileriyle konuşmanın yasaklandığı, sonra kadınlarına yaklaşmaktan men olundukları... detaylarıyla anlatılmaktadır.
[40] Nahl 16/44.
[41] Müellif orada bu delillerden bahsetmemiş ve konunun delillendirmeye ihtiyaç göstermeyecek kadar açık olduğunu, zira bunun dinde zorunlu olarak bilinen bir husus olduğunu söylemişti.
[42] Kalem 68/4.
[43] Hz. Âişe, kullandığı ifadede Hz. Peygamber'in (s.a.) ahlâkı ile Kur'ân'ı Özdeşleştirmiştir. Bundan da, onun bütün davranışlarının kaynağının Kur'ân olduğu anlamı çıkmaktadır.
[44] Bir kimsenin ahlâkı, fiillerinin kendisinden kolaylıkla kaynaklandığı bir halet-i rûhiyyedir. Hz. Âişe'nin de ifadesi üzere Hz. Peygamber'in (s.a.) sözleri, fiilleri ve diğer tasarrufları, Kur'ân'dan sâdır olmaktadır. Sünnet dediğimiz şey ise, Hz. Peygamber'den (s.a.) sâdır olan söz, fiil ve şâir tasarruflardan ibarettir. Şu halde sünnet, Kur'ân'dan sâdır olmakta ve ona dayanmaktadır.
[45] Nahl 16/89.
[46] Üçüncü ciltte, İkinci Tarafın Yedinci Mesele'sinde de işaret edildiği üze-re,Kur'ân, her ne kadar çeşitli ilimleri kapsıyorsa da, ilgilendiği şeylerin başında emir ve nehiy konusu yani itikâdî ve amelî şer'î yükümlülükler gelmektedir. Sünetin içeriğinin en Önemli kısmını ise, bu tür yükümlülüklerin açıklanması ve onlara detaylar getirilmesi teşkil eder. Bu durumda sünnet, genel çerçeve olarak Kur'ân içerisinde mündemiç bulunmuş olur. Müellif, "Çünkü emir ve nehiy, Kitap'ta yer alan şeylerin başında gelir" sözü yerine "Çünkü sünnet, Kur'ân'ın açıklamak için geldiği Tıer-şey' tabirinin altına giren konuların beyanı olmaktan başka bir şey değildir" deseydi mânâ daha anlaşılır olacaktı.
[47] En'âm 6/38.
[48] Mâide5/3.
[49] Delil bu ifade ile tamamlanmaktadır. Eğer bu sözden maksat dinin Kur'ân ve Sünnet'in tamamlanması ile kemâle ermesi olsaydı, o zaman delil olmazdı. Çünkü bu âyet indikten sonra Hz. Peygamber (s.a.) seksen gün kadar daha yaşamış ve bu sırada kendisinden sözlü ya da fiilî birçok sünnet sâdır olmuştu.
[50] Dördüncü Mesele'de.
[51] Yani sünnet, Kitap'ta mevcut bulunan bir esasa ters düşmese, fakat kendisine tanıklık edecek bir esasa da dayanmasa bu durumda hakkında tevakkuf edilir. Kesin bir esasa ters düşmesi halinde ise reddedilir.
[52] Nisa 4/65.
[53] Bkz. Buhârî, Şirb, 6, 8, Sulh, 13 ; Müslim, Fedâil, 129 ; Ebû Dâvûd, Akdı-ye, 31 ; Tirmizî, Ahkâm, 26 ; Tefsîru Sûre 4/13 ; Nesâî, Kudât, 19 ; İbn Mâce, Mukaddime, 2, Ruhun, 20 ; Ahmed, 1/160, 4/5.
Olay Müslim'in rivayetinde şöyle olmuştur: Ensardan bir adam (Hu-meyd) , Rasûlullah'm (s.a.) huzurunda hurma suladıkları Harre su yollan hakkında Zübeyir'den davacı olmuştu. Ensâr'dan olan zat: "Suyu sal da geçsin!" demiş, Zübeyir ise onun bu teklifine razı olmamıştı. Derken Rasûlullah (s.a.) huzurunda davaya çıktılar. Rasûlullah (ı.a.), Zübeyr'e:
"Ya Zübeyr! Sen sula, sonra suyu komşuna sal!" buyurdu. Ensarh kızdı ve:
"Yâ Rasûlallah! Bu adam halanın oğlu diye mi böyle söylüyorsun?" dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber'in (s.a.) yüzünün rengi değişti ve:
"Yâ Zübeyir! Sula, sonra suyu tıka, ta duvara kadar geri dönsün!" buyurdu. Zübeyir, yeminle (4/75) âyetinin bu hususta indiğini söylemiştir.
Hz. Peygamber (s.a.), ilk önce Zübeyir'den komşusuna karşı müsamahalı davranmasını ve sulamanın en az derecesi ile yetinmesini, ondan sonra da suyu hemen ona salıvermesini istemişti. Ensârî, bunu anlamayıp üstelik kötü bir şekilde yorunca, bu kez Hz. Peygamber (s.a.), Zübeyr'e şer'î hakkını tam olarak kullanmasını ve toprak suya iyice kanıncaya kadar suyu kendisinde tutmasını emretti.
[54] Nisa 4/59.
[55] İbn Kayyim, İ'lâmu'l-muvakkıîn'de şöyle demektedir: Bütün müslüman-lar, meseleyi Allah'a bırakmaktan maksadın, Kur'ân'a başvurmak; Rasûlullah'a (s.a.) bırakmaktan maksadın da, hayatında iken bizzat kendisine, ölümünden sonra da sünnetine başvurmak olduğu konusunda icmâ etmişlerdir.
[56] Mâide 5/92.
[57] Nûr 24/63.
[58] Nisa 4/80.
[59] Haşr59/7.
[60] Mecmau'z-zevâid'de Câbir'den (r.a.) yapılan rivayete göre Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Kime benden bir hadis ulaşır da onu yalanlarsa, bu haliyle o üç kişiyi yalanlamış olur: Allah'ı, Rasûlünü ve o hadisi kendisine ulaştıranı." Taberânî, el-Evsatta zikretmiştir. Senedinde Mahfuz b. Misver vardır. İbn Ebî Hatim onu zikretmiş; fakat hakkında ne cerh ne de ta'dîle delalet eden bir ifade kullanmamıştır.
[61] Hadisin başında: "Haberiniz olsun! Bana Kitap ve onunla birlikte onun gibisi de verilmiştir" ifadesi vardır. Sonunda ise: "Haberiniz olsun! Size ehil eşekler, yırtıcı hayvanlardan köpek dişli olanlar, aranızda muahede olanlara ait buluntu mallar da helâl değildir" ilavesi vardır, bkz. Ebû Dâvûd, Sünnet, 5 (4/200), İmâre, 33; Tirmizî, İlim, 10; Ahmed, 2/367, 4/132.
[62] Ebû Dâvûd, Sünnet, 5 (4/200).
[63] İlgili hadisler daha önce geçmişti [3/372].
[64] Yani son üç örnek.
[65] Sahifede ne olduğu sorulunca: "Diyet, esirin salıverilmesi ve kâfire karşılı müslümanm öldürülmemesi" diye karşılık vermiştir, bkz. Buhârî, İlim, 39
[66] Metinde geçen sarf, nafile; adi de fariza anlamlarına da gelmektedir, Nihâye, 3/24. (Ç)
[67] bkz. Buhârî, Fedâilu'l-Medîne, 1 (2/220) ; Cizye, 10 ; Ahmed, 1/100, 2/126.
[68] Ebu Davud akdiye,11;Tirmizi,ahkam,3;Nesai, Kudat 11, ibn Mace Menasik,38;Ahmed,1/37,5/230,236
[69] Ahmed, 4/146, 156. Hadisin senedinde, güvenilirliği tartışmalı olan Derrâc Ebû's-Semh vardır.
[70] Buhârî, İlim, 34 ; Müslim, İlim, 13. Daha önce geçmişti [1/74].
[71] Çünkü bu söz, terkip bakımından kötü ve Hz. Peygamber'in (s.a.) eşsiz üslubunden çok uzaktır.
[72] Yani Rasûlullah'ın (s.a.) Zübeyir lehine vermiş olduğu hüküm, icmâlî ya da uzaktan da olsa Kur'ân'da var mıdır? Müellif bu sorunun cevabını Dördüncü Mesele'ye havale etmiştir. Nitekim üçüncü itiraz noktasının cevabını da oraya havale edecektir
[73] İtiraz şöyleydi: Sünnetin terkedilerek sadece Kur'ân'a uyulmasını yeren hadisler vardır. Eğer sünnetin içeriği, Kitap'ta bulunsaydı, o takdirde Kitap ile amel halinde sünnet hiçbir şekilde terkedilmiş olmazdı. (Ç)
[74] Burada müellif şöyle bir itiraza cevap vermektedir: Birinci cevapta ileri sürülen husus ikinci itiraz noktası için geçerli değildir, özellikle de sünnet ile Kitab'ın ayrı ayn şeyler olduğunu söyleyen açık hadisler var ve sünnetin ihtiva ettiği ve Kur'ân'da aslı esası bulunmayan konularda bu gayet açıktır. Nitekim hadislerde yer alan Allah'ın Rasûlünün (s.a.) haram kıldığı da aynen Allah'ın haram kıldığı gibidir." "Bana Kitap ve onunla birlikte onun gibisi de verilmiştir" ifadeleri bunu açıkça ortaya koymaktadır.
Müellif bu muhtemel itiraza, büküm itibarıyla sünnetin Kitep'tan farklı olması, onun Kitap'tan müstakil olarak düşünülmesini sahih kılmıştır; dolayısıyla sünnet, "Kur'ân gibisi" gibi nitelemelere de elverişli hale gelmiştir... diyerek cevap vermektedir.
[75] Onlar görüşlerini "herşeyin Kur'ân'da açıklaması olduğu" noktası üzerine bina etmişlerdi. Bu haddizatında doğru olan birşeydir; ancak bunların al-danmış olduğu husus kendilerini sünnetten müstağni addetmeleri ve Kur'ân'ı kendi arzu ve heveslerine uygun bir şekilde tevillere kalkışmalarıdır.
[76] Yani Kitap'la yetinme ve sünneti terketme konusunda.
[77] Dolayısıyla onu atmadan bahsetmenin bir anlamı yoktur. İster Hz. Peygamber'in (s.a.) hata edebileceği, ancak hatası üzerinde bırakılmayacağı ve mutlaka Allah Teâlâ tarafından tashih edileceği görüşünden, isterse onun ictihadlarında hiç hata etmeyeceği görüşünden ki bu ikincisi onun Ki-tab'a ters düşecek bir hüküm getirmeyeceği konusunda daha da kesin bir görüş olmaktadır- hangisinden hareket edecek olursak olalım, her iki takdire göre de sünnetin atılmasının bir mânâsı olmaz; zira Kitap ile sünnet arasında çelişki olması mümkün değildir.
[78] Ve bu durumda Kitap sünneti içine almış olur. Bu durumda meselenin aleyhine delil olarak kullanılan bu badis tersine işleyerek lehine bir delil haline dönüşür. Nitekim dördüncü itiraz noktasında da durum aynı olmuştu. Müellifin muradı budur.
[79] Mecmau'z-zevâid'de Ahmed ve el-Bezzâr'dan nakledilmiştir. Râvileri, Sahih'in raviteri olmaktadır. Ancak onun rivayeti müellifin buradaki rivayetinden biraz farklıdır.
[80] Enfâl 8/2.
[81] Zümer 39/23.
[82] Mâide 5/83.
[83] Bu yerinde bir izah değildir. Çünkü hadisin Kur'ân'da olmayan bir mânâyı içermesi, ona zıt olmasını gerektirmez.
[84] Râmuzu'l-Hadîs'te, el-Hâkim'den rivayet edilmiştir.
[85] Burada sünneti de zikretmesi, müeliifın amacına uygun düşmemektedir. Çünkü o, "sünnetin Kitap'ta bulunanlar üzerine yeni birşey getirmediği, bilakis onun sadece bir açıklama olduğu, Kitab'a uygun olanının kabul edilip, ona ters düşeninin kabul edilmeyeceği" hususunu delillendirmek istemektedir. Dolayısıyla bunun isbati için sadece Kitab'a uygunluktan söz etmesi gerekirdi.
[86] Şâtıbi, el-Muvâfakât, İz Yayıncılık: 4/9-21
[87] Nisa 4/115.
[88] Haşr59/7.
[89] Haşr59/7.
[90] Hadis daha önce geçmişti, bkz. [ 3/368].
[91] Nisa 4/119.
[92] Haşr59/7.
[93] Haşr59/7.
[94] ibn Abbâs'tan şöyle dediği rivayet edilir: "İçlerinde bence en üst düzeyde rızaya ulaşmış Hz. Ömer gibi insanların da bulunduğu kendilerinden razı olunan adamlar, benim yanımda, 'Rasûlullah'm (s.a.) güneş doğuncaya kadar sabah namazından sonra, güneş batmcaya kadar da ikindiden sonra namaz kılmayı yasakladiğı'na dair tanıklık etmişlerdir."
[95] Ahzâb 33/36.
[96] Efendisinden çocuk doğuran cariyeler. (Ç)
[97] Nisa 4/59.
[98] Nahl 16/44.
[99] Rasûlullah'ı (s.a.) kastetmektedir. Sünnet Kur'ân'ı tefsir etmektedir. Sünneti işte bunun için rivayet etmektedir.
[100] Meşhur Cibril hadisinde. (Ç)
[101] Bu devlet başkanının, mürtedleri öldürmek gibi şerl hadleri uygulama suretiyle dinin esaslarını koruması yoluyla olur.
[102] Müellif üçüncüsünü zikretmemiştir. Onu da şöyle belirlese sözü tamamlanmış olurdu: 3) Nefsin yok olma açısından korunması yani onu ortadan kaldırmaya yönelik eylemlere karşı korunması. Bunun için de cezaî hükümler konulmuştur. Ancak müellif kısas ve had cezalarım tamamlayıcı unsurlardan mütalaa etmekte, esastan kabul etmemektedir. Nitekim Makâsıd bölümünde geçmişti. O zaman üçüncü esas nerede kalmaktadır? Buna şöyle cevap verilebilir. Müellif nefsin bekasının sürdürülmesi esasını iki kısma bölmüştür: 1) Nefsi içeriden koruma, 2) Dışarıdan koruma. Bu ikisi birinciye eklendiği zaman hepsi üç eder ve sözde de eksiklik kalmaz.
[103] Had ve kısas cezalarının konması, nefse ârcz olabilecek durumların dikkate alınması vb. gibi durumlar nefsin korunması ilkesini tamamlayıcı unsurlardan olmaktadır ve hepsi de onun yok olması açısından ele alınmakta ve bekâsını sürdürmeyi amaçlamaktadır. Sözü edilen üçüncü tamamlayıcı unsur işte budur. Gerçi bu tamamlayıcı unsuru buradaki değerlendirişi ile Makâsıd bölümündeki değerlendirişi farklı ise de, her biri kendi zaviyesinden sahih olduğu sürece böyle farklı değerlendirmeye mani bir durum yoktur.
[104] Yani nefsin korunması kısmına. Tamamlayıcı unsurları kısmına girer demeyi de kastetmiş olabilir. Hepsi de müellifin de dediği gibi esas olarak Kur'ân'da vardır.
[105] Şer'an meşru olan alış-veriş gibi bedelli ve hibe, miras gibi bedelsiz mülkiyeti isbat ve nakleden yollar vasıtasıyla.
[106] Bu durumda ihtiyaç için yeterli olan malı sırf çoğaltmak için yapılan üretim zarûriyyâttan olmaz. Bu mânâ metindeki "yefi" kelimesinin aslında "yefnâ" olması gerektiği şeklinde böyledir.
[107] Bu durumda ise zarurî ihtiyaca cevap veremeyecek noksanlıktaki malın nemalandırılması zarurî olacak, fazlası ise korunması zarurî olan kısma girmeyecektir. Bu mânâ metnin "yefî" şeklinde alınmasına göredir. Her iki şekilde de mânâ doğru olmaktadır.
[108] Bu, malın israf, hırsızlık, yangın ve diğer telef edici durumlardan korunması şekliyle olmaktadır.
[109] Bu konudaki asıl, malın mülkiyete konu olmasının sahihliği İdi.
[110] İtlaf içermeyen gasp halinde tazir, hırsızlıkta had, itlaf durumunda tazmin söz konusu olur. Bu üç müeyyide, malın mülkiyete konu olması esasını korur. Taziri gerektiren durumlardan biri de kumardır; onun hakkında özel bir had gelmemiştir.
[111] Yani iyi ve temiz olan şeylerin yenilmesini, israf ve aşırılığa kaçılmaması-nı vb. bildiren âyetler yoluyla açıklanmıştır.
[112] Alimler, tazir cezasının işlenen suçun cinsine ve vasfına yani büyüklük ve küçüklük durumuna göre belirleneceğini söylemişlerdir. Bu tazir (zecr) hakkında böyledir. îçki cezasında da durum aynıdır. Onun hakkında da Kur'ân'da özel bir nass bulunmamaktadır. Sünnette de onun hakkında belli bir had cezası belirlenmemiştir. Ashap Hz. Peygamber (s.a.) devrinde içki içenleri bazen pabuçlarla, bazen hurma dallarıyla belli bir sayıda olmaksızın pataklıyorlardı. Seksen sopa şeklinde belirlenmesi ise iftira haddine kıyas sonucunda olmuştur. Nitekim Hz. Ömer döneminde konu ile ilgili yapılan istişare sırasında Hz. Ali şöyle demiştir: "Kişi içtiği zaman sarhoş olur, sarhoş olduğu zaman hezeyanda bulunur, hezeyanda bulununca da iftira eder."
[113] Namaza nisbetle necasetin "hafife" ve "galîza" diye ikiye ayrılması ve bunlardan belli bir miktarın namaz kılınan yerde ya da namaz kılanın üzerinde olması halinde namaza zarar vermemesi böyle bir ruhsatın sonucudur. (Ç)
[114] Yani Kur'ân'da yer alan bu gibi ruhsat hükümleri, güçlüğün kaldırılması genel esasının birer örnekleri mahiyetindedir. (Ç)
[115] Hayvanda bulunan kan -ki necistir- iki büyük boyun damarının kesilerek akıtılması gibi bir işlem olmaksızın tam olarak bedenden ayrılmaz ve böylece beden temizlenmiş olmaz. Av, bu ameliye gerçekleşmemekle birlikte helâl kılınmıştır. Bu helâllik güçlüğün kaldırılması ilkesinin gerektirdiği bir ruhsattan başka birşey değildir. Müellif az önce boğazlama ve av hükümlerini nefsin korunması ilkesinin tamamlayıcılarından saymıştı.
[116] Talâkın en fazla üç sayısıyla sınırlandırılmasında, kadın için bir kolaylık ve ona dokunacak sıkıntı ve zararın kaldırılması vardır. Çünkü üç defa boşandıktan sonra artık kocası ile ilgisi kalmayacak ve bir başkası ile evlenebilme imkânı bulacaktır. Bu ise neslin korunması ilkesine yardımcı olacaktır.
[117] Talâkın bulunmamasında temelde büyük bir sıkıntı ve güçlük vardır ve bunu talâkı meşru görmeyen kavimler çok iyi bilirler. Çünkü talâk da bir tür çözümdür ve yeni evliliklere imkân verir. Zamanımızda göze çarpan aşırı boşama hadiseleri ise dinin özünden kaynaklanmayan, bilakis onun hakem usûlü vb. hükümlerinin ihmalinden doğan ve ahlâkî çöküntünün göstergelerinden biri kabul edilen bir 'olgudur.
[118] Kadının, eşinden mehri ya da belli bir bedel karşılığında ayrılması. (Ç)
[119] Aslında uygun olanı, bunun avın mubah kılınması ve yardımlaşmada olduğu gibi nefsin korunması konusunda hâciyyâttan olan şeylerden sayıl-masıdır. Çünkü bununla nefse, onun korunmasını güçlendirecek şekilde bir genişlik getirilmektedir.
[120] Dolayısıyla ruhsat şeklinde akla ister yenilecek ister içilecek şey olsun zarar verecek şeylerin alınması yoluyla da olsa, nefsin korunmasına öncelik verilir.
[121] Bu ilke Kur'ân'da açık bir şekilde ortaya konulmuştur. Dolayısıyla Kur'ân zikredilenlerin hepsini kapsamakta ve onlar için küllî bir esas olmaktadır. Buna rağmen bazıları Kur'ân'da mufassal olarak da gelmiştir
[122] Yani nassla değil de ictihâdla tefemi eden küllî esaslara bağlı şeylerdir.
[123] Bu meyanda Kur'ân ile paralellik arzedecek mahiyette sünnetin belirledikleri çok azdır. Geri kalan kısım içtihada bırakılmıştır.
[124] Müslim, Sayd, 15, Afime, 32 ; Tirmizî, Sayd, 9.
[125] En'âm 6/145.
[126] Pislik yiyen başıboş sığır, tavuk gibi hayvan. (Ç)
[127] Ebû Dâvûd, Afime, 24, 33.
[128] Çekirge gibi.
[129] Kabaktan oyulmuş kap. (Ç)
[130] Ziftlenmiş toprak kap, küp. (Ç)
[131] Ağaçtan oyularak yapılmış kap, fıçı. (Ç)
[132] Bu kaplarda şıra (nebîz) tutulmasının yasaklanması sedd-i zerîa ilkesinden hareketle olmaktadır. Çünkü bu gibi kaplar, içine konulan şırayı çabucak şaraplaştırıyordu ve genelde içkiler bu tür kaplarda tutuluyordu, içki yasağı gelince, yasağın iyice yerleşebilmesi için Rasûlullah (s.a.) bu kaplarda şıra tutulmasını dahi yasakladı. Haramlık hükmü iyice yerleşip, nefisler bu yasak hükmüne artık alışınca bu kapların kullanılması yasağından dolayı sıkıntıya düşülmesi de söz konusu olunca, Rasû-lullah (s.a.) onlara bütün kapların kullanılmasını mubah kaldı; bir kayıtla ki asla sarhoşluk verici bir içki içmeyeceklerdi. Gerekçe varken haram kılma esası galebe çaldırılmış ve bu gibi kaplarda şıra tutulması dahi yasaklanmıştı. Gerekçe ortadan kalkınca da aslî hüküm olan ibâhalığa dönülmüştü. Bunun ister bir içtihadı tasarruf, ister vahye müstenid olduğunu söyleyelim, söz konusu olan her halükârda Rasûlullah'ın beyanıdır.
[133] Muvatta, Dahâyâ, 8.
[134] Ebû Dâvûd, Eşribe, 5 ; Tirmizî, Eşribe, 3.
[135] Yani bu şekilde elde edilen şıranın yasaklanması, hızla köpük atarak sarhoşluk verici bir hal alması özelliği sebebiyledir. (Ç)
[136] Buhâri, Zebâih, 2, 7-10 ; Müslim, Sayd, 2, 3, 6 ; Ebû Dâvûd, Edâhî, 23.
[137] Ebû Dâvûd, Edâhî, 22.
[138] Buhârî, Zebâih, 2, 3 ; Müslim, Sayd, 1-3 ; Ebû Dâvûd, Edâhî, 22.
[139] Daha önce geçti. bkz. [3/86].
[140] Hadis için bkz. Buhârî, Hudûd, 23 ; Ahkâm, 29 ; Ebû Dâvûd, Talâk, 34 ; Nesâî, Talâk, 43. "Çocuğun yatak sahibine ait olacağını ve zina edenin ise mahrum kalacağını" ifade ettikten sonra Şevde bt. Zem'a validemize, Zem'a'nın olduğuna hükmedilen kişinin yanında örtünmesini emretmiştir. Çünkü yargıya göre her ne kadar bunlar kardeş oluyorlarsa da, çocuk Utbe'ye açık bir şekilde benziyordu. Bu durumda Rasûlullah (s.a.), bir taraftan çocuğu yatak sahibine hükmederken, mahremiyet konusunda da zina edene hükmetmiş oluyor ve böylece ihtiyatlı hareket etmiş oluyordu.
[141] Ebû Dâvûd, Edâhî, 22.
[142] Ebû Dâvûd, Taharet, 34 ; Tirmizî, Taharet, 49.
[143] Kullanılan bu kuyudan su çekerken içinden bazı pis maddeler de çıkmakta idi. Durumu Rasûlullah'a ilettiklerinde, suyun yaratılıştan temiz olduğunu ve onu hiçbir şeyin pis kılamayacağını beyan buyurdu. Diğer rivayetlerde "Rengi veya tadı veya kokusu değişmedikçe" ilavesi bulunmaktadır. Bu durumda pis olduğuna dair bir belirti ki bu renk, tad ya da kokudur bulunmadıkça hüküm temizlik tarafına ait olacaktır.
[144] Yani silahla veya av hayvanı vasıtasıyla vurulan ve hemencecik orada öleni ye. (Ç)
[145] bkz. Nihâye, 3/45.
İçinden pis maddelerin çıkmasına rağmen suyun temizlik hükmüne katılması ile avın haramlık hükmüne katılması arasında şu benzerlik vardır: Rasûlullah (s.a.) her iki konuda da asıl olan ile amel etmiştir. Suda asıl olan temizliktir. Avda ise asıl olan haramlıktır; çünkü onda şer"î usûlüne uygun bir boğazlama işlemi yoktur. Dolayısıyla avın helalliği, aslın hilafına bir takım şartlara bağlı olarak tanınan bir ruhsattır. Dolayısıyla bu şartların tahakkuk etmemesi halinde asıl ile hareket edilerek onun haramlık hükmüne katılması yoluna gidilmiştir.
[146] Tirmizî, Radâ', 4 ; Ahmed, 4/7, 8. Ukbe b. Haris, Ebû İhâb'ın kızı ile evlenir (veya evlenmek ister) ve bir kadın gelerek hem Ukbe'yi hem de evlendiği kadım emzirdiğini söyler. Ukbe doğru Medine'ye gider ve durumu Rasûlullah'a (s.a.) arzettikten sonra aldığı cevap üzerine kadından ayrılır. Bu olay hakkında şöyle bir yorum yapmışlardır: Rasûlullah (s.a.) burada takva ve vera ile hareket etmeye, zayıf da olsa şüpheli şeylerden kaçınma gereğine irşadda bulunmuştur. Çünkü Sâri' Teâlâ, kadının süt haramlığı konusundaki iddiasının dinlenmesi için bazı şartlar koymuştur ve bu şartlar bu olayda mevcut bulunmamaktadır. Dolayısıyla bu olayda şartların gereği olarak kadının sözünün dikkate alınmaması ve bu evliliğin haram-lığına hükmedilmemesi gerekirdi. Buna rağmen Rasûlullah'ın {s.a.} ayrılmalarını istemesi, şüpheli şeylerden kaçınılması gereği ilkesinin bir sonucu olmuştur.
[147] Meselâ velisiz aktedilen ve henüz zifaf gerçekleşmeyen nikâh gibi. Böyle bir nikâhta, zifaftan önce talâkın vuku bulması halinde herhangi bir şey gerekmemektedir. Zifaftan sonra talâkın vukubulması halinde ise durumda ve hükümde her iki aslın hükmüne katılmaktadır.
[148] Tirmizî, Nikâh, 14 ; Ebû Dâvûd, Nikâh, 9 ; Ahmed, 6/166.
[149] Ebû Dâvûd, Tahâre, 41; Tirmizî, Tahâre, 52 ; İbn Mâce, Tahâre, 38.
[150] İbn Mâce, Sayd, 9 ; Ebû Dâvûd, Afime, 31.
[151] Mâide 5/45.
[152] Nisa 4/92
[153] Kıyas mecrasına sokulabileceklerle ilgili dördüncü misalde.
[154] Teysîr sahibi hadisin şerhi konusunda şunları söylemiştir: "Gurre", A-rapça'da köle ya da cariye demektir. Fukahâya göre ise, değeri diyetin onda birine ulaşan köledir.
[155] Ebû Dâvûd, Edâhî, 18 ; Tirmizî, Sayd, 10.
[156] Nisa 4/11.
[157] Câbir hadisinde belirtildiğine göre, Sa'd b. er-Rabî'in karısı iki kızıyla birlikte Rasûlullah'a (s.a.) gelmiş ve çocukların amcasının kardeşinin malının tamamını aldığını, kendilerine bir şey vermediğini söylemişti. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.) iki kız için üçte ikinin, anneleri için sekizde birin, kalanın da amcanın olacağına hükmetti.
[158] Bu genelleme ceninin düşürülmesi durumunda gurre ödenmesi hükmü konusunda açık değildir. Çünkü bu hükümde ne can diyeti, ne de organ diyeti ödenmemekte, nevi şahsına münhasır bir hüküm olmaktadır.
[159] Dokuzuncu Mesele'de. Orada şeriatın sadece belirli şahıslar ya da kesimler için olmadığı ve bütün insanlar için genel olduğu geçmişti. Burada ise hakkında hüküm bulunan mânâya (illet) dayandırılan bir umumîlik söz konusu olmaktadır. Meselâ "hamr" kelimesinin her ne kadar sıfat itibarıyla kapsamasa bile mânâ itibarıyla "nebîz"e de şamil olduğunu söyleyerek, onun da haram kabul edilmesi gibi.
[160] Bu tabiî ki Rasûlullah'ın (s.a.) ictihâd edebileceği ve bu meyanda kıyas yapabileceği görüşüne dayanmaktadır. Bazıları ise Rasûlullah'ın (s.a.) ictihâd edemeyeceğini ve onun her sözünü vahye dayandırmak zorunda olduğunu söylerler.
[161] ikinci Mesele'de. Orada sonuç itibarıyla kesin bir asla çıkan zannînin, kat'înin hükmünü alacağı belirtilmişti.
[162] Öyle anlaşılıyor ki bundan maksadı İslâm döneminde aktedilen ribâ muameleleridir. Çünkü teşrîe konu olan budur. Cahiliye döneminde aktedilen ribâ da buna katılmıştır.
[163] Bakara 2/275.
[164] Bakara 2/279.
[165] Bu hadis Veda hutbesinde söylenmiştir.
Bu tasarruf Rasûlullah'tan (s.a.) ya kıyas yoluyla ya da zihinlerimizde kıyas mecrasında cari olan vahiy yoluyla sadır olmuştur. Buraya kadar olanın, hükmü belli olan iki uç tarafın hükmü arasında gidip gelen şeyler hakkında örnek olması mümkündür. Şöyle ki Allah Teâlâ ribâyı haram kılmıştır. Yine O: "İnkâr edenlere, eğer vazgeçerlerse, geçmişlerinin bağışlanacağını... söyle" (Enfâl 8/38) buyurmuştur. Bu durumda cahiliye ribâsı, affedilen ve akdi yürürlükte olanla, bâtıl olup akdi geçersiz olan, yani her ne kadar akdin mücerred husulü affedilmiş, olsa bile geçerli olmayacak ve üzerine herhangi bir hüküm terettüp etmeyecek bir tasarruf arasında mütereddit kalmıştır. İşte Rasûlullah (s.a.) onu da diğer ribâ çeşitleri arasına katmış ve iptal etmiştir. Buna göre, zihinlerimizde kıyas mecrasında câri olan kısma ilk örnek "Durum böyledir ve bu nasslarda söz konusu olan yasak, karşılıksız olan bir fazlalık yüzündendir. ..." diye başlayan sözü olacaktır. Bu izah daha önceki sözüne de uygun olmaktadır. Keza ribâ için illet olmaya elverişli şeyi zikrederken, cahiliye ribâsmda illet olacak şeye işarette bulunmamıştır. Gerçi müellif, hükmü belli iki uçtan birine katma ile ilgili sözü tamamlamış ve burada kıyas mecrasında carî olan kısma geçmişse de, yaptığımız izah daha makul gözükmektedir.
[166] Yani mübadele edilen her iki malın da elden ele karşı tarafa verilmeyip, bir tarafın tecil edilerek ertelenmesi hali. (Ç)
[167] Burada şöyle bir itiraz yöneltilebilir: Bazen bu denilen sakınca olmayabilir. Meselâ iyi kalitede olan az buğdayın, düşük kalitede olan fazla miktardaki buğdayla satışında olduğu gibi. Bir taraf miktar olarak fazlalık alırken, Öbür taraf da kalite üstünlüğüne sahip olmaktadır. Dolayısıyla karşılıksız bir fazlalık yoktur, denilebilir. Ancak burada da, hangi tarafın kârlı çıkıp, hangi tarafın kaybettiği bilinmeyecek kadar bir aldanma (gabin) durumu vardır ve böylesi bir gabinde akdin yasak olmasını gerektirir. Başka âlimler bu yasağı, müelliften farklı olarak sedd-i zerîa ilkesi ile talil etmişlerdir.
[168] Yani illeti ve altın, gümüş ve gıda maddeleri ile diğer maddeler arasındaki ayırımın hikmeti tam olarak kavranamamıştır. Neden bu iki grup maddelerin kendi cinsi ile mübadelelerinde fazlalık ve nesîe ribâları doğuyor da,_ diğerlerinin mübadelelerinde doğmuyor? Bu konuda İbnu'1-Kay-yim'in İ'lâmu'l-muvakkiîn adlı eserinin ikinci cildine bkz. Orada sadra şifa verici yeterli bilgi bulunmaktadır.
[169] Bu meyandaki açıklamalardan sayılabilecek bir uygulama da şöyledir: Rasûlullah (s.a.) iki köle karşılığında bir köle satın almıştır. Bir başka uygulamada _ord un un donatımı için yeterli deve kalmayınca, Abdullah b. Amr b. el-As'a gelecek senenin zekât develerinden Ödenmek üzere iki deve karşılığında bir deve olacak şekilde deve alınmasını emretmiştir.
[170] Müellif kesin olarak kıyastandır gibi bir ifade yerine böyle bir ifadeyi kullanmayı tercih etmiştir. Çünkü ifade ettiği gibi bu konu, mânâsı açıklık kazanmamış en kapalı konulardan biridir. Belki de konu bir illete mebnî olmayıp tamamen taabbudîdir ve o zaman kıyasa mahal olması düşünülemez. Sonra bu açıklama, Rasûlullah'm (s.a.) ictihâd edemeyeceği görüşünde olanlara göre sadece vahye dayalı da olabilir. Veya Rasûlullah'm ictihâd edebileceği görüşüne göre bir kısmı vahye müstenid, bir kısmı ise kıyasla olabilir.
[171] Yani anne üzerine nikâh aktedip, zifaf gerçekleşmeden önce boşaması ve kızı ile evlenmesi hali kastedilmektedir. Eğer böyle bir durum yoksa yani kız üzerine akit yapılmış veya anne ile zifaf gerçekleşmişse, bu durumda anne ya da kızla evlenmek ebedî olarak haram olacağından haramlığın cem durumuna tahsisinin bir anlamı olmaz.
[172] Nisa 4/24.
[173] Daha önce geçmişti bkz. [3/192].
[174] Ebû Dâvûd, Tahâre, 41; Tirmizî, Tahâre, 52 ; İbn Mâce, Tahâre, 38.
[175] Nisa 4/11.
[176] Nisa 4/11.
[177] Nisa 4/176.
[178] Buhârî, Ferâiz, 5, 7, 9, 15 ; Müslim, Ferâiz, 2, 3.
[179] Nisa 4/23.
[180] Çünkü konu içtihada bırakıldığı zaman, tereddüde mahal olacak ve boşluk doğacaktır.
[181] Tirmizî, Radâ', 1 ; Ahmed, 2/182.
[182] Bakara 2/126.
[183] Ankebût 29/67.
[184] Rasûlullah (s.a.) bu duasının yanında Medine'nin sâ'ma, müddüne (ölçü âletleri) de bereketli olması için de duada bulunmuştur. Medine'nin sıkıntılarına katlanan kimseler için kıyamet gününde kendisinin onlara şefaatçi ve tanık olacağını ifade buyurmuştur.
[185] Müslim, Hacc, 459 ; Ahmed, 1/181.
[186] Müslim, Hacc, 460.
[187] Buhârî, Medine, 1; Müslim, Hacc, 469.
[188] Buhârî, Medine, 1.
[189] Hacc 22/ 25.
[190] Bakara 2/282.
[191] Buhârî, Hayz, 6 ; Müslim, îmân, 132. Dinî noksanlıktan maksat da kadının hayız sebebiyle bazı dinî yükümlülükleri eda edememesidir.
[192] İbn Abbâs, Rasûlullah'ın yemin ve bir şahitle hükümde bulunduğunu söylemiştir.
[193] Âl-i İmrân 3/77.
[194] Yûsuf 12/72.
[195] "Cu'l" ya da "ceâle", bir işin yapılması karşılığında konulan ödüldür. Meselâ, kaybolan bir deve hakkında: "Kim devemi bulur getirirse ona şu kadar para vereceğim" denilmesi gibi. (Ç)
[196] Nisa 4/6.
[197] Tevbe 9/60.
[198] İcâre-i ademî konusunda Kur'ân'da en açık olanı radâ yani süt annelik üzerine yapılan icaredir. Hatta bazıları: "Kur'ân'da caiz olan icare sadece sütannelik hakkında gelmiştir" demişler ve: "Çocuğu sizin için emzirirler-se, onlara ücretlerini ödeyin" (Talâk 65/6) âyetini delil olarak kullanmışlardır
[199] Bunu izah sadedinde şöyle demişlerdir: Peygamberlik süresi yirmi üç senedir. Bunun ilk altı ayı sâdık rüya şeklinde olmuştur. Bu dönemin, nübüvvetin tümüne nisbeti de kırk altıda birini teşkil etmektedir. Bu izah, her ne kadar bazılarını tatmin etmese de açıktır. Sonra Rasûlullah'm (s.a.) çoğu zaman ashabına: "Rüya göreniniz var mı?" diye sorması ve anlatılan rüyaları yorması da, diğer rüyaların onun tarafından Kur'ân'da geçen rüyalara katıldığı anlamına gelir.
[200] Meselâ rüya ve hulm yani düş ayırımı yapmış ve rüyanın Allah'tan, düşün de şeytandan olduğunu söylemiştir.
[201] Daha önce geçti bkz. [2/46).
[202] İkinci Mesele'de [3/16] . Orada bu hadisi, kat'î bir asla çıkan şer'î zannî delil kabilinden saymıştı. Çünkü bu mânâ şeriatın cüz'i külli pek çok yerinde bulunmaktadır. Sünnet, çeşitli yerlerde dağınık olarak işlenen bu mânâyı genel bir prensip halinde vaz'etmişti. Bu yaklaşım sanki dağınık olanların birleştirilmesi ve cüzilerden külliye ulaşılması ve detayların icmali anlamındadır. Bu durumda bu yaklaşım, diğer yaklaşımların tersine bir görünüm arzetmektedir. Biraz düşünülünce, bunun nadir olduğu ve bu yaklaşımın asıl meselede savunulan teze yalnız başına temel teşkil edebilecek durumda olmadığı, bunun ancak diğer yaklaşımlarla birlikte ele almdığı zaman mümkün olabileceği görülecektir. Eğer müellifin maksadı tezi isbat için bu yaklaşımlardan her birinin yalnız başına yeterli olduğunu ifade ise, bu ancak üçüncü (c) yaklaşımda tam olarak, ikinci (b) yaklaşımda ise biraz zorlama ile ortaya çıkmaktadır. Birincide ise ancak kastettiği yol üzere ortaya çıkacaktır. Diğerlerinde ise, meselenin isbatı için bunlar yalnız başlarına yeterli ve ortaya çıkacak müşkilleri giderebilecek durumda değildir. Bizzat müellif de altıncı yaklaşıma nakıs olduğu gerekçesi ile itiraz etmiştir. Oysa ki onunla ilgili on tane örnek vardır ve bu konuda daha başka hadisler olduğunu belirtmiştir. Hal böyle iken tek bir örneği bulunan bu beşinci yaklaşım yalnız basma tezin isbatı için nasıl yeterli olabilir? Ancak ilk beş yaklaşımın birlikte ele alınması kastediliyor-sa, o zaman böyle bir itiraz varid değildir
[203] Bu altıncı yaklaşım, geçen ikinci yaklaşımdan daha husûsi bir anlam taşımaktadır. Orada söz konusu olan âlimlerce yaygın olarak bilinen ve istenilen ya da yasaklanılan şer'î bir hakikatin veya şartlarının veya keyfiyetinin vb. beyanı mahiyetindedir. Burada sözü edilen ise, sadece mücmel olan lâfzın lügavî vaz1 açısından beyanı hakkındadır.
[204] Yani geçen beş yaklaşımdan hareketle değil.
[205] Buhâri, Tefsîru sureti 65/1 ; Müslim, Radâ', 66-72 ; Ebû Dâvûd, Talâk, 4.
[206] Talâk 65/1.
[207] Buhârî, Talâk, 41 ; Müslim, Radâ', 103 ; Ebû Dâvûd, Talâk, 39.
[208] Talâk 65/1.
[209] Bakara 2/234.
[210] Talâk 65/4.
[211] Bakara 2/59.
[212] İsrailoğullarına: "Şu şehre girin, orada dilediğiniz gibi bol bol yiyin, secde ederek kapısından girin 'hıtta'yani "bağışla' deyin..." (2/58) denmiş, onlar ise tahıl anlamına gelen "Habbe fî şa're" diyerek kendilerine emredilen sözü değiştirmişler ve şehre secde yerine kıçları üzerine sürünerek girmişlerdir, bkz. Buhârî, Tefsîru sureti 2/5 ; Müslim, Tefsir, 1.
[213] Bakara 2/125.
[214] Bakara 2/158.
[215] Ebû Dâvûd, Menâsik, 56 ; Tirmizî, Hacc, 38 ; Nesâî, Hacc, 161,166.
[216] Mü'min 40/60.
[217] Tirmizî, Tefsîru sureti 2/16, 40. Âyetin devamı: "Bana ibâdet etmeyi büyüklüklerine yediremeyenler alçalmış olarak cehenneme gireceklerdir" şeklindedir. (Ç)
[218] Âyetteki "Tan yerinde" kaydı, mânânın birçok sahabeye kapalı kalması ve zahirin murad olduğunun anlaşılması üzerine sonradan inmiştir. Bu kayıt olmaksızın ilk indiğinde, bazı sahâbîler ayaklarına beyaz ve siyah olmak üzere iki iplik bağlıyor ve ona bakarak imsak vaktinin girip girmediğini Öğrenmeye çalışıyorlardı. Birisi de ki Adiyy b. Hâtem'dir yastığının altına beyaz ve siyah iki iplik koyar ve vaktin girip girmediğini anlamak için ona bakarmış. Sonra Rasûlullah'a onların sahici iplikler mi olduğunu sorunca ona (anlayışının kıt olduğunu ima ile) "Şüphesiz senin yastığın (veya ensen) çok enlidir. Aksine maksat gündüzün aydınlığı ile, gecenin karanlığıdır" şeklinde cevap vermiştir. Bundan sonra "Mine'1-fecr = Tan yerinde" kaydı inmiştir ve böylece beyaz ve siyah iplikten maksadın gündüz ile gece olduğunu anlamışlardır. Eğer âyet daha başta bu şekilde inmiş olsaydı, o zaman ne Adiyy yastığının altına beyaz ve siyah olmak üzere iki iplik koyar, ne de konu ile ilgili soru soran olurdu. Bu itibarla eğer müellif örnek verirken âyeti ilk haliyle "Tan yerinde" kaydı olmaksızın alsaydı, daha açık ve konuya daha uygun olurdu.
[219] Bakara 2/187.
[220] Buhârî, Tefsîru sureti 2/28 ; Müslim, Sıyâm, 33.
[221] Buhârî, Tefsîru sureti 2/42, Cihâd, 98; Müslim, Mesâcid, 202 ; Ebû Dâvûd, Salât, 5.
[222] Âl-i İmrân 3/185.
[223] Buhârî, Cihâd, 73 ; Tirmizî, Tefsîru sureti 3/22. Bu örnek açık değildir. Çünkü bunda Kitap'ta yer alan bir kelimenin lügat açısından bir tefsiri bulunmamaktadır.
[224] Buhârî, Edeb, 6 ; Müslim, îmân, 143.
[225] Nisa 4/31.
[226] Yani altıncıdan önce geçen beş yaklaşımın.
[227] Hadisin başında: "Haberiniz olsun! Bana Kitap ve onunla birlikte onun gibisi de verilmiştir " ifadesi vardır. Sonunda ise: "Haberiniz olsun! Size ehlî eşekler, yırtıcı hayvanlardan köpek dişli olanlar, aranızda muâkade olanlara ait buluntu mallar da helâl değildir " ilavesi vardır, bkz. Ebû Dâvûd, Sünnet, 5 (4/200), İmâre, 33 ; Tirmizî, İlim, 10 ; Ahmed, 2/367, 4/132
[228] Enfâl8/72.
[229] Nisa 4/141.
[230] Haşr 59/20.
[231] Çünkü eşit olmama alanı âyetin devamındaki: "Kurtuluşa ermiş kimseler cennetliklerdir" buyruğu ile belirtilmektedir.
[232] Sahifede ne olduğu sorulunca: "Diyet, esirin kurtarılması ve kâfire karşılık müslümanın öldürülmemesi" diye karşılık vermiştir, bkz. Buhârî, İlim, 39. Sahifenin muhtevası geniş olarak daha önce geçmişti [4/16-17]. (Ç)
[233] Yani diyet ile esirin kurtarılmasını. (Ç)
[234] Bakara 2/178.
[235] Ra'd 13/25.
[236] Nahl 16/72.
[237] Müslim, îmân, 122.
[238] Müslim, îmân, 124.
Müellif, Hz. Ali'n
Konular
- ONUNCU MESELE:
- ONBİRİNCİ MESELE:
- ONİKİNCÎ MESELE:
- ONİKİNCİ MESELE:
- ONDÖRDÜNCÜ MESELE:
- İKİNCİ DELİL: SÜNNET
- BİRİNCİ MESELE:
- İKİNCİ MESELE:
- ÜÇÜNCÜ MESELE:
- DÖRDÜNCÜ MESELE:
- BEŞİNCİ MESELE:
- ALTINCI MESELE:
- YEDİNCİ MESELE:
- SEKİZİNCİ MESELE:
- DOKUZUNCU MESELE:
- ONUNCU MESELE:
- 5. KISIM: İCTİHÂD
- BİRİNCİ TARAF: İCTİHÂD
- BİRİNCİ MESELE:
- İKİNCİ MESELE:
- ÜÇÜNCÜ MESELE:
- DÖRDÜNCÜ MESELE:
- BEŞİNCİ MESELE:
- ALTINCI MESELE:
- YEDİNCİ MESELE:
- SEKİZİNCİ MESELE:
- DOKUZUNCU MESELE:
- ONUNCU MESELE:
- ON BİRİNCİ MESELE:
- ON İKİNCİ MESELE: