ÜÇÜNCÜ MESELE:


Şeriat, usûlde olduğu gibi furû alanında da, pek çok görüş ayrı­lığı olsa bile, sonuçta tek bir görüşe çıkar.[94] Bunun dışında başka bir şekil doğru olamaz.

Delilleri: (1)
Kur'ân delilleri: Bu meyanda şu âyetleri zikredebiliriz: "Kur'-ân üzerinde durup düşünmüyorlar mı? Eğer o, Allah'tan başkasın­dan gelseydi, onda çok aykırılıklar (ihtilâf)[95]bulurlardı."[96]Bu âyette Allah Teâlâ, Kur'ân'da ihtilâfın bulunduğunu kesinkes red­detmiştir. Eğer onda iki farklı görüşü gerektiren birşeyler olsaydı, o zaman bu âyet o duruma hiçbir zaman uygun düşmezdi.
Yine Kur'ân'da şu âyet bulunmaktadır: "Eğer birşeyde çekişir­seniz, onun hallini Allah'a ve peygambere götürün...[97] Bu âyet, çe­kişme ve görüş ayrılığına düşmenin kaldırıldığı[98] konusunda gayet açıktır. Çünkü o, farklı düşünüp tartışma halinde olanların şeriata başvurmalarını âmirdir. Bu da elbette ki ihtilâfın kaldırılmış olma­sı için olacaktır. İhtilâf ise, ancak tek birşeye başvurmak durumun­da ortadan kalkabilir. Zira eğer onda ihtilâfı gerektiren unsurlar ol­saydı, o zaman ona başvurmada tartışma ve görüş ayrılıklarının kalkması durumu olmazdı. Bu ise bâtıldır.[99]
Allah Teâlâ, bir başka âyette şöyle buyurmuştur: "Kendilerine belgeler (beyyinât) geldikten sonra ayrılan[100] ve görüş ayrılığına (ihtilâfa) düşenler gibi olmayın..[101] Ayette sözü edilen "beyyinât"-tan maksat şeriattır.[102]Eğer onlar, kesin bir surette ihtilâfı gerek­tirmez ve onu kabul etmez bir özellikte olmasaydı onlar hakkında: "Kendilerine belgeler (beyyinât) geldikten sonra..." şeklinde bir ifa­de kullanılmaz ve onların bu konuda son derece haklı mazeretleri olurdu. Bu ise doğru değildir. Dolayısıyla şeriatta ihtilâfa mahal yoktur.
Allah Teâlâ yine şöyle buyurmuştur: "Bu, dosdoğru olan yolu­ma uyun. Sizi Allah yolundan ayrı düşürecek yollara uyma­yın..[103]Bu âyette Allah Teâlâ, hak yolunun tek olduğunu ifade buyurmuştur ve bu şeriatın hem tümü hem de ayrıntıları konusun­da âmmdır; hepsini içine alır.
Yine Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: "İnsanlar bir tek ümmet-ti. Allah, peygamberleri müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdi; insan­ların ayrılığa düşecekleri hususlarda aralarında hüküm vermek için onlarla birlikte hak kitaplar indirdi."[104] Gönderilen kitapların, aralarında hâkim olabilmesi, ihtilâf edenler arasında kesin çözüm getirici tek bir hüküm olması halinde ancak mümkün olabilir.
Bir başka âyette ise: "Allah, Nuh'a buyurduğu şeyleri size de din olarak buyurmuştur..." buyurduktan sonra Allah Teâlâ, İsrai-loğullarının durumunu zikreder ve ümmeti onların gidişatına uy­mamaları konusunda uyarır ve: "Kendilerine ilim geldikten sonra ayrılığa düşmeleri ancak, birbirini çekememekten oldu"[105] buyu­rur.
Bir diğer âyette de: "Bu da, Allah'ın Kitab'ı doğru olarak indirmesinden ileri geliyor. Kitap hakkında ayrılığa düşenler, doğru­su derin bir çıkmazdadırlar"[106]buyurur.

Kısaca ihtilâfı yeren ve şeriata başvurulmasını emreden âyet­ler çoktur ve hepsi de şeriatta ihtilâfın bulunmadığı ve onun tü­müyle tek bir yaklaşım ve hüküm üzere olduğu konusunda kesin­dir. İmam Şafiî'nin arkadaşı el-Müzenî şöyle demiştir: "Allah Teâlâ, ihtilâfı yermiş ve görüş ayrılığı bulunduğunda Kitap ve sünnete başvurulmasını emretmiştir."                                                               (2)
İslâm âlimlerinin hemen hemen tamamı[107]Kur'ân ve sünnette nâsih ve mensûhun bulunduğu konusunda görüş birliği etmişler ve bu konudaki cehaletten ve bu yüzden hataya düşmekten sakındır-mışlardır. Bilindiği üzere nâsih ve mensûh, hiçbir şekilde cemi mümkün olmayan birbiri ile tearuz halindeki iki delil arasında olur. Aksi takdirde bunlardan birine nâsih diğerine de mensûh den­mez. Halbuki nesih konusunda farzedilen durum böyle değildir. Eğer dinde ihtilâfa mahal bulunsaydı o zaman nâsih ve mensûhun —kat'î bir nass bulunmadıkça— isbatının bir faydası olmazdı ve bu konuda söz etmenin hiçbir pratik faydası bulunmazdı.[108] Zira her iki delil ile de daha baştan ve devamlı surette amel etmek sa­hih olurdu. Çünkü o vakit ihtilâf, zaten dinin esaslarından biri olurdu ve bu esasa dayanılarak da tearuz halindeki her iki delil ile aynı anda amel etmek caiz olurdu. Ancak bütün bu sonuçlar bâtıldır. Dolayısıyla bu, şeriatta ihtilâfa bir temelin bulunmadığını gösterir. Muarızı bulunması halinde bütün deliller hakkında söyle­necek söz de aynıdır; umûm-husûs[109], mutlak-mukayyed vb. arasın­daki durumlarda olduğu gibi. Eğer durum iddia edildiği gibi olsaydi, o zaman bütün bu esasların zedelenmesi gerekirdi ki bu sonuç sakattır. Böyle bir sakatlık sonucunda doğuran şey de aynı şekilde sakat olacaktır. (3)

Eğer şeriatta ihtilâfa mahal ve cevaz olsaydı, bu takat üstü yü­kümlülüğe neden olurdu. Çünkü iki delilin birbiriyle tearuz halinde bulunduğu ve her ikisinin de aynı anda Sâri' Teâlâ'ca maksûd oldu­ğu farzedildiğinde bu durumda şu ihtimaller söz konusu olacaktır:

a) Ya mükellef, bu iki delilin her ikisinin de gereği ile yüküm­lü tutulacaktır.

b) Ya da öyle olmayacaktır.

Birinci ihtimal, aynı mükellefin aynı yönden olmak kaydı ile birşey hakkında hem: Tap!" hem de "Yapma!" şeklinde emir ve nehye muhatap olmasını gerektirecektir. Bu ise takat üstü yükümlülüğün tâ kendisidir. İkinci ihtimal de bâtıldır; çünkü vaz' edilen konu öyle değildir. Üçüncüsü de aynı şekildedir. Zira farzedilen ko­nu, talebin her ikisine de birden yönelik olmasıdır. Bu durumda bi­rinci seçenekten başkasına mahal kalmamaktadır. Ondan da, sözü edilen sonuç doğmaktadır.

Burada, söz konusu iki delilin iki kişiye ve iki hale yönelik ola­bileceği şeklinde bir itiraz ileri sürülebilir. Ancak bunun yeri yok­tur; çünkü farzedilen konu öyle değildir. Hem, eğer öyle olsaydı o zaman iki görüşten değil tek görüşten söz edilirdi. Çünkü deliller­den her biri ayrı bir yöne tevcih edilince, ortada ihtilâf diye birşey kalmayacaktır. Halbuki farzedilen meselede durum böyle değildir. (4)
Usûlcüler, delillerin tearuzu durumunda tercihe gidileceği, ye­terli araştırma ve değerlendirme yapılmaksızın rastgele iki delilden birinin imali cihetine gidilemeyeceği[110]konusunda görüş birliği içerisindedirler. Şeriatta ihtilafa yer olduğunu kabul etmek, tercih ko­nusunu tümüyle ortadan kaldırır. Zira o zaman tercihin hem fayda­sı olmayacak; hem de ona zaten ihtiyaç duyulmayacaktır. Zira ihtilâfın varlığı şeriatta bir esas olacak ve o zaman tearuzun bulun­ması haddizatında sahih olacaktır. Ancak bu sonuç sakattır; böyle bir sonuca götüren şey de sakat olacaktır. (5)
İhtilâf, aslında tasavvuru imkânsız olan birşeydir. Çünkü bir­birine zıt iki delilin Sâri' Teâlâ tarafından kastedilmiş olduğunu düşündüğümüz zaman, maksadı gerçekleşmez. Aynı şey hakkında hem "Yap!" hem de Tapma!" dediği zaman, bundan anlaşılan fiilin işlenmesi olamaz; çünkü Tapma!" yasağı var; keza terkinin isten­diği de anlaşılamaz; çünkü Tap!" emri var. Bu durumda mükellef için yükümlülük konusu anlaşılamaz bir hal alacaktır ve hiçbir şe­kilde onun yerine getirilmesi düşünülemeyecektir.[111]

Şeriatta ihtilâfın fesadını gösteren daha başka deliller de var­dır. Ancak onları burada zikretmek suretiyle sözü uzatmaya ihtiyaç yoktur.

İtiraz: Şeriatta ihtilâfın bulunmadığını gösteren delillerin ya­nında, onun varlığını gerektiren deliller de vardır ve fiilen vuku bulmuştur da. Buna şu hususlar delâlet eder:
1) Müteşâbih[112] âyetlerin indirilmiş olması. Bunlar ihtilâfa

mahaldirler. Çünkü bunlar karşısında bakışlar ayrı, anla­yış ve görüşler farklıdır. Bunun sonucunda ihtilâf da kaçınılmaz olacaktır. Bu gibi âyetler karşısında tevakkuf et-

mek ve bir yoruma gitmemek, her ne kadar övgüye değer görülmüşse de, bu gibi alanlarda ihtilâf fiilen vukubulmuş-tur. Sâri' Teâlâ'mn onları koymuş olması, O'nun maksadı sonucudur. Onların konulması O'nun maksadı olunca da —ki bunun nereye varacağını bilendir O— ihtilâfa yol aç­mış olmaktadır. Bu durumda şeriattan ihtilâfa mahal olan alanları tümden kaldırıp atarak onda ihtilâf yoktur, diye kesip atmak doğru değildir.
2) İçtihada mahal olan alanların[113] bulunması: Bunları Sâri' Teâlâ ihtilâfa bir mahal kılmıştır. Çoğu zaman tek bir me­sele hakkında hem kıyâsî[114] olan, hem de kıyâsı olmayan deliller bulunmakta, bunun sonucunda aralarında tearuz doğmaktadır. Sâri' Teâlâ'mn şeriatı koyusu sırasında kıya­sı delillerden biri kılması ve emsalinde araştırmacıların maksadı yakalamaya çalışmak için ictihâd etmeleri ve bu­nun sonucu olarak da ihtilâfa düşmeleri kaçınılmaz olan zahirleri (zavâhir) şeriatın bir parçası olarak getirmesi ihtilâfa şer'an zemin hazırlanmasından başka birşey değil­dir.[115]Bunun içindir ki, "Hâkim, ictihâd eder ve hata eder­se bir sevabı vardır; eğer isabet ederse iki sevabı vardır"[116] hadisinde Rasûlullah bu maksada işaret buyur­muş olmaktadır. Bu nokta, zemin hazırlaması bakımından ihtilâfın konulusunu gösteren bir başka yer olmaktadır.
3) İlimde yüksek payeye ulaşmış takva sahibi büyük imamlar ihtilâf etmişlerdir: "Acaba her müctehid, içtihadında isa­betli midir? Yoksa müctehidler arasında isabet eden tek biri midir?"[117]Ama hepsi de bu ihtilâfı benimsemişlerdir. Bu da genel anlamda şeriatta ihtilâfa mahal bulunduğuna bir delil olur. Öbür taraftan her müctehidin içtihadında isabet­li olduğu görüşü şu mânâya gelmektedir: Her görüş isabet­lidir ve ihtilâf haktır; o inkâr edilemez, şeriatta yasak bir­şey olamaz.
Yine âlimlerden bir grup, şeriatta birbirine zıt iki deli­lin gelmesinin caiz[118] olduğunu söylemişlerdir. Bunun caiz görülmesi, ihtilâf konusunda kendilerince kabul görmüş bulunan bir esasa müstenid olmaktadır.
Yine bir grup, sahâbînin görüşünün hüccet olduğu ka­naatindedir. Buna göre her sahâbînin görüşü, başka bir sahâbî görüşü ile çelişse de, hüccet olacaktır ve mükellefin birbirine zıt olan görüşlerden her biri ile amel etmesi caiz­dir. Bu mânâ Rasûlullah'tan da rivayet edilmiştir. Çünkü o bir hadislerinde: "Ashabım yıldızlar gibidirler; hangisine uysanız, hidayet bulursunuz"[119] buyurmuşlardır. Bir cemaat, sahabenin ihtilâf etmeleri halinde kişinin on­lardan dilediğinin görüşünü alabileceğini caiz görmüştür.

el-Kâsım b. Muhammed şöyle demiştir: "Allah Teâlâ, Rasûlullah'm ashabının amellerindeki ihtilâfı sa­yesinde bizleri faydalandırmıştır. Bunun sonucunda bir fiil işleyen kimse mutlaka kendisini bir çıkar yol içerisinde bu­lur ve kendisinden daha hayırlı birinin o şeyi işlemiş oldu­ğunu görür." Yine o şöyle demiştir: "Onların görüşlerinden hangisini alsan, ondan dolayı sana birşey gerekmez." Aynı anlamda bir söz, Ömer b. Abdulaziz'den de rivayet edilmiş­tir. O şöyle demiştir: "Kırmızı develerimin olması, onların ihtilâf etmiş olmaları kadar beni sevindirmez." el-Kâsım ise şöyle demiştir: "Ömer b. Abdulaziz'in şu sözü benim çok ho­şuma gitmektedir: "Rasûlullah'm ashabının ih­tilâf etmemiş olmaları beni sevindirmezdi. Çünkü onlar tek bir görüş üzere olsalardı, o zaman insanlar sıkıntı içerisine düşerlerdi. Hem onlar kendilerine uyulan önderlerdir; dola­yısıyla bir kimse onlardan birinin görüşünü aldığı zaman bir çıkar yol içerisine girmiş olur." Ulemâdan bir grup da aynı mânâda sözler etmişlerdir.
Sonra mukallitlere nisbetle ulemânın sözleri, mücte-hidlerin sözleri gibidir. Bir gruba ait görüşe göre onlardan her birinin, dilediği[120] âlimi taklit etmesi caizdir ve o bu ko­nuda bir genişlik üzeredir. İbnu't-Tayyib ve diğerleri şöyle demişlerdir: Deliller tearuz eder ve herbiri diğerinin hük­münün tam zıddını gerektirecek durumda olur ve tercihe İmkân bulunmazsa[121] o zaman müctehidin onlardan dilediği ile amel edebilme imkânı vardır. Çünkü o deliller kendisine nisbetle keffâret hükmündeki şıklardan birini isteğe bağlı olarak seçme özelliğini almıştır. Ulemâ arasında ihtilâf, ancak delillerin tearuzu halinde ortaya çıkar. Şerî-atta delillerin tearuzu ise sabittir. Şeriatta ihtilâfın bulun­madığına dair serdediîen yukarıdaki deliller, dinin furûuna değil, aslına yönelik olan ihtilâfa yorulur. Çünkü sahabe zamanından zamanımıza kadar şeriatta ihtilâfın vukuu bir gerçektir.

Cevap: İtiraz sadedinde ileri sürülen bu kaideler üzerinde bu mesele açısından tekrar durulması zarureti vardır. Çünkü onların mesele ile ilgisi sadece var sanılmaktadır. Aslında ise öyle değildir.
Önce müteşâbihler konusunu ele alalım: Onların şeriatta ihtilâfa temel teşkil etsin diye kasıtlı olarak konulmuş olduğunu söylemek doğru olamaz. Çünkü daha önce geçen delillerde bu iddia­nın sakatlığı ortaya konmuştu. Onların: "...Allah, mahvolan, apa­çık belgeden ötürü mahuolsun, yaşayan da apaçık belgeden ötürü, yaşasın diye..."[122]konulduğu hakkında söz edilmemektedir.[123] Al­lah Teâlâ: "Eğer Rabbin dileseydi insanları tek bir ümmet kılardı. Fakat, Rabbinin merhamet ettikleri bir tarafa, onlar hâlâ ayrılıkta­dırlar; esasen onları bunun için yaratmıştır"[124]buyurmuş ve kul için bir hüccete mahal olmayan vaz'ı kaderi —ki bu çevrilme imkânı bulunmayan irâdeye uygun olarak konulmuş olandır— ile iradeye uygunluğu gerekmeyen vaz'ı şer'î arasını ayırmıştır.[125] Allah Teâlâ: "Takva sahipleri için bir hidayettir[126]"O, bu misal­le birçoğunu saptırır, birçoğunu da yola getirir"[127]buyurmaktadır. Bu konunun izahı, Emir bahsinde geçmişti. Müteşâbihât konusu bi­rinci kısımdan[128]olmayıp ikinci kısımdandır.[129] Durum böyle olunca da bu, ihtilâfın şer'an matlup olduğu için konulmadığını[130], aksi­ne onun bir imtihan unsuru olmak üzere konulduğunu gösterir. Bu­nun sonucunda ilimde yüksek payeye erenler (râsihûn) Allah Teâlâ'nın kendilerine haber verdiği şeye uygun olarak amel ederler, sapıklar ise kendi heva ve heveslerine uyarlar ve sapıtırlar. Açıktır ki, bunlar içerisinde doğruya isabet edenler ilimde yüksek payeye ulaşan rüsûh erbabıdır. Onların —mânâsını bilsinler veya bilme-sinler— müteşâbihlere iman konusunda aynı yaklaşım üzere olduk­ları, sapıkların ise hata edenler olduğu bildirilmiştir. Bu durumda mesele hakkında ne iki, ne üç, sadece tek bir durum vardır. Şu hal­de müteşâbihlerin indirilmesi, ihtilâf için ne zemin ne de alem ko­numunda değildir. Keza eğer öyle iddia ettikleri gibi olsaydı, o za­man onlar hakkında ihtilâf edenler, isabet edenler ve hata edenler diye ikiye ayrılmazdı.[131] Aksine hepsi isabet edenler olurlardı. Çün­kü bu halleriyle onlardan hiçbir kimse, şeriatı vaz'edenin kasdı dı­şına çıkmamış olacaktı. Zira daha önce de geçtiği üzere isabet, an­cak Sâri' Teâlâ'nın kasdına uygun düşme ile, hata da onun kasama muhalif düşme ile olur. Onlar madem ki isabet edenler ve hata edenler diye iki kısma ayrılmaktadırlar; öyleyse bu, müteşâbihâtın şer'an ihtilâfa mahal bir konu olmadığını gösteren bir delil olur.
İçtihada mahal olan alanlara gelince, onlar da müteşâbihlik mânâsına çıkar. Çünkü ictihâd, şer'î nefy ve isbat arasında dönmek (yani birşey hakkında müsbet ya da menfi bir hükme ulaşmaktır). Bazen hatalı taraf ile doğru taraf kapalı kalır ve birbirinden ayırde-dilemez. Her takdire göre, eğer isabet eden tek kişidir görüşü üze­rinden yürünecek olursa, bu görüşün sahipleri, içtihada mahal olan yerin ihtilâf alanı olmadığını ve dolayısıyla ihtilâfın varlığı için bir hüccet olamayacağını söylemektedirler. Aksine içtihada mahal olan yerler, Sâri' Teâlâ'nın tek olan maksadınının elde edilmesi uğrunda bütün gücün ortaya konduğu ve var olan takatin en sonuna kadar kullanıldığı bir alan olmaktadır. Bu grubun düşüncesi, herşeyden önce ortaya konulan delillere uygun düşmektedir. Eğer her mücte-hidin isabet edeceği görüşü üzerinden yürünecek olursa, o zaman da bu mutlak olmamakta, aksine her müctehide ya da onları taklit eden her bir kimseye nisbetle böyle olmaktadır. Çünkü her mücte-hidin, içtihadı sonucunda ulaştığı hükümden vazgeçmesinin caiz ol­madığı ve vereceği fetvanın mutlaka onunla olması gerektiği konu­sunda görüş birliği vardır. Bunlara göre isabet, hakiki olmayıp izafîdir.[132] Eğer ihtilâf (her bir müctehidin dilediği müctehidin görüşünü almasının caiz olması şeklinde) mutlak anlamda caiz olsay­dı, işte o zaman itirazcılar için delil olabilirdi. Ancak durum öyle değildir.
Kısaca, bu görüşe göre de ancak tek bir hüküm caiz olabilir. Şu kadar var ki, o izafîdir. Dolayısıyla bu görüşe müsteniden hiçbir şe­kilde kabullenilmiş bir ihtilâf sabit olmaz. Her müctehid, kendisine göre Sâri' Teâlâ'nın kasdı olan tek bir hükme —iki ayrı görüşe de­ğil— ulaşmak peşindedir. Şu halde içtihada mahal alanların bıra­kılmasından hareketle Sâri' Teâlâ'nın kasdmda, ihtilâfa bir mesned aranması gibi bir sonuç ortaya konamaz. Aksine O'nun içtihada mahal alanlar koymasmdaki maksadı, tek olan Şâri'in kasdını elde edebilmek için çaba göstermelerini temindir. Bu noktadan hareket­ledir ki, hiçbir müctehidin kendisi için aynı anda asla iki farklı gö­rüşe sahip olduğu görülemez; aksine onları hep tek bir görüşü be­nimser ve diğerlerini reddeder buluruz.[133]                                     
Bütün müctehidlerin ictihâdlarında isabetli olacağı (tasvîb), sadece bir müctehid hariç diğerlerinin ictihâdlarında hata etmiş olacağı (tahti'e) meselesinin cevabı da geçmiş oldu.[134]

Birbiri ile tearuz halinde bulunan iki delilin bulunabilmesi noktasına gelince, eğer bu görüşün sahipleri, bununla aslında öyle değil de sadece görünüşte ve müctehidlerin değerlendirmelerinde birbirine zıt görünen delilleri kastediyorsa, durum dedikleri gibi ca­izdir. Ancak bununla şer'î deliller arasında tearuzun cevazına hük-medilemez. Eğer onlar bu sözleriyle, işin aslında da tearuzun bulu­nabileceğini kastediyorlarsa, şeriatı az çok anlayan hiçbir kimse böyle bir görüşü benimseyemez. Zira onun sakatlığım sözü edilen deliller ortaya koyar. Böyle bir görüşte olan birinin olacağını da sanmıyorum.

Sahâbî görüşü meselesine gelince, iki noktadan dolayı delil ola­maz:
1) Sahabî görüşü, ilgili hadisin sahih olduğunu bir an kabul etsek bile —ki senedi tenkide uğramıştır— zanniyyâttandır. Bizim meselemiz ise kat'î esaslardandır; zannî olan bir şey ile kati arasında tearuzdan söz edilemez.
2) Onun kabul edilmesi halinde bile bundan murad, onlardan her birinin teker teker ele alınması takdirine göre hüccettir, şeklindedir. Yani bir kimse onlardan birinin görüşüne isti-nad ederse, müctehidlerden birini taklit etmiş olması açı­sından isabet etmiş demektir. Yoksa onun anlamı, onlardan her biri haddizatında ve herkese nisbetle hüccettir[135] şek­linde değildir. Çünkü bu, geçen esaslara ters düşer.
Onların ihtilâflarının ümmet için bir genişlik olduğu görüşüne gelince bu konuda, İbn Vehb, İmam Mâlik'ten şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Rasûlullah'ın ashabının ihtilâfında genişlik yok­tur; şüphesiz hak tektir." Ona: "Her müctehidin içtihadında isabet­li olduğunu söyleyenler var" dediler. O şöyle cevap verdi: "İki farklı görüşün ikisi de doğru olmaz. Öyle kabul edilse bile, bunun ictihâd kapısının açılması yönünden olması muhtemeldir. İçtihadı mesele­leri Allah Teâlâ bizim hakkımızda bir genişlik kılmıştır; bu bir baş­ka sebepten dolayı değil, sadece ictihâd alanlarını geniş tutması yö­nünden böyledir." el-Kâdî İsmail şöyle demiştir: "Rasûlullah'ın ashabının ihtilâfı hakkındaki genişlik, sadece re'y ictihâdındaki genişlik olmaktadır. İnsanın onlardan herhangi biri­nin isabet edip etmediğine bakmaksızın görüşü ile hükmetmek an­lamında bir genişliğe gelince, buna hayır. Onların ihtilâf etmeleri, onların ictihâd ettiklerini ve ihtilâfın da bunun sonucunda ortaya çıktığını gösterir." İbn Abdilberr: "İsmail'in bu sözü gerçekten gü­zeldir" demiştir. "Onların ihtilâfları rahmettir" şeklinde düşünenle­rin görüşü de, onların ictihâd kapısını açmış olmaları yüzünden olabilir. Bunu böyle anlamak zorundayız; çünkü şerîatta ihtilâfa mahal olmadığı, onun, hem şeriata hem de dine müteallik olan her konuda ihtilâfa düşenler arasında hüküm vermek, ihtilâfı gidermek için geldiği sabittir. Bu esas, pek çok açık nasslar ve kat'î delillerin bir gereği olarak onların yanında hem usûl hem de furû konusunda geneldi. Karşılarına tam vâkıf olamadıkları bir mesele çıktığı za­man, eğer o bir amele taalluk etmeyen konulardan ise: "İlimde yüksek payeye erenler ise: 'İnandık, hepsi Rabbİmizin katındandır' derler.[136]âyetinin gereği olarak onu bilene havale ederlerdi. Amele taalluk eden konularda ise çaresiz düşünme ve değerlendir­meye başvurmaları gerekiyordu. Çünkü şeriat tamamlanmış, her­hangi bir konuda şeriatın, hükümden hâlî kalması da caiz değildi. Bu durumda kendilerine göre Sâri' Teâlâ'nın maksadına kendileri­ni ulaştıracak en kestirme yolu aramaya koyuldular. Tabiî ki kabi­liyetler ve bakışlar farklıdır. Bunun sonucu olarak da aralarında ihtilâflar doğmuştur; yoksa bu ihtilâflar Sâri' Teâlâ'nın maksadı ol­duğu için doğmamıştır. Eğer farzedilecek olsa ki, sahabe bu tür hükmü açık olmayan fer'î mesâil üzerinde çalışmış olmasalar, şöyle ya da böyle onlar hakkında söz etmeselerdi — ki onlar, şeriatın an­laşılması ve onun maksatları doğrultusunda yürünmesi konusunda önderler olmaktadır— o zaman kendilerinden sonra gelecek olan nesiller için ictihâd kapısı aralanmış olmayacaktı. Çünkü ihtilâfı yeren ve şerîatta ihtilâfa yer olmadığını gösteren deliller vardı. Du­rumu kapalı kalan konular, hakka isabet konusunda ihtilâfların muhtemelen kaynaklanabileceği alanlardır. O zaman böylesine riskli olan alanlara girmekten çekineceklerdi. Ancak sahabe ictihâd edip, ictihâdları sonucunda doğruyu elde etme yolunda ihtilâflar belirince, kendilerinden sonra gelen nesiller için de o yola girme ko­laylaşmış oldu. İşte bunun içindir ki —Allah'u a'lem— Ömer b. Ab-dulaziz: "Rasûlullah'ın ashabının ihtilâf etmemiş olmaları beni sevindirmezdi..." sözünü söylemiştir.

Mukallitlere nisbetle ulemânın ihtilâfına gelince, onda da du­rum aynıdır; müctehidin delile isabet etmesiyle âmmînin (sıradan biri) müftîye icabeti arasında bir fark yoktur. Dolayısıyla âmraî hakkında iki fetvanın tearuzu, müctehid hakkında iki delilin tearuzu gibidir. Nasıl ki müctehid için, aynı anda her iki delile de tâbi olması veya ictihâdsız ve tercihe gitmeksizin ikisinden birisine keyfî olarak uyması caiz değilse, âmmînin de iki müftîye aynı anda tâbi olması veya kendince ictihâd ve tercihte bulunmaksızın ikisin­den birine uyması caiz olmayacaktır. "Tearuz ederlerse istidigini seçer" şeklindeki görüş, iki sebepten dolayı doğru değildir:
1) Bu söz, zahiren değil de işin aslında iki delil arasında tearuzun bulunabileceği mânâsına gelir. Bunun yanlışlığı az önce ortaya kondu.
2) Daha önce şer'î bir esas geçmişti. Bu, şeriatın konulmasın­da gözetilen amaçlardan birinin, mükellefi kendi heva ve heveslerinin egemenliğinden kurtarmaktı. Kişiyi iki görüş arasında keyfî olarak muhayyer bırakmak, bu esasa ters düşer ve bu caiz değildir. Çünkü şeriat, daha önce de orta­ya konulduğu gibi her mesele ile ilgili olarak biri cüz'î biri de küllî olmak üzere iki maslahat içermektedir. Cüz'î olanı, her hükmün hususî delilinin ortaya koyduğu fayda ve o hükmün hikmetidir. Küllî olan ise mükellefin hem inanç, hem söz, hem de fiil olarak bütün tasarruflarında şer'î yü­kümlülükler getiren belli bir kanunun altına girdiğinin şu­uruna varması ve hiçbir zaman başıboş hayvan gibi heva ve heveslerinin peşinde koşan bir yaratık olmadığının, bü­tün davranışlarının şeriatın getirmiş olduğu kayıtlar içerisinde olması gerektiğinin bilincine varmasıdır. Eğer biz sı­radan insanları, imamların mezheplerini taklit konusunda, kendilerince en güzel olanını seçmede başıboş bırakırsak, o zaman bu tercih konusunda onların kendi heva ve hevesle­rinden başka başvuracakları bir merci bırakılmamış ola­caktır. Bu ise şeriatın konulusunda gözetilen temel maksa­da ters düşer. Dolayısıyla onların kendi tercihlerine bırakı­lacaklarını söylemek hiçbir şekilde doğru olmaz. Bu konu­da el-Gazzâlî'nin el-Mustazher adlı kitabına bakınız.
Böylece şeriatın aslında ihtilâf olmadığı ve onun ihtilâf esosı üzerine kurulmadığı, ihtilâfın onda Sâri' Teâlâ'nm maksadı olmak üzere kendisine başvurulan bir esas olmadığı, aksine var olan ihtilâfların şer'î bir esastan kaynaklanmayıp, mükelleflerin bakış­larından ve onların imtihan edilmeleri amacından kaynaklandığı sabit olmuş, şeriatta hem usûlde hem de furûda mutlak ve genel anlamda ihtilâfın bulunmadığı ve onun yerilmiş olduğu tezi sıhhat kazanmıştır.[137]Zira eğer tek bir fer'in ihtilâf kasdı üzerine konul­muş olması sahih olsaydı, o zaman şeriatta mutlak anlamda ihtilâfın varlığı sabit olurdu. Çünkü bir tür ihtilâfın sabit olması halinde, tüm ihtilâfın sabit olması sahih olur. Bunun sakatlığı ise açıktır. Böyle bir sonuca götüren şey de aynen onun gibi sakat ola­caktır.

Fasıl:
Bu esas üzerine[138] bazı kaideler bina edilir: (1)
Mukallid[139] olan bir kimsenin ihtilaflı konularda kendince bir seçime gitme yetkisi yoktur.[140] Meselâ, bir konuda müctehidler iki görüşe ayrılsalar, mukallid bunlardan keyfince dilediği birini seçe­mez. Bazıları, mukallide nisbetle bu iki görüşün, aynen keffâret hükmündeki seçenekler mesabesinde olduğunu, dolayısıyla dilediği birini seçebileceğini söylemişlerdir. Bu durumda onun heva ve he­veslerine tâbi olacağı, garazına ters düşeni değil de uygun düşeni alacağı kaçınılmazdır. Bu görüşün taraftarları, iddialarını destekle­mek için bazı müteahhir müftîlerin sözlerine dayanmışlar ve Rasûlullah'tan rivayet edilen: "Ashabım yıldızlar gibidir­ler; hangisine uysanız, hidayet bulursunuz"[141] hadisi ile görüşlerini teyide çalışmışlardır. Eğer bu hadisin sahih olduğunu farzedecek olursak, gerekli cevap daha önce geçmişti. Bu hadis, mukallidin bir ayınm yapmaksızın herhangi bir sahâbîye gidip ondan fetva iste­mesi ve lehinde ya da aleyhinde her nasıl olursa olsun aldığı fetva ile amel etmesi durumuyla ilgili bir delil olur. Ancak mukallid kar­şısında iki müftîden farklı iki görüşün bulunması halinde, doğru olan bunun hadisin kapsamına girmeyeceğidir. Çünkü müftîlerden her biri, karşı taraftakinin delilinin zıddını gerektiren bir delile tâ­bi olmaktadır. Bu halleriyle onlar, birbirine zıt olan iki delile tâbi kimselerdir. Bunlardan birine keyfî olarak tâbi olmak, heva ve he­veslere tâbi olmak anlamına gelir. Bunun da dinde yeri olmadığı geçmişti. Bu durumda onlardan birinin diğerine nisbetle daha âlim olduğu ya da benzeri bir gerekçe ile aralarında tercihte bulunması gerekmektedir.
Sonra avamdan birine nisbetle iki müctehid, müctehide nisbet-îe iki delil mesabesindedir. Nasıl ki, müctehidin tearuz eden deliller karşısında tercihte bulunması, buna imkân yoksa tevakkuf yani durup beklemesi gerekiyorsa, mukallidin durumu da aymdır. Eğer bu gibi konularda şehvetin peşinden gitmek, arzu ve heveslere tâbi olmak caiz olsaydı, o zaman aynı şey hâkim için de caiz olurdu ki, bu icmâ ile bâtıldır.[142]
Sonra ihtilaflı meşeler hakkında, hevâ ve heveslere uymayı ke­sinlikle reddeden Kur'ânî bir kıstas bulunmaktadır. O da: "Eğer birşeyde çekişirseniz, onun hallini Allah'a ve peygambere götü­rün.[143] âyeti kerîmesidir. Burada mukallidin meselesinde iki müctehid birbirleri ile çekişme halindedir; dolayısıyla meselenin Allah'a ve Rasûlüne götürülmesi gerekecektir. Bu da şer'î delille­re[144] başvurmak demektir ve bu, heva ve hevese, şehvete tâbi olma­dan daha salim bir yoldur. İki görüşten birini heva ve hevese, şeh­vete uyarak seçmek, Allah'a va Rasûlüne başvurma esasına ters düşer. Bu âyet, Tâgût'un (put, şeytan vb.) hükmüne başvurmak su­retiyle heva ve heveslerine uyan kimse hakkında inmiştir. O yüz­dendir ki akabinden: "Ey Muhammedi Sana indirilen Kur'ân'a ve senden önce indirilenlere inandıkların iddia edenleri görmüyor mu­sun? Tâgût'un (putların, şeytanın) önünde muhakeme olunmaları­nı isterler. Oysa, onları tanımamakla emrolunmuşlardı."[145] Böyle­ce bu kısmın, "Ashabım yıldızlar gibidirler; hangisine uysanız, hi­dayet bulursunuz" hadisinin altına girmeyeceği ortaya çıkar.

Öbür taraftan bu görüş, şer'î bir delile dayanmaksızın mezhep­ler içerisinde mevcut ruhsat hükümlerin derlenmesi ve onlara uyul­ması sonucunu doğurur. İbn Hazm, bunun asla helâl olmayacak bir fâsıklık olduğuna dair icmâ bulunduğunu nakletmiştir.

Yine bu, ihtilaflı bulunan her meselede yükümlülüğün düşü­rülmesi gibi bir sonuca götürür. Çünkü işi mukallidin seçimine bı­rakmanın mânâsı, mükellefin hükmü isterse alması, isterse terket-mesi demektir. Bu ise yükümlülüğü düşürmenin ta kendisidir. Ter­cihle kayıtlanması hali ise böyle değildir; çünkü o vakit delile tâbi olacaktır, dolayısıyla ne hevâ ve heveslerine tâbi durumunda ola­cak, ne de yükümlülüğü düşürmüş olacaktır.
İtiraz: İki müctehidin ihtilâf etmesi halinde, diğeri ile karşı­laşmadan önce birini taklid etmesi[146] caiz olmaktadır. Dolayısıyla karşılaştıktan sonra da caiz olması gerekir. İçtimâ tardîdir (yani ikisinin bir arada bulunması halinde, her birinin yalnız başına bu­lunması halinde söz konusu olan hüküm de bulunur).
Cevap: İtiraz yerinde değildir. Aksine bir arada bulunma (içti­mâ) halinin etkisi bulunur. Çünkü iftirâk, yani ayrı ayrı bulunma halinde her biri ulaştırıcı bir yol olmaktadır. Aynen bir delil bulup, araştırma sonucunda onun muarızına rastlamama neticesinde o de­lil ile amel etmenin caiz olması gibi. Ancak içtimâ ederler ve ihtilâf halinde de bulunurlarsa, o zaman müctehidin muttali olduğu her biri diğeri ile tearuz halinde bulunan iki delil gibi olur. el-Kâdî İbn [isa et-Tayyib'e nisbet edilen mukallidin seçimine bırakma (tahyîr) gö­rüşü müşkil bulunur ve onun mutlak değil, mukayyed olduğu ma­zereti ileri sürülebilir. Dolayısıyla iki delilden biri ile amel konu­sunda ancak bir şartla muhayyer kılınır: O da şudur: Mezkûr amel­de sadece delilin gereğini kastetmiş olması, ne heva ve heveslerine uymuş olmayı, ne de genel anlamda muhayyer kılmanın gereğini kastetmiş olmamasıdır. Çünkü ibâha anlamında muhayyer kılma burada bulunmamaktadır. Heva ve heveslere uyma da yasaktır. O zaman mutlaka bu kasdın bulunması kaçınılmaz olacaktır. Bu ma­zerette (kabul edilemeyecek ) hususlar vardır ki bu bir çelişkidir. Çünkü tercihe gitmeden iki delilden birine tâbi olmak muhaldir. Zi­ra tercih olmaksızın tearuzun bulunduğu farzedildiği zaman delili bulunmaz. O zaman da heva ve heveslere tâbi olmaktan başka bir ihtimal kalmaz.

Fasıl:
Bu esastan gaflet, fukahâyı taklid edenlerden birçoğunu, yakı­nına ya da dostuna, bir başkasına vermeyeceği görüşle fetva verir hale getirmiştir.[147]Tabiî bu, kendi garaz ve şehvetine ya o yakını­nın ya da dostunun çıkarma tâbi olmasının bir sonucu olmuştur.

Bu tavır bırakın bizim zamanımızı, geçmiş dönemlerde de ol­muştur. Nitekim, dünyevî çıkarlara ve nefsânî arzulara uyularak mezheplerde yer alan ruhsatların derlenmesi ve onlara uyulması konusu böyle olmuştur.

Bu tavır hem kazâî konuların taalluk ettiği, hem de etmediği konularda cari olabilir.
Kazâî bir hükmün taalluk etmediği ve sadece insan ile kendi nefsi arasında ibadetlerinde ya da itiyatlarında cereyan eden konu­larda, bu tavrın sözü edilen kusurları bulunmaktadır. (Kadı) Iyâz, el-Medârik'te şöyle nakleder: Mûsâ b. Muâviye şöyle anlatır: Behlûl b. Râşid'in yanında idim. O sırada Falanca oğlu geldi. Behlûl ona: "Seni getiren nedir?" diye sordu. O: "Başıma gelen bir olay. Bir ada­ma sultan zulmetti. Ben de onu gizledim ve onu gizlemediğime dair üç talâk üzerine yemin ettim" dedi. Behlûl ona: "İmam Mâlik, (böy­le birinin) zevcesi hakkında hânis olacağını[148]söylüyor" dedi. Soruyu soran: "Ben onun ne dediğini biliyorum, ancak ben başka bir cevap istiyorum" dedi. Behlûl: "Benim yanımda işittiğinden başkası yok" dedi. Adam sorusunu üç defa tekrarladı, Behlûl ise her defa­sında aynı sözünü tekrarlıyordu. Üçüncü^ya da dördüncüsünde idi ki o (?) şöyle dedi: "Ey Falanca oğlu! Siz insanlara insaflı davranmı-yorsunuz. Onlar başlarına gelen olaylar sebebiyle size geldiklerin­de: 'Mâlik böyle dedi, Mâlik şöyle dedi' diyorsunuz. Fakat bizzat kendi başınıza birşey geldi mi, onun için ruhsatlar arıyorsunuz, el-Hasen, böyle bir kişinin yemininde halis olmayacağını söylüyor." Bunun üzerine soru soran kişi tekbir getirdi[149] ve kendisinin mesul olmadığını, mes'ul kişinin el-Hasen olduğunu ve bu konuda kendi­sinin onu takip edeceğini söyledi.

Taraflar arasında verilmesi gereken kazâî bir hükme taalluk eden bir konuda ise durum daha da ağırdır.

el-Mewâziyye'de Hz. Ömer'in şu sözü yer alır: "Tek bir konuda iki hükümde bulunma; yoksa işin karışır (içinden çıkamazsın)."

İbn Mevvâz da: "Kadının, görüşlerin ihtilaflı olduğu bir konuda ictihâd etmesi uygun değildir" demiştir. İmam Mâlik, bunu mekruh görmüş ve hiçbir kimse için caiz olmayacağını söylemiştir. Bunun anlamı bence şudur: Bir kişi hakkında önceki nesillerden birisinin verdiği hüküm ile hükmetmesi, sonra aynı konuda bir başkası hak­kında onun hilafı ile olan bir diğerinin hükmü ile hükümde bulun­masıdır. Verdiği bu hüküm de daha önce geçenlere ait olmaktadır ve aynı konudadır. Eğer bir kimse hakkında bu caiz olsaydı, o za­man aynı konuda, falancanın fetvası ile bu kişi, filancanın fetvasıy­la da şu kişi hakkında hükmetmek istese buna yetkisi olurdu. Bu ise öncekilerin ayıpladıkları ve İmam Mâlik'in mekruh görüp doğru kabul etmediği birşeydir. Onun dedikleri de doğrudur. Çünkü hâkimlerin tayininden maksat, insanlar arasındaki anlaşmazlıkları kaldırmak, davaları çözüme bağlamaktır; ancak bunu yaparken ta­raflardan birine zarar gelmemesi, hâkimin de töhmet altında kal­masını gerektirecek bir tavırın olmaması gerekmektedir. Görüşler içerisinden keyfî bir seçimin yapılması ise, bütün bu maksatlara ters düşer.

Ahmed b. Abdilberr anlatır: Kurtuba kadılarından biri, Yahya b. Yahya'ya aşırı derecede bağlı idi. Fukahâ arasında muhalefet ol­duğu zaman, hep onun görüşleriyle amel ederdi. Bir olay oldu ve o olayda Yahya tek başına kaldı ve tüm şûra ehline muhalefet etti. Kadı, onların çokluklarından utandığından o meselede vereceği hükmü erteledi. Arkasından bir olay daha oldu ve onunla ilgili ola­rak Yahya'ya yazdı. Yahya, haberciyi geri çevirdi ve ona: "Ona hiç­bir işarette bulunmayacağım. Zira, falan hakkındaki davada benim işaret ettiğim şey sebebiyle tevakkuf etti; hüküm vermeden kaçın­dı" dedi. Habercisi kendisine gelip, Yahya'nın sözünü kendisine ulaştırınca o bundan rahatsız oldu ve bineğine atlayarak doğru Yahya'ya gitti. Ona: "Senin işi bu kerteye getireceğini düşünmemiş­tim. Ben inşallah yarın onun hakkında hüküm vereceğim" dedi. Yahya ona: "Bunu gerçekten yapacak mısın?" dedi. O da: "Evet!" di­ye cevap verdi. Bunun üzerine Yahya: 'İşte şimdi öfkemi harekete geçirdin. Çünkü ben senin, arkadaşlarım bana muhalefet ettikleri zaman hüküm vermekten geri durmanı, Allah'a istiharede bulun­man ya da görüşler içerisinden birini tercihte bulunman sebebiyle olduğunu sanmıştım. Madem ki sen böyle değil de, heva ve hevesle­rin peşinde koşuyor ve (benim gibi) zayıf bir yaratığın rızası doğrul­tusunda hükmediyorsun, o vakit senin getirdiğin şeyde hiçbir hayır olmayacaktır; senden razı olmam halinde de bende hiçbir hayır kal­mayacaktır. Bu itibarla o görevden affını iste; çünkü bu senin için daha uygun olacak ve senin içyüzünü ortaya dökmeyecektir. Aksi takdirde azledilmen için ben dava edeceğim" dedi. Bunun üzerine o istifasını istedi ve görevden alındı.
eş-Şeyh İbn Lübâbe'nin kardeşi olan Muhammed b. Yahya b. Lübâbe'nin hikâyesi meşhurdur. Onu Kadı Iyâz anlatmıştır: Bu zat makamından uzaklaştırılmıştı. Kendisi el-Bîre kadılığından, şehir sakinlerinin şikâyeti üzerine azledilmişti. Sonra üzerine şimşekleri çektiği bazı sebeplerden ötürü şûra üyeliğinden de azledilmişti. Ka­dı Habîb b. Ziyâd, onu öfkesi yüzünden sahte siciline aldı ve onun adalet sıfatının düşürülmesini ve evinde oturup hiçbir kimseye fet­va vermemesini emretti. O bir süre böyle ikâmet etti. Sonra (melik olan) en-Nâsır, Kurtuba'da nehir kenarında bulunan hastalara ait vakıf arazisinden bir bölümün satın alınmasına ihtiyaç duydu. Ka­dı İbn Bakiyy'e durumu ve o yere olan ihtiyacını ileterek bir çözüm bulmasını istedi. Çünkü orası, mesire yerinin tam karşısına düşü­yor, yukarıdan bakınca onları görüyor ve bu durum dinleneceği yer­de kendisini rahatsız ediyordu. İbn Bakiyy ona: "Bence buna bir ça­re yok. Vakıfların dokunulmazlığını gözetmek en ihtiyatlı olanıdır" dedi. en-Nâsır: "Bu konuda fukahâ ile bir konuş. Onlara benim arzumu ve oraya karşı kıymetinin kat kat üstünde ödeme yapacağımı anlat. Belki bir çare bulurlar" dedi. îbn Bakiyy onlarla bu konuda konuştu; fakat sonuç aynıydı ve bir çare bulunamadı. Bunun üzeri­ne en-Nâsır onlara kızdı ve vezirlerine onlarla sarayda bir araya gelmelerini ve onları azarlamalarını emretti. Vezirlerle arasında bir tartışma yapıldı; fakat en-Nâsır amacına bu yolla da ulaşamadı. Bu haber İbn Lübâbe'ye ulaştı. en-Nâsır'a arkadaşları fukahânın gadirlik ettiklerini ve kendisini kısıtlılık altına aldıklarını, eğer kendisi o mecliste hazır bulunsa, mübadelenin cevazına dair fetva verreceğini, melikin de bu fetvaya uyabileceğini, bu konuda fukahâ ile tartışmada bulunabileceğini iletti. en-Nâsır'ın içine bir ümit düştü ve Muhammed b. Lübâbe'nin eski hali üzere tekrar şûra mec­lisine iade edilmesini emretti. Sonra kadıdan mesele hakkında ye­niden meşverette bulunmasını istedi. Kadı ve fukahâ toplandılar, İbn Lübâbe en son gelenleri oldu. Kadı İbn Bakiyy, onlara toplantı konusu olan meseleyi ve mübadelenin (maddî açıdan) cazipliğini anlattı. Hepsi de caiz olmayacağı ve vakfın eski halinden değiştinlemeyeceği şeklindeki ilk görüşleri doğrultusunda söz ettiler. İbn Lübâbe susmaktaydı. Kadı ona: "Sen ne dersin ey Ebû Abdullah!" diye sordu. O şöyle dedi: "İmamımız Mâlik b. Enes'in görüşünü di­yorsanız, o arkadaşlarımız fakihlerin dediği gibidir. Iraklı fakihlere gelince, onlar vakıfların esastan bağlayıcı olmadığı görüşündedir­ler.[150] Onlar büyük âlimlerdir ve ümmetin çoğunluğu onlara tâbi ol­maktadır. Madem ki mü'minlerin emirinin bu yere ihtiyacı vardır, dolayısıyla onun eliboş geri çevrilmesi uygun olmaz. Bunun sünnet­te de geniş yeri vardır. Ben bu konuda Irak'lı fakihlerin görüşünden yanayım ve görüş olarak onlarmkini taklit etmekteyim." Bunun üzerine fukahâ ona: "Sübhânallah! Seleflerimizin fetva veregeldik-leri ve üzerinde yürüdükleri, bizim de onlardan sonra aynı şekilde itikat edip fetva verdiğimiz ve hiçbir zaman sapmadığımız (imamı­mız) Mâlik'in görüşünü terk mi ediyorsun? O aynı zamanda mü'minlerin emîrinin ve kendisinden önce geçen ataları emirlerin görüşü de olmaktadır" dediler. Bunun üzerine Muhammed b. Yahya şöyle dedi: "Yüce Allah aşkına doğru söyleyin! Sizden birini­zin başına bir olay geldiğinde, İmam Mâlik'in görüşleri dışına çıka­rak, başkalarının görüşleri arasında bir seçim yapıp, kendinize ruhsat hükümler bulduğunuz olmadı mı?" Onlar: "Evet, oldu" dediler. O: "Buna mü'minlerin emiri daha layıktır. Onun hakkında da ken­dinize gösterdiğiniz tavrı gösteriniz ve âlimler arasında onun hali­ne uygun düşenin görüşünü alınız. Zira o âlimlerin hepsi birer ön­derdirler" dedi. Bunun üzerine onlar sustular. O kadıya: "Benim fetvamı, mü'minlerin emirine ulaştır" dedi. Kadı, mü'minlerin emîrine celsede geçen sözlerin zabtını gönderdi ve adamlarıyla bir­likte orada cevabı bekledi. Sonunda emirden, Muhammed b. Yahya b. Lübâbe'nin fetvasını kabul ettiğini belirten ve onun yürürlüğe konmasını isteyen, alınan yere mukabil hastalara Minyet Aceb'deki emlâkinin —ki oranın kat kat fazlasını edecek çok değerli bir mülktü—verilmesini emreden cevap geldi. Sonra mü'minlerin emirin-den sözü edilen İbn Lübâbe'ye, noterlik (huttatu'l-vesâik) vazifesine getirildiğini içeren bir yazı geldi. Böylece yapılacak olan bu müba­dele akdinin üstlenicisinin kendisi olması isteniyordu. Bu görevden dolayı o tebrik edildi ve kadı, hükmü onun fetvası üzere uyguladı; onun üzerine şahit oldu ve dağıldılar, ibn Lübâbe üçyüz otuzaltı yı­lında vefat edinceye kadar hem bu noterlik görevinde, hem de şûra meclisi üyeliğinde kaldı.

Kadı Iyâz der ki:

Bir üstadla bu haberi aramızda müzakere ettik, o şöyle dedi: "Sahte siciline geçen bu haberin, sahte siciline eklenmesi uygun olur. O, sahtelik konusunda onun içermiş olduğu şeyden daha evlâ ve şiddetlidir."
el-Bâcî, et-Tebyîn li-süneni'1-mühtedîn adlı kitapta, bu mesele­den söz ederken, benzeri bir olay daha anlatır ve şöyle der: Muhte­melen bazıları değerlendirme (nazar) ve istidlalden maksadın, faki-hin İmam Mâlik ve tâbilerinin görüşlerinden dilediğini alması, on­ların dışına herhangi bir şekilde çıkmaması, meylettiği görüşü al­masını gerektiren bir durumun bulunmaması olduğunu sanmışlar­dır. Buna göre meselâ bir olay hakkında İmam Mâlik'in görüşü ile hükmeder, sonra o olay tekerrür ederse, bu kez o konuda birinci gö­rüşe muhalif olarak İbn Kâsım'ın görüşü doğrultusunda —kendisi için oluşmuş yeni bir re'y olmaksızın— hükmedebilir ve bu sadece onun —değerlendirme ve içtihadı değil— seçimi sonucudur, O şöy­le devam eder: Güvendiğim biri bana şöyle anlattı: Ben, bir arazi­nin şayi' bir hissesini kiralamıştım. Sonra bir başkası da kalan kıs­mını kiraladı. Ben (ilk kiracı olarak) kalan kısmı şuf a hakkımı kul­lanarak almak istedim ve sonra memleketten ayrıldım. İkinci kira­cı hakkında, İmam Mâlik'in iki görüşünden biri doğrultusunda ve icârede şuf a hakkı bulunmadığı şeklinde fetva verilmiş. Sonra ben yolculuktan döndüm ve fukahâya meselemi sordum. Vakıa onlar, fikhî mesaili bilen ve dinde iyi hal sabihi oldukları bilinen kimselerdi. Bana: "Biz onun seninle ilgili olduğunu bilmedik. Madem ki mesele seninle ilgili, o zaman senin için İmam Mâlik'in Eşheb yo­luyla gelen rivayetini alırız" dediler ve hepsi de benim için şuf a hakkı olduğuna dair fetva verdiler. Bunun sonucunda da bu şekilde benim lehime hükmedildi. O şöyle dedi: Bir adam bana şöyle bildirdi: Bu sınıf fukahâdan fıkhı mesaili iyi bilmek ve onların ileri ge­lenlerinden olmakla meşhur büyük biri, gizli kapaklı değil, alenen şöyle dedi: "O, benim dostumdur. Onunla ilgili bir hüküm verilmesi gerektiği zaman, onun haline uygun gelecek rivayet ile fetva ver­mem benim için bir borçtur."

el-Bâcî şöyle der: Eğer bu sözün sahibi, böyle bir davranışın kendisine helâl olmadığına inansa, o şeyi caiz görerek yapmaya kalkmazdı. Şayet buna rağmen yapmışsa, o zaman da bunu alenen söyleyip, kendi durumunu başkasına bildirmezdi.
Yine o şöyle der: Yemin ve benzeri konularda meselesi olan kimseler çoğu zaman bana şöyle derler: "Belki bu konuda bir riva­yet vardır" veya "Belki bu konuda bir ruhsat vardır." Onlar bu ha­liyle, bu yaptıklarının caiz ve yaygın birşey olduğunu düşünmekte­dirler. Eğer fukahâ bu gibi sözlere karşı tepki gösterir olsalardı, o zaman onlar böyle bir talebe muhatap olmaz, ne benden ne de bir başkasından bunun gibi bir istekte bulunmazlardı. Bu konu, İslâm ümmeti içerisinde icmâ konusunda sözleri dikkate alınan kimseler arasında hakkında ihtilâf bulunmayan konulardandır ve herkes, hiçbir kimsenin Allah'ın dini konusunda kesin olarak hak olduğuna inandığı şey ile olmadıkça fetva vermesinin caiz ve helâl olmayaca­ğında görüş birliği içerisindedir. Verilen hükme razı olan olsun, kı­zan da kızsın, hak ne ise onunla hükmedilmesi gerekir. Müftî, şüp­hesiz ki hüküm konusunda Allah'tan haber verir konumdadır. Ke­sin olarak onun hükmü olduğuna ve öylece vacip kıldığına inanma­dığı birşeyi Allah adına nasıl bil dire rebilir?! Allah Teâlâ, peygam­berine şöyle buyurmaktadır: "O halde Allah'ın indirdiği kitap ile aralarında hükmet. Allah'ın sana indirdiği Kur'ân'ın bir kısmından seni vazgeçirmelerinden sakın, onların heva ve hevesle­rine uyma!"[151] Bu durumda müftînin kendi arzusu doğrultusunda fetva vermesi veya aralarındaki dostluk ya da başka bir amaç sebe­biyle A için B'ye vermediği fetvayı vermesi nasıl caiz olabilir? Müftî kesin olarak bilmelidir ki, Allah Teâlâ'nın kendisine emri, indirmiş olduğu hak ile hükmetmesi ve bu uğurda çaba göstermesidir. Ken­disine yasakladığı şey de, hakka muhalefet etmesi, ondan sapması­dır. Onun yapacağı şey, ilim ve ictihâd ehli biri olmasına rağmen, kurtuluşunun ancak ve ancak Allah Teâlâ'nın lütfü, tevfîki, yardı­mı ve koruması ile olacağını aklından çıkarmamasıdır.
Onun zikrettikleri böyle. Bu alıntı daha önce geçen esası beyan etmektedir. Buna göre fakîhin[152] görüşler içerisinden herhangi bir içtihada gitmeksizin sırf heva ve heveslerine, şehvetine uyma sonu­cu keyfî bir seçimde bulunması ve onunla bir kimse hakkında fetva vermesi asla helâl olmaz. Görüşlerin ihtilaflı olması halinde mukal­lidin alacağı tavır da, aynen müftînin sözü edilen tavrı gibi olacak­tır. Bunun, müctehid olmayan kimse hakkında yerilmesi, bir müc-tehidden kendi arzusunca nakilde bulunmuş olması sebebiyledir. Dolayısıyla bu konuda yani nefsânî arzuları doğrultusunda mücte-hidin ictihâdda bulunmasının hükmü daha da ağır olacaktır.

Fasıl :
Bu konu üzerinde lüzumundan fazla durulmuş ve hatta bir [i4i] meselede müctehidler arasında ihtilâfın bulunması, o şeyin mübah-lığına dair delil olarak kullanılır olmuştur. Zaman içerisinde hem Önceleri hem de sonraları, bir fiilin caizliği konusunda, o fiilin ilim erbabı arasında ihtilaflı bulunup bulunmadığı (muhtelefun fîh) noktasına dayanılmıştır. Bu, ihtilâfların gözönünde bulundurulma­sı mânâsına değildir; çünkü bu mânâ için başka bir bakış açısı var­dır.[153] Bazen mesele hakkında men'ine dair fetva verilir, buna kar­şılık: "Nİçin mene diyorsun? Halbuki mesele, üzerinde ihtilâf edilen bir konudur" denilir ve böylece mevcut ihtilâflar, —o meselenin üzerinde mücerred ihtilâf vuku bulmuş olması hasebiyle— caizlik delili kılınır; oysa ki ortada caizliği gösteren bir delil yoktur. Keza caizdir diyenlerin görüşünü taklit etmek, men görüşünü taklitten daha evlâ da değildir. Bu, şerîata karşı işlenilen bir hatadır; çünkü şer'an muteber olmayan birşey muteber yapılmakta, delil olmayan birşey de delil kılınmaktadır.

el-Hattâbî, hadiste geçen bita', yani bal şarabı hakkında bazı­larından şu nakilde bulunur: "İnsanlar içecekler konusunda ihtilâf etmişler, üzüm şarabının haramlığı konusunda icmâ etmişler, diğer içkiler hakkında da ihtilâf etmişlerdir. Bu durumda biz, haramlığı hakkında icmâ ettiklerini haram kılar, diğerlerini de mubah kıla­rız." Bu açık ve çirkin bir hatadır. Allah Teâlâ, bir mesele hakkında ihtilâfa düşen kimselere, meselelerini Allah'a ve Rasûlüne götür­melerini emretmiştir. O devamla şöyle der: Eğer bu görüşün sahip­leri hakikaten isabetli olsaydı, o zaman aynı şey ribâ, sarf, müt'a nikâhı... hakkında da lâzım gelirdi; çünkü ümmet bunlar hakkında ihtilâf etmiştir. Yine o: "İhtilaf, hüccet değildir. Sünnetin beyanı ise hem öncekilerden, hem sonrakilerden ihtilaf edenlere karşı hüccet­tir" demiştir. Özetle onun söyledikleri böyle. Bu görüşün sahibi nefsanî arzularına uymayı, garazına uygun olan görüşü kendisine delil kılmayı ve onunla kendisini temize çıkarmayı amaçlamakta­dır. Bu haliyle o, arzularına uygun olan görüşü heva ve heveslerine tabî olmak için bir vesile edinmekte, aksine takvaya bir yol edinme­mektedir. Bu durumda o, Sâri' Teâlâ'nın emrine uymuş olmaktan oldukça uzak, kendi heva ve heveslerini mabud edinenlerden olma­ya ise daha yakındır.
Bazı kimselerin ihtilâfı, görüşler içerisinde bir genişlik, tek bir görüş üzerine donup kalmama mânâsında bir rahmet telakki etme­leri de bu kabildendir. Bunlar görüşlerine el-Kâsım b. Muhammed, Ömer b. Abdülaziz ve daha başkalarından nakledilen sözleri delil olarak kullanırlar ki, biz daha önce bu rivayetlere değinmiş ve on­lardan maksadın ne olduğunu açıklamıştık.[154] İhtilaf rahmettir diyen bu görüş sahipleri, meşhur olan veya delile uygun düşen görüşe veyahut da değerlendirme sonucunda daha üstün (râcih) bulunan ve ümmetin büyük çoğunluğu tarafından benimsenen görüşe bağlı kalan kimselere zaman zaman saldırmaktan çekinmez ve: "Geniş olanı daralttınız, insanları sıkıntıya soktunuz; halbuki dinde zorluk yoktur" derler ve buna benzer sözler ederler.

Bu görüş tamamıyla hatalıdır ve şeriatın konuluş amacını bil­memekten kaynaklanır. Tevfik, Allah'ın elindedir. Onların bu gö­rüşlerinin aksini ortaya koyan deliller geçmiştir ve bunlar yeterli­dir. Bu vesile ile Allah'a hamd ederiz. Ancak burada daha önce te­mas etmediğimiz bir kaç noktaya değinmek istiyoruz. Şöyle ki:

Meselâ iki görüşten birini mücerred kendi garazına uygun ol­ması sebebiyle seçme durumunda olan kimse, ya hâkimdir, ya müf-tîdir ya da müftînin verdiği fetva ile amel etme durumunda olan bir mukalliddir.
a) Hâkim olması halinde böyle bir seçime gitmesi asla sahih ol­mayacaktır. Çünkü hâkimin bir delil olmaksızın iki görüş­ten birini seçmesi halinde, davaya taraf olanlardan biri hük­mün kendi lehinde verilmesi konusunda diğerinden daha üstün değildir. Zira bu durumda, onlardan birinin hakhlığı tercih etmeyi gerektirecek keyfî arzusu dışında bir delil  (müreccih) bulunmamaktadır. Hal böyle iken biri lehinde meyli, mutlaka Öbürüne zulmetmesi sonucunu beraberinde ,     getirecektir. Sonra aynı olay başka iki kişi hakkında daha meydana gelse ve yine aynı şekilde hükmedecek olsa, sözü edilen sakınca kaçınılmaz olacak, her ikisinde de öbürü lehi­ne hükmetse durum bu kez Öbürü aleyhine olacaktır. Birin­cide biri, ikincide diğeri lehine hükmetse bu hiç olmayacak, kısaca ne yapsa hepsi sakat ve sayısız mefsedetlere kapı açacaktır. İşte bu noktadan hareketledir ki, hâkimlik için ictihâd mertebesine ulaşma şartını ileri sürmüşlerdir. Müc-tehid hâkimin bulunmaması halinde ise, yargıda kaosu ön­lemek için muhakeme usûlü getirmişler ve uyulması gere­ken şartlar ileri sürmüşlerdir. Meselâ, Kurtuba valileri hâkimleri tayin ederlerken, mutlaka falancanın[155] görüşü üzere hükmetmelerini, eğer onun görüşleri arasında hükme mesned olacak birşey bulamazlarsa, ondan sonra falancanın görüşleriyle... hükmetmelerini şart koşarlardı ve böylece ve­rilen hükümleri zabtu rabt altına alırlar, muhtemel kaosun önüne geçerler ve bunun sonucunda beklenti halinde olan mefsedetler ortadan kalkmış olurdu. Bu husus açıktır; o yüzden bu konuda sözü uzatmaya ihtiyaç duymuyoruz.
b) Müftî olması halinde, "ikisinden birini seç" diye aynı anda iki görüşle birden fetva verecek olursa, o zaman olay hak­kında ibâha ve dizginlerin salınması hükmüyle fetva vermiş  olur ki, bu iki görüşün dışında üçüncü bir görüştür.[156] Bu ise, eğer müftî ictihâd derecesine ulaşmamışsa ittifakla caiz değldir. Eğer ictihâd derecesine ulaşmış ise, tek bir olay hakkında aynı zaman içinde iki görüşün bulunması —usûl-cülerin genişçe üzerinde durdukları gibi— sahih değildir. Sonra fetva talebinde bulunan kimse, müftîyi kendisine nisbetle hâkim yerine koymaktadır, şu kadar var ki müftînin verdiği fetva, hâkimin hükmü gibi bağlayıcı değildir. Bu du­rumda nasıl ki hâkim için keyfî tercih caiz olmamaktadır; aynı şekilde müftî için de caiz olmayacaktır, c) Eğer avamdan biri ise, o zaman amel edeceği fetvada nefsâ-nî arzularına, arzu ve heveslerine dayanmış olacaktır. Heva ve heveslere uyma, şeriata muhalefetin tâ kendisidir. Sonra avamdan birinin, kendisi hakkında ilmi hâkim kılması, he­va ve heveslerine tâbi olma durumundan çıkmış olması için­dir. Peygamberlerin gönderilişi, kitapların indirilişi hep bu amaç içindir. Çünkü kul, hayatının her safhasında iki dürtü arasında yaşar: Meleğin dürtüsü, şeytanın dürtüsü. O imti­han edilmesinin bir gereği[157] olarak bu iki taraftan birine doğru meyletme hakkına sahip olmaktadır. Yüce Allah bu konuda: "Nefse ve onu şekillendirene, sonra da ona iyilik ve kötülük kabiliyeti verene and olsun ki..[158] "Şüphesiz ona yol gösterdik; buna kimi şükreder, kimi de nankörlük.[159] "Biz ona eğri ve doğru iki yolu da gösterdik"[160] buyurmakta­dır. Fıkhî mesâil içerisinde yer alan görüşlerin tamamı, nefy (men') ve isbat arasında döner.[161]Arzular ise bunları aşmaz. Bu durumda avamdan biri, başına gelen olayı müftîye arzet-tiği zaman, bu haliyle şöyle demiş olmaktadır: "Beni heva ve heveslerime tâbi olmaktan çıkar ve bana hakka uymanın yolunu göster." Hal böyle iken, müftînin: "Senin meselen hakkında iki görüş vardır; dolayısıyla sen onlardan hangisi arzularına daha uygun geliyorsa onu tercih et" demesi doğ­ru olamaz. Çünkü böyle bir cevabın mânâsı, şeriatın değil, arzu ve heveslerin tahkimi demektir. "Bunu ben sadece falanca âlimin görüşü sebebiyle yaptım" demesi, kendisini bu sonuçtan kurtarmaz; çünkü bu nefsin kendisini dedikodu­lardan kurtarması için kurduğu bir tür hiledir, onunla dünyevî maksatlarına ulaşmayı amaçladığı bir tuzaktır. Avamdan birinin müftîye gelip kendisini heva ve hevesleri­ne uymaktan kurtarma talebinden sonra müftînin onu tek­rar heva ve heveslerinin peşine takması, karanlığa taş at­maktır; şerîatı bilmemektir, müslüman kardeşe yapılması gerekli olan nasihat borcuna hıyanet etmektir. Bu mânâ hem hâkim için, hem de diğerleri için geçerlidir. Tevfîk, an­cak Allah Teâlâ'nın eliyledir.

Fasıl:
Bazı müteahhir âlimler, mezheplerdeki ruhsat hükümlerin derlenmesini ve onlara uyulmasını (tetebbu'u'r-ruhas) caiz gör­meyen, bir mezhepten başka birine intikâlin ancak tümü ile caiz olaca-ğını[162] söyleyen kimselere itiraz etmişler ve şöyle demişlerdir: Eğer men' cihetine gidenler, kadının hükmünün iptalini gerektiren dört duruma muhalif olan şeyleri kastediyorlarsa kabul; yok mü­kellef hakkında genişlik mânâsını içeren bir davranışı kastediyor­larsa o zaman sözleri kabul edilemez. Aksine Rasûlullah'in "Ben hoşgörü ve kolaylık esasına dayalı (İslâm şeriatı) ile gö'nderildim"[163] hadisi, bunun caiz olmasını gerektirir. Çünkü bu bir nevi kula karşı lütufta bulunmaktır ve şeriat kullara meşakkat yükle­mek için gelmemiştir; aksine onların çıkarlarını kollamak ve mas­lahatlarını gerçekleştirmek için gelmiştir. Siz de görüyorsunuz ki bu sözler isabetli değildir. Çünkü kolaylık ve hoşgörü öyle sanıldığı gibi mutlak değil, usûlü dairesinde cari olmakla kayıtlıdır. Ne ruh­satların derlenmesi ve onlara uyulması ne de görüşler içerisinden nefsânî arzular doğlutusunda keyfî seçimler yapılması, şeriatın ge­nel esasları tarafından belirlenmiş sabit şeyler değildir. İtirazcının söyledikleri zaten isbatı gerekli iddialardan öte başka birşey değil­dir. Sonra şu da var: Hep ruhsat hükümlere uyulması, nefsânî ar­zular doğrultusunda olan bir meyildir. Şeriat ise, insanı heva ve he­veslere tâbi olmaktan çıkarmak amacı ile gelmiştir. Bu itibarla id­dianız, üzerinde ittifak sözkonusu olan bu genel esasla çelişki ha­lindedir. Aynı şekilde o, Allah Teâlâ'nın: "Eğer birşeyde çekişirse­niz, onun hallini Allah'a ve peygambere götürün[164]buyruğuna da uymamaktadır. İhtilâf alanı, çekişme alanıdır; dolayısıyla onla­rın nefislerin heva ve heveslerine götürülmesi sahih olmaz. Bu gibi konular ancak ve ancak şeriata götürülür. İki görüş arasından üs­tün (râcih) olanını o belirler ve artık nefsânî arzularımıza ya da çı­karlarımıza uygun düşene değil, o görüşe uyulması vacip olur.

Fasıl:

Bazıları bunu belli yerlerde caiz görmek istemişler ve gerekçe olarak da bunda zaruret ve ihtiyaç bulunduğunu, çünkü zaruretle­rin yasak olan şeyleri mubah kılacağını ileri sürmüşlerdir. Böylece garaza uygun düşen görüşün alınması sonucuna ulaşmak istemiş­lerdir. Bunlar iddialarının kabul görmesi için devamla şöyle derler: Eğer mesele, zaruret bulunmayan bir hal üzere meydana gelirse, mercûh (zayıf) ya da mezhep dışı bir görüşü almak için bir ihtiyaç bulunmazsa, o zaman mezhebin görüşü ile, ya da mezhep içerisinde râcih (üstün) olan görüşle amel edilir.

Bu da, biraz önce geçen tarzda bir yaklaşım biçimidir. Çünkü bunun da varacağı sonuç, peşin arzu ve isteklere uygun olan görüş­le amel etme noktasıdır. Zaruret mahalleri, şeriatta bellidir. Eğer bu mesele de o yerlerden ise, mezheb imamı, şeriatın sahibinden al­dığı verilerden hareketle onun hükmünü zaten açıklamış olacaktır. Dolayısıyla ondan intikâle bir ihtiyaç yoktur. Yok mesele, şer'î zaruret mahallerinden değilse ve kişi onun zaruret mahalline girdi­ğini sanıyorsa, bu apaçık ve çirkin bir hatadır; kabul edilmesi mümkün olmayan bir iddiadır.

İbn Rüşd'ün Nevazil adlı kitabında, bu kabilden olmak üzere müt'a nikâhı meselesi yer almıştır.
İmam el-Mâzerî'den de şöyle nakledilir: Ona şöyle sorarlar: "Zamanımızda insanların kuraklık yıllarında çaresiz başvurmak zorunda kaldıkları bir muamele var. Bilindiği gibi zaruretler yasak olan şeyleri mubah kılar. Fakir bâdiye ehlinin yapmakta oldukları bu muamele hakkında hüküm ne olur? Bunlar (tahıl ve hurma gibi) gıda maddesine ihtiyaç duyarlar; hasat ve meyve toplama mevsimi­ne kadar borca onu satın alırlar. Vade gelince, alacaklılarına: "Biz­de tahıl veya hurmadan başka birşey (yani para) yok" derler, muh­temelen doğru da söylerler. Bu durumda alacaklılar, onlardan tahıl ya da hurma almak zorunda kalırlar; çünkü almadıkları zaman onu da yiyip tüketecekler ve ellerinde borca karşılık alacak birşeyleri kalmayacağından haklarının zayi olacağından korkarlar. Keza şe­hir halkından olan bu alacaklılar uzun süre bâdiyede de kalamaz­lar ve şehre dönmek zorunda kalırlar, bâdiyede hâkim de bulunma­dığından alacaklarını bu şekilde kapatmak zorundadırlar. Zaten bu konuda —bir şart ya da âdetin bulunmaması halinde— mezhepte ruhsat da bulunmaktadır. Çeşitli şehirlere mensup bulunan fuka-hânın birçoğu da, bu ve diğer sebeplerden ötürü ı'yne satışlarına (büyûu'1-âcâl[165]), sedd-i zerâi' ilkesinin gereği olan görüş hilafına olarak cevaz vermişlerdir.
O şöyle cevap verdi: "Eğer bu söylediklerinizle, (tahıl ya da hurma gibi) gıda maddesinin bedeli yerine aldığı maddenin cinsine muhalif yine gıda maddesinin alınmasının mubah olduğuna işaret etmek istiyorsanız, bu işlem mezhebe göre yasaktır[166] ve bu konuda sandığınız gibi, mezhepte bir ruhsat bulunmamaktadır."
O devamla şöyle dedi: "Ben insanları, İmam Mâlik ve ashabı­nın mezhebinde yaygın olarak bilinen görüş dışında öyle şâz görüş­lere yöneltemem. Çünkü takva azaldı, hatta nerdeyse kalmadı, ki­şinin diyanetine havale edilen konuların korunması da aynı şekilde zayıfladı, şehvetler arttı, ilim iddiasında bulunanlar çoğaldı ve bil­gisizce fetvaya cüret edenler arttı. Eğer böyle bir ortamda, mezhebe muhalefet konusunda bir kapı aralanacak olursa, o zaman delik giderek büyüyecek ve yama imkânı kalmayacak, mezhebin heybeti çiğnenmiş olacaktır. Böyle bir sonucun ortaya çıkaracağı mefsedet-lerin büyüklüğü ise açıktır.[167] Ancak borcu almak için tahıldan baş­ka alacak birşey bulamazsa, o zaman bu tahılı sahibi adına şehirde satacak biri alsın ve satıcı alacağını tahılın parasından tahsil etsin. Bunu da caiz olmayan birşeyin sûretâ caiz kılınması için hile yolu­na başvurmaksızın şahit tutarak yapsın."
Bak! İmamlığı hakkında ittifak bulunan el-Mâzerî, mezhep içe­risinde meşhur olan ve bilinen görüş dışında bir başkasıyla fetva verilmesini caiz görmemiştir. Bunu yaparken o, zarurî maslahat [147] kaidesine dayanmıştır. Zira ilim öğretmek ve fetva vermek için gö­revlendirilmiş kimselerin birçoğunda takva azalmış ve diyanet duy­gusu zayıflamıştır. Eğer onlara böyle bir kapı açılacak olursa, mez­hebin hatta bütün mezheplerin şirazesi kopacak, işler çığırından çı­kacaktır. Çünkü birşey için gerekli olan, onun benzeri için de ge­rekli


Eser: El-Muvafakat

  • Yeni Ekle
Yorumlar (0)

El-Muvafakat

 

Son eklenen ruyalar

Sitemizde yer alan soruların cevapları özenle islami eserlerden seçilerek yazılmaktadır.
..