DÖRDÜNCÜ MESELE:

Şer'an muteber olan ictihâd mahalli, Sâri' Teâlâ'nın birinde müsbet, diğerinde de menfi olmak üzere kasdının açıkça belli oldu­ğu iki uç arasında kalan, ne isbat tarafının ne de men' tarafının hükmünü açık ve seçik olarak almayan konulardır.
Bunu şöyle açıklayabiliriz: Mükelleflerin fiilleri[197] ya da terkle­ri hakkında ya Sâri' Teâlâ'dan gelen bir hitap[198]vardır veya yok­tur. Bir başka ihtimalden söz etmek mümkün değildir. Eğer onlar hakkında bir hitap gelmemişse, o ya berâet-i asliyye üzere buluna­cak ya da fiilî varlığı bulunmayan bir varsayım olacaktır. Berâet-i asliyye aslında "avf' ya da daha başka bir yolla şer'î hitap altına girmektedir.[199] Eğer hakkında bir hitap gelmişse, onda Sâri' Teâlâ'nın nefy veya isbat hakkındaki kasdı ya açık olacaktır ya da olmayacaktır. Eğer o şeyde Sâri' Teâlâ'nın kasdı kesin olarak orta­ya çıkmıyorsa, o şey müteşâbihât kısmındandır. Eğer ortaya çıkı­yorsa, bu bazen kat'î şekilde olacak, bazen de kafî olmayan biçimde gerçekleşecektir. Eğer Sâri' Teâlâ'nm kasdı kat'î biçimde açıksa, nefy ya da isbat hakkında hak apaçık ortada iken değerlendirme yapmaya ihtiyaç yoktur ve bu gibi konular içtihada mahal değildir. Bunlar durumu açık seçik olan kısmı teşkil eder. Çünkü bunların hükmü hakikaten açıktır ve bunların dışına çıkan kesin olarak ha­talıdır. Açıklığı kat'î olmayan kısım ise böyle değildir ve onda mut­laka Sâri' Teâlâ'nm zıddını murad edip etmediğine dair bir ihtimal bulunur. Dolayısıyla bunlar mutlak anlamda açık seçik olan kısım­dan değildir. Bilâkis kendilerinden daha kapalı olanlara nisbetle göreli bir açıklık kazanırlar. Nitekim kendilerinden daha açık olana nisbetle de yine göreli olarak kapalı sayılırlar. Çünkü nefy ve isbat konusunda zan mertebeleri, en güçlüsünden en zayıfına göre deği­şiklik arzeder ve sonunda ya ilme yani kesin bilgiye ya da şekke yani şüpheye ulaşılır.[200]Ancak bu ihtimal bazen iki taraftan birine yakınlık konusunda güçlü olur, bazen de güçlü olmaz.[201] Eğer güçlü olmazsa, o zaman müteşâbihât kısmına katılır. Bu gibi konular üzerine yeltenenler, yasak koruluk etrafında dolaşan gibidir ve ora­ya düşmesine ramak kalır. Eğer iki yönden biri güç kazanırsa, işte o içtihada mahal olan kısımdan olmaktadır. Bu, kendisi hakkında ve müctehidlerin bakış açılarına nisbetle izafî olarak açık olmaktadır. Bu kısım, onu ele alan kişi eğer içtihada ehil biri ise, nefy ya da isbat konusunda onun hakkında —her müctehidin içtihadında isa­betli olduğu görüşünü benimsememiz halinde— açık olacaktır. Bir müctehid hariç diğerlerinin hatalı olduğu görüşüne göre ise, eğer o konuda isabet eden kimse kendisi ise onun hakkında açık, aksi tak­dirde mazur olacaktır. Bu esastan anlaşılmaktadır ki, müteşâbih, nefy ve isbatın tearuzundan mürekkep birşeydir. Zira eğer birşey hakkında bunların tearuzu olmasa, o şey durumu açık olan kısım­dan olacaktır. Mutlak anlamda açık olan kısım, kendisinde nefy ve isbatın tearuz halinde bulunmadığı; aksine ya kesin olarak menfî ya da kesin olarak müsbet olan kısımdır. İzafî olan kısımda ise, hükmü açık olan iki taraf arasında gidip geldiği için göreli olarak müteşabihlikten söz edilmektedir. Bu durumda, bazılarına göre bu iki taraftan birine yakın olur, bazılarına göre de öbür tarafa yakın olur. Bazı kimseler[202] de bu kısmı müteşâbihâttan sayabilir. Dola­yısıyla bu kısım haddizatında sabit bir duruma sahip değildir. Bu yüzden de, kuvvet ve zayıflık konusunda zan mertebelerinin farklı­lığı sebebiyle izafî olmuştur.[203] İki taraftan biri hakkında nefy mec- [îeaı rasmda diğerinin zıddının isbatı cari olacaktır. İlmin bulunması ve aynı anda da nefyedilmesi birbirine zıt olan iki şeydir. Yükümlülü­ğün hem vuku bulması hem de vuku bulmaması gibi. Birşeyin hem vacip olması, hem vacip olmaması... gibi. Hem kesin bilginin sabit olması, hem de zan ya da şekkin sübutundan söz edilmesi birbirine zıt iki şeydir; mendupluk ya da ibâha hükmü ile birlikte vaciplik hükmünün de aynı şey hakkında isbat edilmesi... vb.[204] gibi.

Bu esas aslında açıktır ve isbatı için delile ihtiyaç yoktur. An­cak anlaşılmasını kolaylaştırmak, yerine oturtmak ve alıştırma yapmış olmak için birkaç örnek vermek gerekmektedir:
Bu cümleden olmak üzere garar satışı yani bilinmezlik içeren akitler yasaklanmıştır. Ulemâ, ana karnındaki ceninin, havadaki kuşun, sudaki balığın satışının yasak olduğu konusunda icmâ ettik­lerini; cübbenin tek başına satılması caiz olmayan ve bakınca gözle de görülmeyen içiyle birlikte satışının caizliğini, ay yirmi dokuz ve­ya otuz gün olması muhtemel olduğu halde aylığına kiraya verme­nin caizliğini, kullanılacak suyun miktarının ve içeride kalınacak sürenin belirsizliğine ve bu konudaki âdetlerin farklılığına rağmen hamama girmenin caizliğini, kandıracak miktarın kişiden kişiye farklı olmasına rağmen susuzluğu gidermek üzere su kabından üc­retle su içmenin caizliğini icmâ ile kabul etmişlerdir. Bu iki kısım­dan birincisi, gararm dikkate alındığı taraf; ikincisi de gararın dik­kate alınmadığı taraf olmaktadır. Birincisinde garar çok olduğu için yasaklanmış, ikinci kısımda ise az olduğu ve kaçınmak imkâ­nı[205] da bulunmadığı için itibara alınmamıştır. Garar konusu ile il­gili olarak ihtilâfın vuku bulduğu her konu, hükmü belli bu iki uç arasında ortada bulunmakta ve her iki tarafa da benzer bulundu­ğundan şüphe mahalli olmaktadır. Kim bu gibi ihtilaflı olan mese­lelere caiz diyorsa, gararın önemsizliği (ve kaçınılmasının imkânsız­lığı) yönüne meyletmiş; kim de caiz değildir diyorsa, öbür tarafa meyletmiş olmaktadır.
Ziynet eşyalarının zekâtı meselesi de bu kabildendir. Alimler, kullanılan eşyalara (uruz) zekât gerekmeyeceği, altın ve gümüşe (nakdeyn) ise zekât gerekeceği[206] konusunda icmâ etmişlerdir. Bu durumda kullanılması mubah olan ziynet eşyalarının hükmü bu iki taraf arasında yer almaktadır. Bu yüzden de hakkında ihtilâf mey­dana gelmiştir.

Âdil kimsenin rivayetinin ve şahitliğinin kabulü, fâsık birinin ise ne rivayetinin ne de şahitliğinin kabul edilmeyeceği konusunda ittifak etmişlerdir. Hali meçhul olan kimsenin durumu ise bu iki ta­raf arasında belirsiz kalır ve bu yüzden de ihtilâfa mahal olur.
Hür insanın mülkiyet sahibi olacağı, hayvanın ise böyle bir özelliği olmadığı konusunda ittifak etmişlerdir. Köle, bu iki taraf­tan her ikisine de benzerlik arzedince hükmünde ihtilâf edilmiştir: Acaba kölenin mülkiyet hakkı var mıdır? Yoksa yok mudur? İki ta­raftan hangisinin hükmü galebe çaldınlmışsa onun hükmü verile­cek ve bu yüzden de ihtilâfa mahal olacaktır.Namaza başlamadan önce su bulan kimsenin abdest alacağı ve teyemmüm ile namaz kılamayacağı konusunda, keza namazını ta­mamladıktan ve vakit çıktıktan sonra su bulması halinde ise ab­dest alıp namazı yeniden kılmasının gerekmeyeceği konusunda itti­fak bulunmaktadır. Bu ikisi arasında ise yer alan durumlar vardır ve onlar hakkında ihtilâf meydana gelmiştir.[207]

Ağacın meyvesi, eğer henüz ortaya çıkmamışsa, aslına tâbi ola­rak satış akdi içine gireceği, toplanması halinde ise akde dahil ol­mayacağı konusunda ittifak bulunmaktadır. Meyvenin ortaya çık­ması halinde ise ihtilâf etmişlertir.
Biri fetva verir ve icmâ ehli onu anlar ve kabul ile karşılarlar­sa, ittifak ile icmâ meydana gelir. Böyle olmaz da karşı çıkarlarsa, o zaman da ittifak ile icmâ meydana gelmez. Ancak sükût eder­ler[208] ve açıktan kabul göstermezler ya da karşı çıkmazlarsa, o za­man bu iki taraf arasında yer alır; onun için de İhtilâfa konu olmuş­tur.
Açıkça inkârda bulunmaksızın kâfirliği gerektirecek bir bid'at işleyen kimsenin hali, hükmü belli iki taraf arasında yer alır. Çün­kü kâfirliği gerektirmeyen bir bid'at[209] işleyen kimse, İslâm ümrae-tindendir. Kâfirlik içeren ve bunu da açıkça tasrih eden[210] ise, İslâm ümmetinden değildir. Ortada kalan[211] durumu belirsiz kısım [îeoı hakkında ise ihtilâf bulunmaktadır. Acaba böyle biri ümmetten mi­dir? Yoksa değil midir?
Bütün din ve mezhep salikleri, Allah Teâlâ'mn mutlak kemâl sıfatlan ile muttasıf olduğunda, her türlü noksan sıfatlardan mut­lak surette münezzeh olduğunda müttefiktirler. Bununla birlikte kemâldir diye bazı özelliklerin O'na izafesinde,[212] keza noksanlıktır diye de bazı şeylerin O'na izafe edilmemesi konusunda ihtilâf et­mişlerdir. Keza izafe edilmemesi O'nun için kemâldir diye bazı du­rumların izafe edilmemesi[213], veya izafe edilmesi O'nun için kemâldir diye   izafe edilmesi hakkında ihtilâf etmişlerdir. Buna benzer daha başka Örnekler de vardır.

Bütün bu meselelerde ihtilâf meydana gelmiştir; çünkü bunlar kendisinden Sâri' Teâlâ'mn maksadı açıkça belli olan iki uç taraf arasında belirsiz ve mütereddit bulunan, her iki uca da katılması mümkün olduğu için problem ve tereddütler doğuran bir kısımdır. Belki de aklî ya da naklî konularda yer alan, ne zan ne de kesin bil­gi üzerine kurulu olmayan sağduyu sahiplerince dikkate alınan hiç­bir ihtilâf konusu yoktur ki, üzerinde asla ihtilâf söz konusu olma­yan hükmü açık iki uç taraf arasında belirsiz ve mütereddit bir hal­de bulunmasın.

Fasıl:
Bu mânâ yani hilaf üzerinde iyice tefekkür ve derinleşme suretiyle, ictihâd derecesine ulaşılmaya aday olunur. Çünkü bu sa­yede kişi, ihtilâf mahallerine vâkıf olur ve karşılaştığı her olay hak­kında hak açıklık kazanmaya namzet hal alır. Bu yüzdendir ki îbn Mesûd hadisinde şöyle gelmiştir: Rasûlullah bana:  "Ey Abdullah İbn Mesûd!" dedi. Ben: "Buyur yâ Rasûlallahî" dedim. O: "insanlardan kimin daha âlim olduğunu biliyor musun?" dedi. Ben: "Allah ve Rasûlü daha iyi bilir" dedim. O şöyle buyurdu: "İn­sanların en âlimi, insanların ihtilâf ettikleri bir konuda hakkı en iyi görendir; amel konusunda eksiği olsa da, arkası üstü kaçsa da."[214] Bu hadis, ulemâ arasındaki ihtilâf mahallerinin bilinmesi­nin önemini vurgulamaktadır.[215]Bu noktadan hareketledir ki âlimler, ilmi, ihtilâf bilgisinden ibaret saymışlardır. Bu meyanda olmak üzere Katâde şöyle demiş­tir: "Kim ihtilâfı bilmiyorsa, onun burnu fıkhın kokusunu bile al­mamıştır."
Hişâm b. Ubeydullah er-Râzî de: "Kim kıraat ihtilâflarını bil­mezse o kâri' değildir; kim de fukahâ arasındaki ihtilâfları[216] bil­mezse, o da fakîh değildir" demiştir.
Atâ ise: "Alimlerin ihtilâfları konusunda âlim olmayan bir kim­senin insanlara fetva vermeye yeltenmesi uygun değildir. Çünkü eğer öyle olmazsa o zaman, daha sağlam ve güvenilir olan şeyi, elindekine istinaden reddetmiş olabilir."[217]

Eyyûb es-Sahtiyânî ve İbn Uyeyne'den şöyle dedikleri rivayet edilmiştir: "Fetva verme konusunda insanların en cüretkâr olanla­rı, ulemânın ihtilâfı konusunda en az bigiye sahip olanlardır."

Eyyûb şu ilavede bulundu: "İnsanların fetva vermekten en faz­la geri duranları da, ulemânın ihtilâfı konusunda en fazla bilgiye sahip olanlarıdır."

İmam Mâlik'ten şöyle dediği nakledilmiştir: "Fetva vermek, ancak insanların üzerinde ihtilâf ettikleri konuları bilen kimseler için caizdir." Kendisine: "Rey ehlinin ihtilâfını mı?" diye soruldu. O: "Hayır, Hz. Muhammed'in ashabının ihtilâfını, Kur'ân'da ve Rasûlullah'ın sünnetinde bulunan nâsîh ve mensûh il­mini..." diye cevap verdi.

Yahya b. Sellâm: "Ulemâ arasındaki ihtilâfı bilmeyen bir kimsenin fetva vermesi uygun değildir. Bütün görüşleri bilmeyen bir kimsenin: 'Bu bana daha sevimlidir' demesi caiz değildir" demiştir.

Saîd b. Ebî Arûbe de: "İhtilâfı dinleyip öğrenmemiş kimseyi, âlim sayma" demiştir.
Kabîsa b. Ukbe'den de: "Ulemânın ihtilâfını bilmeyen bir kim­se (hataya düşmekten) kurtuluşa eremez" dediği nakledilmiştir.Âlimlerin bu konudaki sözleri çoktur. Kısaca bunlar, ihtilâf alanlarının sadece ezberlenmesinin değil, aynı zamanda kavranma­sının da gerekliliğini vurgulamaktadır. Bu seviyeye ulaşmak da an­cak geçen meselede verilen yaklaşım ile mümkün olur; dolayısıyla hilaf ilmi her müctehid için zarurîdir. Çoğu kez bu özelliğin, değer­lendirme (nazar) konusunda el-Mâzerî ve benzerleri gibi tahkik er­babı olan kimselerde mevcut olduğunu görürüz.[218] [219]


Eser: El-Muvafakat

  • Yeni Ekle
Yorumlar (0)

El-Muvafakat

 

Son eklenen ruyalar

Sitemizde yer alan soruların cevapları özenle islami eserlerden seçilerek yazılmaktadır.
..