DOKUZUNCU MESELE:


(İctihâdda hatanın meydana gelmesinin diğer bir sebebi, ehil olmayan kimselerin bu işe yeltenmeleriydi.) Bu, kişinin arkadaşın­da ya da bizzat kendisinde içtihada ehil olduğu ve ileri süreceği gö­rüşünün muteber sayılacağı inancının oluşması sebebiyle olur. Böyle birinin Kur'ân ve sünnete muhalefeti bazen cüzî bir meselede olur ve bunun zararı hafiftir. Bazen de şeriatın küllî esaslarından ve genel kurallarından birinde olabilir. Bunlar hem itikat hem de amel konusunda olabilir. Bunun sonucunda onun bazı cüziyyâtı, küllî esasları yıkacak şekilde kullandığını görürürüz.[259] Bu haliyle o, mânâlarına vukufiyeti olmaksızın, onlara ihtiyacı olan biri gibi başvurmaksızın, onların anlaşılması konusunda kendinden önceki­lerden nakledilen rivayetlere kulak asmaksızın, durumu hakkında "Eğer birşeyde çekişirseniz —Allah'a ve âhiret gününe inanmışsa-nız— onun halini Allah'a ve peygambere bırakın. Bu, hayırlı ve ne­tice itibarıyla en güzeldir"[260]buyruğunun gereği olarak Allah ve Rasûlüne müracaatta bulunmaksın bir hükme varır. Onu böyle bir davranışa sevkeden şey, açık delillerle yol almayı terke, hak ve na-safet duygularını atmaya iten, araştırmacının ilminin yetişmediği yerde kendi aczini itirafa yaklaşmayan nefislerde gizli olan heva ve heveslere uyma tutkusudur. Bu davranışa yardımcı olan hususlar­dan biri de, hikmet-i teşrî' (makâsıd) ilminin bilinmemesi ve ilim tahsilinin semeresini vaktinden evvel derleyebilmek için acele etme ve bunun sonucunda kendisinin ictihâd derecesine ulaştığı kurun­tusuna sahip olmadır. Çünkü[261]aldı başında bir kimsenin, tehlikeli olduğunu bile bile kendisini tehlike içerisine atması az görünür bir­şey dir.
Bu kısmın esası, "Sana Kitab'ı indiren O'dur. Onda Kitab'ın temeli olan muhkem âyetler vardır; diğerleri de müteşâbihtir. Kalb-lerinde eğrilik olan kimseler, fitne çıkarmak, kendilerine göre yo­rumlamak için onların müteşâbih olanlarına uyarlar..."[262] âyeti kerîmesinde zikredilmiş olmaktadır. Sahîh'te rivayet edildiğine gö­re Rasûlullah bu âyeti okumuş ve şöyle buyurmuştur: "Ondan müteşâbih olanlarına uyan kimseleri gördüğünüzde, bilin ki onlar Allah'ın kendisinden söz ettiği kimselerdir. Dolayısıyla on­lardan sakının."[263] Kur'ân'da müteşâbihlik, ulemânın belirttiği sadece ne teşbihi anımsatan Allah Teâlâ ile ilgili durumlardan, ne mücmel ibarelerden, ne nâsih ve mensûhla ilgili konulardan, ne de daha başka zikrettikleri şeylerden ibaret olmayıp daha genel bir anlam içermektedir.[264] Aksine ondan maksat, âyetin gereği altına giren herşeydir. Zira müteşâbihâtın şöyle ya da böyle sınırlandırıl­masına dair bir delil yoktur. Onlar bu konu ile ilgili olarak âdetleri üzere sırf örnek vermiş olmak için, şer'î nassların altına giren ör­neklerden bazılarını zikretmiş olmaktadırlar; yoksa bununla bir sı­nırlamaya gitmiş olmamaktadırlar. Çünkü şeriatın büyük çoğunlu­ğu hakkında bidüziyelik gösteren, sabit ve açık bir esas bulunmak­tadır. Eğer bazı yerlerde ilk bakışta bu esasa ters düşen durumla­rın bulunduğu görülür ise, işte bunlar da tâbi olunmaktan kaçınıl­ması istenilen müteşâbihâttan olmaktadır.[265] Bu gibi yerlerde genel esasın bırakılarak, ona uymayan cüzîlere uyulması, şeriatta sa­bit, bidüziye ve yerleşik temel esaslarla, onlar arasında tearuzun bulunduğu sonucuna götürür. Bu gibi durumlarda temel esaslara dayanılır, nadirâttan olan şeylerin durumu bir tarafa bırakılır ve çözümü ilgili mütehassıslarına bırakılırsa[266], ya da tâbi olduğu baş­ka esaslara irca edilirse, o zaman mükellef müctehid üzerine her­hangi bir zarar terettüp etmeyecek ve onun hakkında bir tearuz da olmayacaktır. Buna âyetin, "Onda Kitab'ın temeli olan muhkem âyet­ler vardır..." ifadesi delâlet etmektedir. Buna göre muhkem —ki bunlar mânâsı açık olup herhangi bir problem içermeyen, karıştır­maya meydan vermeyen kısım olmaktadır— kitabın anası yani te­meli   ve   başvurulacak   asıl   kılınmış   sonra   "...diğerleri   de müteşâbihtir" buyurulmuş, bununla onların temel olmadıkları, ço­ğunluk da olmadıkları bildirilmiştir. Şu halde onlar az olmaktadır.Arkasından onlardan müteşâbih olanlara uymanın, haktan sapan, doğru yoldan çıkan kimselerin özelliklerinden olduğu, ilimde yük­sek payeye erişmiş kimselerin ise, öyle olmadıkları bildirilmiştir. Onların bu ayrıcalığı ve Övgüye değer halleri, sadece Kitab'ın anası olan muhkemlere uymuş olmaları ve müteşâbihe uymayı terketme-leri sebebiyledir.
Kitabın anası, hem itikadı esasları hem de amelî esasları içine alır.[267] Zira ne Kitap ne de sünnet böyle bir tahsise gitmemiş­tir. Aksine Ebû Hureyre'den şu rivayet sabit olmuştur: Rasûlullah şöyle buyurmuştur: "Yahudiler yetmiş bir veya iki fırka­ya bölünmüşlerdir. Hristiyanlar da yetmiş bir veya iki fırkaya bö­lünmüşlerdir. Ümmetim ise yetmiş üç fırkaya bölünecektir"[268] Tirmizî'nin Ebû Hureyre'den başkasına dayanan garîb bir isnâd ile yaptığı rivayette bunun tefsiri[269]bulunmaktadır. Bu hadiste Rasûlullah şöyle buyurmuştur: "Şüphesiz Yahudiler, yet­miş bir veya iki millete bölünmüşlerdir. Ümmetim ise yetmiş üç millete bölünecektir. Hepsi de ateştedir; bir millet müstesna" "Onlar kim? Yâ Rasûlallah!" dediklerinde: "Benim ve ashabımın üzerinde olduğudur" buyurmuştur. Rasûlullah'ın ve ashabının üze­rinde olduğu şey, itikâdî ve amelî esaslardır ve bu açıktır; bunlar­dan sadece bir kısmı değildir. Ebû Dâvûd'da: "Şüphesiz bu millet, yetmiş üçe ayrılacaktır; yetmiş ikisi ateştedir, biri de —ki o cemâattir— cennettedir"[270] rivayeti vardır. Bu da bir önceki riva­yetin mânâsındadır.[271] Bu mânâyı tefsir eden bir rivayet de bulunmaktadır ki onu İbn Abdilberr, beğenmediği bir senet ile[272] —her ne kadar başka rivayet yolları yöneltilen tenkidi biraz hafifletmiş olsa da— rivayet etmiştir. Buna göre hadis şöyledir: "Ümmetim yetmiş küsur fırkaya ayrılacaktır. Onların fitne bakımından en bü­yüğü, işleri kendi re'yleri ile kıyas edenler ve böylece haramı helâl, helâli da haram kılanlardır."[273] Bu, amelî esasların, "Benim ve ashabımın üzerinde olduğudur" sözü altına girdiği konusunda nassdır ve durumu açıktır. Çünkü şer'î amelî esaslardan birine mu­halefet eden kimse, şer'î kaideleri yıkmak konusunda itikâdî esas­lardan birine muhalefet edenden daha az kusurlu olmayacaktır.

Fasıl:

(Şeriatın sapık fırkaları belirlemesi tafsîlî değil, icmalidir.)
Şeriatta, hadisin kapsamı altına girdiği zannedilen bazı fır­kalara delâlet eden unsurlar bulmaktayız. Kur'ân'da, bazı özellikle­re işaret eden şeyler vardır ki, bunlardan hareketle o özelliklerle nitelenen kimselerin bid'at yoluna girdiği ve şeriatın gereğinden çıkmış olduğu anlaşılır. Keza sahih hadislerde de bu durum bulun­maktadır. Kim onları araştıracak olursa, ehl-i bid'at ile ilgili bir hayli hadis bulabilir ve muhtemelen bazılarında bid'at sahiplerini belirleyici özellikler de açık olarak belirtilmektedir. Nitekim Rasû­lullah Haricîler hakkında şöyle buyurmuştur: "Şüphesiz bunun soyundan bir kavim gelecek; onlar Kur'ân okuyacaklar fakat hançerelerini geçmeyecek; müslümanları öldürecekler, putperestleri terkedecekler, İslâm'dan, okun av hayvanını delip geçtiği gibi çıkacaklar." Bir başka rivayette: (Hz. Ömer'e, ZüT-Huvaysıra'yı[274] kas­tederek): "Bırak onu; çünkü onun adamları vardır, sizden biriniz onların namazı yanında kendi namazını, oruçları yanında kendi orucunu küçük görür. Kur'ân okurlar, köprücük kemiklerini Öteye geçmez, onlar İslâm'dan, okun av hayvanını delip geçtiği gibi çıka­caklar." ... Hadisin sonunda şöyle buyurmuştur: "Onların alâmeti, kara bir adamdır, pazularından biri kadın göğsü gibi veya et par­çası gibi sağa sola oynar.[275]

Böylece Rasûlullah onlarm vasıflarım tarif etmiş ve önderlerinde bulunan bir alâmeti de zikretmiş, şeriata karşı olan görüşleri arasında iki temel yaklaşımlarını açıklamıştır:
a) Düşünmeden, araştırmaya gerek duymadan, gözettiği mak­satları dikkate almadan, Kur'ân'uı zevahirine uymaları, ilk bakışta anladıkları mânâ ile kesinkes hükme varmaları. Hadiste geçen: "Onlar Kur'ân okuyacaklar fakat hançerele-rini geçmeyecek..." ifadesi ile işaret edilmek istenen mânâ budur. Açıktır ki bu görüş, mahza hakka tâbi olmaktan saptıracak, sırat-ı müstakim üzere yürüme yolunda engel teşkil edecektir. İşte bu noktadan hareketledir ki bazı âlim­ler, Davûd ez-Zâhirî'nin mezhebini yermişler ve onun hicrî ikinci yüzyıldan sonra çıkmış bir bid'at olduğunu söylemiş­lerdir.[276] Dikkat edilecek olursa görülecektir ki, nassları mücerred zahiri üzere alanlar, sûre ve âyetlerin birbiriyle tenakuz teşkil ettiklerini sanmışlardır.[277] Bunun sonucun­da da ellerinde bulunan deliller mutlak surette ve genel olarak tearuz halinde bulunur olmuştur. el-Kutbî'nin kitabı Müşkilul-Kur*ân ile Müşkil'I-hadîs'in baş tarafında zik­rettikleri hususlar üzerinde düşünülecek olursa, bu sonu­cun kaçınılmaz olduğu anlaşılacaktır. Çünkü onun orada zikrettikleri, nassların mücerred zevahiri hakkında ilk bakışta akla gelen mânâyı alanlar hakkında olmaktadır.

b) Müslümanları öldürmek, putperestlere dokunmamak. Halbuki şerîat, genel kurallar ve tafsîlî deliller itibarıyla bu­nun zıddına delâlet etmektedir. Çünkü Kur'ân ve sünnet sadece müslümanların dünya ve âhirette kurtulmuş olduk­larına, putperestlerin de helak olacaklarına hükmetmek için gelmiştir. Böylece müslümanların masum, putperestle­rin de kanlarının heder olduğunu mutlak ve genel bir surette ortaya koymuştur. Şeriat hakkındaki değerlendir­me, bu kasda zıd bir sonuca götürüyorsa eğer, o zaman de­ğerlendirme sahibi, şeriatın kaidelerini yıkma ve onun yo­lundan sapma durumunda demektir. Tahkim (hakem kıl­ma) ve diğer meseleler hakkında Hz. Ali ve İbn Abbâs ile yaptıkları konuşmalar üzerinde düşünüldüğü zaman, onla­rın hak ve adâ-letten çıkmış oldukları, doğrudan saptıkları, kaideleri yıktıkları görülecektir. Ömer b. Abdulaziz ve di­ğerleri ile yaptıkları münazaralarda da durum aymdır.

Bu iki husus, müteşâbihâta uymaları sonucu şer'î küllî kaide­lere muhalefetlerinden olmak üzere hadiste zikredilmiş olmaktadır.

Alimler, bu türden olan onların daha başka görüşleri olduğunu da zikretmişlerdir: Meselâ şu görüşleri bunlardandır:

Onlara göre sahabe ve diğer nesillerin büyük çoğunluğu kâfir­dir. Müslümanları öldürmeleri bu görüşlerinin bir sonucu olmakta­dır.

Bir fiili işleyen kimse, eğer yaptığı şeyin helâl ya da haram ol­duğunu bilmiyorsa o mü'min değildir.
"Ey Muhammedi De ki: Bana vahyolunanda murdar, akıtılmış kan, domuz eti —ki pistir—- ve günah işlenerek Allah'tan başkası adına kesilen hayvandan başkasını yemenin haram olduğuna dair bir emir bulamıyorum[278] âyetinde ismi geçen şeylerden başka haram yoktur ve onların dışında kalan herşey helâldir.

İmam (devlet başkanı) kâfir olduğu zaman, tebası da tümüyle —hazır olanı olmayanı— kâfir olur.

Söz ya da fiilde takiyye, mutlak ve genel olarak caiz değildir.

Zina eden bir kayıt olmaksızın recmedilmez.

Erkeklere iftirada (kazif) bulunan kimseye had gerekmez. Sa­dece kadınlara iftira eden kimse kazif haddine maruz kalır.
Cahil, fer'î hükümleri bilmeme konusunda bir kayıt olmaksızın mazurdur.[279]

Allah, acemden bir peygamber gönderecek, ona bir defada top­tan indireceği bir kitap verecek ve o Muhammed'in şeria­tını terkedecek.

Mükellef bazen, Allah'ın rızasını kastetmeksizin bir taat fiili işlemek suretiyle de itaatkâr olur.

Yûsuf sûresi Kur'ân'dan değildir.

Buna benzer daha başka görüşleri de vardır ki, bunların tümü, şer'î aslî (itikadı) ve amelî küllî esaslara muhalefet olmaktadır.

Ancak çoğu kez yapılan, sakınılması için bu fırkaların özellik­lerine işaret edilmesi ve kimliklerinin belirlenmesi işinin ise geriye atılmasıdır; nitekim şeriattan anladığımız budur. Muhtemelen kim­liklerinin belirlenmemesi, benimsenmesi uygun olan daha evlâ bir yoldur; böylece ümmetin üzerinde bir Örtü olacak, kimin ne olduğu açıkça belli olmayacaktır. Nitekim günahlar örtülmekte ve galip ve genel olan hüküm doğrultusunda dünyada iken kişiler işledikleri günahlar yüzünden rezil rüsvay edilmemektedirler. Bize, açıkça muhalefet etmedikleri sürece günahkârların teşhir edilmemesi ve hallerinin örtülmesi emredilmiştir. Bizim şerîatımızdaki durum Is-railoğullan hakkında .zikredilen gibi değildir. Onlardan biri bir gü­nah işlediği zaman, sabahleyin kapısının üzerine işlediği günah ya­zılmış olur ve böylece teşhir edilirlerdi. Kurbanları hakkında da du­rum böyle idi. Çünkü onlar kurbanlarını takdim ettikleri zaman bir ateş gelir ve onlardan makbul olanlarını yer, makbul olmayanları­na ise dokunmazdı. Bunda ise günahkâr olanların rezil ve rüsvay-lıkları vardır. (Günahların örtülmesi, adem-i teşhir gibi) yukarıda sözü edilen şeylerden bir çoğu bu ümmete has özelliklerden olmuş­tur. Hatta bazıları şöyle demişlerdir: Bu ümmetin diğerlerinden sonraya bırakılmasının hikmetlerinden biri de, günahlarını diğer ümmetlerden gizli tutmaktır. Böylece bu ümmetin onların günahla­rına muttali oldukları gibi, diğerlerinin de bu ümmetin günahları­na vâkıf olmaları istenmemiştir.
Örtmenin de bir hikmeti vardır: O da şudur: Eğer günah sahibi —ümmetten olmasına rağmen— açıklanacak olsaydı, o zaman bu, ayrılık ve yalnız yaşamaya, ademi ülfete sebep olurdu. Oysa ki Al­lah ve Rasûlü bunları emretmiştir. Bu meyanda olmak üzere Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: "Toptan Allah'ın ipine sarılın ve dağıl­mayın[280] "Allah'tan sakının ve aranızı düzeltin[281]"Dinlerinde ayrılığa düşüp fırka fırka olan, her fırkanın da kendisinde bulu­nanla sevindiği müşriklerden olmayın.[282] Hadiste de şöyle buyurulmuştur: "Birbirinize hased etmeyin, birbirinize sırt çevirmeyin, birbirinize buğz etmeyin, ey Allah'ın kulları, kardeşler olun.[283] Hz. Peygamber , araların düzeltilmesini emretmiş ve ara­ların bozuk olmasının traş edici[284] olduğunu ve bunun dini ustura gibi kazıyacağını bildirmiştir. Şeriat bu mânâda olan nasslarla do­ludur ve bu konuda muhaddislerin ael-Birru ve's-sılâ" ismini ver­dikleri bölümde zikrettikleri hadisler yeterlidir. Allah Teâlâ'nm: "Fırka fırka olup dinlerini parçalayanlarla senin hiçbir ilişiğin olamaz'[285] buyruğu hakkında şu rivayet gelmiştir: Hz. Âişe ve Ebû Hureyre anlatırlar. Hadis Hz. Aişe'nin ifadesiyle verilmektedir: Rasûlullah bana: "Ey Âişe! 'Fırka fırka olup dinlerini parçalayanlar' kimler?" dedi. Ben: "Allah ve Rasûlü daha iyi bilir" de­dim. O: "Onlar, bu ümmetten heva ve heves sahipleri, bid'at sahip­leri, dalâlet sahipleridir. Ey Âişe! Her günahın bir tevbesi vardır. Heva ve heveslerininin peşinden gidenler ve bid'at sahibi olanlar müstesna. Onlar için tevbe imkânı yoktur. Ben onlardan uzağım, onlar da benden uzaktırlar"[286] buyurdu.
Bid'at ehlinin tayin üzere belirlenmesi âdeten kin, düşmanlık, ayrılık ve ülfetin kesilmesi gibi sonuçlar doğurunuca, bu şekilde be­lirlemenin yasak olması lâzım gelirdi. Ancak bid'at Hâricîlerinki gibi gerçekten çok fahiş bir durumda olursa, o zaman onların içyü­zünün ortaya konmasında ve müntesiplerinin tayin üzere belirlen­melerinin caizliğinde bir problem bulunmayacaktır. Nitekim Rasûlullah Haricîleri teşhir etmiş ve onları alâmetleri ile zik­retmiştir. Böylece ümmetin onları tanımaları ve gerekli Önlemleri almaları amaçlanmıştır. Müctehidin nazarında çirkinlikte onlara müsavi olan ya da onlara yakın bir özellik arzeden diğer bid'at şe­killeri de onlara katılır. Bunun dışında kalanlar hakkında ise tayin üzere belirleme yönüne gitmeyerek sükût etmek daha uygundur.[287]
Ebû Dâvûd, Ömer b. Ebî Kurre'den şöyle rivayet eder[288]: Hu-zeyfe, Medâin'de idi.  Hz. Peygamber'ingazap halinde iken, ashabından bazı insanlar için söylemiş olduğu şeyleri zikrederdi. Huzeyfe'den bunu işitenlerden bir grup insan ondan ayrıldılar ve Selmân'a gelerek ona Huzeyfe'nin söylediklerini anlattılar. Selmân: "Huzeyfe kendi söylediğini kendi daha iyi bilir" dedi.  Onlar Huzeyfe'ye tekrar döndüler ve ona: "Sözünü Selmân'a anlattık; o ne seni tasdik etti, ne de yalanladı" dediler. Bunun üzerine Huzeyfe, Sel­mân'a geldi, o bir bostanda idi. Ona: "Ey Selmân! Benim Rasû-lul-lah'tan işittiğim şeyi tasdik etmene engel olan şey nedir?" diye sordu. O: "Şüphesiz Rasûlullah kızar ve ashabından bazı insanlar için birşeyler söyler, hoşnut olur ve hoşnutluk hali içerisinde ashabından bazı kimseler hakkında birşeyler söyler. Sen bu yaptığından vazgeçmez misin? Bak bunun sonunda sen, insanla­ra bazı insanların sevgisini, bazı insanların da buğzunu miras bıra­kacaksın, ihtilâf ve ayrılıklara neden olacaksın. İyi biliyorum ki Rasûlullah bir defasında hutbe irad etti ve; 'Öfke halinde iken, ümmetimden her kime hakaret etmiş veya lanette bulunmuş-sam, şüphesiz ki ben de Ademoğlundanım; onların kızdığı gibi ben de kızarım. Beni Allah, âlemlere ancak rahmet olmam için gönder­di. Ve ben onu kıyamet gününde sizin için dua (şefaat) olarak kul­lanacağım ' buyurdu. Vallahi, ya sen bu tutumundan vazgeçersin, ya da ben durumu Ömer'e yazarım."[289]

Bu, Selmân'm ortaya koyduğu güzel bir değerlendirme olmak­tadır ve meselemiz hakkında da aynen geçerlidir.

İtiraz: Bid'atler, kaçınılması emredilen, sahiplerinden uzak durulması istenen birşeydir ve onlara karşı sakındırılmış, hakların­da ağır ifadeler kullanılmıştır, üzerinde oldukları yolun çirkin bir-şey olduğu belirtilmiştir. Bu durumda nasıl olur da onların zikre­dilmesi ve durumlarına dikkat çekilmesi caiz olmaz?
Cevap: Rasûlullah, onlara genel olarak temas etmiş ve dikkat çekmiştir; ancak Haricîler gibi onlardan az bir kısmı hak­kında tafsilata da girmiştir. Bid'atler hakkında detaya girmeden, icmâlî olarak dikkat çekmiş ve ümmetin yetmiş üç kadar fırkaya bölüneceğini belirtmiş ve onların umûmî ve husûsî bazı özellikleri­ne işarette bulunmuş, bununla birlikte çoğu kez tayin üzere onları belirleme yoluna gitmemiştir. Bunu da onlara telafi kapısının kapanmaması[290]için yapmıştır. Onlar hakkında karıştırılmayacak kesin bir alâmet de zikretmemiştir.[291] Bu durumda ümmet olarak bizim de aynı davranışı göstermemiz daha uygun olacaktır.
Mütekaddim ulemânın bu kabilden zikretmiş oldukları şeyler, o bid'atlerin aşırı derecede çirkin olmaları ve onların ismen belirtilmeleri caiz oları Haricîler ve benzeri fırkalara mülhak bulunmaları hasebiyledir. Kaldı ki tayîin üzere belirleme, içtihada göre olunca, onun tamamen ya da kısmen vakıada murad olan olması mümkün­dür. Kim ictihâd mertebeSiine ulaşırsa ictihâd eder, bu konuda asıl olan daha önce süzünü ettiğimiz örtme hükmüdür. Bir durum orta­ya çıkınca onun bir hükmü olur. Geriye bu ortaya çıkanın hadisin altına giren şeyler cümlesinden olup olmadığı[292] konusuna bakmak kalır. Bu da bir ictihâd mahallidir.
Sonra ihdas edı'üen bid'atler farklıdır ve sapıklık bakımından hepsi de aynı mertebede değildir. Görülmez mi ki Haricîlerin bid'ati ile İmam Mâlik'in hakkında sapıklıktır dediği namaz için çağrı yenilemesi olan.[293]bid'ati arasında dağlar kadar fark vardır.

Mütekaddim âlim ler bid'ati iki kısma ayırmışlardır:

a) Mekruh olan b id'atler.
b) Haram olan b id'atler. Eğer tümü onlara göre aynı mertebe­de olsaydı, o zaman böyle bir ayırıma gitmezler ve hepsini tek bir kısım sayarlardı. Durum böyle olunca, ümmetin yet­miş iki fırka; fa ayrılmasına sebep olacak bid'atler, çirkinlik bakımından hep aynı mertebede değil, farklı farklı düzey­dedirler. Bu yüzden de onlar, sayıca gerçekten pek çok ola­rak ortaya yıkmıştır. Hadiste olan ise sınırlıdır. Dolayısıyla bazlarının Jhadiise dahil olmaması mümkündür veya bir kıs­mı bir bid'atterA bir cüz olur ki, onun üzerindeki ondan da­ha büyüktür veya dahil olmaz çünkü o, ulemâya göre mekruh olan bid'at kısmındandır.[294] Bu durumda onların hususiyetleri hakkında kesin bir hükme varmak konusun­da değerlendirme ve karıştırma söz konusu olur. Bu sebep­le kesin bir delil olmadan böyle bir hükme yeltenmek müm­kün olmaz. Bu da neredeyse imkânsız gibidir. İşte bu yön­lerden dolayı evlâ olan tayin üzere belirleme yoluna gitme­mek olacaktır.

İtiraz: Ulemâ, bunun aksini söylemektedirler. Vacip olan, bid'atlerinden dönmemeleri halinde onlara karşı şiddet göstermek, onları engellemek, Öldürmek ve hatta savaş açmaktır. Aksi takdir­de bu, dinin fesadı sonucuna götürür.
Cevap: Sizin dediğiniz bu şeyler, onlar hakkındaki hükümdür. Nitekim durum büyük ya da küçük olsun herhangi bir masiyetîe ortaya çıkan ya da ona çağında bulunan kimse hakkında da aynıdır ve böyle bir kimse te'dip edilir, engellenir eğer vacip bir fiilden kaçı­nıyor veya haram bir fiili işliyorsa öldürülür; meselâ farzlığını ka­bul etse bile namazı terkedenin öldürülmesine hükmedilmesi böyle­dir. Burada bizim sözünü ettiğimiz, bid'atm, sahiplerinin cehen­nemlik olduklarını ifade eden hadisin altına giren bid'at türünden olduğunun tayin üzere belirlenmesi hakkındadır. Hükümlerin yö­nelmesi başka birşey, hadisin altına girmesi için tayin üzere belir­lenmesi daha başka birşeydir.[295]

Fasıl:                                     

Bu firkalar hakkında hem icmâlî olarak hem de ayrıntılı ola­rak gelen özellikler ve alâmetler bulunmaktadır.

İcmâlî olan özellik ve alâmetler üç tanedir:
Birinci özellik/ Ayrılma: Buna, şu âyet-i kerimeler işaret et­mektedir: "Fırka fırka olup dinlerini parçalayanlarla senin hiçbir ilişiğin olamaz[296] "Kendilerine belgeler geldikten sonra dağılan ve ayrılığa düşenler gibi olmayın"[297] Bunlara benzer daha başka deliller de vardır.
Tefsir âlimlerinden biri şöyle demiştir: "Onlar, heva ve heves­lerine tâbi oldukları için fırkalara ayrıldılar; dinden ayrıldıkları için arzu ve hevesleri farklı farklı oldu ve bunun sonucunda da ayrılığa düştüler. "Fırka fırka olup dinlerini parçalayanlar.[298] âyetinin mânâsı budur. Sonra Allah Teâlâ, âyetin devamında pey­gamberini onlardan uzak kılmış ve onun onlarla hiçbir ilişiği ola­mayacağını ifade etmiştir. Onlar bid'at sahipleri ve ne Allah'ın ne de Rasûlünün izin vermediği şeyler hakkında konuşanlardır." De­vamla şöyle demiştir: "Rasûlullah'ashabının, kendisin­den sonra dinin hükümleri hakkında ihtilâf etmiş olduklarını gör­mekteyiz. Bununla birlikte onlar dağılmamışlar, ayrılığa düşerek fırkalara bölünmemişlerdir. Çünkü onlar dinden ayrılmamışlar, sa­dece nass olarak bulamadıkları zaman kendileri için izin verilen re'y içtihadı ile Kitap ve sünnetten istinbâtta bulunma konularında ihtilâfa düşmüşlerdir. Bu gibi konularda farklı görüşlere sahip ol-malarına rağmen övgüye mazhar olmuşlardır. Çünkü onlar emro-lundukları konularda ictihâd etmişlerdir. Bu ihtilâflara şunları ör­nek verebiliriz: Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer ve Zeyd arasındaki anne[299] ile birlikte dedenin mirastaki durumu hakkındaki görüş ayrılığı, ümmüveledler hakkındaki Hz. Ömer ve Hz. Ali arasındaki görüş ayrılığı[300] yine mirasta "Haceriyye"[301]meselesi olarak bili­nen konudaki ihtilâfları, nikâhtan önce talâk[302], alış-veriş ve buna benzer daha başka konulardaki ihtilâfları gibi. Aralarındaki görüş ayrılıklarına rağmen onlar birbirlerine karşı saygı ve sevgi besler, hayırhahlık gösterirlerdi, aralarındaki İslâm kardeşliği ayakta idi. Ne zaman ki, Rasûlullah'm sakındırdığı helake düşürücü heva ve hevesler ortaya çıktı, düşmanlıklar başgösterdi, müslü-manlar hizipleşmeye başladılar fırkalar halinde bölündüler. Bu da gösterir ki, ayrılıklar, şeytanın dostlarının ağzı üzere ortaya atmış olduğu sonradan ihdas edilmiş meselelerden kaynaklanmıştır."
Şöyle devam etmiştir: "İslâm'da ortaya çıkan ve hakkında in­sanların ihtilâfa ayrıldığı herhangi bir mesele, eğer ümmet arasın­da kin, buğz, düşmanlık ve ayrılığa sebep olmamışsa, onun İslâmî mesâilden olduğunu anlarız. Keza ortaya çıkan ve düşmanlık doğu­ran, kin ve nefret uyandıran, karşılıklı ağır ithamlara ve ayrılıkla­ra neden olan her meselenin de İslâmî olmadığını, o şeyin din ile ilgisi bulunmadığını anlarız. Rasûlu onların, "Fırka fır­ka olup dinlerini parçalayanlarla senin hiçbir ilişiğin olamaz"[303]âyetinden kastedilen kimseler olduğunu açıklamıştır. Bu durumda her akıl ve din sahibi kimselerin onlardan kaçınması gerekecektir. Bunun delili: "Allah'ın size olan nimetini anın! Düşmandınız, kalb-lerinizin arasını uzlaştırdı da O'nun nimeti sayesinde kardeş oldu­nuz"[304] âyetidir. Eğer onlar ihtilâfa düşüp, birbirinden alâkayı kes-mişlerse, bu heva ve heveslerine tâbi olma sonucunda ihdas ettikleri bir meseleden dolayı olacaktır."

Onun dedikleri böyle. Bu, İslâm'ın karşılıklı ülfet ve muhabbe­te, merhamet ve şefkate çağında bulunduğunu gösterir. Dolayısıy­la bu sonucun aksine götürecek her görüş, dinin çerçevesi dışında­dır.
Bu özellik, (hadisin içermiş olduğu) firkalarm tümünde mevcut bulunmaktadır. Dikkat edilecek olursa görülecektir ki, bu özellik Rasûlullah'm haklarında, "...müslümanları öldürecekler, putperestleri terkedecekler, İslâm'dan, okun av hayvanını delip geçtiği gibi çıkacaklar"[305]buyurduğu Hâricîler'de son derece açık­tır. Böyle bir fırka ile, ancak ve ancak İslâm ile küfür arasında yer alan bir firka aynı doğrultuda bulunabilir.[306] Bilinen ya da hakla­rında böyle bir iddia bulunan diğer fırkalar hakkında da durum ay­nı olur.
İkinci özellik: fitne çıkarmak için müteşâbih. nassslara uyma. Buna "Kalplerinde eğrilik olan kimseler, fitne çıkarmak, kendilerine göre yorumlamak için onların müteşâbih olanlarına uyarlar.[307]âyeti kerîmesi delâlet etmektedir. Kalblerinde eğrilik bulunan ve haktan sapan kimseler, müteşâbihâta uyma özelliğine sahip kimselerden kılınmıştır. Bunun mânâsı açıklanmıştı. Rasû-iullah bunlar hakkında: "Ondan müteşâbih olanlarına uyan kimseleri gördüğünüzde, bilin ki onlar Allah'ın kendisinden söz ettiği kimselerdir. Dolayısıyla onlardan sakının"[308] buyurmuş­tur.
Üçüncü özellik:   Hevâ ve heveslere uyma: Buna da yine "Kalblerinde eğrilik olan kimseler, fitne çıkarmak, kendilerine göre yorumlamak için onların müteşâbih olanlarına uyarlar.[309] âyeti delâlet etmektedir. Bu, hevâ ve heveslere tâbi olmak suretiyle hak­tan sapmak demektir. "Allah'tan bir yol gösterici olmadan hevâ ve hevesine uyandan daha sapık kim vardır?[310]"Hevâ ve hevesini tanrı edinen, bilgisi olduğu halde Allah'ın şaşırttığı, kulağını ve kalbini mühürlediği, gözünü perdelediği kimseyi gördün mü?" [311]

Ancak bu özellik, herkesin kendi içinde bulunan duruma dö­nük olur, çünkü bu özellik gizli bir iştir ve sahibinden başka kimse onu bilemez. Ancak ona delâlet edecek açık bir delilin olması hali müstesna. Bir Önceki özellik ise, ilimde yüksek payeye erişen ulemâca bilinir. Çünkü muhkem ve mdteşâbihin beyanı onlara tev-di edilmiştir. Dolayısıyla onlar müteşâbihi ve onlara tâbi olanları, sahip oldukları ilim sayesinde bilirler. Birinci özelliğe gelince, onu sağduyu sahibi her müslümVn bilebilir. Zira birlik halde olma veya ayrılma herkesçe bilinebilen bir özelliktir. Dolasıyla bu bilgi ile o özelliğe sahip olan kimseler tanınmış olur.

Herhangi bir fırka hakkında gelen ayrıntılı Özelliklere gelince, onlar hakkında da dikkat çekilmiş ve işarette bulunulmuştur. Meselâ aşağıdaki âyet ve hedisler bu türden örneklerdir:
"Eğer birşeyde çekişirseniz —Allah'a ve âhiret gününe inan-mışsanız— onun hallini Allah'a ve peygamberine bırakın. Bu ha­yırlı ve netice itibarıyla en güzeldir. Ey Muhhammed! Sana indiri­len Kur'ân'a ve senden önce indirilenlere inandıklarını idda edenle­ri görmüyor musun? Putların önünde muhakeme olunmalarını is­terler. Oysa, onları tanımamakla emrolunmuşlardı. Şeytan onları derin bir sapıklığa saptırmak ister. "[312]
"Onlar sadece zanna uyuyorlar ve ancak tahminde bulunuyor­lar. Doğrusu Rabbin, yolundan kimin saptığını daha iyi bilir.[313]
"Doğru yol kendisine apaçık belli olduktan sonra, peygamber­den ayrılıp, inanların yolundan başkasına uyan kimse, döndüğü yöne döndürür ve onu cehennme sokarız. Orası ne kötü bir dönüş yeridir!"[314]
"Sapıtmak için hürmetli ayların yerlerin değiştirip geciktir­mek, küfürde gerçekten ileri gitmektir. İnkâr edenler Allah'ın haram kıldığı ayların sayısına uydurmak için onu bir yıl haram, bir yıl helâl sayıyor, böylece Allah'ın haram kıldığını helâl kılıyorlar. Kötü işleri kendilerine güzel göründü."[315]
"Onlara: 'Allah'ın size verdiği rızıktan sarfedin' denince inkâr edenler inanlara: 'Allah dileseydi doyurabileceği bir kimseyi biz mi doyuralım. Doğrusu siz apaçık bir sapıklıktasınız' derler. [316]
"Ey inananlar! Size açıklanınca hoşunuza gitmeyecek şeyleri sormayın... Siz kendinize bakın; doğru yolda iseniz sapıtan kimse sîze zarar veremez. Hepinizin dönüşü Allah'adır.[317]
"Beyinsizlikleri yüzünden, körü körüne çocuklarını öldürenler ve Allah'ın kendilerine verdiği nimetleri—Allah'a iftira ederek— haram sayanlar mahvolmuşlardır. Onlar sapıtmıştardır.[318]
"Allah sekiz çift yaratmıştır: Koyundan iki ve keçiden iki.... Al­lah, zâlim milleti doğru yola eriştirmez.[319]

Hadiste de durum aynıdır:
"Yüce Allah, ilmi insanların arasından bir çırpıda çekip çıka­rarak almaz. Ancak ulemâyı alır, öyle ki geride tek bir âlim bırak­maz. Sonunda onlar cahil başlar edinirler, onlara sorarlar, onlar da bilgisizce cevap verirler. Böylece hem kendileri sapar, hem de başkalarını saptırırlar.[320]

Aynı şekilde âlimin zellesinden söz edilirken bu mânâda zikredilen hadisler de buraya örnek teşkil eder.
Onlara dikkat çekilmesi, şeriatın üzerlerine dikkat çekmesi ve mutlak surette onları tasrih[321] cihetine gitmemesi sebebiyledir. Eğer onlara ulaşabilirse ne âlâ; aksi takdirde onları bilmemesi yü­zünden kendisine birşey gerekmez. Doğruya muvaffak kılan Allah Teâlâ'dır.

Fasıl:

Bu noktadan hareketle, hak olduğu bilinen herşeyin —şeriat ilimlerinden olsa ve ahkâmla ilgili bir bilgi içerse de— neşredilme­sinin matlup olmadığı anlaşılır. Bu açıdan bilgiler ikiye ayrılır:
1) Neşri matlup olanlar. Şeriatla ilgili bilgilerin çoğunluğu bu özelliktedir.
2) Mutlak olarak neşri istenmeyen, ya da neşri bazı hallere, zamanlara ya da şahıslara nisbetle istenmeyen bilgiler.
Söz konusu fırkaların tayin üzere belirlenmesi de bu kısımdan­dır1. Çünkü —her ne kadar onlar hakkında verilecek hüküm hak ise de— fitneye sebep olur. Nitekim bu nokta daha önce açıklanmış­tı. Bu noktadan hareketle de onların tayin üzere belirlenmeleri, neşri yasak olan bilgi kısmından olur.
Müteşâbihât ilmi ve bu konu üzerinde söz etmek de bu kabil­dendir. Çünkü Allah Teâlâ, onlara tâbi olanları zemmetmiştir. Eğer onlar zikredilir ve üzerinde söz edilmeye başlanırsa, bu belki de kendisine ihtiyaç duyulmayan şeylere götürebilir. Hz. Ali'den gelen rivayette: "insanlara anlayabilecekleri dille konuşun. Allah ve Rasûlünün tekzip edilmesini ister misiniz?[322] buyurulmuştur.
Sahih'te Muâz'dan rivayet edilir: "Ya Muâzl Allah'ın kulları üzerinde, kulların da Allah'ın üzerinde hakkı nedir, bilir misin?" buyurdu. Beri: "Allah ve Rasûlü bilir" dedim. "Gerçekten Allah'ın kulları üzerindeki hakkı: Allah'a ibadet etmeleri ve O'na hiçbirşeyi ortak koşmamalarıdır. Kulların Allah Teâlâ üzerindeki hakkı ise, O'na hiçbirşeyi ortak koşmayan kimseye azap etmemesidir" buyur­du. Ben: "Yâ Rasûlallah! Bunu insanlara müjdelemiyeyim mi?" de­dim. Rasûlullah: "Müjdeleme, zira güvenirler (ve amelden geri kalırlar)[323] buyurdu. Yine Muâz'dan gelen bir başka rivayette: "Yâ Rasûlallah! Ben bunu haber vermiyeyim mi ki, onlar sevineler" dedim. Rasûlullah: "O zaman güvenirler (ve amelden geri kalırlar)" buyurdu. Enes der ki: "Muâz bunu, günaha girerim korkusuyla ölümü sırasında haber vermiştir.[324]
Benzeri bir olay da Hz. Ömer ile Ebû Hureyre arasında yaşan­mıştır. Müslim ve Buhârî'de yer alan bu hadisin sonlarına doğru anlatıldığı üzere Hz. Ömer, Rasûlullah'a gelerek şöyle demiştir: "Yâ Rasûlallah! Anam babam sana feda olsun! Sen, 'kalbi yüzde yüz inanmış olarak Allah'tan başka hiçbir ilâh yoktur diye şehâdet getiren kime rastlarsan onu cennetle müjdele' diye Ebû Hureyre'yi ayakkabıların]a gönderdin mi?" dedi. Rasûlullah "Evet" buyurdu. Hz. Ömer: "Aman yapma! Zira korkarım insanlar buna güvenip (amelden geri) kalırlar. Binaenaleyh bırak şunları amel et­sinler" dedi. Rasûlullah da: "Öyle ise bırak şunları" bu­yurdu.[325]
İbn Abbâs'ın Abdurrahman b. Avftan rivayeti de bu kabilden­dir: Şöyle demiştir: Keşke mü'minlerin emirini görseydin. Ona bir adam geldi ve: "Filan kimse: 'Eğer mü'minlerin emİri ölseydi, falan­caya bey'at ederdik' dedi" diye haber verdi.  Hz. Ömer: "Akşam el­bette kalkacağım ve asabiyet gütmek isteyen şu grubu uyaracağım" dedi. Ona: "Bunu yapma! Çünkü (hac) mevsimi, ayak takımı insan­ları burada toplamaktadır ve onlar mecliste seni dinlemezler ve sa­na galebe çalarlar. Dolayısıyla onların senin söyleyeceğin sözü an­layamayacaklarından ve anladıkları yanlış mânâyı da her tarafa yayacaklarından korkarım. Sen şimdilik bunu bırak. Ne zaman ki Medine'ye, hicret yurduna, sünnet evine varırsın, Rasûlullah'm as­habından muhacir ve ensâr ile başbaşa kalırsın, onlara söylersin, onlar da sözünü yerine koyarlar ve gereği şekilde anlarlar" dedim. O: "Vallahi, Medine'de ilk firsatta bunu yerine getireceğim" dedi. Selmân ile Huzeyfe arasında geçen olay da bu kabildendir.[326]Bu kabilden bir diğer şey de, ilim tahsili sırasında henüz yeni başlayan bir kimseye, ancak tahsil hayatının sonuna gelmiş bir kimsenin anlayabileceği bahisleri vermemek, aksine ilim tahsiline yeni başlayan kimseye, ilmin basit ve ilk konularından başlayarak tedricî bir program izlemektir.   Ulemâ bazı farazi meseleler koy­muşlardır ki, —fıkhî değerlendirme bakımından yerinde de olsa— bunlarla fetva vermek caiz değildir. Nitekim İzzuddin b. Abdisse-lâm'ın talâkta devr meselesi[327] hakkında zikrettiği şey bu türden­dir. Çünkü o, talâk hükmünün kesin olarak ortadan kaldırılması sonucunu doğurmaktadır ki bu bir mefsedetttir.
Yine bu kabilden olan şeylerden bir diğeri de, avamın fıkhî mesâilin illetlerinden ve teşrî'î hükümlerin hikmetlerinden sual et­meleridir. Her ne kadar sahih illetler ve yerli yerinde hikmetler varsa da, bunlar avama söylenmez. Bu noktadan hareketledir ki, Hz. Aişe kendisine: "Hayızlı kadın orucu kaza ediyor da namazı ni­ye kaza etmiyor?" diye sorana, sert çıkmış ve onu: "Sen Harûra meşrepli misin?"[328]diye azarlamıştır. Hz. Ömer de, kendisine her­hangi bir amel taalluk etmeyen Kur'ân ilimleri hakkında çokça so­ru soran Sabîğ'i dövmüş ve onu kovmuştur. Çünkü o bu gibi sorula­rıyla, her ne kadar yerinde de olsa bir yanlış anlama ve fitneye se­bep olabilirdi. Hz. Ömer, "...ve fâkiheten ve ebben'[329]âyetini oku­duktan sonra: "Fâkiheyi (meyveyi) anladık; peki "ebb" ne oluyor?" demiş sonra: "Biz bununla emrolunmadık" diyerek bu gibi şeylerle uğraşmanın yerinde olmadığını belirtmek istemiştir.

Bunlara benzer daha pek çok, her bilginin doğru da olsa yayıl­ması gerekmediğini gösteren delil bulunmaktadır. İmam Mâlik, bu konudaki tutumunu: "Bende öyle hadisler ve bilgiler vardır ki, ben onları anlatmadım ve rivayet etmedim" sözüyle ifade demiştir. O, bir amele taalluk etmeyen herhangi bir konu hakkında konuşmayı sevmezdi, kendinden önceki âlimlerin de aynı şekilde bu gibi şey­lerden hoşlanmadıklarını söylerdi.

Bu nokta üzerinde düşün. Bunda yani hangi bilginin neşrinin uygun olmayacağı konusunda kıstas şudur: Meseleni önce şeriata arzedeceksin. Eğer onun terazisinde sahih olduğunu görürsen, bu kez o şeyi işleyen kişiye ve işleneceği zamânâ nisbetle sonuçlarının ne olacağını düşüneceksin. Eğer söylenmesi bir mefsedete neden ol­mayacaksa, bu kez onu zihninde sağduyu sahiplerinin kabul ile karşılayıp karşılamayacakları noktasını düşünmelisin. Eğer müs-bet bir cevap alırsan o zaman o şeyi; eğer herkesin kabullenebilece­ği birşey ise herkese, yok belli kimselerin kabullenebileceği birşey ise belli kimselere söyleyebilirsin. Eğer meselen hakkında bu sözü­nü ettiğimiz cevaz yoksa, o zaman şer'î ve aklî maslahata uygun olan onun hakkında sükût etmen olacaktır.                                     

Fasıl:
Bu fırkalar, her ne kadar sapıklık üzerinde bulunuyorlarsa da, yine de ümmetin dışına çıkmış değillerdir. Buna hadisteki "Ümme­tim fırkalara ayrılacaktır" ifadesi delâlet etmektedir. Çünkü bun­lar, eğer bid'atleri yüzünden ümmetin dışına çıkmış olsalardı, o zaman onları "ümmetim" diye kendisine nisbet etmezdi. Haricîler hakkındaki hadiste[330]"Fi hâzihVl-ümmeti keza = Bu ümmet içeri­sinde şöyle şöyle..." ifadesi kullanılmış ve bu, onların ümmet içinde ve onların cümlesinden olduğunu belirten "fi" edatı ile ifade edil­miştir.[331]Hadiste: "Tetemârâ fi'l-fâk", yani "Okun avı delip geçti­ğinden şüphe eder" buyurulmuştur. Eğer onlar ümmetin dışına çıkmış olsalardı, o zaman onların küfür üzere oldukları konusunda şüpheye mahal kalmazdı ve o zaman: "Onlar müslüman olduktan sonra kâfir oldular" denirdi.
İtiraz: Ulemâ Haricîler[332], Kaderîler[333]vb. gibi ehl-i bid'atın tekfiri yani kâfir olup olmadıkları konusunda ihtilâf etmişlerdir.
Cevap: Şer'î nasslar içerisinde onların İslâm'dan çıkmış olduk­larını açık ve kesin olarak gösteren bir delil bulunmamaktadır. Asıl olan, aksini ispat edecek kesin bir delil bulununcaya kadar, on­lar hakkında İslâm hükmünün var olmaya devam etmesidir. Eğer biz onların kâfir olduklarını söylersek, o zaman onlar hadiste sözü edilen fırkalar cümlesinden olmayacaklardır. Zira fırka demek; bid'atleri kendilerini küfre götürmeyen gruplar demektir.[334] Bu bid'atler, daha önceden İslâm üzerinde bulunan bu kimselerden, İslâm'a ait özellikleri tümden gidermemekte, onlardan bir kısmını ibkâ etmektedir. Haricîlerle ilgili hadiste onlann Öldürülmelerinin [1943 emredilmesi, onların kâfir olduklarına delâlet etmez. Zira öldürme­nin, küfürden başka sebepleri de bulunmaktadır; eşkiyânın (muhâ-rib), te'vîlsiz isyana kalkışan grubun... vb. öldürülmesi gibi. Sonuç olarak diyebiliriz ki, hak olan, böyle kimselerin kâfir olduklarına hükmetmemektir.
Bütün bu izahlar sonucunda ortaya çıkıyor ki, onların tayin üzere hadisin kapsamı altına girmiş olduklarını söylemek zordur ve bu iş, kesin olmayan içtihadı bir konudur. Ancak bu engeli ortadan kaldıracak kesin bir delilin bulunması hali bir istisnadır. Böyle bir delilin bulunması da ne kadar azdır! [335]


Eser: El-Muvafakat

  • Yeni Ekle
Yorumlar (0)

El-Muvafakat

 

Son eklenen ruyalar

Sitemizde yer alan soruların cevapları özenle islami eserlerden seçilerek yazılmaktadır.
..