ONUNCU MESELE:


Değerlendirme sırasında fiillerin sonuçlarını gözönünde bulun­durmak şer'an muteberdir ve arzulanır.[336] Fiillerin muvafik (yani hakkında izin verilen türden) ya da muhalif (yani yasaklanmış bu­lunan türden) olması arasında fark yoktur. Şöyle ki: Müctehidin, mükelleften sâdır olan bir fiil hakkında, onu işlemeye cevaz veren ya da meneden bir hükümde bulunması, ancak ve ancak o fiilin ne­ye sonuç vereceğine bakmasından sonra mümkün olabilecektir. Bir fiil, bazen elde etmek istenen bir maslahat ya da uzaklaştırılmak istenen bir mefsedet sebebiyle meşru kılınmış olabilir; bazen de kendisinden doğabilecek bir mefsedet ya da kendisi sebebiyle elden gidecek bir maslahat yüzünden meşru kılınmamış olabilir. Buna rağmen, bu amacın tam aksine sonuçlar doğurabilir. Hal böyle iken birinci durumun mutlak olarak meşruluğunu söylemek halinde, el­de edilmek istenen maslahat (veya uzaklaştırmak istenilen mefse­det), kendisine denk veya daha büyük bir mefsedete neden olabile­cektir. İşte bu durum, o şey hakkında mutlak olarak meşru deme­mize engel olur. Aynı şekilde ikincisi hakkında da yine mutlak ola­rak gayrı meşru demek, belki de defedilmek istenen mefsedete denk ya da daha büyük başka bir mefsedetin irtikabına neden ola­bilir.  Bu itibarla herhangi bir kayıt getirmeksizin mutlak olarak o şeyin gaynmeşrû olduğunu söylemek doğru olmayacaktır. Bu konu, müctehid için içtihada mahal bir alandır; ulaşılması zor, fakat içimi oldukça güzel, sonucu övgüye değer, makâsıd-ı şerîa yolu üzere akar bir kaynak gibidir.

Bunun doğruluğuna aşağıdaki hususlar delâlet eder: (1)
Yükümlülükler —daha önce de geçtiği gibi—, kulların maslahatları için konulmuştur.[337] Kulların maslahatları da, ya dünye­vîdir ya da uhrevîdir. Uhrevî maslahatlar, mükellefin âhiretteki so­nucu ile ilgili maslahatlardır; onun cennet ehlinden olmasını, ce­hennem ehlinden olmamasını temin için konulmuştur. Dünyevî maslahatlara gelince, ameller —dikkat edilecek olursa— maslahat­ların neticeleri için mukaddimelerdir. Çünkü onlar, Sâri' Teâlâ'ca maksûd olan müsebbebler için konulmuş sebeblerdir. Müsebbebler ise, sebeblerin sonuçları olmaktadır. Şu halde sebeblerin cereyanı esnasında onların (müsebbeberin) dikkate alınması matluptur. Fiil­lerin sonuçlarını dikkate almanın mânâsı da işte budur.

İtiraz: Hükümler bölümünde bunun aksine şöyle denmişti: "Sebeblerin işlenilmesi sırasında mükellefin müsebbeblere yönelik bir kasıd ve iltifatta bulunması gerekmez. Mükelleften istenilen şey sadece konulan hükümler doğrultusunda hareket etmektir."

Cevap: Daha önce, sebebler işlenirken müsebbeblerin dikkate alınmasının gereği de geçmiş ve bu konuda söz edilmiş ve iki nokta arasının cem ve telifi yapılmıştı. Meselemiz ise birinciden değil, ikincidendir. Çünkü bu, nefsânî nazlardan uzak olmak üzere baş­kalarıyla ilgili olan hüküm üzerinde değerlendirme yapan müctehi-de yöneliktir. Müctehid mükelleflerin fiillerine ait hükümlerin be­lirlenmesi konusunda Sâri' Teâlâ'nın naibidir. Daha önce Sâri' Teâlâ'nın sebeblerin konulusu sırasında müsebbeblere yönelik kas-dmın bulunduğu geçmişti. Bu sabit olunca, müctehidin de aynı şe­kilde müsebbeblere —ki bu sebeblerin sonucu ve neden olacağı şey olmaktadır— yönelik kasıt bulundurması zorunlu olacaktır. (2)
Amellerin sonuçları, şer'an ya dikkate alınmıştır ya da alınma­mıştır. Eğer dikkate alınmış ise, bizim dediğimiz de budur. Eğer dikkate alınmış değilse, o zaman amellerin, kendilerinden beklenen maksatlarla ters düşen sonuçları olması mümkün demektir ki bu sahih değildir. Çünkü daha önce de geçtiği gibi, yükümlülükler kul­ların maslahatları içindir. Eğer maslahat ile birlikte kendine eşde­ğer ya da daha büyük bir mefsedetin bulunması imkânı varsa, o za­man bir maslahattan söz etmek mümkün değildir. Sonra bu, meşru bir fiil işleyerek bir maslahat beklentisi, yasak bir fiil işleyerek de bir mefsedet beklentisi içinde olmamız sonucuna götürür.[338] Bu ise

daha önce de geçtiği gibi şeriatın konuluş gayesinin aksine bir du­rumdur. (3)

Şer'î deliller ve istikra göstermektedir ki, sonuçlar teşrî' esna­sında dikkate alınmaktadır. Meselâ, şu deliller bunun böyle olduğu­nu göstermektedir:
"Ey insanlar! Sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabbinize kul­luk edin. Umulur ki böyece korunmuş olursunuz."[339]
"Oruç sizden Öncekilere yazıldığı gibi size de yazıldı. Umulur ki böylece korunmuş olursunuz."[340]
"Aranızda mallarınızı haksızlıkla yemeyin, bildiğiniz halde günaha girerek insanların mallarından bir kısmını yemek için onu hâkimlere aktarmayın.... Allah'tan sakının. Umulur ki böylece kur- tuluşa ermiş olursunuz."[341]
"Allah'tan başka yalvardıklarına sövmeyin, ki onlar da bilme­yerek aşırı gidip Allah'a sövmesinler."[342]
"insanların Allah'a karşı bir hüccetleri olmaması için, gönde­rilen müjdeci ve uyarıcı peygamberlerden bir kısmını daha önce sa­na anlatmıştık."[343]
"Savaş, hoşunuza gitmediği halde size farz kılındı. İhtimal ki hoşlanmadığınız şey sizin iyiliğinizedir..."[344]
"Kısasta sizin için hayat vardır."[345]
Bunlar, genel olarak[346] sonuçların dikkatte alındığını gösteren delillerden olmaktadır.

gerekmez; aksine o fiilden   tesadüfi olarak maslahat gerçekleşebilir de gerçekleşmeyebilir de.                                                                        
Mesele hakkında husûsî olarak gelen delillere gelince, bunlar çoktur. Rasûlullah kendisine açıktan münafıklık yapan kimseleri öldürtmesi işaret edilince: "İnsanların 'Muhammed, adamlarını öldürüyor' diye konuşmalarından korkarım" buyur­muştur.[347] Bir başka seferinde Hz. Âişe validemize şöyle buyur­muştur: "Eğer kavminin henüz cahiliye devri ile olan anıları taze olmasaydı[348] ve kalplerinin yadırgamasından korkmasaydım, (bu­gün dışta kalan eski) duvarları Kâ'be'ye katar, kapısını da yer ile aynı seviyede yapardım"; bir başka rivayette de: "Kâ'be'yi Hz. İb­rahim'in temelleri üzerine yeniden inşa ederdim" buyurmuştur.[349]İmam Mâlik, emîrin kendisine, Kâ'be'yi Hz. İbrahim'in temelleri üzerine yeniden inşa etme fikrini açtığı zaman işte bu prensipten hareketle fetva vermiş ve ona: "İnsanların, Allah'ın evi ile oynama-maları için sakın bunu yapma!" demiş ya da bu mânâda birşey söy­lemiştir. Mescide işeyen bedevi hadisi de böyle. Hz. Peygamber işemeşini bitirinceye kadar ona dokunmamalarını emretmiştir.[350] İbadetten tümden kesilir endişesiyle nefis üzerine işkenceye varacak ölçüde ibadet altına girilmesini yasaklaması da böyledir.

Husûsî menâtm tahkîki hakkında sözü edilenlerin tamamı bu kabilden olmaktadır. Şöyle ki bu gibi yerlerde fiil aslında meşru ol­makta fakat, ona arız olacak bir mefsedetten dolayı yasaklanmakta veya aslında yasak olmakta fakat bir maslahata mebnî o yasağın terki cihetine gidilmektedir. Aynı şekilde sedd-i zerâi' ile ilgili tüm deliller de bu kabildendir. Çünkü onların çoğu, caiz olmayan bir fii­le caiz olan bir yolla ulaşılması şeklinde olmaktadır. Aslında yasak­lanan o fiilin meşru olması gerekirdi, ancak sonuçta yasak olan şe­ye götürdüğü için yasaklanmış olmaktadır.

Genişletme ve kolaylaştırmaya, zorluk ve meşakkatin kaldırıl­masına delâlet eden delillerin tamamı da bu kabildendir. Çünkü onların çoğunda, aslında meşru olmayan bir fiilde müsamaha gös­termek mânâsı hâkimdir; zira ona yönelen ve şer'an gösterilmesi gereken yumuşaklık ve merhamet bunu gerektirmektedir. Bu delil­lerin çokluğu ve herkesçe bilinmesi sebebiyle burada onları zikrede­rek sözü uzatmanın bir mânâsı yoktur,

İbnu'i-Arabî, bu meselenin izahına başladığı zaman şöyle de­miştir: "İnsanlar kendi zanlan sebebiyle bu konuda ihtilâf etmişler­dir; halbuki mesele ulemâ arasında üzerinde ittifak edilen bir ko­nudur. Dolayısıyla onları anlayın ve saklayın."

Fasıl:

Bu esas üzerine bazı kaideler bina edilir:
1) Sedd-i zerâi[351] İmam Mâlik, bu prensibi fikıh bâblarının çoğunda dayanılacak bir esas olarak kabul etmiştir. Zerîanın aslı,maslahat olan birşeyi, mefsedet olan birşeye vesile edinmek demek­tir. Meselâ bir kimse bir malı veresiye on dirheme satın alsa, bu­nun caiz olacağı açıktır. Çünkü bu akitle meşru olan bir maslahatı gerçekleştirmek istemektedir. Sonra bu adam aynı malı, satıcıya peşin olarak beş dirheme satmış olsa, bu alış veriş, sonuç itibarıyla beş dirhemin veresiye on dirhem karşılığında satılması şekline dö­nüşmüş olacaktır. Aradaki mal olduğu yerde durmakta, dolayısıyla dikkate alınmamaktadır; zira satış akdinin meşru kılınmasına ge­rekçe olan maslahat burada bulunmamaktadır. Ancak bu dedikleri­miz, kasdın âdet gereği insanlar arasında çokça yapılır olması yo­luyla zahir olması şartına bağlıdır.[352]                                            
İmam Şafiî gibi zerâi' hükmünü düşüren kimseler de fiilin so­nucunu dikkate almaktadırlar.[353] Çünkü alım satım akdi, eğer bir maslahat ise caizdir. İkinci satım akdi ile yapılan, birinciden ayrı başka bir maslahatın elde edilmesi içindir. Dolayısıyla bu surette bulunan her bir akdin bir sonucu vardır. Onların sonucu da, İslâm'ın hükümlerinin zahirine göre maslahat olmaktadır; öyle ise bunda bir mania yoktur. Zira bu takdire göre ortada mefsedet olan bir sonuç yoktur. Ancak bu, yasak olan sonuca yönelik açık bir kas-dın bulunmaması şartıyla böyledir.[354]
Fiillerin sonuçlarını dikkate aldıkları içindir ki, her iki grup da, düşmanlık ve günah konusunda dayanışmanın mutlak surette caiz olmadığında müttefiktirler. Keza husûsî olarak putlara sövme­nin caiz olmadığı konusunda da, "Allah'tan başka yalvardıklarına sövmeyin, ki onlar da bilmeyerek aşırı gidip Allah'a sövmesin­ler "[355] âyetinin gereği olarak müttefiktirler; çünkü bu onların Al­lah'a sövmelerine sebep olmaktadır. Daha başka İmam Mâlik ile İmam Şafiî'nin görüşbirliği ettikleri meseleler de öyle.
Sonra İmam Şafiî'nin, "Herhangi birşeyin kalkan yapılarak ribâya ulaşılması caizdir " demesi doğru değildir. Şu kadar var ki o, yasak olan şeye karşı kasdı açık olmayan kimseyi töhmet altına sokmamaktadır. İmam Mâlik ise, abes (lağv) bir fiilin zuhuru[356] se­bebiyle onu itham etmektedir; zira bu abes (lağv), yasak olana yö­nelik kasdın bulunduğuna delil olmaktadır.
Böylece sedd-i zerâi' kaidesinin genel anlamda dikkate alındığı konusunda ittifak bulunduğu ortaya çıkmaktadır. Aradaki görüş ayrılığı bir başka husus hakkında olmaktadır.[357]
2) Hiyel: Hiyel, aslında zahiren caiz olan bir fiilin, şer'î bir hükmün iptali ve zahirde başka bir hükme çevrilmesi için işlenmesi demektir. Bu durumda işlenen fiil, sonuç itibarıyla aslında şer'î ka­idelerin zedelenmesine yol açmaktadır.[358]Meselâ: Zekâttan kaç­mak için yılın dolması sırasında[359] malını (bir yakınına) hibe eden kimsenin durumu gibi. Hibe aslında caizdir. Eğer bu yola başvur­madan zekâtı vermeyecek olsa, bu da yasaktır. Her birinin içerdiği maslahat veya mefsedet açıktır. Şimdi böyle bir kasıt ile aralarının birleştirilmesi halinde hibe, zekâtın edasının iptali sonucuna var­maktadır. Bu ise bir mefsedettir. Ancak sözünü ettiğimiz bu du­rum, şer'î hükümlerin iptaline yönelik bir kastın bulunması şartıy­la böyledir.                                                                                       
Ebû Hanîfe gibi hiyeli caiz görenler de, fiillerin sonuçlarını dik­kate almış olmaktadırlar. Ancak bunlar, olayı bir bütün olarak de­ğil de, her fiili kendi başına tek tek ele almaktadırlar. Çünkü hibe, hangi kasıt ile olursa olsun zekâtın vücûbiyetini düşürür; aynen yı­lın dolması sırasında zekâta tâbi olan malın harcanması, onunla borcun ödenmesi veya zekâta tâbi olmayan herhangi bir mal satın alınması... gibi, Bu iptal işi sahih ve caizdir. Çünkü bu, hibe edene ve harcama yapana dönük bir maslahat olmaktadır. Ancak, bir şartla ki, hükmün iptaline yönelik bir kasıt bulundurmamalıdır. Yasak olan husûsiyle bu kasıttır. Çünkü bu Sâri' Teâlâ'ya. karşı bir tavır almaktır ve aynen zekâtın edasından kaçınma gibi bir tutuma düşmektir. Ebû Hanîfe, açıktan şer'î hükümlerin iptaline yönelik bir kasdın yasak olacağında diğerlerine muhalefet etmemektedir. Hükmün zımnen iptali ise hiç dikkate alınmaz; zira eğer öyle olsay­dı o zaman yılın dolması sırasında hibenin (herhangi bir kasıt aranmaksızın) mutlak surette imkânsız olması gerekirdi.[360]Böyle bir görüşte olan kimse de bulunmamaktadır.
Fiillerin sonucunu dikkate almaları sebebiyledir ki, bütün fukahâ, iman, namaz vb. amellerle —münafık ve mürâîlerin yaptığı gibi— sırf can ve mal emniyetini sağlama kastının haramlığı konu­sunda ittifak etmişlerdir. Böylece, şer'î hükümleri düşürmeye yöne­lik hilelere başvurmanın, sonuçlarını dikkate alma nokta-ı nazarın­dan genel anlamda bâtıl olduğu konusunda görüşbirliği bulunmak­tadır. Ulemâ arasındaki ihtilâf ise, bir başka noktada olmakta­dır.[361]
3) Hilafa riâyet[362] kaidesi:

Şer'an yasak olan birşeyin işlenmiş olması, o yasağı önlemek için konulmuş olan müeyyideden daha ağır bir yolla onu işleyen kimseye zulmedilmesine sebep teşkil etmez. Meselâ, gasbı ele ala­lım. Yasak olmasına rağmen böyle bir fiilin işlenmesi halinde, hak­kı gasbedilen kimsenin hakkının mutlaka ödenmesi gerekecektir. Ancak bu ödeme işi, gasbeden kişiye, adalet ve insaf ölçülerini aşan bir zarar dokundurulmadan gerçekleştirilecektir.  Bu itibarla eğer
gasbeden kimseden, (gasbettiği şey hâlâ değişmeksizin elinde ise) bizzat onu iade etmesi, (şayet yok etmişse ve o şey mislî ise) misli­ni, (kiyemî ise) kıymetini ödemesi istenir ve bunun ötesinde bir zi­yadeye gidilmezse[363], bu yerinde ve doğru bir hareket olur. Aynı şekilde zina eden bir kimseye had cezası uygulanırken, işlemiş ol­duğu bu suç yüzünden suçuna karşı şer'an konulmuş olan cezanın ötesinde bir artırma yoluna gidilmez.[364] Zira bu ona bir zulüm olur. Onun suçlu olması, suçuna denk olarak konulmuş olan cezadan faz­la ek bir cezaya çarptırılmasını gerektirmez. Haddi tecavüzün ya-saklığını gösteren deliller bunu gösterir. Bu meyanda şu âyetleri hatırlayabiliriz: "Size tecavüz edene, size tecavüz ettiğinin dengi ile karşılık verin'[365] ; "Cana can, göze göz... (kısasa kısas; yani, dengi dengine ödeşme)yazdık.[366]
Bu anlaşıldı ise[367] şimdi deriz ki, bir kimse yasak olan birşeyi işlemiş olsa, o şey sebebiyle hakkında terettüp edecek hüküm, asa­let yoluyla değil de tabilik hükmü gereği, olması uygun olan mik­tardan fazla olabilir veya yasağın gereği mefsedetten daha şiddetli bir başka mefsedete neden olabilir. İşte bu gibi durumlarda, o kişiyi ya işlediği şey ile başbaşa bırakırız[368] veya meydana gelen fesadı, adalet ilkesine uygun düşecek şekilde onaylamış[369] oluruz. Çünkü bu olayda mükellef, mercûh (zayıf) da olsa bir delile uygun hareket etmiş olmaktadır. Bu durumda bu zayıf delilin i'mali, o olayı ya-saklık üzere ibka etmekten daha ehven olmaktadır. Çünkü mercûh delile itibar edilmemesi halinde, fiilin vukuundan sonra, yasağın gerektirdiği mefsedetten daha büyük bir mefsedetin ortaya çıkması söz konusu olmakta ve fiili işleyen kimseye daha büyük zararlar dokunmaktadır. Bu durumda sonuç şu noktaya gelmektedir: Fiilin vukuundan önce yasak delili daha güçlü olmakta, vukuundan sonra ise cevaz delili daha güçlü bir hal almaktadır. Çünkü her iki halde de tercihi gerektiren deliller bulunmaktadır. Nitekim Ka'be'nin Hz. İbrahim'in temelleri üzerine yeniden bina edilmesi, münafıkla­rın öldürülmesi hakkında gelen hadislerde, mescide işeyen bedevi hadisinde[370]bu noktaya dikkat çekilmiştir. Rasûlullah[ak^mmlul , mescide işeyen bedevinin, işini bitirinceye kadar kendi haline bıra­kılmasını emretmiştir. Çünkü kesmesi için müdahale edilecek ol­saydı, o zaman elbisesi pis olacak ve bu yüzden de bedenine bir dert arız olabilecekti. Bu durumda onu kendi haline terketme tarafı, iş­lediği yasağı kesmesi tarafina galebe çalmıştır; çünkü kesmesi ha­linde adama zarar dokunacaktı üstelik, kestiği zaman iki yer pisle-necekti; halbuki kesmemesi halinde bir yer pislenmiş olacaktı.
Hadiste: "Hangi kadın velisinin izni olmadan evlenirse, nikâhı bâtıldır, bâtıldır, bâtıldır. Eğer zifaf olursa, kadın için kocanın kendisinden istifadesi karşılığında mehir hakkı vardır"[371]buyurul-muştur. Bu, yasak olan şeyin, bir yönden sahih kılınması anlamına gelir. Bu yüzden de böyle bir nikâhta miras hükümleri cereyan et­mekte ve çocuğun nesebi sabit olmaktadır. Fâsid nikâhın bu hü­kümlerde ve evlenme yasağı doğuran sıhriyet hükümlerinde sahih nikâh gibi mütalaa edilmesi, onun kısmen sahihliğine hükmedilmiş olduğuna bir delil olur. Aksi takdirde böyle bir nikâhın zina hük­münde olması gerekirdi ki, ittifakla Öyle olmadığı kabul edilmekte­dir. Sıhhati üzerinde ihtilâf bulunan nikâh hakında bazen hilafa yani karşı görüşlere riâyet edilebilir ve zifaf sonrasında vakıf olunması[372] halinde o nikâhın feshine gidilmez.Çünkü zifafın ger­çekleşmesi halinde, (zayıf olan) karşı görüşü tercihi gerektiren du­rumlar ortaya çıkar ve onun dikkate alınmasını gerekli kılar.

Bütün bunlar, hükmün bozulması ya da iptali halinde, yasağın mefsedetine denk ya da daha büyük başka bir mefsedetin ortaya çıkması noktasının dikkate alındığını göstermektedir.

Makâsıd bölümünde de ele alındığı gibi, vuku sonrasında cevaz tarafını tercihi gerektirecek genel bir delil bulunmaktadır. O da şu­dur: Bilgisizce yanlış bir amel işleyen kimsenin durumu iki açıdan değerlendirilir:

a) İşlediği fiil ile, emir ve yasağa muhalefet etmiş olması açı­sından ele alınır. Tabiî bu, o fiilin iptalini gerektirir.
b) Sâri' Teâlâ'nm kasdma uygun düşmeyi genel anlamda kas­teder bir konumda bulunması açısından ele alınır.  Çünkü bu kimse müslümandır ve müslümanların hükümlerine ta­bidir. Hatası ya da bilgisizliği, onu müslümanlara ait olan hükümlerden çıkarma gibi aleyhinde bir cinayetin işlenme­sine gerekçe olamaz. Aksine hatası ya da bilgisizliği sebe­biyle ifsad etmiş olduğu fiilini tashih edecek telafi edici bir hüküm bulunur. Bu durumda o, fiili ile ifsadı kastetmiş ol­sa bile kendisi hakkında İslâm'ın hükümlerinin verilmesi konumundan çıkmış olmaz. Çünkü müslümandır ve Sâri' Teâlâ'ya karşı inatçı bir tavır almamıştır. Şu kadar var ki, konumundan habersiz olarak o konuda şehvanî arzularına uymuştur. Bu yüzdendir ki Allah Teâlâ şöyle buyurmakta­dır: "Allah kötülüğü bilmeyerek yapıp da, hemen tevbe edenlerin tevbelerini kabul eder." [373]Âlimler de: "Müslü­man ancak bilgisizlik yüzünden masiyet işler" demişlerdir. Bu durumda onun hakkında bilgisi olmayan bir kimsenin hükmü uygulanacaktır. Ancak açık bir durum sebebiyle fii­lin iptali yönü ağır basacak olursa o zaman bu müstesna. Bu durumda tashih halinde, (yasağın mefsedetine} muadil ya da daha büyük (bir mefsedet gerektirecek) bir sonuç ol­mayacaktır. O zaman da mesele hakkında bir değerlendir­me bulunmayacaktır. Kaldı ki, iptal tarafının ağır basma­sı, ancak sonucun değerlendirilmesi neticesinde olmakta­dır. Varılmak istenen sonuç da budur.
4) İstihsân[374]kaidesi: Fiillerin sonuçlarının dikkate alınması esası üzerine bina edilen bir diğer kaide de, istihsân kâidesidir. İstihsâli —İmam Mâlik'in mezhebinde— küllî delile mukabil cüz*î maslahatın alınmasıdır. Bunun gereği, mürsel istidlalin kıyas (genel kural) üzerine takdimi esasına başvurmaktır. Çünkü istihsânda bulunan kimse, mücerred kendi zevki ve nefsânî arzula­rı doğrultusunda hareket etmemekte, aksine bahis konusu o şeyler ve emsali hakkında bulunan kavramış olduğu Sâri' Teâlâ'nın kasdı-na uygun hareket etmektedir. Meselâ bazı meseleler vardır ki, kı­yas (yani. genel kural) şöyle bir hüküm gerektirmektedir; ancak o hükmün o şeyde tatbiki başka cihetten bir maslahatın ortadan kalkmasına ya da bir mefsedetin ortaya çıkmasına sebebiyet ver­mektedir. (İşte bu gibi yerlerde istihsân kaidesi ile hareket edilir ve genel kuralın hilafına özel çözümlere başvurulur.) Çoğu kez bu, zarurî bir aslın hâcî ile, hâcînin de tekmîlî ile birlikte olması halin­de bulunur, kıyasın (genel kural) zarurî hakkında mutlak surette tatbiki, bazı cüzîleri hakkında sıkıntı ve meşakkatin doğmasına sebebiyet verir; bu yüzden de sıkıntı ve meşakkat alanları genel kuraldan istisna yoluna gidilir. Tekmîlî ile birlikte hâcî veya tekmîlî ile birlikte zarurî esasların durumu da böyledir ve bu açıktır.
îstihsâna delil olarak kullanılabilecek şeriatta çok örnek var­dır.[375] Meselâ, karz (Ödünç para verme) gibi. Karz aslında ribâdır; çünkü o, dirhemin dirhem karşılığında vade ile mübadelesidir. An­cak genel kuralın gereğinden çıkılarak bu muamele mubah kılın­mıştır; zira bunda muhtaçlara karşı bir genişlik ve rahmet bulun­maktadır. Eğer karz, genel kural gereği aslî yasaklık üzere kalsay­dı, o zaman mükellefler sıkıntı içerisine sokulmuş olurdu. Aynı du­rum ariyye, yani ağaç üzerindeki yaş hurmanın, tahmini olarak ku­ru hurma ile değiştirilmesi hakkında da geçerlidir. Bu da riba kap­samına girer, çünkü yaş hurmanın kuru hurma karşılığında (tah­mini olarak) satılmasıdır. Ancak bu muameleye ihtiyaç duyan her iki tarafın da ihtiyaçları dikkate alınarak caiz kılınmıştır. Eğer mutlak surette men cihetine gidilseydi, o zaman bu ariyyede bulun­manın önüne bir sed teşkil ederdi.  Keza ribâ'n-nesîe, eğer karz ak­dinde de tahakkuk etmiş olsaydı, o zaman bu yönden kolaylık ve şefkat gösterilmesi yolu kapatılmış olurdu. Yağmur yüzünden ak­şam ve yatsı namazlarının cenıedilmesi, yolcunun namazlarını ce-mederek kılması, namazını kısaltması ve isterse Ramazan'da oruç tutmaması, korku namazı ve bu türden olan diğer ruhsat hükümle­rinde de durum aynıdır. Çünkü bunlar aslında, hususiyle maslaha­tın celbi ve mefsedetin defi konusunda amellerin sonuçlarının dik­kate alınması esasına çıkmaktadır. Bu gibi yerlerde aslında genel delil, bunların caiz olmamasını gerektirmektedir.   Eğer biz  genel delilin gereği üzere kalacak olsaydık o zaman bu, maslahatın orta­dan kaldırılması sonucunu gerektirecekti. Dolayısıyla gerekli olan, fiillerin sonuçlarının mümkün mertebe dikkate alınması ve ona gö­re bir hükme varılmasıdır. Aynı şekilde tedavi için avret yerlerine bakma, kırâz, müsâkât gibi tasarruflarda da durum aynıdır. Her ne kadar genel delil bu gibi tasarrufların aslında yasaklanmış olması­nı gerektiriyorsa da, cevazı yönüne gidilmiştir. Bu türden caiz olan şeyler pek çoktur.
Bu anlattıklarımız, bu kaide ile hükmetmenin sıhhatine delâ­let eden delillerden olmaktadır. îmam Mâlik ve tabileri (istihsân hakkındaki görüşlerini) onlar üzerine binada bulunmuşlardır.[376]

İbnu'l-Arabî, istihsânı açıklarken onun, delilin gereğinin terki­ni tercihten ibaret olduğunu ve ona bazı cüzîlerde bulunan bir mu­arız sebebiyle istisna ve ruhsat yolu üzere gidildiğini söyler. Sonra istihsanı kısımlara ayırır:
1) Örf sebebiyle delilin terki; yeminlerin Örfe havale edilmesi gibi.
2) Maslahata binaen terki; ecîr-i müşterekin (yani zanaatka­rın) tazmini cihetine gidilmesi gibi.[377]
3) İcmâ sebebiyle terki; kadının katırının kuyruğunu kesen kimseye, onu tazmin ettirmek gibi.
4) Delilin, meşakkati kaldırmak ve insanlara kolaylık sağla­mak amacıyla basit ve Önemsiz konularda terkedilmesi; meselâ aynı cinsten büyük miktarda yapılan ölçümlü alış­verişlerde az miktardaki fazlalığın caiz görülmesi, yine az miktar için söz konusu olan bey' (alım satım akdi) ve sarfa[378] cevaz verilmesi gibi.
Yine o Ahkâmul-Kur'ân'da şöyle demiştir: İstihsân, bize ve Hanefîlere göre, iki delilden daha güçlü olan ile amel etmektir.[379]Umûm devamlı, kıyas da bidüziye (muttarit) olsa, bu durumda İmam Mâlik ve Ebû Hanîfe zahir olsun mânâ olsun herhangi bir delil ile umûmun (ve kıyasın) tahsis edilebileceği görüşündedirler. İmam Mâlik, maslahat ile tahsisi istihsânen kabul etmektedir. Ebû Hanîfe ise umûmun, kıyasa muhalif olarak gelen tek bir sahabî gö­rüşü ile tahsise gidilmesini istihsan yoluyla caiz görmektedir. Her ikisi de birlikte kıyasın tahsisi ve illetin nakzı görüşünü paylaş­maktadırlar. İmam Şafiî ise, şer'î bir illetin sabit olmasından sonra tahsis edilemeyeceği görüşündedir. Bu, sadece genel delilin ve ge­nel kıyasın gereği ile yetinilraeyip hükümlerin sonuçlarının da dik­kate alınması demektir.[380]

Mâlikî mezhebinde istihsâna dair gerçekten çok şey vardır, el-Utbiyye'de Asbağ'dan şöyle dediği nakledilir: İki ortak, aynı temiz­lik süresi içerisinde bir câriye ile ilişki kurarlar. Cariye, bir çocuk doğurur; ortaklardan biri çocuğu reddeder, diğeri ise etmez. Çocu­ğun kendisinden olmadığını reddeden, onunla ilişkide bulunduğunu ikrar ediyor ve yaptığı ilişkide de inzal imkânı bulunuyorsa, reddi­ne itibar edilmez ve (çocuğun oluşmasına sebep olan) o ilişkide müşterekmiş gibi olurlar. Ancak ikrarda bulunduğu ilişkide, azilde bulunduğunu iddia ediyorsa, işte bu takdirde Asbağ şöyle demekte­dir: "Ben bu durumda çocuğun diğerine katılmasını istihsânen gerekli görüyorum. Kıyas ise, ikisinin de eşit olmalarını gerektirmek­tedir. Çünkü azil yaparken, menisi belki de önceden gelmiş ve dışa­rı tam olarak atamamıştır, dolayısıyla durumun farkında olmayabi­lir. Nitekim Amr b. el-Asî bu gibi durumlar hakkında: "İpin ucu el­den kaçabilir" demiştir. Devamla şöyle der: İlimde istihsân, bazen kıyastan daha galip olabilir. İbnul-Kâsım'ı işittim. O İmam Mâlik'-ten rivayet ederek şöyle diyordu: "İlmin onda dokuzu, istiksândır."
Bütün bunlar göstermektedir ki istihsân, delillerin gereğinden çıkmak değildir. Şu kadar var ki, delillerin ne gerektirecekleri ve sonuçlarının ne olacağı ele alınmakta ve değerlendirilmektedir. Zi­ra eğer burada kıyas üzere devam edilecek olursa, o zaman ortakla­rın ikisi de azil yapmışlar ya da inzalde bulunmuşlar gibi kabul edi­leceklerdi. Çünkü kıyasa göre ilişkiyi ikrar etmesi halinde azlin bir hükmü olmamaktadır ve çocuğun kendisine katılması hakkında az­lin olup olmaması arasında bir fark bulunmamaktadır. Ancak istihsân, onun dediği doğrultudadır. Çünkü çocuğun olması çoğun­lukla inzal halinde olur; azil halinde olması ise çok enderdir. Dola­yısıyla hüküm galip olan doğrultusunda verilir[381] ki, bu da sözü edilenlerin bir gereği olmaktadır. Eğer delillerin şevki sırasında, onların nereye varacağı ve hangi sonuçları doğuracağı göz önünde bulundurulmasaydı o zaman, bu meselede azil ile inzal arasında bir ayınma gidilmeyecekti. Asbağ, istihsân konusuna fazlaca Önem vermiş ve: "Kıyasa fazla dalan kimsenin sünneti terketmesine ra­mak kalmıştır. İstihsân, ilmin direğidir" demiştir. Zikredilen delil­ler, onun sözünü desteklemektedir.
5) Geçen esastan çıkarılan bir diğer kaide de şudur: Zarurî ya da hâcî veya tekmîlî esasların ortaya konması halinde, şer'an razı olunmayan durumların ortaya çıkabileceği görülse, bu durumda sı­kıntıya düşmeksizin mümkün mertebe onlardan korunmaya çalış­mak şartıyla sözkonusu maslahatı gerçekleştirmek üzere harekete geçmek sahih olacaktır. Meselâ, nikâh sonucunda ailenin nafakası­nı temin gerekecektir, halbuki helâl yollar dar ve zor, haram ve şüpheli yollar ise çok ve kolaydır. Çoğu zaman aile için kazanç elde etmeye çalışırken caiz olmayan yollara girecektir. Ancak bu durum, yani evlenme sonucunda karşılaşacağı şeyler kişinin evlenmesine mani değildir. Çünkü evlenmeme sonucunda doğacak mefsedet, bu gibi durumlara düşebilme korkusundan daha büyüktür.[382] Eğer bu gibi endişeler zamanımızda dikkate alınacak olsa, nikâh diye birşey kalmaz, bu müessese temelden ortadan kalkar. Bu ise sahih değil­dir.
Keza ilim tahsil eden bir kimse, bu yolda göreceği, duyacağı kötü şeyler sebebiyle tahsilinden vazgeçemez. Cenaze merasiminde bulunmak, şer'î vazifeleri yerine getirmek... gibi yükümlülükler, eğer şer'an razı olunamayacak bazı şeylerin görülmesini gerektiri­yorsa ve başka türlü bu görevleri yerine getirmek imkânı yoksa, arızî olan bu durumlar bu görevleri aslî konumlarından çıkarmaz. Çünkü bunlar dinin esaslarından ve kulların maslahatalarım ger­çekleştirecek önlemlerdir. Sâri' Teâlâ'nın maksatlarından anlaşılan budur. Şer'î maksatların çok iyi anlaşılması gerekmektedir. Zira ihtilafların ve çekişmelerin esasını onların iyi anlaşılmaması oluştur­maktadır. Bu anlattıklarımıza muhalif olarak selefi salihten nakle­dilenlere[383] gelince, onlar şahsa özel mahiyette olan şeylerdir (ka-dâyâ a'yân) ve teker teker ele alınıp mahiyetleri ve niçin öyle yap­tıkları dolayısıyla izah edilen hususa uygun olup olmadıkları öğre­nilmeden hüccet olma özellikleri yoktur.

Özetle bu kaide de, amellerin neden olacakları sonuçların dik­kate alınması esası Üzerine bina edilmiştir. Dolayısıyla onların dik­kate alınması ve değerlendirilmesi her hükümde mutlak surette ge­rekli olmaktadır.
Allah'u a'lem! [384]


Eser: El-Muvafakat

  • Yeni Ekle
Yorumlar (0)

El-Muvafakat

 

Son eklenen ruyalar

Sitemizde yer alan soruların cevapları özenle islami eserlerden seçilerek yazılmaktadır.
..