İKİNCİ MESELE:
Müftîden sadır olan fetva, sözü ile olduğu gibi fiili ve ikrarı (onay) yolu ile de olur.
Sözlü fetva: Söz ile verilen fetva konusu açıktır; dolayısıyla üzerinde durmaya gerek yoktur.
Fiilî fetva: Fetvanın fiil ile olabilmesi iki yoldan olur: (1)
Fiil, kullanılışı yaygın olarak bilinen bir konuda anlatma kasdı içerir. Bu tür fiiller açık söz yerine geçer. Meselâ Rasûlullah parmaklan açık olarak iki elini göstermiş ve: "Ay böyle, böyle ve böyledir[14] buyurmuştur. Rasûlullah'a hacc hakkında soru sorulmuş ve (soruyu soran kişi): "Şeytan taşlamadan önce kurban kestim. Ne gerekir?" demiş, Rasûlullah da başı ile işaret etmiş ve "Bir günah yoktur" demiştir.[15] Yine Rasûlullah şöyle buyurmuştur: "İlim alınır, ortaya bilgisizlik ve fitneler çıkar, here çoğalır" Dediler ki: "Here nedir? Yâ Rasûlallah!" O eliyle: "işte böyle" buyurdu ve sanki Öldürmeyi tarif ediyormuş gibi eliyle işarette bulundu.[16]Güneş tutulması (küsûf) hakkındaki Hz. Âişe hadisi de böyledir. Şöyle ki: Esma, namaz kılmakta olan Hz. Aişe'ye gelmiş ve "İnsanların bu hali ne?" diye sual sormuş. O da başı ile göğe işaret etmiş. "Bu bir âyet midir?" demiş. Hz. Âişe de: "Başı ile (evet anlamına) işaret etmiş"[17] Rasûlullah kendisine namaz vakitlerini soran kişiye: "Bu iki günü bizimle birlikte kıl!" demiş, sonunda da: "Vakit, bu ikisi arasındadır" buyurmuştur.[18] Bu mânâda örnekler gerçekten pek çoktur.[19] (2)
Nümune-i imtisal olma ve bu amaçla gönderilmiş bulunmasının gereği olarak fiillerin beyan mânâsı içermesi: Bunun esası[20]Allah Teâlâ'nın şu buyruğudur: "Zeyd, o kadından ilişiğini kesince biz onu sana nikahladık ki (bundan böyle) evlâtlıkları, kanlarıyla ilişkilerini kestikleri (onları boşadıkları) zaman o kadınlarla evlenmek hususunda mü'minlere bir güçlük olmasın'[21]Hz. İbrahim hakkında ise: "İbrahim'de ve onunla beraber olanlarda, sizin için gerçekten güzel bir örnek vardır.[22] buyurur. Örneklik, fiilin, örnek alman kimsenin işlediği şekil üzere işlenmesidir. Bizden öncekilerin şeriatı, bizim de şeriatımı zdır. Rasûlullah, Ümmü Seleme'ye: "Ben oruçlu olduğum halde, eşlerimi öper olduğumu ona bildirseydin ya[23]buyurmuştu. Yine o: "Beni nasıl namaz kılarken görüyorsanız, siz de öyle kılın![24]"Hac menâsikinizi[25]benden ahn![26] buyurmuştur. Rasûlullah'ın fiillerine uyma konusunda İbn Ömer hadisi vb. gizli kalmayacak kadar açıktır.[27] Bütün bunlar sebebiyle usûlcüler, hükümlerin beyanı konusunda onun fiillerini sözleri mesabesinde kabul etmişlerdir.
Durum böyle olup müftînin Rasûlullah'ın makamına kaim ve onun naibi durumunda olduğu sabit olunca, bundan müftînin fiillerine de aynı şekilde uyulması lâzım geleceği sonucu çıkar. Bu durumda, eğer fiili ile beyan ve anlatım kastetmişse ona uymanın gerekli olacağı açıktır. Böyle bir kasdı bulunmaması halinde ise hüküm, iki açıdan dolayı yine aynı şekilde olacaktır. (1)
Müftî varistir. Varis olduğu kişi yani Raaûlullah hem sözü hem de fiili ile mutlak anlamda örnek bulunuyordu. Dolayısıyla onun yerini alan vâris de aynı şekilde olacaktır. Aksi takdirde gerçek anlamda bir verasetten bahsetmek mümkün olmaz. Şu halde müftînin fiilleri de, aynen sözlerinde olduğu gibi örnek alınma durumundadır; onları bu şekilde değerlendirmek gerekecektir. (2)
Fiillerin örnek alınması toplum içerisinde gözde büyütülen insanlara nisbetle insan yaratılışında mevcut bir sırdır.[28] İnsanların, yaratılışlarında bulunan bu özellikten koparılmaları hiçbir şekil ve halde mümkün değildir. Özellikle de itiyat halini alması, sürekli tekrarlanması ve örnek alman kişiye karşı bir muhabbet ve meyil duyulması halinde bu imkânsızdır. Eğer bu halde bulunan bir kimse, bazı insanlarca örnek alınıp kendisine uyutmuyorsa, bilesin ki bu mutlaka bir başka örneğe uyulması sebebiyle olmaktadır. Bu durum[29] Rasûlullah zamanında iki yerde ortaya çıkmıştır:
a) Birincisi şudur: Rasûlullah müşrikleri inançsızlıktan imana, putlara tapmaktan Allah Teâlâ'ya kulluk ve ibadete davete başladığı zaman, onların örnek aldıkları şeylerin en başında ataları geliyor; onlara uyulması ve onların örnek alınması ilke kabul ediliyordu: "Onlara (müşriklere) 'Allah'ın indirdiğine uyun!' dendiği zaman onlar: 'Hayır! Biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye uyarız.' dediler"[30]Yine onlar: 'Tanrıları, tek tanrı mı yaptı"? Doğrusu bu tuhaf birşeydir!' dediler"[31] Bu ve benzeri âyetler bu gerçeği ifade etmektedir. Rasûlullah onları uyarmaya devam etti; onlar ise, atalarım üzerinde buldukları gidişata ısrarla devam ettiler. Sonunda iş harbe kadar gitti. Onlar buna razı oldular; fakat gidişatlarını terketme-diler. İşin ilginç tarafı, kendilerinin davet edildikleri şeyin bir kısmı ataları Hz. İbrahim'e uymadan ibaretti ve onlara şeriatı Muhammedi de ilave edilmişti. Allah Teâlâ onlara hitaben: "Atanız İbrahim'in dini(nde olduğu gibi).[32] ifadesini kullanmıştı. Bu, onları en büyük atalarına uymaya, onun gidişatını takip etmeye çağırmanın bir kapısı oluyordu. Bununla birlikte onlara İslâm'da bulunan güzel ahlâk esaslarını, faziletleri açıklıyordu ki, ataları bunların çoğunu zaten güzel bulur ve onları yaparlardı. Böylece, örneklik, yanlış yolda olanları örnek almadan uzaklaştırıcı bir yol olarak kullanılmıştı ki bu, rıfk ve hikmetin gereği ile davette bulunmanın en belirgin yollarından biri olmaktadır. Kur'ân'da şöyle buyurulmuştur: "Sonra da sana 'Doğru yola yönelerek ibrahim'in dinine uy! Zira o müşriklerden değildi' diye vahyettik[33] "Sen, Rabbin yoluna hikmet ve güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel şekilde mücadele et!'[34] Allah'a davet yolunda takınılan bu incelik, Rasûlullah'ın davet metodunda sürekli kullandığı hikmet türlerinden biri oluyordu. Öbür taraftan, Kur'ân'da zikredilen üstün ahlâk, bizzat Rasûlullah'ın ahlâkı idi. Onlara nisbetle, fiil, sözü tasdik etmekteydi. Bu durum, ona uymayı ve onun örnek alınmasını telkin ediyordu. Dolayısıyla sonuçta onlar da boyun eğdiler ve Hakk'a döndüler.
b) İkinci mahal ise, ashabın İslâm'a girip, Hakk'ı tanıyıp, Rasûlullah'ın emir ve yasaklarına uyma konusunda birbirleri ile yanşa girmeleri anında olmuştur. Bazı hallerde Rasûlullah kendilerine bir emirde bulunmuş ve onları dinleri için kendileri hakkında hayırlı olacak şeye irşad etmiştir. Bununla birlikte onlar, Rasûlullah'ın bizzat işlemiş olduğu fiillere yönelmişler, onları sözlerine tercih etme yoluna gitmişlerdir. Meselâ, emrettiği halde ashap, ihramdan çıkmaya yanaşmamışlardır. Hatta Rasûlullah e§i Ümmü Seleme'ye: "Görmez misin şu kavminin halini! Emrettiğim halde, emrime uymuyorlar" diye serzenişte bulunmuştur. Bunun üzerine Ümmü Seleme: "Kurbanım kes ve tıraş ol!" demiş, Rasûlullah onun dediği gibi yapınca ashap da kendisine tâbi olmuştur. Yine visal orucu hakkında da benzer durum olmuş, onlara bu orucu yasakladığı halde onlar tutmaktan geri durmamışlar ve gerekçe olarak da bizzat kendisinin tutmakta olduğunu ileri sürmüşlerdi. Bunun üzerine Rasûlullah: "Şüphesiz ben gecelerim de Rabbim beni yedirir ve içirir (siz ise böyle değilsiniz)" [35]buyurdu. Buna rağmen onlar tutmaya devam edince, onlarla birlikte kendisi de visale başladı ve sonunda onlar güç yetiremediler ve Rasûlullah şöyle buyurdu: "Eğer ay gecikseydi, ben mutlaka visal orucuna gün ekleyerek devam ederdim ve o zaman aşırılık gösterenler aşırılıklarını terkederlerdi"[36] Bir başka hadise şu şekilde olmuştur. Rasûlullah ashapla birlikte bir seferde iken onlara oruç tutmamalarını emretmişti. Kendisi ise oruçlu bulunuyordu. Bu hali gören ashab ya da bir kısmı emre uymamış ve duraksamışlardı. Bu durum bizzat kendisi bozuncaya kadar sürmüş, sonunda onlar da kendisine bakarak bozmuşlardı.[37] Onlar Rasûlullah'ın sözlerini araştırdıkları gibi fiillerini de araştırmakta idiler. Bu konu, onun makamına gelecek olan âlim için uyması gereken en ağır bir şart olacaktır. Beyân konusunda bu mesele ele alınmıştı. Ancak yapılan açıklama bir başka açıdandı. Buna rağmen her iki yerde de mânâ aynı noktaya çıkmaktadır.
Îtiraz: Belki burada biri çıkarak şöyle diyebilir: Şüphesiz Ra-sûlullah masum idi. Dolayısıyla onun fiilleri hiç kuşkuya yer kalmadan uymaya (iktidâ) mahaldir. Diğer insanların durumu ise böyle değildir. Çünkü diğer insanların fiilleri (masum olmadıkları için) hata, unutma ve masiyete hatta iman bir tarafa küfre bile mahal bulunmaktadır. Bu durumda böyle birinin fiillerine nasıl güven duyulabilir? Şu halde Rasûlullah'ın dışındaki insanların (burada müftî söz konusu) fiilleri, (şer'î bir hüccet gibi) uyulması gerekli şeylerden olamaz.
Cevap: Eğer biz bu ihtimali, müsteftîye nisbetle müftînin fiillerinin hüccet olması konusunda sabit görecek olursak, aynı ihtimali onun sözleri konusunda da sabit görmemiz gerekir. Çünkü sözlerinde de hata etmesi, unutması, kasden veya yanılarak yalan söylemesi mümkündür; zira sözleri konusunda da masum değildir. Madem ki bu ihtimal sözleri konusunda dikkate alınmamaktadır, fiilleri hakkında da dikkate almamak gerekir.[38] Bu noktadan hareketledir ki, şer'an âlimin zellesi çok tehlikeli bulunmuştur. Nitekim bu konu burada ve Beyân bahsinde ele alınmış ve açıklanmıştır. Bu durumda müftînin, hem fiili hem de sözü ile fetva makamında bulunduğunun idraki içerisinde olması gerekmektedir.[39] Şu mânâda ki onun mutlaka fiillerine dikkat etmesi, onların hep şer'î esaslar dahilinde cereyan etmesine çalışması gerekir ki böylece kendisi fiilleri konusunda bir örnek telakki edilebilsin.
İkrar yani tasvip yoluyla fetvaya gelince bu, esas itibarıyla fiile râcidir. Çünkü el çekmek fiildir. Müftînin, (yanlış) bir iş gördüğü zaman onun yanlışlığını belirtici bir açıklama yapmadan geri durması, sanki onu açıkça onaylamış anlamına gelir. Usûlcüler, bunun Rasûlullah'a nisbetle şer'î bir delil olduğunu ortaya koymuşlardır. Bu durumda, fetva makamında bulunan kişiye nisbetle de hüküm aynı olacaktır. Fiilî fetva babında ileri sürülen deliller aynısıyla tereddütsüz olarak bu konu için de geçerlidir. İşte bu anlayıştan hareketledir ki, selef-i sâlih iyiliği emretmek, kötülüğü yasaklamak (emri bi'1-ma'rûf ve nehyi ani'l-münker) görevinin yerine getirilmesi konusuna son derece önem vermişler, bunun üzerinde azim ve sebatla durmuşlar, bu konuda karşılaşabilecekleri güçlüklere, ölüm vb. gibi sonuçlar da dahil olmak üzere maruz kalabilecekleri zararlara aldırış etmemişlerdir. Kötülüğün önünün alınması konusunda ruhsat hükümle amel etmeyi yeğleyen kimseler, dinini yaşamak için uzlete çekilmiş ve yalnız yaşamışlardır.[40] Tabiî bunu yaparken de, yaptıkları bu işin, kötülüklerin önlenmesi ilkesinin terkinin getireceği zarardan daha büyük bir zararın ortaya çıkmaması noktasını göz önünde bulundurmuşlardır. Çünkü iki serden daha hafif olanını (ehven-i şerreyn) işlemek, her iki şerri de birden işlemekten daha evlâdır. Mesele aslında, iyiliği emretme ve kötülüğü yasaklama konusundaki kaidenin çalıştırılması sonucuna çıkmaktadır. Bu konuda söz konusu olan üç mertebe[41], delilleri ile birlikte olmak üzere ilgili eserlerde ele alınmış ve açıklanmıştır. [42]
Sözlü fetva: Söz ile verilen fetva konusu açıktır; dolayısıyla üzerinde durmaya gerek yoktur.
Fiilî fetva: Fetvanın fiil ile olabilmesi iki yoldan olur: (1)
Fiil, kullanılışı yaygın olarak bilinen bir konuda anlatma kasdı içerir. Bu tür fiiller açık söz yerine geçer. Meselâ Rasûlullah parmaklan açık olarak iki elini göstermiş ve: "Ay böyle, böyle ve böyledir[14] buyurmuştur. Rasûlullah'a hacc hakkında soru sorulmuş ve (soruyu soran kişi): "Şeytan taşlamadan önce kurban kestim. Ne gerekir?" demiş, Rasûlullah da başı ile işaret etmiş ve "Bir günah yoktur" demiştir.[15] Yine Rasûlullah şöyle buyurmuştur: "İlim alınır, ortaya bilgisizlik ve fitneler çıkar, here çoğalır" Dediler ki: "Here nedir? Yâ Rasûlallah!" O eliyle: "işte böyle" buyurdu ve sanki Öldürmeyi tarif ediyormuş gibi eliyle işarette bulundu.[16]Güneş tutulması (küsûf) hakkındaki Hz. Âişe hadisi de böyledir. Şöyle ki: Esma, namaz kılmakta olan Hz. Aişe'ye gelmiş ve "İnsanların bu hali ne?" diye sual sormuş. O da başı ile göğe işaret etmiş. "Bu bir âyet midir?" demiş. Hz. Âişe de: "Başı ile (evet anlamına) işaret etmiş"[17] Rasûlullah kendisine namaz vakitlerini soran kişiye: "Bu iki günü bizimle birlikte kıl!" demiş, sonunda da: "Vakit, bu ikisi arasındadır" buyurmuştur.[18] Bu mânâda örnekler gerçekten pek çoktur.[19] (2)
Nümune-i imtisal olma ve bu amaçla gönderilmiş bulunmasının gereği olarak fiillerin beyan mânâsı içermesi: Bunun esası[20]Allah Teâlâ'nın şu buyruğudur: "Zeyd, o kadından ilişiğini kesince biz onu sana nikahladık ki (bundan böyle) evlâtlıkları, kanlarıyla ilişkilerini kestikleri (onları boşadıkları) zaman o kadınlarla evlenmek hususunda mü'minlere bir güçlük olmasın'[21]Hz. İbrahim hakkında ise: "İbrahim'de ve onunla beraber olanlarda, sizin için gerçekten güzel bir örnek vardır.[22] buyurur. Örneklik, fiilin, örnek alman kimsenin işlediği şekil üzere işlenmesidir. Bizden öncekilerin şeriatı, bizim de şeriatımı zdır. Rasûlullah, Ümmü Seleme'ye: "Ben oruçlu olduğum halde, eşlerimi öper olduğumu ona bildirseydin ya[23]buyurmuştu. Yine o: "Beni nasıl namaz kılarken görüyorsanız, siz de öyle kılın![24]"Hac menâsikinizi[25]benden ahn![26] buyurmuştur. Rasûlullah'ın fiillerine uyma konusunda İbn Ömer hadisi vb. gizli kalmayacak kadar açıktır.[27] Bütün bunlar sebebiyle usûlcüler, hükümlerin beyanı konusunda onun fiillerini sözleri mesabesinde kabul etmişlerdir.
Durum böyle olup müftînin Rasûlullah'ın makamına kaim ve onun naibi durumunda olduğu sabit olunca, bundan müftînin fiillerine de aynı şekilde uyulması lâzım geleceği sonucu çıkar. Bu durumda, eğer fiili ile beyan ve anlatım kastetmişse ona uymanın gerekli olacağı açıktır. Böyle bir kasdı bulunmaması halinde ise hüküm, iki açıdan dolayı yine aynı şekilde olacaktır. (1)
Müftî varistir. Varis olduğu kişi yani Raaûlullah hem sözü hem de fiili ile mutlak anlamda örnek bulunuyordu. Dolayısıyla onun yerini alan vâris de aynı şekilde olacaktır. Aksi takdirde gerçek anlamda bir verasetten bahsetmek mümkün olmaz. Şu halde müftînin fiilleri de, aynen sözlerinde olduğu gibi örnek alınma durumundadır; onları bu şekilde değerlendirmek gerekecektir. (2)
Fiillerin örnek alınması toplum içerisinde gözde büyütülen insanlara nisbetle insan yaratılışında mevcut bir sırdır.[28] İnsanların, yaratılışlarında bulunan bu özellikten koparılmaları hiçbir şekil ve halde mümkün değildir. Özellikle de itiyat halini alması, sürekli tekrarlanması ve örnek alman kişiye karşı bir muhabbet ve meyil duyulması halinde bu imkânsızdır. Eğer bu halde bulunan bir kimse, bazı insanlarca örnek alınıp kendisine uyutmuyorsa, bilesin ki bu mutlaka bir başka örneğe uyulması sebebiyle olmaktadır. Bu durum[29] Rasûlullah zamanında iki yerde ortaya çıkmıştır:
a) Birincisi şudur: Rasûlullah müşrikleri inançsızlıktan imana, putlara tapmaktan Allah Teâlâ'ya kulluk ve ibadete davete başladığı zaman, onların örnek aldıkları şeylerin en başında ataları geliyor; onlara uyulması ve onların örnek alınması ilke kabul ediliyordu: "Onlara (müşriklere) 'Allah'ın indirdiğine uyun!' dendiği zaman onlar: 'Hayır! Biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye uyarız.' dediler"[30]Yine onlar: 'Tanrıları, tek tanrı mı yaptı"? Doğrusu bu tuhaf birşeydir!' dediler"[31] Bu ve benzeri âyetler bu gerçeği ifade etmektedir. Rasûlullah onları uyarmaya devam etti; onlar ise, atalarım üzerinde buldukları gidişata ısrarla devam ettiler. Sonunda iş harbe kadar gitti. Onlar buna razı oldular; fakat gidişatlarını terketme-diler. İşin ilginç tarafı, kendilerinin davet edildikleri şeyin bir kısmı ataları Hz. İbrahim'e uymadan ibaretti ve onlara şeriatı Muhammedi de ilave edilmişti. Allah Teâlâ onlara hitaben: "Atanız İbrahim'in dini(nde olduğu gibi).[32] ifadesini kullanmıştı. Bu, onları en büyük atalarına uymaya, onun gidişatını takip etmeye çağırmanın bir kapısı oluyordu. Bununla birlikte onlara İslâm'da bulunan güzel ahlâk esaslarını, faziletleri açıklıyordu ki, ataları bunların çoğunu zaten güzel bulur ve onları yaparlardı. Böylece, örneklik, yanlış yolda olanları örnek almadan uzaklaştırıcı bir yol olarak kullanılmıştı ki bu, rıfk ve hikmetin gereği ile davette bulunmanın en belirgin yollarından biri olmaktadır. Kur'ân'da şöyle buyurulmuştur: "Sonra da sana 'Doğru yola yönelerek ibrahim'in dinine uy! Zira o müşriklerden değildi' diye vahyettik[33] "Sen, Rabbin yoluna hikmet ve güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel şekilde mücadele et!'[34] Allah'a davet yolunda takınılan bu incelik, Rasûlullah'ın davet metodunda sürekli kullandığı hikmet türlerinden biri oluyordu. Öbür taraftan, Kur'ân'da zikredilen üstün ahlâk, bizzat Rasûlullah'ın ahlâkı idi. Onlara nisbetle, fiil, sözü tasdik etmekteydi. Bu durum, ona uymayı ve onun örnek alınmasını telkin ediyordu. Dolayısıyla sonuçta onlar da boyun eğdiler ve Hakk'a döndüler.
b) İkinci mahal ise, ashabın İslâm'a girip, Hakk'ı tanıyıp, Rasûlullah'ın emir ve yasaklarına uyma konusunda birbirleri ile yanşa girmeleri anında olmuştur. Bazı hallerde Rasûlullah kendilerine bir emirde bulunmuş ve onları dinleri için kendileri hakkında hayırlı olacak şeye irşad etmiştir. Bununla birlikte onlar, Rasûlullah'ın bizzat işlemiş olduğu fiillere yönelmişler, onları sözlerine tercih etme yoluna gitmişlerdir. Meselâ, emrettiği halde ashap, ihramdan çıkmaya yanaşmamışlardır. Hatta Rasûlullah e§i Ümmü Seleme'ye: "Görmez misin şu kavminin halini! Emrettiğim halde, emrime uymuyorlar" diye serzenişte bulunmuştur. Bunun üzerine Ümmü Seleme: "Kurbanım kes ve tıraş ol!" demiş, Rasûlullah onun dediği gibi yapınca ashap da kendisine tâbi olmuştur. Yine visal orucu hakkında da benzer durum olmuş, onlara bu orucu yasakladığı halde onlar tutmaktan geri durmamışlar ve gerekçe olarak da bizzat kendisinin tutmakta olduğunu ileri sürmüşlerdi. Bunun üzerine Rasûlullah: "Şüphesiz ben gecelerim de Rabbim beni yedirir ve içirir (siz ise böyle değilsiniz)" [35]buyurdu. Buna rağmen onlar tutmaya devam edince, onlarla birlikte kendisi de visale başladı ve sonunda onlar güç yetiremediler ve Rasûlullah şöyle buyurdu: "Eğer ay gecikseydi, ben mutlaka visal orucuna gün ekleyerek devam ederdim ve o zaman aşırılık gösterenler aşırılıklarını terkederlerdi"[36] Bir başka hadise şu şekilde olmuştur. Rasûlullah ashapla birlikte bir seferde iken onlara oruç tutmamalarını emretmişti. Kendisi ise oruçlu bulunuyordu. Bu hali gören ashab ya da bir kısmı emre uymamış ve duraksamışlardı. Bu durum bizzat kendisi bozuncaya kadar sürmüş, sonunda onlar da kendisine bakarak bozmuşlardı.[37] Onlar Rasûlullah'ın sözlerini araştırdıkları gibi fiillerini de araştırmakta idiler. Bu konu, onun makamına gelecek olan âlim için uyması gereken en ağır bir şart olacaktır. Beyân konusunda bu mesele ele alınmıştı. Ancak yapılan açıklama bir başka açıdandı. Buna rağmen her iki yerde de mânâ aynı noktaya çıkmaktadır.
Îtiraz: Belki burada biri çıkarak şöyle diyebilir: Şüphesiz Ra-sûlullah masum idi. Dolayısıyla onun fiilleri hiç kuşkuya yer kalmadan uymaya (iktidâ) mahaldir. Diğer insanların durumu ise böyle değildir. Çünkü diğer insanların fiilleri (masum olmadıkları için) hata, unutma ve masiyete hatta iman bir tarafa küfre bile mahal bulunmaktadır. Bu durumda böyle birinin fiillerine nasıl güven duyulabilir? Şu halde Rasûlullah'ın dışındaki insanların (burada müftî söz konusu) fiilleri, (şer'î bir hüccet gibi) uyulması gerekli şeylerden olamaz.
Cevap: Eğer biz bu ihtimali, müsteftîye nisbetle müftînin fiillerinin hüccet olması konusunda sabit görecek olursak, aynı ihtimali onun sözleri konusunda da sabit görmemiz gerekir. Çünkü sözlerinde de hata etmesi, unutması, kasden veya yanılarak yalan söylemesi mümkündür; zira sözleri konusunda da masum değildir. Madem ki bu ihtimal sözleri konusunda dikkate alınmamaktadır, fiilleri hakkında da dikkate almamak gerekir.[38] Bu noktadan hareketledir ki, şer'an âlimin zellesi çok tehlikeli bulunmuştur. Nitekim bu konu burada ve Beyân bahsinde ele alınmış ve açıklanmıştır. Bu durumda müftînin, hem fiili hem de sözü ile fetva makamında bulunduğunun idraki içerisinde olması gerekmektedir.[39] Şu mânâda ki onun mutlaka fiillerine dikkat etmesi, onların hep şer'î esaslar dahilinde cereyan etmesine çalışması gerekir ki böylece kendisi fiilleri konusunda bir örnek telakki edilebilsin.
İkrar yani tasvip yoluyla fetvaya gelince bu, esas itibarıyla fiile râcidir. Çünkü el çekmek fiildir. Müftînin, (yanlış) bir iş gördüğü zaman onun yanlışlığını belirtici bir açıklama yapmadan geri durması, sanki onu açıkça onaylamış anlamına gelir. Usûlcüler, bunun Rasûlullah'a nisbetle şer'î bir delil olduğunu ortaya koymuşlardır. Bu durumda, fetva makamında bulunan kişiye nisbetle de hüküm aynı olacaktır. Fiilî fetva babında ileri sürülen deliller aynısıyla tereddütsüz olarak bu konu için de geçerlidir. İşte bu anlayıştan hareketledir ki, selef-i sâlih iyiliği emretmek, kötülüğü yasaklamak (emri bi'1-ma'rûf ve nehyi ani'l-münker) görevinin yerine getirilmesi konusuna son derece önem vermişler, bunun üzerinde azim ve sebatla durmuşlar, bu konuda karşılaşabilecekleri güçlüklere, ölüm vb. gibi sonuçlar da dahil olmak üzere maruz kalabilecekleri zararlara aldırış etmemişlerdir. Kötülüğün önünün alınması konusunda ruhsat hükümle amel etmeyi yeğleyen kimseler, dinini yaşamak için uzlete çekilmiş ve yalnız yaşamışlardır.[40] Tabiî bunu yaparken de, yaptıkları bu işin, kötülüklerin önlenmesi ilkesinin terkinin getireceği zarardan daha büyük bir zararın ortaya çıkmaması noktasını göz önünde bulundurmuşlardır. Çünkü iki serden daha hafif olanını (ehven-i şerreyn) işlemek, her iki şerri de birden işlemekten daha evlâdır. Mesele aslında, iyiliği emretme ve kötülüğü yasaklama konusundaki kaidenin çalıştırılması sonucuna çıkmaktadır. Bu konuda söz konusu olan üç mertebe[41], delilleri ile birlikte olmak üzere ilgili eserlerde ele alınmış ve açıklanmıştır. [42]
Konular
- ÜÇÜNCÜ MESELE:
- DÖRDÜNCÜ MESELE:
- BEŞİNCİ MESELE:
- ALTINCI MESELE:
- YEDİNCİ MESELE:
- SEKİZİNCİ MESELE:
- DOKUZUNCU MESELE:
- ONUNCU MESELE:
- ON BİRİNCİ MESELE:
- ON İKİNCİ MESELE:
- ON ÜÇÜNCÜ MESELE:
- ON DÖRDÜNCÜ MESELE:
- İKİNCİ TARAF: FETVA
- MÜCTEHİDİN VERDİĞİ FETVAYA MÜTEALLİK KONULAR
- BİRİNCİ MESELE:
- İKİNCİ MESELE:
- ÜÇÜNCÜ MESELE:
- DÖRDÜNCÜ MESELE:
- ÜÇÜNCÜ TARAF: İSTİFTÂ VE İKTİDÂ
- BİRİNCİ MESELE:
- İKİNCİ MESELE:
- ÜÇÜNCÜ MESELE:
- DÖRDÜNCÜ MESELE:
- BEŞİNCİ MESELE:
- ALTINCI MESELE:
- YEDİNCİ MESELE:
- SEKİZİNCİ MESELE:
- DOKUZUNCU MESELE:
- EK:1 TEARUZ VE TERCİH
- BİRİNCİ MESELE: