DÖRDÜNCÜ MESELE:
Fetvada, en üst dereceye ulaşabilen müftî, insanları, halkın çoğunluğuna uygun düşecek biçimde itidal üzere olmaya sevkedebilen kimsedir. İdeal müftî hiçbir zaman insanları şiddet tarafına sevketmeyeceği gibi, çözülmeye götürebilecek tarafa da sevketmez; ifrat ve tefrit arasında orta yolu korumaya çalışır.
Bunun doğruluğunun delili, şeriatın orta yolcu özelliğidir. Bilindiği üzere İslâm şeriatı denge şeriatıdır. Daha önce de geçtiği üzere, Sâri' Teâlâ'nın mükelleften istediği şey, ifrat ve tefrite düşmeksizin din yoluna sülük etmesidir. Buna göre müftî, müsteftîye vereceği fetvada bu noktayı göz önünde bulundurmaz ve orta yoldan çıkarsa, Sâri' Teâlâ'nın kasdını ihlal etmiş olur. Bu yüzdendir ki dinde derinleşmiş ilim erbabına göre, orta yoldan çıkan ve ifrat ya da tefriti temsil eden görüşler yerilmiş, iyi karşılanmamıştır.
İkincisi, bu ortayolcu yaklaşım, Rasûlullah'ın ve değerli ashabının tutmuş oldukları yol olmaktadır. Rasûlullah bazı sahâbîlerin rahipler gibi evlenmeksizin uzlete çekilerek yaşama teklifini geri çevirmiştir. Muâz, cemaatle namaz kıldırırken çok uzatmış ve bu yüzden şikayete konu olmuştu. Bunun üzerine Rasûlullah kendisine: "Muâz! Sen fitneci misin?!" diye ağır uyarıda bulunmuş ve: "İçinizde dinden nefret ettirenler var!" demiştir.[66] Yine o, şöyle buyurmuştur:
"...(Ashabım!) Doğruluğa dikkat edin, ibâdetinizde ifrata düşmeyin. (Yolcu gibi) gündüzün ilk ve son saatlerinde yürüyün, gecenin bir saatinden de istifade edin. (Her hal ve hareketinizde) itidali elden bırakmayın ki maksadınıza ulaşasınız'[67]Bir başka defasında:
"Amellerden güç yetirebileceğiniz şeyleri yapmaya çalışınız. Çünkü siz usanmadıkça Yüce Allah asla (sevap vermekten) usan-mayacaktır'[68] buyurmuştur. Yine o: "Ameller içerisinde Allah'a en sevimli olanı, az da olsa sahibinin üzerinde devamlı olduğu amel-dir'[69] buyurmuştur. Visal orucunu tutmalarına izin vermemiştir. Ve buna benzer itidali isteyen, ifrat ve tefriti kötü gören daha pek çok örnek vardır.[70]
Sonra orta yolu bırakıp da kenarlara çıkmak, adaleti terket-mek demektir ve bu yolla halkın maslahatlarının gerçekleştirilmesi mümkün değildir. İfrat (teşdîd) tarafı, insanları helake sürükler. Tefrit (çözülme) tarafi da sonuçta aynıdır. Zira müsteftî, sıkıntı ve meşakkat yoluna sokulması halinde dinden nefret eder ve bu onun âhiret yoluna suluktan kesilmesi sonucunu doğurur. Nitekim bu tecrübe ile sabit bulunmaktadır. Tefrit yani ihmal ve aldırmama yoluna sevkedilmesi halinde ise, kişi heva ve heveslerinin peşine takılıp yoluna bu şekilde devam eder. Oysa ki şeriat, insanları heva ve heveslerinin esiri olmaktan kurtarmak için gelmiştir. Nefsânî arzuların peşinden gidilmesi helak edici bir durumdur. Velhasıl bu konuda deliller çoktur.
Fasıl:
Buna göre, fetva verirken mutlak surette ruhsatlara meylederek, orta yoldan yürüme, itidali elden bırakmama esasına ters düşer. Nitekim ifrat (teşdîd) yani zorlaştırma yoluna gitmek de aynı şekilde İtidal esasına terstir.
Muhtemelen bazı insanlar, ruhsatların terkedilmesinin bir ifrat (teşdid) yani zorlaştırma yolu olduğu zehabına kapılmışlardır. Bunlar ifrat ve tefrit arasında bir orta yol (İtidal) mertebesi de kabul etmemektedirler. Bu yanlıştır. Orta yol, şeriatın büyük çoğunluğu ve Kitab'ın esasıdır.[71] Şer'î hükümlere konu olan mahalleri tam istikra yolu ile araştıran kimseler, bunun böyle olduğunu bilirler. Kendisini ilim adamı zanneden kimselerden bu gibilerinin yaptığı şey, ilmî meselelerde mevcut bulunan görüş ayrılıklarına yapışmak olmaktadır. Bu gibileri müsteftînin arzusuna en uygun düşecek görüş hangisi ise onunla fetva vermek gibi bir araştırma içerisindedirler.[72]Bunu yaparken de şöyle demektedirler: Görüş ayrılığı bulunan bir konuda, müsteftînin nefsine ağır gelecek görüşü seçip onun doğrultusunda fetva vermek, onu zora koşmak ve sıkıntı altına sokmak mânâsına gelir. Halbuki görüş ayrılıklarının bulunması rahmettir ve rahmet ancak bu şekilde gerçekleşir. Teşdîd ile tahfif yani zorlaştırma ile kolaylaştırma arasında bir mertebe de yoktur. Bu anlayış, şeriatta gözetilen mânânın tamamen tersine çevrilmesi demektir. Daha önce de geçtiği üzere, heva ve heveslere tâbi olmak, ruhsat kapısının açılmasına sebebiyet verecek türde bir meşakkat değildir. Görüş ayrılıklarının rahmet olması ise bir başka açıdandır. Şeriat, insanları orta yola (itidale) sevketmek demektir; mutlak surette hafifletme yoluna gitmek değildir.Aksi takdirde bundan teklifin tümden ortadan kalkması gibi bir sonuç lâzım gelir. Zira teklif haddizatında bir yük, sıkıntı ve nefsin arzularına muhalefet demektir. Şeriat, mutlak anlamda zorlaştırma yoluna girmek de değildir. Bu itibarla müftî bu konuda çok dikkatli olmalıdır. Çünkü bu konu, açık olmasına rağmen ayakların kayabileceği, insanların yanılabileceği bir konu olma özelliği taşımaktadır.
Fasıl:
Müctehid, söz konusu kendisi olduğu zaman, Ruhsat bahsinde geçen esastan hareketle, orta yolu bırakarak daha ağır yükümlülüklerin altına girebilir. Ancak o, hem sözü hem de fiili ile kendisine tâbi olunan bir konumda olması hasebiyle, yaptığım gizlemeli-dir. Çünkü, işlediği bu ağır mükellefiyet konusunda kendisini görenler, onu taklid yoluna gidebilirler. Belki bu konuda, o fiile güç yetiremeyecekler de onu taklide yeltenir ve sonuçta takati kesilir ve amelden kopar. Gizlemeye çalıştığı halde, eğer insanlar onun durumuna vakıf olurlarsa, o zaman onları bu konuda uyarır. Nitekim Rasûlullah böyle yapmaktaydı. Zira kendisi hem ibadetçe hem de huyca insanlardan üstün bulunuyordu. O, herkes için bir örnekti. Bu itibarla işlemekte olduğu ağır amellere muttali olun-muşsa, diğer insanlar da kendisine uyarlardı. İşte bu yüzden Rasûlullah, bazı konularda ashabını kendisi gibi hareket etmekten menetmişti. Meselâ visal orucu tutmayı yasaklaması böyle idi. (Abdullah) b. Amr b. el-As'a peşi peşine sürekli oruç tutmamasını emretmesi böyle idi. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: "Hem bilin ki, içinizde Allah'ın elçisi vardır. Şayet o, birçok işlerde size uysaydı, sıkıntıya düşerdiniz'[73] O, (Zeyneb'e) ait ibadet esnasında yorulduğu zaman tutunmakta olduğu iki direk arasında bağlı bulunan ipin çözülmesini emretmiş ve el-Havlâ bt. Tuveyt'in geceleri hep ibadetle geçirmesine tepki göstermiştir.[74] Bazı kereler, insanlar kendisine tâbi olurlar ve sonunda üzerlerine farz kılınır endişesiyle, yapmak istediği bazı amelleri terketmiştir.[75] İşte bu düşünceden hareketle Allah daha iyi bilir ama selef-i sâlih, örnek edinilirler korkusuyla amellerini gizlemişlerdir. Tabiî gizlemelerinin bunun yanında riyadan kaçınmak vb. başka sebepleri de vardı. Amellerin açıktan işlenilmesi, örnek alınma sonucunu da beraberinde getireceğine göre, müftînin ancak halkın çoğunluğunun kolayca götürebileceği amelleri açıktan yapması uygun olacaktır.
Fasıl:
Sâri' Teâlâ'nın kasdına uygun olan, madem ki insanları orta yol (itidal) üzere sevketmektir ve selef-i salibin üzerinde olduğu yol da budur, o halde mukallidin bu noktayı göz önünde bulundurması [26i] ve mezhepler içerisinden hangisi bu yol üzere bulunuyorsa, ona uymanın ve onu dikkate aîmamn daha uygun olacağını bilmesi gerekir. Her ne kadar mezheplerin tamamı bizi Allah'a götüren yollar ise de, mutlaka bunların içerisinden birinin tercihi gerekmektedir. Çünkü bir gerekçeye dayalı olarak yapılan tercih sonucunda kullukta bulunmak, heva ve heveslerin peşine takılmış olmaktan daha uzak ve içtihadı meselelerde Sâri' Teâlâ'nın kasdını yakalamış olmaya daha yakındır. İşte bu noktadan hareketledir ki, âlimler İmam Davud'un mezhebini, her halükârda lâfzın zahirine itibar etmesi sebebiyle, "hicrî iki yüz yılından sonra ortaya çıkmış bir bidat"olarak nitelemişlerdir. Re'y taraftarları hakkında da: "Kıyas konusunda fazla derine dalan kişi, mutlaka sünnetten ayrılır" demişlerdir. Bu iki aşın uç arasında eğer başka bir görüş daha varsa, işte uyulmaya daha layık olan odur. Bu mezhebin tayini konusu ise, ehlinin bileceği bir iştir. Allah'u a'lem! [76]
[1] Müftînin Rasûlullah'ın (s.a.) makamına kâim olması şu yönlerden olur:
1. Genel olarak şeriat ilminde onun varisi olması yönünden.
2. Şeriatı insanlara tebliğ etmesi, onu bilmeyenlere Öğretmesi, onunla uyanda bulunması yönünden.
3. Hüküm istinbâtı yapılması gereken yerlerde bütün gücünü sarfe-derek ictihâdda bulunması yönünden.
Bu mertebelerden her biri, bir önceki mertebeye nisbetle daha yüce bir mevkide bulunmaktadır. Müellif, birinci mertebe hakkında delil olarak iki hadis ile, iki âyet getirmiştir. İkinci âyetin baş tarafı, ilme veraseti, ikincinin son tarafı birinci ile, genel olarak veraseti özel olarak da inzârda veraseti ifade etmektedir. Eğer müellif, bu ikisini ikinci mertebede zikretmek üzere geriye alsaydı, daha uygun olurdu. İkinci mertebe hakkında üç hadisle istidlalde bulunmuştur. Üçüncü mertebenin delilleri ise, ictihâd için getirilen delillerin aynısıdır. Bu üçüncü mertebe, müftînin Rasûlullah'ın (s.a.) makamına kâim olması, ona halef bulunması bakımından en önemli mertebedir. Nitekim müellif bunu söyleyecektir. Bu izahımızla söz, daha iyi açıklık kazanmıştır. Üç durum (mertebe) tek bir nev'i üzerine delil değildir; aksine delillendirilmek istenen şey, üç nev'i olmaktadır ve hepsi de Rasûlullah'a (s.a.) halef olma (hilâfet) mânâsı içerisinde dahil bulunmaktadır. Nev'iler farklı olduğu gibi, delilleri de farklıdır.
[2] Ebû Dâvûd, İlim, 1; Tirmizî, İlim, 19 ; İbn Mâce, Mukaddime, 17.
[3] Hûd 11/12.
[4] Tevbe 9/122.
[5] Hadis, Veda hutbesinden bir parçadır, bkz. Buhârî, Hacc, 132 ; Müslim,
Hacc, 446.
[6] Buhârî, Enbiyâ, 50 ; Tirmizî, İlim, 13.
[7] Eb'û Dâvûd, İlim, 10.
[8] Sâri', mutlak anlamda sadece Ailah Teâlâ'dır. Geniş anlamda Rasûlullah (s a.) da, bu kavram içerisine girmektedir. Burada kastedilen de budur. (Ç)
[9] Yani vahiy yoluyla veya bazılarına göre aynı zamanda ictihâdla da.
[10] Bu söz, İhyâ'da Abdullah b. Ömer'in sözü (mefkûf) olarak geçmektedir. Ancak merfû olarak da rivayet ediliniştir.
[11] Menşurun buradaki en yakın mânâsı muhtemelen mühürsüz padişah fermanı demektir. Az önce geçen ulemânın Rasûlullah'a (s.a.) halef olduğunu gösteren âyet ve hadisler, bu mânâya işaret etmektedir.
[12] Nisa 4/59.
[13] Şâtıbi, el-Muvâfakât, İz Yayıncılık: 4/245-247
[14] el-Mesâbîh adlı eserde: "Böyle, böyle ve böyledir" buyurmuş ve üçüncüsünde baş parmağını yummuş, ikinci defasında da üçünde de parmakları açık olarak, "Ay böyle, böyle ve böyledir" buyurmuştur, denir. Yani 'ay, yirmi dokuz ve otuz gün çeker' mânâsına el işareti yapmıştır, bkz. Buhârî, Savm, 11; Müslim, Sıyâm, 4 vd.; Ebû Dâvûd, Savm, 4.
[15] Buhârî, İlim, 24.
[16] Buhârî, İlim, 24, Edeb, 39 ; Müslim, İlim, 11.
[17] bkz. Buhârî, İlim, 24.
[18] Ebû Dâvûd, Salât (Mevâkît), 1; Müslim, Mesâcid, 179; Tirmizî, Mevâkît, 1.
Rasûlullah {s.a.), iki gün, birincisinde namazları ilk vaktinde, ikincisinde de son vakitlerinde kıldırıp öyle bıraksa ve arkasından "Vakit, bu ikisi arasındadır" şeklinde sözlü beyanda bulunmasa idi, o zaman fiilî fetvaya örnek olurdu. Bu sözü söyleyince, o zaman fetva mücerred fiil ile değil, bu sözle olmaktadır. Şu kadar ki, iki gün boyunca kılman namaz, fetvanın bu kısacık sözle verilebilmesine yardımcı olmuştur. Evet, fiilin beyanın güçlü olmasında önemli katkısı bulunmaktadır. Ancak burada fetva sözlüdür; açıklık kazanması ve vecizliği ise fiil üzerine bina edilmiştir. Hem fiil hem de sözden mürekkeptir demek de mümkündür.
[19] Meselâ, hafızasından şikayetçi olan sahâbîye, eliyle işaret ederek yazmasını tenbihlemesi gibi.
[20] Yani, Rasûlullah'ın (s.a.) fiillerine uymanın gerekliliğini belirten sözlü genel delili.
[21] Ahzâb 33/37.
[22] Mümtehine 60/4.
[23] Muvatta, Sıyâm, 13 (1/291).
[24] Buhârî, Ezan, 18, Edeb, 27.
[25] Yani hac esnasında yapılması gereken işleri. (Ç)
[26] Nesâî, Menâsik, 220.
[27] Müellif, bununla içerisinde Rasûlullah'ın (s.a.) fiillerine uyukhığu tasrih edilen pek çok hadisi kastetmektedir. Bunlardan bir kısmı Hacc konusuyla ilgilidir, özellikle de Uheyd b. Cüreyc hadisi bunlar içerisinde zikre değerdir.
[28] Eğer beyan kastetmemişse, mücerred insanın yaratılışında gözde büyütülen insanların fiillerini taklide karşı bir meyilin bulunması, müftînin fiillerini şer1! bir delil kılmaya yeterli olur mu? Bu husus üzerinde düşünmek gerekir.
[29] Yani, uymanın başka birine uyma söz konusu olduğu için terkedilmesi hali.
[30] Bakara 2/170.
[31] Sâd38/5.
[32] Hacc 22/78.
[33] Nahl 16/123.
[34] Nahl 16/125.
[35] Daha önce geçti bkz. [2/138].
[36] Daha önce geçti bkz. [1/343].
[37] Ebû Saîd şöyle anlatır: Rasûlullah (s.a.) yağmurdan oluşan bir suyun başına geldi, insanlar sıcak bir günde oruçlu ve yaya idiler. Kendisi (s.a.) ise bir katır üzerinde binili idi. Onlara: "Ey insanlar! îçin!" diye emretti. Onlar buna yanaşmadılar. Rasûlullah (s.a.): "Ben sizin gibi değilim. Ben sizin en az meşakkat çekeninizim, ben bindiyim" dediyse de yine yanaşmadılar. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.) dizini büktü, indi ve sudan içti. Ona bakarak diğer insanlar da içtiler. Aslında kendisi içmek istemiyordu, bkz. Ahmed, 3/46.
[38] Gözlemlerimiz ve vakıa sonucunda da biliyoruz ki sözler ile fiiller arasındaki fark açıktır. Bu işi üstlenenlerden birçoğu, sözlü fetva konusunda tam duyarlılık göstermekte ve kılı kırk yararcasına hassas olmaktadırlar. Bununla birlikte fiilleri, bazen verdikleri fetvaya muhalif düşebilmekte-dir. Özellikle de zorunlu olmaksızın istenilen, keza haram olmaksızın terki matlup olan konularda kendi nefisleri hakkında ruhsat yollarını tutmakta, işin kolayına gidebilmektedirler.
[39] Müftîye yaraşan, yapması gereken ayrı şey, onun fiillerinin şer'î bir delil kılınması ayn şeydir. Bu itibarla bu konuda müellife katılmak yerinde olmaz.
[40] Yani kötülüğü önlemek istediği zaman karşılaşacağı zararın daha büyük olacağını gördüklerinde uzleti ve insanlardan uzak durmayı tercih edenler olmuştur.
[41] Yani kötülüğün el ile, dil ile ve kalp ile değiştirilmesi.
[42] Şâtıbi, el-Muvâfakât, İz Yayıncılık: 4/247-253
[43] İleride sıhhatten maksadın, şer'î hükümdeki sahihlik değil de, onunla faydalanma olduğu gelecektir.
Yani böyle birinden sadır olan fetvanın kıymeti olmaz, ondan istifade edilemez; onun getirdiği hükme güven duyulamaz. Çünkü müftî, Rasûlullah'ın (s.a.) varisi ve onun halefi durumundadır. Kendisi, uyulma ve örnek alınma makamında bulunmaktadır. Bu açıdan bakıldığı zaman, sözüne fiilinin muhalif düşmesi halinde, kendi kendisini yalanlamış gibi bir duruma düşecektir. Hiç şüphe yoktur ki, birşeyi haber verip arkasından kendi kendisini yalanlayan bir kimsenin sözü itibardan düşer, görüşü (aslında değerli bile olsa) atılır ve ona güven duyulamaz. Bu bahiste anlatılmak istenilen kısaca budur.
[44] Yani kâmil yâ da noksan olan imandan.
[45] Ahzâb 33/23.
[46] Tevbe 9/75-77.
[47] Tevbe 9/119.
[48] Yani şöyle demektir: "Ey inananlar! Allah'tan sakının, doğruluk ve samimi niyet konusunda onlar gibi olun!" Nitekim yapılan tefsirlerden biri bu şekildedir. el-Âlûsî, bu tefsirin uygun olduğunu söylemiştir. Bu durumda mânâ: "O müslümanlar, sözleri fiilleri ile uygunluk arzetmiş kimselerdir. Onlar, diğerleri gibi asılsız mazeret beyanı gibi bir yola girmemişlerdir" şeklinde demek olur. Şöyle de denilebilir: Ayetin sebebi ki sözlerinin fiillerine uygunluğu olmaktadır her ne kadar husûsî ise de, doğruluk (sıdk) sözcüğü çoğunluk ulemâya göre daha geniş manâsıyla ki bu, haberin nisbetinin vakıaya uygun olması demektir, garazın hususîliğine delâlet eder. Bu da kişinin sözünün fiiline uygun düşmesidir. Bu, ulemâya göre doğruluk (sıdk) sözcüğünün husûsî mânâsı olmaktadır.
[49] Oruçlu iken eşini öpme hakkında. (Ç)
[50] Buhârî, Nikâh, 1 ; Müslim, Sıyâm, 79.
[51] Çünkü Şuayb (s.a.) Tevhîd'e çağrıda bulunuyordu. Eğer onların şirklerine dönecek olsaydı, o zaman fiili sözünü doğrulamazdı ve yalancı olurdu.
[52] A'râf7/89.
[53] Hûd 11/88. Yani nasihatimi dinleyip, ölçü ve tartıda hile yapmaktan, putlara tapmaktan ve diğer günahlardan kaçındıysanız, bilin ki bunları ben de yapmıyorum, bu konularda ben de sizden farklı davranmıyorum. Çünkü peygamberler hiçbir zaman birgeyi yasaklayıp da arkasından dönüp kendileri o şeyi işlemezler; onların fiilleri sözlerine hiçbir zaman ters düşmez.
[54] Aslında Rabîa cahiliye devrinde öldürülmüş değildir; o Hz. Ömer devrine kadar yaşamıştır. Öldürülen ona ait bir çocuktu. Velisi olması hasebiyle kan kendisine nisbet edilmiştir.
[55] Daha önce de geçmişti, bkz. [4/41].
[56] Buhârî, Hudûd, 12 ; Müslim, Hudûd, 8 ; Ebû Dâvûd, Hudûd, 4.
[57] Bakara 2/44.
[58] Saf 61/2-3.
[59] Çünkü vaizin yaptığı ile anlattıkları (her zaman) birbirine uymaz; bu yüzden de onun Allah'ın gazabına uğramasından korkulur. Dinleyici ise, belki duydukları ile amel eder, bu yüzden de rahmete ulaşır.
[60] İyiliği emretme ve kötülüğü önleme külli bir esastır. Yapılan faaliyetin en üst düzeyde fayda vermesi ve etkin olabilmesi için, bu görevi yerine getirecek kişi tarafından emredilen şeyin yapılması, yasaklanılan şeyin terke-dilmesi ise bu esasın tamamlayıcı unsurlarından olmaktadır. Ancak bu şart her zaman ve mekanda mutlak surette aranması gerekli bir şart kabul edilecek olursa, o zaman bu, külli esasın tümden ortadan kalkması gibi bir sonucu gerekli kılar. Dolayısıyla böyle bir zamanda sözü edilen tamamlayıcı unsur, itibardan düşer.
[61] Yani bazen bu gibi fetvalardan da istenilen netice alınabilir; ancak bu hiçbir zaman bidüziyelik arzetmez. Sözü fiiline uygun düşen müftîden sadır olan fetvada ise durum böyle değildir. Ondan istifade her zaman için ya da en azından çoğunlukla mümkündür.
[62] Yani fetva verebilme için gerekli bulunan adalet şartını kaybeden bu kişiye fetva verme yükümlülüğü gibi bir sorumluluk yönelir mi?
[63] Hanefilerin, böyle bir şartı yükümlülük konusunda aradıkları ileri sürülmüştür. Ancak onlar bunun genel olmayacağını ifade etmişler ve akıl sahibi hiçbir kimsenin böyle birşey söyleyemeyeceğini belirtmişlerdir. Onlarla Şâfiîler arasında bulunan asıl tartışma mahalli, hususiyle kâfirlerin furû meseleleriyle de ayrıca yükümlü tutulup tutulmayacağı konusunda olmaktadır. Buna göre, söz konusu görüş ayrılığının buradaki meseleye temel teşkil edeceğini söylemek doğru olmayacaktır.
[64] Yani o müftî, fetva verme mükellefiyeti ile, müsteftî de o müftînin verdiği fetvayı kabul ve gereği ile amel etme ile yükümlüdür. (Ç)
[65] Şâtıbi, el-Muvâfakât, İz Yayıncılık: 4/253-260
[66] Daha önce geçmişti, bkz. [1/343]
[67] Buhârî, Rikâk, 18.
Hadisin anlamı şudur: Allah'a olan tâatinizi gerçekleştirme konusunda zinde olduğunuz ve kalplerinizin meşgul olmadığı anlarda işleyeceğiniz amellerden istifade etmeye çalışın. Öyleki ibâdetlerden haz ala, usan-mayasmız. Böylece amacınıza ulaşasınız. Nitekim tecrübeli yolcu da bu vakitlerde yol alır. Hem kendisi hem de bineği şâir vakitlerde dinlenir, istirahat eder. Böylece varacağı yere yorgun düşmeden ulaşır. Allah'u âlem! (Ç)
[68] Müslim, Sıyâm, 177.
[69] Buhârî, Rikâk, 18 ; Müslim, Müsâfirin, 215 ; îbn Mâce, Zühd, 28.
[70] Bu konuda daha önce Ruhsat bahsinde geniş açıklamalar geçmişti, bkz. [1/343]
[71] Yani çoğunluğu teşkil eden ve muhkem olan azimet hükümlerdir. (Ç)
[72] Bu konu ile ilgili olarak yeterli açıklama geçmişti, bkz. İctihâd bölümünün Üçüncü Mesele'si.
[73] Hucurât 49/7.
[74] Daha önce geçmişti, bkz. [1/343].
[75] Teravih namazını cemaatle mescidde kılmayı terketmesi gibi.
[76] Şâtıbi, el-Muvâfakât, İz Yayıncılık: 4/260-265
Bunun doğruluğunun delili, şeriatın orta yolcu özelliğidir. Bilindiği üzere İslâm şeriatı denge şeriatıdır. Daha önce de geçtiği üzere, Sâri' Teâlâ'nın mükelleften istediği şey, ifrat ve tefrite düşmeksizin din yoluna sülük etmesidir. Buna göre müftî, müsteftîye vereceği fetvada bu noktayı göz önünde bulundurmaz ve orta yoldan çıkarsa, Sâri' Teâlâ'nın kasdını ihlal etmiş olur. Bu yüzdendir ki dinde derinleşmiş ilim erbabına göre, orta yoldan çıkan ve ifrat ya da tefriti temsil eden görüşler yerilmiş, iyi karşılanmamıştır.
İkincisi, bu ortayolcu yaklaşım, Rasûlullah'ın ve değerli ashabının tutmuş oldukları yol olmaktadır. Rasûlullah bazı sahâbîlerin rahipler gibi evlenmeksizin uzlete çekilerek yaşama teklifini geri çevirmiştir. Muâz, cemaatle namaz kıldırırken çok uzatmış ve bu yüzden şikayete konu olmuştu. Bunun üzerine Rasûlullah kendisine: "Muâz! Sen fitneci misin?!" diye ağır uyarıda bulunmuş ve: "İçinizde dinden nefret ettirenler var!" demiştir.[66] Yine o, şöyle buyurmuştur:
"...(Ashabım!) Doğruluğa dikkat edin, ibâdetinizde ifrata düşmeyin. (Yolcu gibi) gündüzün ilk ve son saatlerinde yürüyün, gecenin bir saatinden de istifade edin. (Her hal ve hareketinizde) itidali elden bırakmayın ki maksadınıza ulaşasınız'[67]Bir başka defasında:
"Amellerden güç yetirebileceğiniz şeyleri yapmaya çalışınız. Çünkü siz usanmadıkça Yüce Allah asla (sevap vermekten) usan-mayacaktır'[68] buyurmuştur. Yine o: "Ameller içerisinde Allah'a en sevimli olanı, az da olsa sahibinin üzerinde devamlı olduğu amel-dir'[69] buyurmuştur. Visal orucunu tutmalarına izin vermemiştir. Ve buna benzer itidali isteyen, ifrat ve tefriti kötü gören daha pek çok örnek vardır.[70]
Sonra orta yolu bırakıp da kenarlara çıkmak, adaleti terket-mek demektir ve bu yolla halkın maslahatlarının gerçekleştirilmesi mümkün değildir. İfrat (teşdîd) tarafı, insanları helake sürükler. Tefrit (çözülme) tarafi da sonuçta aynıdır. Zira müsteftî, sıkıntı ve meşakkat yoluna sokulması halinde dinden nefret eder ve bu onun âhiret yoluna suluktan kesilmesi sonucunu doğurur. Nitekim bu tecrübe ile sabit bulunmaktadır. Tefrit yani ihmal ve aldırmama yoluna sevkedilmesi halinde ise, kişi heva ve heveslerinin peşine takılıp yoluna bu şekilde devam eder. Oysa ki şeriat, insanları heva ve heveslerinin esiri olmaktan kurtarmak için gelmiştir. Nefsânî arzuların peşinden gidilmesi helak edici bir durumdur. Velhasıl bu konuda deliller çoktur.
Fasıl:
Buna göre, fetva verirken mutlak surette ruhsatlara meylederek, orta yoldan yürüme, itidali elden bırakmama esasına ters düşer. Nitekim ifrat (teşdîd) yani zorlaştırma yoluna gitmek de aynı şekilde İtidal esasına terstir.
Muhtemelen bazı insanlar, ruhsatların terkedilmesinin bir ifrat (teşdid) yani zorlaştırma yolu olduğu zehabına kapılmışlardır. Bunlar ifrat ve tefrit arasında bir orta yol (İtidal) mertebesi de kabul etmemektedirler. Bu yanlıştır. Orta yol, şeriatın büyük çoğunluğu ve Kitab'ın esasıdır.[71] Şer'î hükümlere konu olan mahalleri tam istikra yolu ile araştıran kimseler, bunun böyle olduğunu bilirler. Kendisini ilim adamı zanneden kimselerden bu gibilerinin yaptığı şey, ilmî meselelerde mevcut bulunan görüş ayrılıklarına yapışmak olmaktadır. Bu gibileri müsteftînin arzusuna en uygun düşecek görüş hangisi ise onunla fetva vermek gibi bir araştırma içerisindedirler.[72]Bunu yaparken de şöyle demektedirler: Görüş ayrılığı bulunan bir konuda, müsteftînin nefsine ağır gelecek görüşü seçip onun doğrultusunda fetva vermek, onu zora koşmak ve sıkıntı altına sokmak mânâsına gelir. Halbuki görüş ayrılıklarının bulunması rahmettir ve rahmet ancak bu şekilde gerçekleşir. Teşdîd ile tahfif yani zorlaştırma ile kolaylaştırma arasında bir mertebe de yoktur. Bu anlayış, şeriatta gözetilen mânânın tamamen tersine çevrilmesi demektir. Daha önce de geçtiği üzere, heva ve heveslere tâbi olmak, ruhsat kapısının açılmasına sebebiyet verecek türde bir meşakkat değildir. Görüş ayrılıklarının rahmet olması ise bir başka açıdandır. Şeriat, insanları orta yola (itidale) sevketmek demektir; mutlak surette hafifletme yoluna gitmek değildir.Aksi takdirde bundan teklifin tümden ortadan kalkması gibi bir sonuç lâzım gelir. Zira teklif haddizatında bir yük, sıkıntı ve nefsin arzularına muhalefet demektir. Şeriat, mutlak anlamda zorlaştırma yoluna girmek de değildir. Bu itibarla müftî bu konuda çok dikkatli olmalıdır. Çünkü bu konu, açık olmasına rağmen ayakların kayabileceği, insanların yanılabileceği bir konu olma özelliği taşımaktadır.
Fasıl:
Müctehid, söz konusu kendisi olduğu zaman, Ruhsat bahsinde geçen esastan hareketle, orta yolu bırakarak daha ağır yükümlülüklerin altına girebilir. Ancak o, hem sözü hem de fiili ile kendisine tâbi olunan bir konumda olması hasebiyle, yaptığım gizlemeli-dir. Çünkü, işlediği bu ağır mükellefiyet konusunda kendisini görenler, onu taklid yoluna gidebilirler. Belki bu konuda, o fiile güç yetiremeyecekler de onu taklide yeltenir ve sonuçta takati kesilir ve amelden kopar. Gizlemeye çalıştığı halde, eğer insanlar onun durumuna vakıf olurlarsa, o zaman onları bu konuda uyarır. Nitekim Rasûlullah böyle yapmaktaydı. Zira kendisi hem ibadetçe hem de huyca insanlardan üstün bulunuyordu. O, herkes için bir örnekti. Bu itibarla işlemekte olduğu ağır amellere muttali olun-muşsa, diğer insanlar da kendisine uyarlardı. İşte bu yüzden Rasûlullah, bazı konularda ashabını kendisi gibi hareket etmekten menetmişti. Meselâ visal orucu tutmayı yasaklaması böyle idi. (Abdullah) b. Amr b. el-As'a peşi peşine sürekli oruç tutmamasını emretmesi böyle idi. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: "Hem bilin ki, içinizde Allah'ın elçisi vardır. Şayet o, birçok işlerde size uysaydı, sıkıntıya düşerdiniz'[73] O, (Zeyneb'e) ait ibadet esnasında yorulduğu zaman tutunmakta olduğu iki direk arasında bağlı bulunan ipin çözülmesini emretmiş ve el-Havlâ bt. Tuveyt'in geceleri hep ibadetle geçirmesine tepki göstermiştir.[74] Bazı kereler, insanlar kendisine tâbi olurlar ve sonunda üzerlerine farz kılınır endişesiyle, yapmak istediği bazı amelleri terketmiştir.[75] İşte bu düşünceden hareketle Allah daha iyi bilir ama selef-i sâlih, örnek edinilirler korkusuyla amellerini gizlemişlerdir. Tabiî gizlemelerinin bunun yanında riyadan kaçınmak vb. başka sebepleri de vardı. Amellerin açıktan işlenilmesi, örnek alınma sonucunu da beraberinde getireceğine göre, müftînin ancak halkın çoğunluğunun kolayca götürebileceği amelleri açıktan yapması uygun olacaktır.
Fasıl:
Sâri' Teâlâ'nın kasdına uygun olan, madem ki insanları orta yol (itidal) üzere sevketmektir ve selef-i salibin üzerinde olduğu yol da budur, o halde mukallidin bu noktayı göz önünde bulundurması [26i] ve mezhepler içerisinden hangisi bu yol üzere bulunuyorsa, ona uymanın ve onu dikkate aîmamn daha uygun olacağını bilmesi gerekir. Her ne kadar mezheplerin tamamı bizi Allah'a götüren yollar ise de, mutlaka bunların içerisinden birinin tercihi gerekmektedir. Çünkü bir gerekçeye dayalı olarak yapılan tercih sonucunda kullukta bulunmak, heva ve heveslerin peşine takılmış olmaktan daha uzak ve içtihadı meselelerde Sâri' Teâlâ'nın kasdını yakalamış olmaya daha yakındır. İşte bu noktadan hareketledir ki, âlimler İmam Davud'un mezhebini, her halükârda lâfzın zahirine itibar etmesi sebebiyle, "hicrî iki yüz yılından sonra ortaya çıkmış bir bidat"olarak nitelemişlerdir. Re'y taraftarları hakkında da: "Kıyas konusunda fazla derine dalan kişi, mutlaka sünnetten ayrılır" demişlerdir. Bu iki aşın uç arasında eğer başka bir görüş daha varsa, işte uyulmaya daha layık olan odur. Bu mezhebin tayini konusu ise, ehlinin bileceği bir iştir. Allah'u a'lem! [76]
[1] Müftînin Rasûlullah'ın (s.a.) makamına kâim olması şu yönlerden olur:
1. Genel olarak şeriat ilminde onun varisi olması yönünden.
2. Şeriatı insanlara tebliğ etmesi, onu bilmeyenlere Öğretmesi, onunla uyanda bulunması yönünden.
3. Hüküm istinbâtı yapılması gereken yerlerde bütün gücünü sarfe-derek ictihâdda bulunması yönünden.
Bu mertebelerden her biri, bir önceki mertebeye nisbetle daha yüce bir mevkide bulunmaktadır. Müellif, birinci mertebe hakkında delil olarak iki hadis ile, iki âyet getirmiştir. İkinci âyetin baş tarafı, ilme veraseti, ikincinin son tarafı birinci ile, genel olarak veraseti özel olarak da inzârda veraseti ifade etmektedir. Eğer müellif, bu ikisini ikinci mertebede zikretmek üzere geriye alsaydı, daha uygun olurdu. İkinci mertebe hakkında üç hadisle istidlalde bulunmuştur. Üçüncü mertebenin delilleri ise, ictihâd için getirilen delillerin aynısıdır. Bu üçüncü mertebe, müftînin Rasûlullah'ın (s.a.) makamına kâim olması, ona halef bulunması bakımından en önemli mertebedir. Nitekim müellif bunu söyleyecektir. Bu izahımızla söz, daha iyi açıklık kazanmıştır. Üç durum (mertebe) tek bir nev'i üzerine delil değildir; aksine delillendirilmek istenen şey, üç nev'i olmaktadır ve hepsi de Rasûlullah'a (s.a.) halef olma (hilâfet) mânâsı içerisinde dahil bulunmaktadır. Nev'iler farklı olduğu gibi, delilleri de farklıdır.
[2] Ebû Dâvûd, İlim, 1; Tirmizî, İlim, 19 ; İbn Mâce, Mukaddime, 17.
[3] Hûd 11/12.
[4] Tevbe 9/122.
[5] Hadis, Veda hutbesinden bir parçadır, bkz. Buhârî, Hacc, 132 ; Müslim,
Hacc, 446.
[6] Buhârî, Enbiyâ, 50 ; Tirmizî, İlim, 13.
[7] Eb'û Dâvûd, İlim, 10.
[8] Sâri', mutlak anlamda sadece Ailah Teâlâ'dır. Geniş anlamda Rasûlullah (s a.) da, bu kavram içerisine girmektedir. Burada kastedilen de budur. (Ç)
[9] Yani vahiy yoluyla veya bazılarına göre aynı zamanda ictihâdla da.
[10] Bu söz, İhyâ'da Abdullah b. Ömer'in sözü (mefkûf) olarak geçmektedir. Ancak merfû olarak da rivayet ediliniştir.
[11] Menşurun buradaki en yakın mânâsı muhtemelen mühürsüz padişah fermanı demektir. Az önce geçen ulemânın Rasûlullah'a (s.a.) halef olduğunu gösteren âyet ve hadisler, bu mânâya işaret etmektedir.
[12] Nisa 4/59.
[13] Şâtıbi, el-Muvâfakât, İz Yayıncılık: 4/245-247
[14] el-Mesâbîh adlı eserde: "Böyle, böyle ve böyledir" buyurmuş ve üçüncüsünde baş parmağını yummuş, ikinci defasında da üçünde de parmakları açık olarak, "Ay böyle, böyle ve böyledir" buyurmuştur, denir. Yani 'ay, yirmi dokuz ve otuz gün çeker' mânâsına el işareti yapmıştır, bkz. Buhârî, Savm, 11; Müslim, Sıyâm, 4 vd.; Ebû Dâvûd, Savm, 4.
[15] Buhârî, İlim, 24.
[16] Buhârî, İlim, 24, Edeb, 39 ; Müslim, İlim, 11.
[17] bkz. Buhârî, İlim, 24.
[18] Ebû Dâvûd, Salât (Mevâkît), 1; Müslim, Mesâcid, 179; Tirmizî, Mevâkît, 1.
Rasûlullah {s.a.), iki gün, birincisinde namazları ilk vaktinde, ikincisinde de son vakitlerinde kıldırıp öyle bıraksa ve arkasından "Vakit, bu ikisi arasındadır" şeklinde sözlü beyanda bulunmasa idi, o zaman fiilî fetvaya örnek olurdu. Bu sözü söyleyince, o zaman fetva mücerred fiil ile değil, bu sözle olmaktadır. Şu kadar ki, iki gün boyunca kılman namaz, fetvanın bu kısacık sözle verilebilmesine yardımcı olmuştur. Evet, fiilin beyanın güçlü olmasında önemli katkısı bulunmaktadır. Ancak burada fetva sözlüdür; açıklık kazanması ve vecizliği ise fiil üzerine bina edilmiştir. Hem fiil hem de sözden mürekkeptir demek de mümkündür.
[19] Meselâ, hafızasından şikayetçi olan sahâbîye, eliyle işaret ederek yazmasını tenbihlemesi gibi.
[20] Yani, Rasûlullah'ın (s.a.) fiillerine uymanın gerekliliğini belirten sözlü genel delili.
[21] Ahzâb 33/37.
[22] Mümtehine 60/4.
[23] Muvatta, Sıyâm, 13 (1/291).
[24] Buhârî, Ezan, 18, Edeb, 27.
[25] Yani hac esnasında yapılması gereken işleri. (Ç)
[26] Nesâî, Menâsik, 220.
[27] Müellif, bununla içerisinde Rasûlullah'ın (s.a.) fiillerine uyukhığu tasrih edilen pek çok hadisi kastetmektedir. Bunlardan bir kısmı Hacc konusuyla ilgilidir, özellikle de Uheyd b. Cüreyc hadisi bunlar içerisinde zikre değerdir.
[28] Eğer beyan kastetmemişse, mücerred insanın yaratılışında gözde büyütülen insanların fiillerini taklide karşı bir meyilin bulunması, müftînin fiillerini şer1! bir delil kılmaya yeterli olur mu? Bu husus üzerinde düşünmek gerekir.
[29] Yani, uymanın başka birine uyma söz konusu olduğu için terkedilmesi hali.
[30] Bakara 2/170.
[31] Sâd38/5.
[32] Hacc 22/78.
[33] Nahl 16/123.
[34] Nahl 16/125.
[35] Daha önce geçti bkz. [2/138].
[36] Daha önce geçti bkz. [1/343].
[37] Ebû Saîd şöyle anlatır: Rasûlullah (s.a.) yağmurdan oluşan bir suyun başına geldi, insanlar sıcak bir günde oruçlu ve yaya idiler. Kendisi (s.a.) ise bir katır üzerinde binili idi. Onlara: "Ey insanlar! îçin!" diye emretti. Onlar buna yanaşmadılar. Rasûlullah (s.a.): "Ben sizin gibi değilim. Ben sizin en az meşakkat çekeninizim, ben bindiyim" dediyse de yine yanaşmadılar. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.) dizini büktü, indi ve sudan içti. Ona bakarak diğer insanlar da içtiler. Aslında kendisi içmek istemiyordu, bkz. Ahmed, 3/46.
[38] Gözlemlerimiz ve vakıa sonucunda da biliyoruz ki sözler ile fiiller arasındaki fark açıktır. Bu işi üstlenenlerden birçoğu, sözlü fetva konusunda tam duyarlılık göstermekte ve kılı kırk yararcasına hassas olmaktadırlar. Bununla birlikte fiilleri, bazen verdikleri fetvaya muhalif düşebilmekte-dir. Özellikle de zorunlu olmaksızın istenilen, keza haram olmaksızın terki matlup olan konularda kendi nefisleri hakkında ruhsat yollarını tutmakta, işin kolayına gidebilmektedirler.
[39] Müftîye yaraşan, yapması gereken ayrı şey, onun fiillerinin şer'î bir delil kılınması ayn şeydir. Bu itibarla bu konuda müellife katılmak yerinde olmaz.
[40] Yani kötülüğü önlemek istediği zaman karşılaşacağı zararın daha büyük olacağını gördüklerinde uzleti ve insanlardan uzak durmayı tercih edenler olmuştur.
[41] Yani kötülüğün el ile, dil ile ve kalp ile değiştirilmesi.
[42] Şâtıbi, el-Muvâfakât, İz Yayıncılık: 4/247-253
[43] İleride sıhhatten maksadın, şer'î hükümdeki sahihlik değil de, onunla faydalanma olduğu gelecektir.
Yani böyle birinden sadır olan fetvanın kıymeti olmaz, ondan istifade edilemez; onun getirdiği hükme güven duyulamaz. Çünkü müftî, Rasûlullah'ın (s.a.) varisi ve onun halefi durumundadır. Kendisi, uyulma ve örnek alınma makamında bulunmaktadır. Bu açıdan bakıldığı zaman, sözüne fiilinin muhalif düşmesi halinde, kendi kendisini yalanlamış gibi bir duruma düşecektir. Hiç şüphe yoktur ki, birşeyi haber verip arkasından kendi kendisini yalanlayan bir kimsenin sözü itibardan düşer, görüşü (aslında değerli bile olsa) atılır ve ona güven duyulamaz. Bu bahiste anlatılmak istenilen kısaca budur.
[44] Yani kâmil yâ da noksan olan imandan.
[45] Ahzâb 33/23.
[46] Tevbe 9/75-77.
[47] Tevbe 9/119.
[48] Yani şöyle demektir: "Ey inananlar! Allah'tan sakının, doğruluk ve samimi niyet konusunda onlar gibi olun!" Nitekim yapılan tefsirlerden biri bu şekildedir. el-Âlûsî, bu tefsirin uygun olduğunu söylemiştir. Bu durumda mânâ: "O müslümanlar, sözleri fiilleri ile uygunluk arzetmiş kimselerdir. Onlar, diğerleri gibi asılsız mazeret beyanı gibi bir yola girmemişlerdir" şeklinde demek olur. Şöyle de denilebilir: Ayetin sebebi ki sözlerinin fiillerine uygunluğu olmaktadır her ne kadar husûsî ise de, doğruluk (sıdk) sözcüğü çoğunluk ulemâya göre daha geniş manâsıyla ki bu, haberin nisbetinin vakıaya uygun olması demektir, garazın hususîliğine delâlet eder. Bu da kişinin sözünün fiiline uygun düşmesidir. Bu, ulemâya göre doğruluk (sıdk) sözcüğünün husûsî mânâsı olmaktadır.
[49] Oruçlu iken eşini öpme hakkında. (Ç)
[50] Buhârî, Nikâh, 1 ; Müslim, Sıyâm, 79.
[51] Çünkü Şuayb (s.a.) Tevhîd'e çağrıda bulunuyordu. Eğer onların şirklerine dönecek olsaydı, o zaman fiili sözünü doğrulamazdı ve yalancı olurdu.
[52] A'râf7/89.
[53] Hûd 11/88. Yani nasihatimi dinleyip, ölçü ve tartıda hile yapmaktan, putlara tapmaktan ve diğer günahlardan kaçındıysanız, bilin ki bunları ben de yapmıyorum, bu konularda ben de sizden farklı davranmıyorum. Çünkü peygamberler hiçbir zaman birgeyi yasaklayıp da arkasından dönüp kendileri o şeyi işlemezler; onların fiilleri sözlerine hiçbir zaman ters düşmez.
[54] Aslında Rabîa cahiliye devrinde öldürülmüş değildir; o Hz. Ömer devrine kadar yaşamıştır. Öldürülen ona ait bir çocuktu. Velisi olması hasebiyle kan kendisine nisbet edilmiştir.
[55] Daha önce de geçmişti, bkz. [4/41].
[56] Buhârî, Hudûd, 12 ; Müslim, Hudûd, 8 ; Ebû Dâvûd, Hudûd, 4.
[57] Bakara 2/44.
[58] Saf 61/2-3.
[59] Çünkü vaizin yaptığı ile anlattıkları (her zaman) birbirine uymaz; bu yüzden de onun Allah'ın gazabına uğramasından korkulur. Dinleyici ise, belki duydukları ile amel eder, bu yüzden de rahmete ulaşır.
[60] İyiliği emretme ve kötülüğü önleme külli bir esastır. Yapılan faaliyetin en üst düzeyde fayda vermesi ve etkin olabilmesi için, bu görevi yerine getirecek kişi tarafından emredilen şeyin yapılması, yasaklanılan şeyin terke-dilmesi ise bu esasın tamamlayıcı unsurlarından olmaktadır. Ancak bu şart her zaman ve mekanda mutlak surette aranması gerekli bir şart kabul edilecek olursa, o zaman bu, külli esasın tümden ortadan kalkması gibi bir sonucu gerekli kılar. Dolayısıyla böyle bir zamanda sözü edilen tamamlayıcı unsur, itibardan düşer.
[61] Yani bazen bu gibi fetvalardan da istenilen netice alınabilir; ancak bu hiçbir zaman bidüziyelik arzetmez. Sözü fiiline uygun düşen müftîden sadır olan fetvada ise durum böyle değildir. Ondan istifade her zaman için ya da en azından çoğunlukla mümkündür.
[62] Yani fetva verebilme için gerekli bulunan adalet şartını kaybeden bu kişiye fetva verme yükümlülüğü gibi bir sorumluluk yönelir mi?
[63] Hanefilerin, böyle bir şartı yükümlülük konusunda aradıkları ileri sürülmüştür. Ancak onlar bunun genel olmayacağını ifade etmişler ve akıl sahibi hiçbir kimsenin böyle birşey söyleyemeyeceğini belirtmişlerdir. Onlarla Şâfiîler arasında bulunan asıl tartışma mahalli, hususiyle kâfirlerin furû meseleleriyle de ayrıca yükümlü tutulup tutulmayacağı konusunda olmaktadır. Buna göre, söz konusu görüş ayrılığının buradaki meseleye temel teşkil edeceğini söylemek doğru olmayacaktır.
[64] Yani o müftî, fetva verme mükellefiyeti ile, müsteftî de o müftînin verdiği fetvayı kabul ve gereği ile amel etme ile yükümlüdür. (Ç)
[65] Şâtıbi, el-Muvâfakât, İz Yayıncılık: 4/253-260
[66] Daha önce geçmişti, bkz. [1/343]
[67] Buhârî, Rikâk, 18.
Hadisin anlamı şudur: Allah'a olan tâatinizi gerçekleştirme konusunda zinde olduğunuz ve kalplerinizin meşgul olmadığı anlarda işleyeceğiniz amellerden istifade etmeye çalışın. Öyleki ibâdetlerden haz ala, usan-mayasmız. Böylece amacınıza ulaşasınız. Nitekim tecrübeli yolcu da bu vakitlerde yol alır. Hem kendisi hem de bineği şâir vakitlerde dinlenir, istirahat eder. Böylece varacağı yere yorgun düşmeden ulaşır. Allah'u âlem! (Ç)
[68] Müslim, Sıyâm, 177.
[69] Buhârî, Rikâk, 18 ; Müslim, Müsâfirin, 215 ; îbn Mâce, Zühd, 28.
[70] Bu konuda daha önce Ruhsat bahsinde geniş açıklamalar geçmişti, bkz. [1/343]
[71] Yani çoğunluğu teşkil eden ve muhkem olan azimet hükümlerdir. (Ç)
[72] Bu konu ile ilgili olarak yeterli açıklama geçmişti, bkz. İctihâd bölümünün Üçüncü Mesele'si.
[73] Hucurât 49/7.
[74] Daha önce geçmişti, bkz. [1/343].
[75] Teravih namazını cemaatle mescidde kılmayı terketmesi gibi.
[76] Şâtıbi, el-Muvâfakât, İz Yayıncılık: 4/260-265
Konular
- BEŞİNCİ MESELE:
- ALTINCI MESELE:
- YEDİNCİ MESELE:
- SEKİZİNCİ MESELE:
- DOKUZUNCU MESELE:
- ONUNCU MESELE:
- ON BİRİNCİ MESELE:
- ON İKİNCİ MESELE:
- ON ÜÇÜNCÜ MESELE:
- ON DÖRDÜNCÜ MESELE:
- İKİNCİ TARAF: FETVA
- MÜCTEHİDİN VERDİĞİ FETVAYA MÜTEALLİK KONULAR
- BİRİNCİ MESELE:
- İKİNCİ MESELE:
- ÜÇÜNCÜ MESELE:
- DÖRDÜNCÜ MESELE:
- ÜÇÜNCÜ TARAF: İSTİFTÂ VE İKTİDÂ
- BİRİNCİ MESELE:
- İKİNCİ MESELE:
- ÜÇÜNCÜ MESELE:
- DÖRDÜNCÜ MESELE:
- BEŞİNCİ MESELE:
- ALTINCI MESELE:
- YEDİNCİ MESELE:
- SEKİZİNCİ MESELE:
- DOKUZUNCU MESELE:
- EK:1 TEARUZ VE TERCİH
- BİRİNCİ MESELE:
- İKİNCİ MESELE:
- ÜÇÜNCÜ MESELE: