logo logo

Yeni nesil güncel konularla ilgili sorular ve cevaplar!

Fetvalar.Com

Yeni Nesil Fetvalar

Sistemimize üye olarak sitemizi daha aktif olarak kullanabilirsiniz.

Üyelik için tıkla

Fetvalar.Com

Güncel sorular ve cevapları

ÜÇÜNCÜ MESELE:

Umum için konulmuş sîgalar olduğu konusunda kuşku yoktur. Bu konunun incelenmesi Arap dili mütehassıslarına aittir. Biz bu­rada bir başka nokta üzerinde duracağız; her ne kadar bu, Arap dili mütehassıslannca da ele alınacak konulardan ise de, asıl yeri bizim burada irdelememizdir. Bu konu şudur: Sığaların konuluş (vaz') iti­barıyla delâlet etmiş olduğu umum için iki bakış açısı vardır: 1.
Sîganın, onu vaz' edenler arasındaki mutlak delâleti açısından ele alınır. Usûlcülerin dikkate aldığı yön bu olmaktadır.[32]Bu yüzdendir ki onlara göre tahsis; akıl[33], duyular (gözlem)[34] ve diğer ayrı (munfasıl) tahsis delilleri[35]ile (de) gerçekleşir. 2.

Lafzın kullanılış maksadı açısından ele alınır. Lafız, asıl konu­lusu itibarıyla öyle olmasa bile, câri olan âdetler ondan gözetilen maksadın ne olduğuna hükmeder.

Bu ikincisi lafzın kullanılış (isti'mâl) yönü, birincisi de kıyâsı yönü olmaktadır.

Arap dilinde geçerli olan esaslara göre, lafzın kullanılış yönü, kıyâsî yönü ile çatışırsa, hüküm kullanılış yönüne ait olur.
Şöyle ki: Araplar, sözü genellemek (ta'mîm) istediklerinde maksatlarına (bir bütün olarak) kelâmın mânâsının delâlet edeceği türden sözcükleri seçebilirler ve o laiizlarm tek tek konuluşları iti­barıyla delâlet ettikleri mânâyı itibara almayabilirler, ya da asıl konulmuş oldukları mânâyı itibara alarak onunla sözün umumî kı­lınmasını kastederler. Bütün bunlar halin gereğinin belirlediği şeylerdendir. Açıklamak gerekirse meselâ sözü konuşan kimse, aslî ko-nuluş itibarıyla kendisini de başkalarını da kapsayan bir âmm latiz kullanır, halbuki o bununla kendisini kastetmez ve kendisinin o âmm lafzın gereğine dahil olduğunu düşünmez.[36] Keza bazen âmm ile, o lafzın asıl konuhış mânâsına uygun olabilecek bir sınıfı kaste­dip, diğerlerini kastetmeyebilir. Bazen[37] âmm lafız yerine bir par­çaya delâlet eden lafzı zikreder ve bununla o parçanın bütününü kastetmiş olabilir. Meselâ: "Falan, doğuya batıya sahip" denir[38] bundan maksat bütün yeryüzüdür. "Zeyd'in sırtına karnına vurul­du" denir, her yeri kastedilir. "O, iki doğunun Rabbidir ve iki batı­nın Rabbidir[39]; "Gökte de Tanrı, yerde de Tanrı O'dur"[40] âyetleri de böyledir. Aynı şekilde bir kimse meselâ: "Kim evime girerse ona ikram edeceğim" dediğinde, bundan kendisi kastedilmez. "İnsanla­ra ikram ettim" veya "Kâfirlerle savaştım" denildiği zaman da bun­dan maksat "karşılaştıklarım"dır. Bu durumda lafiz özellikle onlar için âmm olmaktadır. Amm lanzdan kastedilen, hatırdan asla geç­meyenler olmaksızın sadece bunlardır.
İbn Harûf şöyle der: Bir kimse kendisi de evde olduğu halde, evdekilerin hepsini döveceğine dair talâk ve âzâd üzere yemin etse, onların hepsini dövse fakat kendisini dövmese, yemininde sadık olur ve kendisine birşey lâzım gelmez. Yine "Emir, şehirde bulunan herkesi itham etti ve onları dövdü" denildiği zaman, itham ve döv­me içerisine emir girmez. O devamle şöyle der: Aynı şekilde Allah Teâlâ'mn kendisinden haber verdiği "Herşeyin yaratıcısı" gibi âmm lafızların altına Yüce Allah'ın sıfatlarından herhangi birşey girmez. Çünkü Araplar bu gibi sözlerden böyle bir mânâya kasıt ve niyet et­mezler. Bunun bir benzeri de "Allah, herşeyi bilicidir"[41]âyetidir. Her ne kadar Allah Teâlâ zâtını ve sıfatlarını bilici ise de, ancak bu haber sadece yaratıklarla ilgili olmak üzere gelmiştir. O'nun kendi zâtını ve sıfatlarını bilmesi başka birşeydir. Kendisini tanıtma ka­bilinden bu tür her ne haber gelmişse, bunlarda Allah Teâlâ'mn da o bildirilen şeyin umumu altına girip girmeyeceği konusuna bakıl­maz; O'nun sıfatları hitap altına girmez. Bu lisanın konulusundan bilinen birşeydir.
Kısaca, umum konusunda kullanılış şekline (isti'mâl) itibar edilir. Kullanılış şekilleri ise çoktur. Ancak bu konuda kıstas beya­nın esasını teşkil eden halin gerekleridir (hal karinesi[42]). Çünkü meselâ: "O (rüzgar) Rabbinin buyruğu ile herşeyi yok eder"[43] denil­diği zaman bununla gökler, yer, dağlar, sular ve benzeri şeyler kas-tedilmemiştir. Aksine âyetten maksat âdeten rüzgarın üzerinden geçtiği zaman etki edebileceği herşey demektir. Bu yüzdendir ki ar­kasından: "Bunun üzerine evlerinden başka birşey görünmez oldu" buyurulmuştur. Başka bir âyette de: "Onların üzerine, uğradığı herşeyi bırakmayıp toza çeviren kuru bir rüzgar gönderdik[44] buyu­rulmuştur.
Buna delâlet eden hususlardan biri de, bu gibi sözlerden dil ku­ralları gereğince istisnanın sahih olmamasıdır. Meselâ şöyle den­mez: "Kendim hariç, kim evime girerse ona ikram edeceğim" veya "İnsanlara ikram ettim, kendim hariç" veya "Kâfirlerle savaştım, karşılaşmadıklarımla hariç" ya da benzeri sözler. İstisna, ancak sö­zü söyleyenin dışında evde olan kimselerden, karşılaşılan kimseler­den olur ve o, yani istisna edilen, şayet istisna yapılmasa sözün kapsamına gireceği düşünülen kimsedir.[45] Umum kılma (ta'mîm) konusunda Arap dilinin gereği işte bu. Şu halde aynı durum, şeria­tın umum lafızları için de geçerli olacaktır.Sonra bazı usûlcüler de bu noktaya işarette bulunmuşlar ve ge* nelleme kasdı sırasında, konuşanın hatırından hiç geçmeyen ve an­cak hatırlatılması durumunda düşünebilecek olduğu şeylerin üzerine lafiz hamledilemez, demişlerdir. Böyle birşey, ancak sadece lafi-za yapışmak sonucunda olabilir.[46] Mânâ açısından ise, o şeyin ko­nuşanın maksadı dahilinde olması uzaktır. Meselâ Hz. Peygam-ber'in: "Her deri tabaklandığında temiz olur[47] hadisini ele alalım. İmam Gazzâlî bu konuda şöyle der:[48] Derinin tabaklan­ması konusuna temas edildiği sırada gerek konuşanın ve gerekse dinleyenin kafasında, köpeğin derisinin bu genellemeden hariç ol­duğu düşüncesi uzak değildir; aksine vâki ve galip olan budur. Bu­nun tersi ise garip ve uzak görülen bir ihtimaldir. Başkaları da ay­nı şeyi söylemiştir. Bu Arap (dili) kaidesine uygundur.[49] Dolayısıyla Şâri'in kelâmı mutlaka bu anlayış üzerine yorulacaktır,
İtiraz: Amin bir lafzın, terkibe girmeden önce, ne için konulmuşsa onların tümünü kapsadığı sabittir. Terkip ve kullanılış şekli sırasında ise bakılır: Bu halde iken, ya terkibe girmeden önceki kapsadığı mânâya delâlet etmeye devam edecektir, ya da etmeye­cektir. Eğer birinci şık söz konusu ise, bu lafzın konuluşunun gere­ği olacağından herhangi bir problem bulunmayacaktır.[50] Eğer İkin­ci şık söz konusu ise, o zaman bu, âmm lafzın tahsisinden başka bir şey değildir. Her tahsis için de mutlaka aklî veya naklî ya da daha başka bir delile ihtiyaç vardır. Usûlcülerin muradı da İşte budur.
Bir başka nokta daha var: Bizzat Arabm kendisi, bir çok şer'î delilde yer alan lafzı, umumu üzerine hamletmiştir; halbuki sözün akışı —bilindiği üzere— onların bu anlayışının aksini gerektirecek mahiyette idi. Onların sözün kullanılışı hakkındaki anlayışları, ge­nelleme (ta'mîm) konusunda delil olarak kullanılabilecek kadar önemli ise, o zaman onların bu anlayışları, sözün kullanılış şekli­nin, lafzın müstakil halde iken mevcut bulunan delâletine ikinci bir vaz' şekli olacak gibi etkisi olmadığını; bilakis lafzın terkip öncesin­deki delâletinin, aslî vaz' şekli üzere olmakta devam ettiğini göste­rir. Sonra onların bu anlayışının arkasından bitişik ya da ayrı bir delille tahsis gelir. Buna şunu Örnek verebiliriz: "îşte güven onlara, inanıp imanlarına zulüm karıştırmayanlaradır[51]âyeti inince du­rum ashaba çok ağır geldi ve Rasûhıllah'a gelerek: "Han­gimiz imanına zulüm karıştırmamış tır ki?!" dediler.[52]Bunun üzeri­ne Hz. Peygamber: "Öyle değil. Lokman'ın oğluna söyle­diği: "Şüphesiz ki şirk büyük zulümdür" sözünü işitmez misiniz"?" buyurdu.[53]Bir rivayette de bunun üzerine "Şüphesiz ki şirk büyük zulümdür'[54] âyeti indi.[55] Bir başka misal de şudur: "Siz ve Allah'tan başka taptıklarınız, cehennemin odunusunuz'[56] âyeti indiği zaman bazı kâfirler şöyle demişlerdir: "Meleklere de tapılmaktadır. Mesih'e de tapılıyor![57]Bunun üzerine: "Yaptıklarına karşılık katımızdan kendileri için iyi şeyler yazılmış olanlar, işte onlar cehen­nemden uzak tutulanlardır'[58] âyeti inmiştir. Buna benzer daha başka örnekler gösteriyor ki, sözün akışı (siyak), şerl maksada göre lafzın umumîliğinden daha özel bir umumîlik gerektirmesine rağ­men onlar, bu âyetlerden mücerred lafzın gereğini anlamışlardır. Onların akıllarına gelen ilk mânâ bu olmuştur. Onlar, Kur'ân'm kendi lisanları üzere inmiş olduğu kimselerdi. Eğer onlara göre iti­bara alınması gereken şey, lafzın ne için konulmuş olduğu olmasay­dı, böyle bir anlayışa kapılmazlardı.
Cevap: Birinci itiraza şöyle cevap verebiliriz: Biz Arabın is-ti'mâl şeklini dikkate aldığımız zaman, lafız terkibe girmeden Önce­ki delâletini ya sürdürecektir ya da sürdürmeyecektir. Eğer sürdü-recekse tahsis yoktur. Eğer önceki delâleti, terkip sonrasında mev­cudiyetini sür durmuyorsa, o zaman kullanış şekli için, asıl için ol­mayan bir başka itibar hasıl olmuş demektir. Sanki o, mecazî olma­yan hakîki ikinci bir vaz'dır. Bazı âlimlerin bu gibi durumlarda, aslî vaz' şeklini murad ettiklerinde "lügavî hakikat"; kullanılış şek­line ait olan vaz'ı murad ettikleri zaman da "örfi hakikat"[59] tabirle­rini kullanmaları belki de bu değerlendirmenin sonucudur. Ortaya konan bu şeyin sıhhatine Arap dili esasları içerisinde delil olacak şey vardır: Arapça bir lafzın iki asliyeti vardır: a) Kiyâsî asliyet b) Kullanılış şekline ait asliyet. Kullanılış şeklinin, lafzın esas konu­lusu sırasında bulunan asliyeti dışında bir başka asliyet şekli daha vardır. O da üzerinde konuşulan ve hakkında delil ikamesine çalışı­lan yöndür. Şu halde kullanılış şeklinde âmm lafzın herhangi bir şekilde tahsisi söz konusu olmayacaktır.[60]

ikinci itiraza da şöyle cevap verilecektir: Kullanış şeklinin umumîliğini kavrayabilmek için, o konuda gözetilen maksatları bil­mek gerekir. Şeriatın bu konuda iki maksadı vardır 1.

Arab'ın kullanış şeklindeki —ki Kur'ân ona uygun olarak in­miştir— maksadı. Bu konudan bahsedilmişti. 2.
Şer'î kullanılış şeklindeki maksadı. Bu maksat, Kur'ân'm sûrelerinde şer'î kaidelerin ortaya konması hasebiyle yer almıştır. Şöyle ki: Arabın kullanmış olduğu mutlak vaz' şekline nisbetle şer'î vaz'ın nisbeti, özel zanâatlardaki vaz'ın cumhura ait olan vaz'a nis-beti gibidir.[61] Meselâ "salâf hakkında şöyle dersin: "Onun aslı söz­lükte duâ demektir. Sonra şeriatta belli bir şekil üzere icra edilen özel bir duaya tahsis edilmiştir. O, bu özel dua hakkında hakîkat-tir; mecaz değildir" Aynı şekilde umum lafızları hakkında da, şer'î kullanılış şekli hasebiyle onlarla ilgili Şâri'in maksadı açısından ancak âmm lafız olabilirler, deriz. Buna delil, az önce zikri geçen kullanılış şekline ait vaz' hakkındaki delilin benzeridir. Şâri'in maksatlarının istikraya tâbi tutulması bu hususu açıklar; ayrıca şer'î hakikatin isbatı konusundaki deliller de onlara eklenir:

Arabın kullanış şeklindeki maksadı bilme konusunda onlar bir­birine eşittir; çünkü Kur'ân, onların dili üzere inmiştir.
Şer'î kullanış şeklindeki maksadı bilme konusuna gelince, bu­nu kavrama konusunda farklılık mevcuttur. Zira onu anlama bakı­mından sonradan müslüman olanlarla, ilk müslümanlar bir değil­dir; onu anlamak için kendini veren, tahsili için uğraşan kimse ile, bu derecede olmayan aynı değildir; bu konuda mübtedî (az bilgili) olanla müntehi (en son noktaya ulaşmış) olan bir olmaz: "Allah içi­nizden inanmış olanları ve kendilerine ilim verilenleri derecelerle yükseltir"[62] Dolayısıyla sahabeden bir kısmının, kendilerine müşkil gelen bir husus karşısında duraksamaları ve gözetilen şer'î yönü anlayamamaları mümkündür. Şer'î mânâları kavrama konusunda bilgi ve tecrübesi arttıkça, konuyla ilgili ufku açıldıkça daha Önce kendisi için müşkil olan noktalar ortadan kalkacak ve şer'î kasıd apaçık olarak kendisine ayan olacaktır. Sözün kullanılışına ait bu özellikler anlaşıldı ise diyoruz ki, onlardan bazılarının problem ka­bul ederek durduğu hususlardan bir kısmı işte bu noktaya çıkacak türdendir. Usûlcülerin şer'î hakikat dîye ortaya koymuş oldukları husus da bunu destekler mahiyettedir. Çünkü konu ondan alın­maktadır.[63]Bu vaz' şekli, her ne kadar Arap kelâmı içerisinde zım­nen getirilmişse de, kendisine has maksatları vardır. Buna aynı za­manda hükümle ilgili sözün sevk şekli (hükmî mesâk) da delâlet eder. Bunu da ancak Şâri'in maksatlarını bilebilen kimseler kavra­yabilir. Nitekim birincisini de ancak Arapların maksatlarını bilebi­lenler anlayabilir. Üzerinde düşünülecek olursa sordukları hep bu kabildir.

Fasıl:

Ortaya konulan hususların doğruluğu, ikinci itiraz sırasında ileri sürülen örnekler üzerinde düşünüldüğünde ortaya çıkacaktır:
"İnanıp imanlarına zulüm karıştırmayanlar...[64] âyetini ele alalım: Burada kelâmın akışı (siyak) âyette geçen "zulüm"den maksadın, hususiyle şirk türleri olduğuna delâlet etmektedir. Çün­kü sûre baştan sona kadar tevhid esaslarını ortaya koymakta ve şirkin her çeşidim ve uzantılarını yıkmayı amaçlamaktadır. Ayet­ten önce İbrahim'in kıssası işlenmiş[65]onun yıldızlar, ay ve güneş hakkında ortaya koymuş olduğu delillerle kavmiyle yaptığı mücadele sergilenmiştir. Ondan önce de şu âyet geçmişti: "Allah'a karşı yalan Uyduran ve âyetlerini yalanlayanlardan daha zâlim kim vardır'[66] Bundan, sözü edilen iki hasleti[67]kendisinde bulun­durandan daha zâlim kimse olmadığı ortaya çıkar ve En'âm sûresinde ele alman konunun bunlar olduğu, deliller getirmek suretiyle onların iptaline, Allah'a muhalefetlerinin büyüklüğü ortaya konulmaya, zıddı bulunan hakkın izahına çalışıldığı anlaşılmış olur. Bu durumda soru, sanki bu mânânın ortaya konmasından ön­ce varid olmuş gibidir.[68] Sonra bu âyet, şer'î bir hükmü âmm bir la­fızla ortaya koyduğu için, ondan büyük küçük her türlü zulmün kastedilmesi anlaşılabilecek bir durumda idi. İşte o yüzden de soru sormuşlardı ve bu, sûrenin inişi sırasında olmuştu. Sonra bu sûre Mekkîdir ve İslâm'ın ilk yıllarında henüz külü ahkâmın tamamının ortaya konmadığı bir sırada inmiştir.[69]
Âyet üzerinde doğrudan durmayı gerektiren sebeplerden biri[70] de şu olabilir: JJaj f-^i Ij-Ji (Jj Görüldüğü gibi âyette zulüm ke­limesi olumsuzluk bildiren l)ir ifadeden sonra nekre (belirsiz) ola­rak gelmiştir[71] ve zulmün nevilerinin tümünü kapladığına (istiğrak) dair bir belirti de yoktur. Aynen şu örnektekine benze­mektedir: J>j ^L 1) Bu durumda Sibeveyh'in zikrettiği mânâlar ihtimal dahilinde olur. Bu muhtemel mânâların hepsi mezkûr ya da mukadder olanın gereğini nefyetmektir. Bu muhtemel mânâlar içerisinde istiğrak mânâsı yoktur; istiğrak mânâsı olması için zâid bir <y ya da o mânâda bir harf ile nefyin (olumsuzluğun) tekidi ge­rekir. Böyle bir tekit ise âyette yoktur. Aksine sûrede söz konusu nefyin, bilinen bir zulüm üzerine gelmiş olduğunu gösteren husus­lar vardır. Bu zulüm de; Allah'a iftira ve âyetlerini yalanlama zul­müdür. Bu durumda âyet, sözün akışına (siyak ve sibak) bakılmak­sızın ele alınması ve hükümlerin konması açısından sevkedilmesi itibarıyla mücmel halini almış[72] ve bu yüzden hakkında tartışma  doğmuştur. Sonra Hz. Peygamber tarafından, onun umu­mundan, zulüm türlerinden sûrenin delâlet etmiş olduğu bir ya da iki türünün kastedildiği açıklanmıştır. Buna göre âyette, herhangi bir şekilde tahsis söz konusu olmamıştır.[73]
"Siz ve Allah'tan başka taptıklarınız cehennemin odunusu­nuz'[74] âyetine gelince; âlimler cevap olarak bu âyet hakkındaki İbn Ziba'râ'nın[75] itirazının, âyetin kullanılış şekli ve yeri hakkında­ki bilgisizliğinden kaynaklandığını belirtmişler ve konu ile ilgili olarak rivayet edilen Hz. Peygamber'in : "Kavminin dili hakkında ne kadar da cahilsin!" sözünü[76] zikretmişlerdir. Çünkü âyette Isüf şeklinde buyurulmuştur. Bilindiği gibi (eşya, hayvan gibi) aldı olmayan şeyler için kullanılan bir ilgi zami­ridir. Bu durumda âyet melekleri ve Mesih'i nasıl kapsar?!
Bizim burada ortaya koyduğumuz esasa göre ise şöyle cevap verilir: Hitap, açıkça Kureyş kâfirlerine yöneliktir. Onlar ise ne me­leklere ne de Mesih'e tapınmıyorlardı; onlar sadece putlara tapıyor­lardı. Bu durumda "taptıklarınız" ifadesi, onların tapmakta olduk­ları putları hakkında âmmdır. Kullanılış şekline ait umumîlik içeri­sine onların tapmakta oldukları putlardan başkası girmez. Bu yüz­den karşı çıkan kimsenin bu itirazı, âyetin sevk şeklini bilmemesin­den ve âyetlerde kastedilmiş bulunan maksattan gafletinden kay­naklanmıştır. Rivayet edilen "Kavminin dili hakkında ne kadar da cahilsin!" şeklindeki hadis, onun Arap diline ait maksatları anlama konusunda —kendisi Arap olsa bile— yetersiz olduğuna delil­dir. O kimsenin anlayış yoksunluğunun sebebi de (İslâm'ın ruhun­dan) habersizliği, itiraz konusunda hırslı ve önyargılı olması, böyle­ce kastedilen mânâyı düşünememesidir. "Yaptıklarına karşılık ka­tımızdan kendileri için iyi şeyler yazılmış olanlar, işte onlar cehen­nemden uzak tutulanlardır''[77] âyeti de, onun bilgisizliğini (iyice) or­taya koymak için gelmiştir.
Benzeri bir örnek de Sahîh'te zikredilen şu olaydır: Mervan, kapıcısına: <rYâ Râfi'! İbn Abbâs'a git ve ona de ki: Eğer kendilerine verilen şeyden dolayı sevinen ve yapmadığı şeyden dolayı da övül­meyi seven herkes azap görecekse, o zaman biz hepimiz azap göre­ceğiz demektir" (Bu soruya) İbn Abbâs şöyle cevap verdi: "Bu âyetle sizin ne ilginiz var? Hz. Peygamber yahudüeri çağırmış ve onlara birşey sormuştu. Yahudiler onu sakladılar ve yanlış bilgi verdiler. Üstelik kendilerine sorulan konuda cevap vermiş olmak­tan dolayı övgü beklediklerini ihsas ettiler ve gizleyip yanlış bilgi verdikleri için de sevindiler" İbn Abbâs sonra şu âyeti okudu: "Al­lah, kendilerine kitap verilenlerden, onu insanlara açıklayacaksı­nız ve gizlemeyeceksiniz, diye ahid almıştı. Onlar ise, onu arkaları­na atıp az bir değere değiştiler. Alış verişleri ne kötüdür! Ettikleri­ne sevinen ve yapmadıklarlyla övülmekten hoşlananların, sakın sa­kın onların azaptan kurtulacaklarını sanma; elem verici azap onla­radır"[78]
Bu da o kabildendir.[79]
Kısaca, (geçen üç âyette) sorulan sorulara verilen cevaplar, o nassların umumlarının şeriatta nasıl vaki olduklarını beyandan ibarettir. Bu cevaplar aynı zamanda, kelâmın kullanılışı sırasında­ki Arab'ın kasdmdan[80] başka, bir de Şâri'in kasdının bulunduğunu ve mutlaka onun da öğrenilmesi gerektiğini, bu kasdm öğrenilme-siyle ancak bu tür müşkülerin giderilebileceğini ve diğer umum lafizlarda da durumun aynı olacağını ortaya koyar. Bu durumda sözü geçen yerlerde munfasıl bir delille hiçbir şekilde tahsisten bahsedi­lemez.[81] Umum lafızlar kural olarak bidüziyelik göstermişler ve âmmhklarına bir halel gelmemiştir.
Burada bir fasıl açalım. Bu ihtiyaç, ortaya konulan açıklamalar ve itiraza verilen cevap üzerine ortaya çıkabilecek problem[82] sebe­biyledir. Böylece amaçlanan sonuç tam olarak ortaya çıkacaktır.
İtiraz: Birileri şöyle diyebilir: Selef-i sâlih, kendileri şer1! mak­satları bilmelerine ve Arap olmalarına rağmen, her ne kadar âyetin siyakı aksine delâlet etse de sözün umûmunu esas almışlardır. Bu, onlar katında lafızda muteber olanın, lafzın —siyak aksi bir duru­ma delalet etse dahi— müstakil haldeki delâleti itibarıyla umumu olduğuna delil olur. Onlara göre durum böyle olunca, geçen örnek­lerde olduğu gibi hususîliği beyan edilmiş olanlar, munfasıl bir delil ile tahsis edilmiş olur; iddia edilen lafzın kullanılış şekline ait umum üzere konulmuş olmaz.

Bu hususla ilgili onların sözlerinde örnekler vardır: 1.
Hz. Ömer, halifeliği sırasında kaliteli olmayan (haşin) yiyecekleri tercih eder, yamalıklı elbiseler giyerdi. Kendisine: "Bundan da­ha uygun yiyecekler alsan ya!" denildiği zaman: "Onların (dünya hayatında tüketilecek) iyiliklerim kılınmasından korkuyorum. Al­lah Teâlâ: 'Dünyadaki hayatınızda sizin için güzel olan herşeyi harcadınız...[83] buyuruyor" derdi. Yine o, ailelerinin nafakaları ko­nusunda genişlik gösteren bazılarını gördüğünde şöyle demiştir: "Bu 'Dünyadaki hayatınızda sizin için güzel olan herşeyi harcadı­nız...' âyeti sizi nereye götürecek?!" Sözün akışı (siyak), âyetin dünya hayatına razı olup âhirete aldırış etmeyen kâfirler hakkında nazil olduğunu göstermektedir. Nitekim âyet: "inkâr edenler, ateşe sunuldukları gün, onlara 'Dünyadaki hayatınızda sizin için güzel olan herşeyi harcadınız... Ama bugün alçaltıcı bir azap göreceksi­niz' denir"[84] şeklindedir. Bu ifadeler mü'minlerin haline uygun de­ğildir. Buna rağmen Hz. Ömer israfın terki konusunda âyeti mut­lak olarak almış ve onu mü'min olsun, kâfir olsun herkese şâmil kılmıştır. Onun bu görüşünün, Sahilı'te yer alan Hz. Peygamber'e karşı dayanışma içerisine giren iki kadın[85]hadisinde bir dayanağı da vardır. Şöyle ki: Hz. Ömer, Hz. Peygamber'e : "Allah'a dua et de, ümmetin hakkında genişlik versin. İranlılara ve Bizans'a bolluk vermiştir; halbuki onlar O'na tapmıyorlar" Bunun üzerine Hz. Peygamber oturarak doğruldu ve: "Ey Hat-tab oğlu! Yoksa seti şüphe içerisinde misin? Onlar dünya hayatında iken iyilikleri kendilerine peşin olarak verilen bir kavimdir" buyur­du. Bu, —her ne kadar âyetin akışı aksini ortaya koysa da— Hz. Ömer'in yaklaşımına bir işaret olur.[86]
Cehennem ateşinin ilk yakacağı üç zümre[87] ile ilgili hadis[88]hakkında Muâviye şöyle demiştir: "Allah da, Rasûlü de doğru söyle­miştir: 'Dünya hayatını ve güzelliklerini isteyenlere, orada işledik­lerinin karşılığını tastamam veririz; onlar orada bir eksikliğe de uğratılmazlar, işte âhirette onlara ateşten başka birşey yoktur, işle­dikleri şeyler orada boşa gitmiştir. Zaten yapmakta oldukları şey de bâtıldır.[89]Muâviye, bu sözü ile hadisin gereğini —ki o müslümanlar hakkında vârid olmuştur—, kâfirler hakkında olan —çünkü âyette İşte âhirette onlara ateşten başka birşey yoktur* denilmek­tedir (ve bu âyetin kâfirler için olduğunu gösterir)— bu âyetin hük­mü altına sokmuştur. Bu, âyette geçen &* sıla isminin[90]kâfirlerin dışında müslümanları da kapsayacak şekilde umûm ifade etmek üzere alındığım gösterir.
Buhârfde, Muhammed b. Abdirrahman anlatır: Medinelüer üzerine bir askerî birlik plânlandı; ben de ona yazıldım. İbn Ab-bâs'm azadlısı İkrime ile karşılaştım ve ona durumu bildirdim. Be­ni böyle birşeyden şiddetle menetti ve sonra bana şöyle dedi: İbn Abbâs'm bana haber verdiğine göre, Hz. Peygamber [ "h^^"] döne­minde müslümanlardan bazı kimseler müşriklerle beraber idiler ve onların kalabalık gözükmesine yardımcı oluyorlardı. Ok gelir onlar­dan birine isabet eder ya da kılıç darbesi isabet eder ve ölürlerdi. (Müslümanlardan bazılarının: 'Onlar bizim kardeşlerimiz di, onlar için istiğfar edelim' dediklerinde: "Kendilerine yazık edenlere me-T2831 lehler canlarını aldıkları zaman.[91]âyeti inmiştir.[92] Bu da aynı şekilde bu kabildendir. Çünkü âyet müşriklerin kalabalıklarım ar­tıran kimseler hakkında artımdır. Sonra İkrime, onu bundan da da­ha genel bir şekil üzere almıştır.[93]
Tirmizî ve Nesâî'nin İbn Abbâs'tan yaptıkları bir rivayet de şöyledir: Ashab "Içinizdekini açıklasanız da gizleseniz de Allah sizi onunla hesaba çeker..[94] âyeti indiği zaman, daha önce hiçbirşey-den görülmedik bir şekilde endişe ve korku duydular ve bunu gelip Hz. Peygamber'e [" vyesS&mtu ] söylediler. O da onlara: "İşittik ve itaat ettik! deyin" buyurdu. Allah onların kalbine iman verdi (de buna tahammül gösterdiler). Bunun üzerine Allah Teâlâ şu âyetleri in­dirdi: "Peygamber ve inananlar, ona Rabbinden indirilene inandı. Hepsi ... 'inandık, itaat ettik' dediler. Allah kişiye ancak gücünün yeteceği kadar yükler; kazandığı iyilik lehine, ettiği kötülük de aley­hinedir. Rabbimiz! Eğer unutacak veya yanılacak olursak bizi so­rumlu tutma. Rabbimiz! Bizden öncekilere yüklediğin gibi, bize de ağır yük yükleme'[95]Hadis, bu dualar karşısında Allah Teâlâ'nm: "Öyle yaptım" diye icabette bulunduğunu bildirmiştir.[96]
Bu rivayette de ashab, âyetten muradın umum olduğunu anla­mışlar ve Hz. Peygamber de, onların bu anlayışını tasdik etmiştir. Ondan sonra "Allah kişiye ancak gücünün yeteceği kadar yükler..." âyeti, "Allah size dinde güçlük kılmamıştır"[97]âyeti ile birlikte nesh[98] ya da bir başka şekil[99] üzere inmiştir. Dinde güçlü gün olmadığı ilkesi, Mekke'de konulmuş küllî bir kaidedir. Bunda, lügavî ya da şer'î kullanılış şekli bir başka şeye delâlet etse bile, lafzî umumî delâlet şeklinin alınmasının sahih olacağına delâlet vardır.[100]
Aynı durum "Peygamberden ayrılıp, inananların yolundan başkasına uyan kimseyi, döndüğü yöne döndürür ve onu cehennme sokarız" âyeti[101] için de geçerlidir. Çünkü bu âyet dinden dönenler (mürted) hakkında nazil olmuştur. Zira arkasından gelen: "Allah, kendisine ortak koşulmasını elbette affetmez. Bundan başkasını di­lediğine bağışlar" âyeti bunun delilidir. Buna rağmen bütün âlimler, bu âyeti icmâhn hüccet oluşuna, ona muhalefet edeninin âsî kabul edileceğine, dinde bid'at çıkarmanın kötü birşey olduğuna delil olarak kullanmışlardır.
"Bilin ki, onlar Kur'ân okunurken ondan gizlenmek için iki büklüm olurlar. Bilin ki, elbiselerine büründüklerinde bile Allah onların gizlediklerini ve açığa vurduklarını bilir"[102]âyetinin şevki aslında kâfirler ve münafıklar ya da başkaları içindir. Çünkü "on­dan (yani Allah'tan veya Rasûlullah'tan gizlenmek için" ifadesi bunun delilidir. Buna rağmen İbn Abbâs: "Âyet, helaya git­tikleri zaman utanan ve başlarını (avret yerine bakmayıp) yukarı diken, eşlerine yanaşırken başlarını yukarı kaldıran bir takım in­sanlar için inmiştir"[103] demiş ve bu tür insanları da âyetin hükmü içine almıştır; halbuki sözün akışı böyle bir genellemeyi gerektir­memektedir.

Bu gibi örnekler çoktur. Bütün bunlar, "İtibar, lafzın umumî  oluşuna olup, sebebin hususîliğine değildir" görüşü üzerine kuruludur.
Bir başka örnek de Allah Teâîâ'nm: "Kim Allah'ın indirdikle-riyle hükmetmezse, işte onlar kâfirlerin tâ kendileridir"[104] âyetidir. Bu âyet(ler)[105] yahudiler hakkında inmiştir ve sözün akışı bunu göstermektedir. Sonra âlimler, âyetin hükmünü kâfirler dışındaki­lere de teşmil etmişler ve Allah'ın indirdikleriyle hükmetmemenin küfrün dûnunda (berisinde) bir çeşit küfür olduğunu söylemişler­dir.
Bu konu, itibarın lafzın umûmî oluşuna olmayıp, sebebin husu­sîliğine olduğu[106] mecrasına girdiğine ve bu konuda da bilinen ihtilaf[107] mevcut olduğuna göre, daha sahih olanın iki görüşten biri olacağı sonucuna varmış olacağız; bunun Ötesinde başka bir fayda elimize geçmeyecektir.
Cevap: Selef-i sâlih, bu ince anlayışa, onu lafzın umumîliği ko­nusu üzerine değil, bir başka noktaya dayandırarak varmışlardır. Çünkü onlar Allah'ın kelâmından ancak ilimde üstün paye (rüsûh) sahiplerinin elde edebileceği bir maksadı kavramışlardır ki o da şu­dur: Allah Teâlâ, kâfirleri kötü fiilleriyle, mü'minleri de en güzel amelleri ile zikretmiştir. Bundan amacı, kulun bu iki makam ara- sında devamlı korku ve ümit içerisinde olmasını temin etmektir. Bu durumda kul, iman sahiplerinin sıfatlarına ve onlar için vaad edilen şeylere bakacak, onları elde edebilmek ümidi ile çalışacak, onlar içerisine katılamamaktan korkacak ve günahlardan kaçacak­tır; kâfirlerin sıfatlarına ve onlar için hazırlanmış olan azaba baka­cak ve onların içine düştükleri şey içerisine düşmekten korkacak,şüpheli şeylerden dahi kaçacak; imanı sebebiyle onlara katılmaya­cağını ümit edecektir. Bu haliyle o korku ve ümit arasında olacak­tır. Çünkü o, her ne kadar sükût geçilmiş de olsa her iki grupla da bir nevi müştereklik içerisindedir. Zira iki uç zikredildiği zaman, ikisi arasında kalan her iki taraftan da sayılır.[108]Aynen ictihâd mahallerinde olduğu gibi, aralarında fark yoktur. Onların zikredi­len görüşlere ulaşmaları işte bu yönden olup, onları lafzın umumu altına dahil etmiş olmalarından değildir. Sözü edilen Ahkâf (46/20), Hûd (11/15) ve Nisa (4/97) âyetleri hakkında bu tezimiz çok açık­tır.[109] Nisa (4/115) âyetinin zahiri de öyle gözükmektedir. Diğerle­ri[110] ise, ya (bu cevapta) sözü edilen kaidedendir ya da, küllî bir ka­ideden alınmış cüz'î bir açıklamadır; yoksa maksat tahsis değildir; aksine umum yönünün beyan edilmesidir.[111] Tafsilât konusunda daha fazla araştırmalısın. Yardım istenilecek olan ancak Allah'tır.

Fasıl:

Verilen bu bilgilerden sonra diyoruz ki; tahsis ya ayrı (munfa­sıl) bir delille ya da bitişik (muttasıl) bir delille söz konusu edilmek­tedir.
Eğer istisna, sıfat, şart, gaye, bedel-i ba'z vb. gibi bitişik bir de­lille ise, bunlarda aslında birşeyin çıkarılması söz konusu değildir. Aksine bu, muhatabın kastedilen şeyin dışında başka bir mânâ an­lamaması için lafzın umumundan Şâri'in ne kastettiğinin beyan edilmesidir. Bu Sîbeveyh'in; "Tanımayana nisbetle 'Kızıl Zeyd' ifa­desi, tanıyana nisbetle sadece 'Zeyd' ifadesi ile aynıdır.' sözüne çı­kar. Şöyle ki: "Kızıl Zeyd" in delâleti, konuşanın kastına göre "Zeyd"in delâletinin aynıdır. Nitekim sıla ismi[112] de, arkasından ge­len sıla cümlesiyle birlikte ismi beraberce oluşturur; isim, ikisinden biri değildir. "Terzi adanı" dediğin zaman, muhatap ondan muradın Zeyd ile aynı olduğunu anlar; şu halde medlule delâlet eden sadece biri değil her ikisidir (yani "terzi adam" tamlamasıdır).[113] Bu istisnada iyice ortaya çıkar.[114] Meselâ "üç hariç on" denildiği zaman bu ifade, "yedi" sözcüğü ile eşanlamlı olur. Bu sanki terkip esnasın­da ortaya çıkan başka bir vaz' gibi olur. Durura böyle olunca, hük­mün elde edilmesinde, ne lafız ne de kasıt[115] itibarıyla bir tahsis yok demektir. Aynı şekilde onun mecaz olduğunu söylemek de yan­lıştır; çünkü Arap dili mütehassıslarına göre: "Kahramanları avla­yan bir arslan görmedim" sözü ile, "Cesur bir adam görmedim" sözü arasında fark vardır. Zira birincisi mecaz, ikincisi ise hakikattir. Bu konuda söz onlarındır; söz hakkında aklın ortaya koyabileceği tasavvurlara[116] ait değildir.

Munfasıl (ayrı) delil ile tahsise gelince; o da aynı şekilde umum lafızlardan maksadın ne olduğunun açıklanması esasına çıkar. Ni­tekim meselenin başında bu husus ortaya konulmuştur. Gerçekte ise, usûlcülerin belirttikleri gibi bir tahsis yoktur.

İtiraz: Usûlcüler de böyle söylüyor ve şöyle diyorlar: Tahsis, zikredilen lafızdan maksadın ne olduğunun açıklanmasıdır. Çünkü tahsis, muhatabın anlayışına göre tahsis edilenin, lafzın umumu al­tına girmiş olabileciği anlayışını ortadan kaldırmaktır ve lafzın al­tına girmesinin nıurad olunması değildir; aksi takdirde tahsis, nesh olurdu. Şu halde, ayrı delil ile yapılan tahsis ile bitişik bir delille yapılan tahsis arasında yaptığınız açıklamaya göre bir fark yoktur. Bu durumda zikettiğiniz şeyle, usûlcülerin zikrettikleri şey arasın­da nasıl fark görüyorsunuz?
Cevap: Aralarındaki fark açıktır. Şöyle ki: Burada bizim zikret­tiğimiz şey, Arap diline ya da şeriata ait kullanılış şeklinde umum sığalarının konuluş biçiminin beyanı esasına yöneliktir. Usûlcüle­rin zikrettikleri şey ise, sığanın konulusu itibarıyla umumdan hususa çıkmış olmasının beyanı esasına varmaktadır. Biz, onun lafzın vaz' şeklinin beyanı olduğunu açıklamıştık. Onlar ise, lafzın aslî vaz' şeklinden çıkışının beyanıdır, demektedirler. Dolayısıyla aralarında fark vardır. Burada sözünü ettiğimiz tefsir, kendisinden muradın ne olduğunu açıklamak üzere müşterek lafzın hemen ar­kasından getirilen beyanın[117] benzeri (nazîri) olmaktadır. Usûlcüle-rinki ise, hakikatin hemen arkasından ondan muradın mecaz oldu­ğunu beyan için getirilen açıklamaya benzemektedir (nazîri).[118]"Bir arslan gördüm; kahramanları avlıyor" sözünde olduğu gibi.        

İtiraz: Yani usûlcülerin ortaya koymuş oldukları esaslar tüm­den bâtıl mı? Eğer bâtıl ise, onların üzerinde icmâ ettikleri şey ha­talı olmayacak mı? Halbuki ümmet, hata üzerinde icmâ etmez. Eğer, onların görüşleri doğru ise, —ki icmâ etmiş olmaları bunu ge­rektirir— o zaman onların görüşlerine ters düşen herşey hatalı ol­muş olur. Şu halde şimdiye kadar anlattıklarınızın hepsi hatalı ol­malıdır.

Cevap: Önce icmâ iddiası —şartı üzere— sabit değildir. Haydi sabit kabul edelim; bundan bizim anlattıklarımızın bâtıl olması lâzım gelmez. Çünkü onlar umum lafızlarını, sadece terkip öncesin­deki vaz' itibarıyla delâletleri açısından ele almışlardır; kullanılış şekline ait vaz' halini dikkate almamışlardır. Hatta hükümlere istidlal konusunda, onu itibara rücu etmişlerdir: Bu durumda her biri, görmüş olduğu bir noktayı itibara almış ya da razı olduğu bir tevile gitmiş olmaktadır. Burada ortaya konanlar, onların, kullanı­lış şeklinde lafızları itibara almış olmaları noktasından çıkarılmak­tadır ve bu konuda bizimle onlar arasında bir ihtilaf bulunmamak­tadır. Bundan ancak onların maksatlarını anlayamayanların ve sözlerini gerçek anlamda değerlendiremeyenlerin anlayışları bir istisna olmaktadır. Başarı ancak Allah'tandır.

Fasıl:
İtiraz: Buraya kadar anlatılanlar nihayet sözde kalan bir ba­histir; mânâ itibarıyla bir farklılık yoktur.[119]Böyle birşey üzerine herhangi bir hüküm bina edilmez.

Cevap: Buna verilecek cevap hayır, olacaktır. Aksine konu, üzerine bir çok hükmün bina edildiği bir bahistir. Bunlardan bazı­ları şunlardır:
1. Amra, tahsis gördükten sonra hüccet olabilir mi? Olmaz mı?[120] konusunda ihtilaf etmişlerdir. Bu din konusunda çok tehli­keli meselelerden biridir. Haddizatında bu gibi konularda mevcut olan görüş ayrılığı, çirkin birşeydir. Zira şer'î delillerin büyük ço­ğunluğu ve umdeleri, umum ifadeli nasslardır. Eğer böylesine bir konu, ihtilaflı konulardan sayılacak olursa o zaman şer'î nassların büyük çoğunluğu, üzerinde "Acaba delil olur mu? Yoksa olmaz mı?" diye tartışılan şeyler halini almış olur. Bunun benzeri bir durum, mutlak ifadeli nasslar hakkında da söz konusu olur. Ama mesele zikri geçen esasa arzedildiği zaman, böylesine tehlikeli bir problem ortadan kalkmış[121]ve umum ifadeli bütün nasslar, her görüşe göre de hüccet olmuş olur.[122]

Bu konunun problem edilmesi, bir başka çirkin iddiaya daha götürmüştür. Bu iddiaya göre Kur'ân'ın umum ifadeli nassları içerisinde, —tahsisten sonra hüccet olduğu görüşü kabul edilse bile— hakikaten umum kabilinden sayılacak hiçbirşey yoktur. Böyle bir görüş, Kur'ânî küllî esasların iptalini ve onlarla istidlalde bulun­mayı bütün olarak düşürür. Ancak bu konuda biraz gevşeklik gös­terilir ve hüsnü zanda bulunulursa o başka. Yoksa işin tahkiki ya­pılır ve kesin hükme varma istenirse bu mümkün olmaz. Bu düşün­ce, dikkat edilecek olursa şer'î delillerin zaafa uğratılması sonucunu doğurur ve onlara dayanılması esasını zayıflatır. Bunlar, görüş­lerine esas olmak üzere İbn Abbâs'm: "Allah, herşeyi bilicidir" âyeti hariç, Kur'ân'da tahsis görmemiş hiçbir âmm yoktur" sözünü naklederler. Bütün bunlar, Arap diline muhalif şeylerdir, selef-i sâlihin tahkik sonucunda anladıkları Kur'ân'ın umum ifadeli nasslarına kesin bir surette dayanmalarına ters düşer. Bu hem, Arabın kendi dilindeki kasdı, hem de Şâri'in benimsemiş olduğu hüküm koyma şekilleri hakkındaki kasdı açısından sakattır.
Sonra bilindiği üzere Hz. Peygamber'İn özelliklerin­den biri de kendisine cevâmiu'l-kelim[123] özelliğinin verilmiş olma­sıdır. Bu özelliğinin bir sonucu olarak söz, onun dilinde olabileciği-nin en son haddinde muhtasar ve maksadı ifadeye de en yakın bir şekilde gelmiştir. Bu kabilden olan ifadelerin başında, umum ifade­li nasslar gelir. Kur'ân'da cami' ifadeler, ancak tahsis, takyid ya da daha başka delillere ihtiyaç gösterecek şekilde vardır, denilecek olursa, o zaman bunlar muhtasar cami' ifadeler olmaktan çıkar. İbn Abbâs'tan nakledilen sözün ise, —eğer sahih bir senedle sabitse— tevili mümkündür.[124]
Doğrusu şudur ki, gelen umum lafızları, kullanış şekline ait as-liyetle umumları üzeredir; onların umum mahallerini Şâri'in mak­satlarını kavramış ve Arap dilinin kullanış şekline hâkim olan kim­seler anlarlar. Bu bahis görüldüğü gibi, sadece sözde kalan bir ko­nu değildir; üzerine çok kıymetli fıkhî sonuçlar ve bilgiler bina edil­mektedir. Tevfîk ancak Allah'tandır. [125]