logo logo

Yeni nesil güncel konularla ilgili sorular ve cevaplar!

Fetvalar.Com

Yeni Nesil Fetvalar

Sistemimize üye olarak sitemizi daha aktif olarak kullanabilirsiniz.

Üyelik için tıkla

Fetvalar.Com

Güncel sorular ve cevapları

YEDİNCİ MESELE:

Kur'ân'a nisbet edilen ilimler çeşitli kısımlara ayrılır:
1. Alet ilimleri: Onu anlamak ve içermiş olduğu mânâları el­de edebilmek için araç durumunda olan ve ondan Allah Teâlâ'nın muradının ne olduğunu anlamaya yardımcı olan ilimler. Bunlar; mutlaka olması gereken Arap diline ait ilimler, kıraat ilmi, nâsih ve mensûh ilmi, usûlü fıkıh ilmi gibi ilimlerdir. Bunlar üzerinde durmayacağız.
Ancak, bazen aslında Kur'ân'ı anlamak için araç durumunda olmadığı halde, onu araç olarak görme ve gerçek âlet ilimleri gibi onların da istenilen bir vesile durumunda olduğunu iddia durumla­rı olmaktadır. Meselâ, Arap dili ve edebiyatı, nâsih ve mensûh ilmi, nüzul sebepleri ilmi, Mekkî ve Medenî ilmi, kıraat ilmi, usûlü fıkıh ilmi evet bunlar bütün âlimlerce Kur'ân'ı anlamaya yardımcı oldu­ğu kabul edilen âlet ilimleridir. Ama bunun dışında kalan ilimlere gelince, bazıları onları da vesile olarak görmüşlerdir. Halbuki aslın­da öyle değildir. Meselâ Râzî: "Onlar üstlerindeki göğü nasıl yap­mışız, süslemişiz bakmazlar mı? Onda hiçbir çatlak da yoktur"[179] âyetinin anlaşılabilmesi için astronomi bilmenin gerekli olduğunu söylemiştir. Feylesof İbn Rüşd, Faslu'l-mekâl fîmâ beyne'ş-şerî-ati ve'I-hikmeti mine'l-ittisâl adını verdiği kitabında, felsefenin de gerekli olduğu zannına kapılmıştır. Zira ona göre, felsefe bilme­den şeriattan ne kastedildiğini gerçek anlamda anlamak mümkün değildir. Halbuki biri çıksa da, tam onun dediğinin aksini söylesey­di, ona karşı koyma konusunda sözleri hiç de yabana atılmazdı.

Râzî ve İbn Rüşd gibilerle, onların bu görüşüne katılmayan kimseler arasında hakem, selef-i sâlihin bu ilimler karşısındaki du­rumu olacaktır. Acaba onlar, sözü edilen bu ilimleri öğrenmişler midir? Ya da onları terk mi etmişlerdir? Veya onlar bu gibi ilimler­den gafil mi bulunuyorlardı? Halbuki biz, onları Kur'ân'ı gerçek an­lamda anlamış kimseler olarak bilmekteyiz ve buna hem Rasû-lullah, hem de ulemânın kahir ekseriyeti şahitlik etmek­tedir. Bu durumda şimdi kişi, ayağını nereye koymalı? Daha başka nev'iler de vardır ki, uğraşanlar onları bilmektedir. Otorite olan kimsenin açıklaması gibisi yoktur. İşte Ebû Hâmid (el-Gazzâlî), tec­rübe sonrasında bu iddiaların asılsızlığını ortaya koyan bir kimse olarak, kitaplarının birçok yerinde konuyla ilgili yeterli açıklama­larda bulunmuştur.
2. Kur'ân'm bütün olarak ele alınması sonucunda elde edilen ilim: Burada sözü edilen Kur'ân'm; emir, nehiy ya da daha başka yollarla yönelen hitap olması açısından değildir. Aksine onun olduğu gibi alınması, bir bütün olarak değerlendirilmesi açısından ulaşılan sonuçlardır. Bu, Kur'ân'm ihtiva ettiği nübüvvete delâlet eden şey olmasıdır; yani onun Hz. Peygamber'in  mucize­si oluşudur. Bu mânâ, şer'î hükümlerin elde edilişi gibi Kur'ân'm belli âyetlerinden çıkarılmamaktadır. Zira Kur'ân'm âyetleri ya da sûreleri, aynen şer'î hükümleri emir ya da nehiy gibi yollarla orta­ya koyduğu gibi, bu hususa temas etmemiştir. Onda olan sadece, bütün insanların onun hatta bir sûresinin benzerim getirmekten âciz olduklarına dikkat çekmek olmuştur. Şimdi Kur'ân'm mucize oluşu, belli bir sûre ya da belli bir âyete veya belirli bir tarz ve üslûba has değildir; aksine mucize olan onun mahiyetidir, kendidir. Nitekim Hz. Peygamber buna işarette bulunarak şöyle buyurmuştur: "Hiçbir peygamber yoktur ki, kendisine insanoğlunu imâna getirecek türden bir mucize verilmiş olmasın. Bana verilen ise, Allah'ın bana ilkâ ettiği vahiydir ve ben kıyamet gününde pey­gamberler içerisinde tâbisi en çok bulunan olmayı ümit ediyo­rum"[180] O, Allah Teâlâ'mn indirmiş olduğu şekliyle Rasûlullah'-m doğruluğuna delâlet etmektedir ve onun karşısında son derece fasih olanlar, ona karşı aşırı husûmet besleyenler, ona ben­zer ya da ona yakın bir söz ortaya koymaktan aciz kalmışlardır. Onun mucize oluşu yönünü burada izah etme gereği duymuyoruz. Çünkü onun i'câzmm hangi yolla olduğu farzedilirse edilsin, ona delâlet edecek olan Kur'ân'm bizzat kendisi ve mahiyetidir ve onun hangi tarafını ele alacak olursanız olun, o yön, sizi Rasûlullah'm doğruluğuna götürecektir. Bu kısım hakkında da burada söz etmek durumunda değiliz; çünkü asıl yeri Kelâm kitaplarıdır.
3. Allah Teâlâ'mn, Kur'ân'ı indirmesi, onunla insanlığa hitapta bulunması sırasında takındığı âdet-i ilâhîden ve on­lara karşı yumuşaklık ve güzellikle muamele etmesinden çı­karılan ilimler: Allah Teâlâ, kendisi kadîm ve münezzeh olmakla birlikte Kitabım insanların anlaması için Arapça olarak göndermiş, içerdiği bilgi ve hayırlar üzerinde düşünmeden Önce onlara mânâları yaklaştırmak, lütufta bulunmak ve onlara öğretmek için anlayabilecekleri seviyeye inmiştir (tenezzülât-ı ilâhiyye). Bu, Kur'ân'm içermiş olduğu ilimlerin dışında kalan bir bakış tarzı ol­maktadır. Bu esasın doğruluğu, İctihâd bölümünde ortaya çıkacak­tır. Bu, Allah Teâlâ'mn sıfatlarıyla ahlâklanma ve O'nun fiillerine uyma demektir.

Bu esas, hem aslî hem de fer'î çeşitli türden kaideleri, edebî güzellikleri içine alır. Maksadın anlaşılması için burada bazı örnek­ler zikredelim:
a) Uyarmadan önce, sorgulamanın olmaması ilkesi: Buna, biz­zat Allah Teâlâ'mn kendisi hakkındaki şu buyruğu delâlet etmektedir: "Biz, peygamber göndermedikçe hiçbir kavme azap etmeyiz" [181] O'nun kulları hakkındaki âdet-i ilâhisî, muhalefet sebebiyle sorgulamanın, ancak peygamber gönde­rilmesinden sonra olması şeklinde cereyan etmiştir. Kullar üzerine peygamber gönderilerek hüccet ikâme edildikten sonra: "Artık dileyen iman etsin, dileyen de inkâr etsin"[182]buyruğu gereğince sorumluluk başlayacak ve herkes yaptı­ğının karşılığını görecektir.

b) Kullara kendisiyle hitap ettiği şey üzere delil ikâmesi konu­sunda mübalağa etmek. Allah Teâlâ, Kur'ân'ı bizzat muhte­vasının doğruluğuna bir delil olarak indirmiştir. Bununla yetinmeyerek, peygamberinin elinde gerçekleşmek üzere, haddizatında yeterli olacak başka mucizeler vermiştir.

c) İlk kez günah işleyeni cezalandırmaması ve günahta ısrar eden inatçılara karşı ise —açık delillerin ikâmesinden sonra inkâr ve isyan üzerinde devamlılıklarına rağmen ve azabı peşinen istedikleri halde bile— hilim sıfatı ile tecelli ederek azaplarını hemen vermemesi.
d) Adeten insanların haya ederek açıkça söylemekten kaçına­cakları ifadeleri kinaye ve benzeri yollarla getirmek suretiy­le kelâmı güzelleştirmesi. Meselâ: "Kadınlara dokunduğu­nuzda...[183] "Mahrem yerini korumuş olan Imran kızı Meryem de bir misaldir. Ona ruhumuzdan üflemiştik[184]"Her ikisi de yemek yerlerdi[185] âyetlerinde olduğu gibi. Ancak, hakkın yol ayırımında olduğu ve halin kinâyesiz açıkça söy­lemeyi gerektirdiği yerlerde açık ifadeler kullanılmıştır. Şu âyetler işte buna işaret olmaktadır: "Allah, sivrisineği ve onun üstününü misal olarak vermekten haya etmez[186]'Allah, gerçeği söylemekten çekinmez"[187]
e) İşlerde teennî ile hareket etmek; iyice araştırmak ve ihtiyatı elden bırakmamak. Bunlar bizim hakkımızda sözkonusu olan şeylerdir. Buna rağmen Allah Teâlâ bunlara riayet et­miş ve Kur'ân'ı peygamberine yirmi (küsur) senede parça parça olarak indirmiştir. Hatta kâfirler: "Kur'ân, ona bir defada toptan indirilseydi ya[188] demişlerdi de Allah Teâlâ: "Biz onunla senin kalbini tesbit etmek için böyle azar azar indiriyoruz"[189] diye cevap vermiştir. Yine bu konuda şöyle buyurmuştur: "Kur'ân'ı insanlara ağır ağır okuman için, bölüm bölüm indirdik ve onu gerektikçe indirdik"[190] Bu süre içerisinde uyarılar birbiri arkasmca gelmiş, çizilen yol, her yönden ve ihtiyaç duyulan şeyler açısından dosdoğ­ru belirmiş, buna rağmen on sene geçtiği halde hâlâ İslâm'a girmeyenler hakkında uyarının dozu gittikçe artmaya baş­lamış ve sonunda cihâd meşru kılınmıştır. Ancak bu da tedricen olmuştur. Üstün hikmet, adalet ve ihsanın gerek­tirdiği tertip (tedrîcilik) muhafaza edilmiş ve böylece din ta­mamlanmıştır, insanlar bölük bölük dine girmeye başlayıp hiçbir kimsenin diyeceği birşey kalmayınca, Allah Teâlâ, rasûlünün ruhunu almıştır. Artık deliller tam anlamıyla or­tadadır, hüccet ikâme edilen konular vazıhtır ve Allah'ın yardımcıları sayesinde dinin esasları sağlamlaşmış, dinin pazuları güçlenmiş ve herşey yerli yerine oturmuştur. Bu vesileyle Allah'a sonsuz hamd ve senalar olsun.
f) Kulların, Rab Teâlâ'nın huzuruna dua ve tazarru ile yönel­diklerinde takınacakları âdabın nasıl olması gerektiği. Kur'ân'm sevk tarzı, bize bu konuda uymamız gereken âdabı vermektedir. Bu her ne kadar özel nasslar ile belir­lenmiş değilse de, onun genel üslûbundan istikra sonucun­da elde edilen işaretler, bu konuda açık beyana ihtiyaç bı­rakmayacak mahiyettedir. Dikkat edilecek olursa görüle­cektir ki, Kur'ân'da Allah'ın kullara olan çağırışı çoğu kez "yâ" hitap edatıyla gelmektedir. Bu edat çağırılanın uzaklı­ğına delâlet eder. Çünkü nida sahibi Allah, kullarına (me­kan olarak) yakın olmaktan münezzehtir; yüce olmak ve herşeyden müstağni bulunmak sıfatlarına sahiptir. Kulla­rın Rab Teâlâ'ya hitapları sözkonusu ise, o zaman da hitap şekli, icabetin yakınlığı mânâsını gerektirecek şekillerde kullanılmıştır. Bu şekillerden biri, nida harfinin düşürül­mesidir. Bu, nida edilenin yakınlığım gösterir ve onun nida edenle birlikte olduğunu ve ondan gafil bulunmadığını ifade eder. Böylece O'na yönelenin bu mânâyı hissetmesi isten­miştir. Zira çoğu kez, "Yâ Rabbena..." şeklinde değil de "Rabbena...[191] şeklinde gelmiştir. Meselâ: "Rabbena lâ tuâhiznâ...[192] "Rabbena tekabbel minnâ...[193] "Rabbi innî nezertu leke mâ fî batnî..."[194] Rabbi erini keyfe tuhyî'l-mevtâ...[195] âyetlerinde olduğu gibi.

Bir diğer şekil, Allah'a yönelik nidaların çoğu kez Rab ismi ile yapılmış olmasıdır. Bu isim, kulların işlerini üstlenme ve onları dü­zene koyma mânâsını içerir. Böylece kul, yaptığı bu nida şekliyle, özelliği kullarını beslemek ve terbiye etmek, onlara karşı rıfk ve ih­sanla muamele etmek olan Zat'a sarılmış olmakta ve sanki şöyle demektedir: "Ey mutlak anlamda bizim işlerimizi düzene sokan Yü­ce Allah! Bize falan şeyi tamamla" Bu ettiği duanın gereği olur. "Allahümme!" tabiri ise çok az yerde ve halin gerektirdiği mânâlardan dolayı kullanılmıştır.
Bir diğeri, istekten önce bir vesile edinilmesi, isteğe doğrudan girilmeme sidir: "Ancak Sana kulluk eder ve ancak Senden yardım dileriz[196]"Rabbimiz! Biz şüphesiz iman ettik, günahımızı bize bağışla..[197] "Rabbimiz! İndirdiğine inandık, Peygambere uyduk; bizi şahit olanlarla beraber yaz[198]"Rabbimiz! Sen bunu boşuna yaratmadın, Sen münezzehsin. Bizi ateşin azabından koru[199]"Rabbimiz! Doğrusu sen Firavun'a ve erkânına ziynetler ve dünya hayatında mallar verdin... Rabbimiz! Mallarını yok et, kalplerini sık[200]"Rabbim! Doğrusu bunlar bana baş kaldırdılar ve malı, çocuğu sadece kendisine zarar getiren kimseye uydular... Rabbim! Sen bu zâlimlerin sadece şaşkınlığını artır...[201] "İbrahim ve İs­mail, Kabe'nin temellerini yükseltiyordu: 'Rabbimiz! yaptığımızı kabul buyur...' dediler"[202]âyetleri gibi.

Daha başka, üslûp ve sırf ortaya konuluş şeklinden çıkarılan diğer âdâb şekilleri de vardır.
Bu meyanda daha başka bazı şeyler vardır ki, onlar, İctihâd bölümünde Allah'ın fiillerine uyma va O'nun sıfatlarıyla ahlâklanma başlığı altında açıklanmıştır. Bu meyanda Makâsıd bölümünde de önemli bazı açıklamalar yapılmıştı.[203]

Hasılı Kur'ân, bu türden şer! kaidelerin gerektirmiş olduğu pek çok faydalar ve güzellikler içermektedir ve bunlara Kur'ân üze­rinde yapılacak çalışmalar tanıklık edecek ve onları âyet ve hadis ıercien oluşan nasslar doğrulayacaktır.
4. (Kur'ân'a nisbet edilen ilimlerden) bir kısım daha var­dır —ki konunun zikrinden asıl amaç odur— o da âlimlerin Kitap nasslarınm, Arap dilinin elverdiği şekilde mantûk ve mefhûmun­dan anladıkları ve üzerine dikkat çektileri mânâlar olmaktadır. Bu­na göre, Kur'ân, asıl maksat olan üç cins ilmi içermiş olmaktadır. Bunlar:
1) Kendisine yönelineni, yani Allah Teâlâ'yı bilmek.
2) O'na yönelmenin nasıl olacağını bilmek.
3) Kulun, Allah'tan korku ve ümit arasında olabilmesi için kendi sonucunu bilmesi. Bu üç sınıf ise, asıl maksûd bulu­nan bir cins altına girmektedir ve bu: "Ben cinleri ve insan­ları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım"[204] âyeti ile ifadesini bulmaktadır. Şu halde ibâdet (ya da daha geniş anlamda kulluk) ilk istenilen şeydir. Ancak bunun yapıla­bilmesi için mutlaka kendisine kulluk edilecek olanın (Ma'bûd) bilinmesi gerekecektir. Zira bilinmeyen birşeye ibadet ya da daha başka birşeyle yönelinemez. O bilindiği zaman —ki O'nun hakkındaki bilginin bir parçası da, O'nun emir ve nehiyde bulunan, ibadetleri layıkı veçhile ikâme et­melerini isteyen bir Sâri' olmasıdır— talep yönelmiş olacak­tır. Şu kadar var ki, nasıl kulluk yapılacağı bilinmeden bi­rinci maksat gerçekleşemeyecektir. İşte o yüzden ikinci cins getirilmiştir. Nefisler, netice ve sonuçları istemeye meraklı yaratıldıklarından, amellerin sonuçları da tâat ya da masi-yet şeklinde o amelleri işleyenlere dönük bulunduğundan ve bunun için müjdeleme ve uyarma da gerekli olduğundan, bu tarafın da açıklanmış olması için üçüncü cins de getiril­miş ve böylece dünyanın ebedî hayat yurdu olmadığı, asıl hayatın âhiret yurdunda olduğu belirtilmiştir.

Birincinin altına, Allah Teâlâ'nın zâtı, sıfatları ve fiilleri ile il­gili ilimler girer. O'nun sıfatları ya da fiilleri üzerinde durmak, nü­büvvet üzerinde de durmayı gerektirir; çünkü nübüvvet Ma'bûd ile kullar arasındaki vasıtadır ve ilmî olsun, amelî olsun din için sabit olan her asıl hakkında peygamberliğe ihtiyaç vardır. Bunlar, konu­lan aklî deliller (burhan) ve onları iptal etmek için uğraşan düş­manların delillerle susturulması yoluyla tamamlanır.
İkincisi, her türlü ibâdetler, âdetler ve muamelelerle kulluğun icra şekillerini belirlemeyi amaçlar. Keza bunların herbirine yöne­lik tamamlayıcı unsurları açıklar. Bunlar kifâî olan farzlar olmak­tadır. Bunlar içinde en kapsamlısı[205] iyiliği emretmek ve kötülüğü yasaklamak ve onu üstlenecek kimse üzerinde durmaktır.                    
Üçüncüsüne gelince; bunun içerisine üç konu hakkında düşün­me girer: 1. Ölüm ve ötesi. 2. Kıyamet ve orada olacaklar. 3. Kalı­nacak yer. Bu cinsin tamamlayıcı unsurları terğîb ve terhîb yani müjdeleme ve korkutma yöntemi olmaktadır. Kurtuluşa erenlerle helak olanların durum ve hallerini bildirme, onları bu sonuca ulaş­tıran şeyin amelleri olduğunu bildirme de onun altına girer.
Böylece Kur'ân'da mevcut bulunan bütün ilimlerin oniki oldu­ğu ortaya çıkar.[206] el-Gazzâlî, bunları sadece altıya indirmiştir: Bunlardan üçü önde gelen ve önemli olan esaslardır; üç tanesi de tâbi ve tamamlayıcı öğelerdir.

İlk üçe gelince bunlar:
1. Kendisine davet edilenin (Allah'ın) öğretilmesidir yani mârifetullâhm açıklanmasıdır. Bu, zâtın, sıfatların ve fiille­rin bilinmesini içerir.
2. Sıratı müstakîm üzere Allah'a giden yolun belirlenmesidir. Bu ise güzel huylarla bezenmek, her türlü kötü huylardan arınmak yoluyla olur.
3. O'na vusûi anındaki halin açıklanmasıdır. Bu da cennet ve cehennem hayatı ile bunlardan önce geçecek olan kıyamet ahvalinin açıklanmasını içerir.

Diğer üç ilime gelince bunlar da şunlardır: 1.
Davete icabette bulunanların hallerini bildirmek[207]Bu peygamberlerin ve velilerin kıssalarını anlatmak yoluyla olur. Bunun sırrını, terğîb yani özendirme teşkil eder. Keza davete icabette bu­lunmayanların hallerini bildirmek de bu kısımdandır. Bu da Allah düşmanlarının kıssalarını nakletmekle olur. 2.

Kâfirlere karşı sürdürülecek mücadelinin öğretilmesi. Onların sapık sözleri nakledildikten sonra, onlara karşı nasıl hüccet ikâme edildiği öğretilmiştir. Allah ve Rasûlü hakkında ileri sürülen onlara yakışmayacak şeylerin zikredilmesi ve bu yoldaki isnadların izale­si, tâat ve isyanın sonucunun zikredilmesi de bu kısmın kapsamına girer. Bu kısmın sırrı da, bâtıl tarafı için uyarmak ve rezil rüsvay etmektir. Hak tarafı için ise, yerleştirme ve izah sözkonusudur. 3.

Yolun konak mahallerini, yol için nasıl hazırlanılacağını ve azık tedarik edileceğini belirtmek. Bu, fukahânın ibâdetler, âdetler, muameleler, suçlar ve cezalar hakkında söylemiş oldukları şeylerle olur.
Bu altı kısım ise on dala ayrılır. Bunlar: Zât, sıfatlar, fiiller, âhiret (meâd), sırât-ı müstakim ki bu güzel huylarla bezenmek ve kötü huylardan arınmak oluyor, peygamberlerin halleri, velilerin halleri, Allah düşmanlarının halleri, kâfirlere karşı mücadele ve hükümlerin belirlenmesi ile ilgili ilimlerdir. [208]