Mudârebe  Bölümü


«Havale Bölümü» ile «Mudârebe Bölümü» arasındaki ilgi, havale ve mudârebede [8] kısmen nakl ma'nâsı bulunmasıdır.

Mudârebe; lügat yönünden «arzda darb» dan mufâale kalıbında (babında) dır. Darb, yeryüzünde seyr (yâni gezinip dolaşmak), demek­tir. Bu akde, «mudârebe» adı verilmesine sebeb; mudâribin çok kere, kâr sağlamak için yeryüzünde dolaşmasuhr.

Şer'an; bir adamdan mal ve diğerinden iş (amel) olmak üzere ribh'de (kârda) ortaklık akdidir.

Mudârebe;nin rüknü; îcâb ve kabuldür. Meselâ: Mal sahibinin, «Bu malı, sana mudârebeten veya muâmeleten verdim yâhûd şu malı al ve onunla iş gör, Allah Teâlâ' (C.C.) nın ihsanı olan rızk ikimizin arasında yan yarıya olsun!» demesi yâhûd buna benzer lâfızlar îcâb-dır. Mudârebe bunlar ile sabit olur. Kabul ise; mudâribin, «Kabul et­tim!» demesi ile bu ma'nâda olan sözlerdir.

Mudârebenin hükmü, çeşitlidir. Birincisi; mudârebe evvelâ îdâ' {emânet etmek) dır. Çünkü mudârib, malı mâlikin izniyle teslim al­mıştır. Mübadele ve vesika, yânı istihkâm vechi üzere teslim alma­mıştır. Sevm-i şirâ (Satış pazarlığı) üzere teslim alınmış (makbuz) şey, bunun hilâfınadır. Çünkü mudârib, onu bedelen teslim almıştır. Relinde bunun hilâfmadir.  Çünkü rehn  alan  kimse  (mürtehin), aldığını vesîkaten (alacağım tevsik için) almıştır.

Mudârib çalıştığı zaman ameli katında tevkil olur. Çünkü mudâ-rib, onda mal sahibinin emriyle tasarruf eder. Hattâ basma gelen za­rarı mal sahibinden ister (Ona rücû' eder).
Eğer kâr ve kazanç (ribh) hâsıl olursa, ortaklık (şirket) tır. Çün­kü kâr ve kazanç, mal ve işle hâsıl olur. Binâenaleyh, mal sahibi ile mudârib, kâr ve kazançda ortak olurlar. Eğer mudârib, ortaklığa mu-hâJefet ederse, başkasının malına tecâvüzde bulunduğu için, gasbdir. Şu hâlde öder (zâmin olur). Velev ki, mudârib muhalefet ettikden sonra mal sahibi izin vermiş olsun. Şâyed arkadaşının yasak ettiği şe­yi satın alır, sonra satıp tasarrufda bulunur da, ondan sonra mal sa­hibi izin verirse, caiz olmaz. Müstebzi'  [9] de zikredilen gibidir.

Eğer imudârebe fâsid lolursa, fâsid icâre "blur. Çünkü fâsid mudâ-rebede mudârib için vâcib olan ecr-i misildir. Fâsid icâre gibi, ki işi­nin bedelidir. Çünkü mudârib, mudârebe sahih olmadığı için müsem-mâya müsıehık olmaz. İşine meeeanen (bir şeysis? çalışmaya da razı olmaz. Şu hâlde mudâribe ecr-i misil vâcib olur. Bu takdirde, kâr ve kazanç da olmaz. Çünkü kâr ve kazanç (ribh), sahih mudârebede olur. Mudârebe bozulunca, icâre olur. Belki mudâribin işinin ücreti olur. Nitekim fâsid icârenin hükmü de böyledir. Bu. mullakdır. Yâni'gerek kâr ve kazanç hâsıl olsun, gerekse olmasın müsavidir. Ücret, meşrut miktar üzere ziyâdesiz lâzım olur. Nitekim fâsid icârenin hükmü de böyledir. Bu, daha önce geçmişdi.

Fâsid mudârebede, sahih mudârebe gibi, ödeme yoktur. Çünkü mudârib, emindir. Şu hâlde, ödemez. Malı başkasına verip kâr ve ka­zancı mâlike şart eylemek, "bidâa (ticâret malı) dır. Âmil için şart ey­lemek ise, karz (ödünç) dır.

Musannifin, burada Vikâye'nin üslûbunu değiştirmesi; Vikâye'de bidâayı ve karzı, emânet verme (îdâ')  hey'etinde ve gayride sayinadığı içindir. Çünkü Vikâye'nin üzerine Sadr'uş-Şeria' (Rh.A.) nın şu sözü vârid olur ki: «Mudârebe, şâyed kâr ve kazançda ortaklık akdi ise, nasıl bidâa veya karz olur?» demiştir.

Mudârebenin şartı altıdır:

Birincisi; sermâyenin semenlerden olmasıdır. Şu hâlde mudârebe ancak, ortaklık sahih olan bir mal ile sahih olur. Çünkü mudârebe kâr ve kazancın hâsıl olmasıyle ortaklık olur. Binâenaleyh, mutlaka ken­disiyle ortaklık sahih olan mal lâzımdır ki, o da dirhemler, dinarlar, madrûb olmayan külçe altın ve gümüş ve geçerli olan paralar, yânî râyic paralardır. Nitekim, yakında açıklaması gelecektir.

Bir kimse, başkasına bir mal verse ve o malın satılmasını emre­dip semeni iîe mudârebeten iş yapsa, o da kabul etse, sahih olur. Çün-. kü malın sahibi mudârebeyi mala muzâf etmemiştir. Belki semenine muzâf kılmıştır. Semen ise, kendisiyle mudârebe sahih olan şeyler­dendir. Mudârebeyi geleceğe (müstakbele) İzafe etmek caiz olur. Çün-xü mudârebe vekalet, veya emânet yâhûd. icâredir. Onlardan hiç biri. geleceğe izafette bulunmaya mâni' değildir.

İkincisi: sermâyenin borç değil, ayn olmasıdır. Çünkü mudârib ibtidâen emindir, onun üzerinde bulunan borçda, emin olması tasav­vur edilemez.

Bir kimse, borçlusuna, «Zimmetinde olan borçla mudârebeten ya­rıya ile iş gör!» dese, caiz olmaz. Fakat, alacağı üçüncü bir şahıs üze-rinde oiup; «Benim, fülân üzerinde oian malımı al ve o malla mudâ­rebeten iş görlrf dese. zikredilenin aksinedir ki, caizdir. Çünkü mal sa­hibi mudârebeyi, teslim alma zamanına muzâf kılmıştır. Burada borç, ayn olur. Ve ayn, sermâye (re's-i mâl) olmaya elverişlidir.

Üçüncüsü; sermâyeyi mudârib* teslim etmektir. Hattâ mal sahibi için onda mâlikiyet (yed) kalmamalıdır. Çünkü mal, mudâribin indin­de emânet olur. Şu hâlde vedia gibi, ancak teslim ile tamâm olur. Or­taklık, bunun aksinedir. Çünkü mal, mudârebede iki tarafın birinde-dir ve iş diğer taraftadır. Şu hâlde onda tasarrufa imkân bulabilmesi için, mal tamamen âmilin olmalıdır.Örtaklıkda ise, amel iki tarafta­dır. Eğer ikisinden biri için mülk tam olarak şart kıhnsa, ortaklık afed edilmiş olmaz. Çünkü ortaklığın şartı ortadan kalkmıştır. O da, her ikisinin ameli (çalışması ve işi) dır. Ameli, mal sahibi üzerine şart kıl­mak, mudârebeyi  ifsâd  eder   (bozar).  Yânî  mudârib,  mal sahibi ile beraber çalışmayı şart etseler, o şart mudârebeyi bozar. Çünkü bu, bir şarttır ki malı, mudâribe teslimden meneder. Halbuki mal ile mu-dâribin arasına girmemek, . akdin sıhhatinin şartıdır. Binâenaleyh, buna aykırı olan, bizzarûre mudârebeyi ifsâd eder.

Dördüncüsü; mudârib ile mal sahibi çekişmeye (anlaşmazlığa) düş­mesinler diye, sermâyenin tesmiye yönünden ma'lûm olmasıdır. Me­selâ ortaklık sahih olacak belli bir miktar üzere akd yaparlar. îa da, sermâyenin işaret yönünden ma'lûm olmasıdır. Nitekim bir kimse, bir adama mudârebeten miktarı belli olmayan dirhemler verse, bu akd caiz olur. Miktarında ve vasfında söz, yemini ile mudâribindir ve bey-yine getirmek mâlike düşer.

Beşincisi; akd sırasında kâr ve kazançdan mudâribin payı ma'lûm olmasıdır. Çünkü kâr ve kazanç (ri'bh), ma'kûd-ün aleyh'dir. Onun bilinmemesi akdin fesadını îcâb eder.

Altıncısı; mudârib İle mal sahibi arasında kâr ve kazancın şuyû'u-dur. Öyle ki, ikisinden biri adı konulmuş dirhemlere müstehık olma­malıdır. Çünkü kâr ve kazançda ortaklığı kesip yok eder, kâr ve ka­zanç o şart olandan ziyâde hâsıl olmayıp ancak şart olunan kadar hâ­sıl olması ihtimâli vardır. Şâyed kâr ve kazançda ortaklık ortadan kalksa, mudârebe gerçekleşmiş (mütehakkik) olmaz. Çünkü mudâre-be, kıyâsın hilâfına, kâr ve kazançda ortaklık yoluyla nass ile tecviz olunmuştur. Binâenaleyh rnevrid-i nâs (Nâs'm geldiği yere) münhasır kalır. Mudârebe, ikisinden biri için belli miktarın ziyâdesi şartiyle fâ-sid olur. Şu hâlde, mudârib için ecr-i misi lâzım gelir. Çünkü mudârib bir. şeysiz (meccânen) çalışmaya razı olmamıştır. Ve fesâddan dolayı meşrut olan müsemmâya yol yoktur. İmdi, bizzarûre ecr-i misle sarf olunur ve ri'bh mal sahibinin olur. Çünkü ribh, onun malının ziyâde-sidir. Keza ribh'in bilinin emezliğini îcâb eden her şart, mudârebeyi if­sâd eder. Meselâ, mal sahibi (rabb'ül-mâl) mudâribe, kâr ve kazancın yarısı veya üçtebiri yâhûd dörttebiri senin olsun demesi gibi. Nitekim daha önce sebebi anlatıldı ki, kâr ve kazanç, ma'kûd-ün aleyh'dir. Onun (ribh'in) bilinmemezliği akdi ifsâd eder.

Fâsid şartlardan başkası mudârebeyi ifsâd etmez ('bozmaz). Bel-ki, şartı bâtıl eder. Ziyanın mudârib üzerine şart koşulması böyledir. Çünkü ziyan, maldan helak olan cüzdür. Mal sahibinden başkasına lâ­zım gelmesi caiz olmaz. Lâkin bu, ziyâde bîr şarttır. Kâr ve kazançda ortaklığı kesmeyi ve bıtonemezüği îcâb etmez. O hâlde, mudârebe bo­zulmaz. Çünkü mudârebe, vekâlet gibi, fâsid şartlar ile fâsid olmaz. Bir de; mudârebenin sıhhati, teslim almaya bağbdır. Binâenaleyh hî-be gibi şartla bâtıl olmaz.

Mudârebe sahih olunca, mudârib için mudârebenin mutlarında, mutlaka satmak yetkisi vardır. Mudârebenin mutlakı; mekânla veya zamanla yâhûd ticâretten bir nev'î ile mukeyyed olmayandır. Mese­lâ, mal sahibi; "Sana, şu malı mudârebeten verdim!'» deyip, bu söz üzere ziyâde etmemesidir.

Mudârebenin mut lakında, mudârib için mutlaka satmak yetkisi vardır. Yânı peşin ve veresiye satmak yetkisi vardır. Ancak tüccarın katında ma'hûd olmayan, yirmi sene gibi bir müddet ile veresiye sata­bilir. Yine, mudâribin satması, alış - verişe tevkil etmesi, sefere gitme­si ve ticâret malı (sermâye) olarak verme yetkisi de vardır. Gerekse ibda' (yânî malı ticâret malı veya sermâye olarak verme) mal sahibi için olsun. Yakında açıklanacaktır ki, mal sahibine ibda', mudârebeyi ibtâl etmez.

Yine, mudâribin emânet ve rehn koyması, rehn alması, kira ile tutması (istîcân) ve semenle mutlaka, yânî zengin ve fakir üzere ha­vale kabul etmesi caizdir. Çünkü bunların hepsi tüccarların yaptığı iş­lerdir.
Mudâribin yabancı ile beraber mudârebe etmesi caiz değildir. An­cak mal sahibinin izni olursa; veya imal sahibi. «Re'yinle amel et (iş gör)» demiş ise, bu takdirde caiz olur. Çünkü kuvvette müsâvî olduk­ları için bir şey misline (kendine) tâbi' kılamaz. Meselâ vekü gibi ki, tev­kile mâlik olmaz. Müsteîr ve mükâteb bunun aksinedir. Çünkü müs-teîr ve mükâteb, ariyet vermeye (iareye) ve kitabete mâlikdirler. Çün­kü söz niyâbeten tasarrufdadır. Jdüsteîr ile mükâteb ise, mâlikiyet hük­müyle tasarruf ederler. Niyabet ile mutasarrıf değillerdir. Çünkü ari­yet alan kimse, menfaate mâlik olur, mükâteb ise, yed'en hür olmuş­tur. Mudârib, niyabet yolu ile amel eder. İmdi yabancı ile mudârebe etmeyi tasrîh etmesi (belirtmesi ve açıklaması) lâzımdır. Ya da, tef-vîz-i ânım [10] ile mudârebe tefvizi lâzımdır. îdâ' ve ibda', mudârebe-den aşağıdırlar. Öyle ise mudârebe, ikisini de içine alır.

Mal sahibinin izni ve «Re'yin ile amel et!» demesi, ikraz (ödünç verme) de ve istidâne (borca girme) de fayda vermezler. Meselâ, mu­dârebe malından ekser (daha çok) ile satın almak gibi. Belki ikraz ve istidâneyi açık söylemek yâcib olur. Çünkü bunların ikisi, tüccarın yap­tığı işler değildir. Bu ikisinden maksâd — ki kâr ve kazançtır — hâ­sıl olmaz. Fakat malı, mudârebeten vermek tüccarın yaptığı işlerden­dir.

Şirket ve kencH malıyla karıştırmak dahî öyledir. Şu hâlde bu sö­zün altında dâhil olur.
Musanmi. ;ûsıidâne:i  üzerine şu sözü tefrf etmiştir: Mıulârib. mııdârefae malı ile bir giyecek satın alıp. su ile yıkasa veya mudârebe ma­lını bir yerden diğerin*:, maliyle, bu sözden sonra yükletip.götürse, ken­diliğinden teberru' etmiş (mütetavvı1) olur. Çünkü mâlikin izni ol­maksızın onun hakkında borç etmiştir. «Su ile yıkasaa demeye sebeb; çünkü nişasta ile yıkasa onun hükraü boya hükmüdür.

Eğer mudârib, satın aldığı malı kırmızıya boyarsa, giyecekde ziyâ­de oîan şeye ortak olur ve mal sahibinin: «Re'yinle amel et!» dediği sözünde dâhil olur.

«Kırmızıya boyarsa» demeye sebeb şudur: Çünkü siyaha boyasay-dı, İmâm A'zam' (Rh.A.) a göre, «Re'yinle amel et» sözünde dâhil ol­mazdı. Nitekim daha önce geçti ki; siyah, İmânı A'zam" (Rh.A.) a gö­re; kusur ve aybclir. Diğer renkler siyah g:bl değildir. Onlar, dâhil oi urlar.

Mudârebe malını kendi malına karıştırması gibi ki «Re'yinle amelet!» dediği sözünde dâhil olunca, mudârib kırmızıya boyamakla ve ka­rıştırması ile zararı ödemez. Çünkü o yaptığını, mal sahibinin izniyle yapmıştır.

Eğer o boyanan giyecek satılırsa, boyasının hissesi mudâribin olur.

Elbisenin hissesi mudârebe malmdadır. Yâni mudârib, boyada, malı nıikdâriyle ortak olur. Giyecek satılırsa, giyecekde olan boyanın kıy­metinin hissesi ve mudârebe malından beyaz giyeceğin hissesi mudâ­ribin olur.

>Iudârib, tecâvüz edemez. Yâni mudârib; mudârebenin mutlakın-da, mal sahibinin belirttiği (ta'yîn ettiği) memleketi, malı. vakti ve şahsı tecâvüz edemez. Çünkü mudârib, tasarrufa ancak mal sahibinin havale etmesiyle mâlik olur. Şu hâlde mal sahibinin havale ettiği şey­le mukayyetidir. Bu takyîd, faydalıdır. Çünkü ticâretler; mekânların, malların, vakitlerin ve şahısların değişmesiyle değişir. Keza mudâribin

onu, o memleketten çıkaran kimseye mal olarak vermesi de caiz ol­maz. Çünkü mudâribin bu malda binefsihî tasarruf etmesi, bu mem­leketten başkasında mümkün olmaz. O hâlde, başkasından yardım is­temek de mümkün olmaz.

Eğer mudârib, mal sahibinin belirttiği (ta'yin ettiği) o memleket­ten başka memlekete çıkıp, satın almakla veya mal sahibinin belirtti­ği maldan başka mal satın almakla yâlıûd belirttiği vakitten başka vakitte satın almakla ya da belirttiği kişiden başkasiyle satış akdi yap­makla  tecâvüz ederse, malı  Öder ve satın  aldığı şey  mudâribin olur.

Kâr ve kazanç da onun olur. Ziyanı da ona âiddir. Çünkü mudârib baş­kasının malında, onun izni olmaksızın tasarruf etmiştir. Eğer mudâ­rib. o malda tasarruf etmez de; malı ta'yin ettiği memlekete çevirirse. Ödemekten kurtulur. Çünkü emindir. Mal sahibinin şartına muhalefet etmiştir. Sonra uyuşmaya dönmüştür. Mal da, hâli üzere mudârebeye dönmüştür. Çünkü mal, eski akdle mudâribin elinde bakîdir.

Mudâribin, mudârebe malından (kmn denen) bir köleyi evlendir­mesi de caiz değildir. İmâm Ebû Yûsuf (Rh.A.) dan nakledilmiştir ki, mudârib cariyeyi evlendirir. Zîrâ evlendirmek, iktisâbdandır. Çünkü onunla mehr ve mudârebe malından nafakanın sukutu istifâde olu­nur.

İmâm A'zaım ile İmâm Muhammed' (Rh. Aleyhimâ) in delili şu­dur: Evlendirmek, ticâretten değildir. Mudârebe akdi ise, ancak ticâ­rete tevkili kapsar. Şu hâlde mudârib.- evlendirmeye mâlik olmaz. Ve­lev ki kitabet ve kıymetinin iki misline âzâd gibi iktisâb anretiyîe ol­sun.

Mudâribin, mal sahibi nâmına âzâd edilecek kimseyi satnı alma­sı da caiz olmaz. Gerek o âzâd, mal sahibine yakınlık (karabet) sebe­biyle olsun ve gerekse; «Eğer ben, ona mâlik olursam o hürdür!" diye yeminiyle olsun müsavidir. Çünkü mudârebe, tasarrufa bir izindir, ki kâr ve kazanç onunla hâsıl olur. Bu ise, ancak satılması mümkün olan şeyin, satın alınmasiyîe olur. Mal sahibi nâmına satın alınan köle böyle değildir.
Eğer malda kâr var ise, mudârib nâmına âzâd edilmiş olanın sa­tın alması da caiz olmaz. Çünkü mudâribin payı, onun nâmına âzâd edilmiş olur. Ve mal sahibinin nasibi, fâsid olur. [İmâm A'zam' (Rh. A.) a göre; fâsid olur. İmâmeyn' (Rh. Aleyhimâ) e göre; âzâd edilmiş olur.] Eğer, mudârib bunu yaparsa, yâni.'mal sahibi ile" mudâribden biri nâmına mu'tâk (âzâd edilmiş) olan köleyi satın alırsa, mudâribin satın alması kendisi için olur. Mudârebe için olmaz. Çünkü satın al­mak müşteri nâmına geçerlilik (nefâz)) bulunduğu her vakitte, mu­dârib nâmına geçerli olur. Satın almaya vekil olup muhalefet eden kimse de böyledir. Eğer mudârebede kâr ve kazanç yoksa, mudârib nâmına mu'tâk (âzâd edilmiş) oîan kölenin satın alınması sahih olur. Çünkü müfsid ortadan kalkmıştır. Eğer satın almadan sonra, kölenin kıymetinden fazla kâr ortaya çıkarsa, mudâribin köleden nasibi âzâd edilmiş olur. Çünkü mudârib yakınma (karîbine) mâlik olmuştur. Mâ­lik için bir şey ödemez. Çünkü köle. ancak mudâribden onun taksiri olmaksızın, bilâ ihtiyar kıymetinin fazlalığı sebebiyle, mülk olduğu anda âzâd edilmiştir. Bu durumda, onu başkasiyle birlikte miras al­mış gibi oiur. Meselâ; bir kadın kocasının oğlunu satın'alıp, ondan sonra kadın ölür; kocasını ve kardeşini bırakırsa, bu takdirde koca­nın nasibi âzâd edilmiş olup; kadının kardeşi için bir şey ödemez. Çün­kü kocanın taksiri yoktur.

Köle, mâlikin payının kıymetinde çalışır. Çünkü onun maliyeti, mâlikine göre mahfuzdur.

Mudâribin elinde yarıya bin akça olur da, onunla bin akça kıy­metinde bir câriye satın alıp, cima ederse ve câriye bin akça kıymetin­de bir çocuk doğurdukdan sonra, mudârib zengin olduğu hâlde, bu çocuğun kendine âid olduğunu iddia ederse, çocuğun kıymeti ise bin beşyüz akçayı bulursa, çocuk mâliki için bin akça ile onun dörttebiri hakkında çalışıp, kazanır. Yâhûd onu âzâd eyler. Yânı mâlik dilerse, o oğlan çocuğu (gulâmı) bin İkiyüz elli akçaya çalıştırır. Dilerse âzâd eder.
Eğer mâlik çocukdan bin akçayı teslim aldı İse, müddeîye cariye­nin kıymetinin yansını ödetir. Bunun açıklaması şudur: Çünkü mu-dâri'bin, çocuk bendendir, diye zahiren iddiası sahîhdir. Zîrâ bu su­ret; satıcı, o cariyeyi mudârib ile evlendirip, nikâhdan çocuğu olması üzere yorumlanır. Sonra câriye mudâribden gebe olduğu hâlde, mudâ­ribin hâlini salâha yorumlayarak, cariyeyi mudâribe satmıştır. Lâkin mudâribin bu iddiası, mülk bulunmadığı için fayda vermemiştir. İd­diada, mülk şarttır. Çünkü câriye ve çocuğundan her biri sermâye* (re's-i mâl) ile meşguldür. Şu hâlde, onda kâr zahir olmaz. Nitekim ma'lûmdur ki, mudârebe malı, muhtelif cinslerden olup, her biri ser­mâyeden fazla değilse; bize göre, kâr zahir olmaz. Çünkü bunların ba'zısı ba'zısından evlâ değildir. Bu takdirde, mudâribin, cariyede ve çocuk-da nasibi yoktur. Mudârib için sabit olan sâdece tasarruf hakkıdır. Şu hâlde iddiası geçerli olmaz. Şâyed çocuğun kıymeti artıp, binbeşyüz olsa, bize göre, kâr ortaya çıkar. Bu takdirde mudârib, o ziyâdenin ya­nsına mâlik olur. İmdi sabık iddianın şartı olan mülk bulunduğu için, ıddiâ geçerlidir. Fakat çocuk âzâd edilip, kâr ondan sonra ortaya çı­karsa, böyle değildir. Bu takdirde önceki âzâdı geçerli olmaz. Çünkü, inşâdır. Mülkün yokluğu sebebiyle bâtıl olunca, hadis olduğu için ondan sonra geçerli olmaz. İddia ise, ihbardır. Başkasının hakkında reddedildikde, o ihbar kendi hakkında bakîdir. Şâyed bundan sonra ona mâlik olsa, iddiası geçerli olur. Nitekim mudârib başkasının* kö^ leşinin hür olduğunu ihbar etse, ihtoân red olunur. Bundan sonra o köleye mâlik olsa, hür olur. [11]                      


Eser: Dürer

  • Yeni Ekle
Yorumlar (0)

Dürer

 

Son eklenen ruyalar

Sitemizde yer alan soruların cevapları özenle islami eserlerden seçilerek yazılmaktadır.
..