On İkinci Mesele
Sebebler, müsebbebler için konulmuş sebeb olmaları açısından ele alındıklarında, sadece müsebbeblerinin elde edilmesi için meşru kılınmış oldukları görülür ki, bu müsebbebler de celbi istenilen maslahatlarla, defi istenilen mefsedetler olmaktadır..
Sebeblerine nazaran müsebbebler iki kısımdır:
a) Sebeblerin asıl amacı olarak (aslî kasıdla) ki bunlar aslî maksatlar ya da Öncelikli maslahatlarla ilgili hususlar olmaktadır [138]ya da ikinci derecede amacı olarak ftâlî kasıd ile) ki bunlar da tâbi maksatlarla ilgili hususlar olmaktadır meşru kılınan müsebbebler. Bunların her iki nev'i de "Mekâsıd" bölümünde açıklanacaktır.
b) Bunların dışında kalan ve sebeblerin kendileri için meşru kı-lınmadığı kesin bilinen, ya da zannedilen veya sebeblerin kendileri için meşru kılındığı ya da kılmmadığı bilinmeyen yâ~dâ"zannedilmeyen hususlar. Bu durumda karşımıza üç kısım ortaya çıkmaktadır:
1, Sebebin kendisi için meşru kılındığı bilinen ya da zannedilen müsebbebe ulaşmak için sebeblerinin ortaya konulması sahihtir. Çünkü işi yerli yerinde yapmış ve Sâri' Teâlâ'nın izin verdiği müsebbebe ulaşmak için tevessül edilmesine izin verdiği bir şeyi kullanmıştır. Meselâ: Sâri' Teâlâ, nikahtan evvel emirde insan neslinin bekâsını kasdetmiş[139], sonra buna ünsiyet peyda etmek, kadının akrabalarıyla şereflerinden ya da dîni meziyetlerinden vb. dolayı sıhriyet bağı kurmak, yahut hizmet veya ev işlerini gördürmek, helâl dâiresi içerisinde onun kadınlığından istifâde etmek, yahut kadının malından istifâde etmek veya onun güzelliğine rağbet etmek ya da dînine gıbta etmak veya harama düşmekten kendisini korumak... vb. gibi şeriatın delâlette bulunduğu bu gibi amaçları da asıl maksada tâbi kılmıştır. Bu durumda nikah akdinde, kişinin bunlara yönelik kasdı genel anlamda Şâri'in de kasdı olacaktır. Bu kadarı da yeterlidir. Mekâsıd bölümünde de ortaya konulacağı üzere Şâri'in kasdına mutabık düşen kula ait kasıd sahîh olmaktadır. Dolayısıyla bu kısımdan olan esbaba tevessülün fâsid olduğunu söylemek mümkün değildir.
İtiraz: Mücerred faydalanma niyeti, akitle gözetilen evvel emirde kadının helalliği kasdı önünde bir anlam ifâde etmez. Çünkü akid o kasıd üzerine bina edilmektedir. Sâri Teâlâ'nm akidden öncelikle kasdı helalliğin doğmasıdır. Faydalanma daha sonra onun üzerine terettüp edecektir. Kişi akidle sâdece sırf faydalanmayı kasdedince, onun kasdı Şâri'in kasdı ile beraberlik arzetmeyecektir. Dolayısıyla [245] mücerred faydalanma kasdı sahîh olmayacaktır. Bu şu Örnekle de açıklık kazanacaktır: Bir kimse falanca kadınla helaî-haram her nasıl olursa olsun beraber olmayı istese ve bu amacı için de meşru nikahtan başka bir yol olmasa ve amacına ulaşmak için onun üzerine nikah akdinde bulunsa, bu durumda o kişi, nikahla onun kendisine helal kılınmasını kasdetmiş olmayacaktır. Kadının helâlliğini kasdetmediği takdirde de, Şâri'in akidden gözettiği maksada muhalefet etmiş olacaktır ve dolayısıyla (akid) bâtıl olacaktır.
Her fiil ya da terk hakkında verilecek hüküm bu minval üzere câri olacaktır.
Cevap: Bu itiraz yerinde değildir. Çünkü biz, soruda farzeüildiği şekliyle akdin sahih olduğunu söylüyoruz. Şöyle ki: Bu kişinin kasdı-mn esası şudur: O kasdettiği şeye caiz olmayan yoldan ulaşamamış bunun üzerine Sâri'Teâlâ'nm o şeye ulaşmayı vasıta olarak kabul ettiği bir yoldan yürümüştür. Bu durumda kişinin akidden kasdı, onun bir akid olmaması değildir. Aksine nikah akdinin in'ıkâdına yönelik kasdı, izin yetkisi kendisine ait olan Şâri'in izni ile olmuş ve edâ edilmesi vâcib olan şeyi yapmıştır. Şu kadar var ki, bunu başka yol olmadığı için mecburî olarak yapmıştır. Dolayısıyla caiz olan bu tevessü-lüyle ortayakoyduğu sebebin gereğine ulaşması tabiîdir. Geriye "ulaşmaya kadir olamadığı haram bir şeye yönelik kasdınm bulunması" noktası kalmıştır. Eğer kadir olduğu takdirde o masiyeti işlemek azminde ise, tahkik erbabına göre okimse günahkârdır. Ama azim ve kararlılık olmaksızın zihninden geçmişse, diğer benzeri zihinden geçen düşünceler gibi o da affedilir. Şu halde, akdin beraberinde onu iptal edecek bir unsur bulunmamaktadır. Çünkü akit; rükünleri tam, şartları yerli yerinde, mânilerinden de uzak olarak vuku bulmuştur. Kişinin eğer gücü yetecek olsa, günah irtikap etmeye yönelik kasdının bulunması, Şâri'ce maksûd olan yolla onun mübâh kılınmasını isteme kasdmdan ayrı bir şeydir ( ve onu etkilemez). Bu ikinci kasdın (yani kadının kendisine mübâh kılınmasını isteme) onda mevcudiyetinde şüphe yoktur. Bu kasıd da Şâri'in sebebi koyuşundaki kasdına muvafıktır. Dolayısıyla esbaba tevessül sahîh olacaktır. Akdi icra eden kimsenin mutlaka helalliğe yönelik kasıd bulundurması şeklinde bir ilzama gitmek gerekli değildir. Aksine meşru sebebin ortaya konulmasına yönelik kasdın bulunması o sebeble birlikte helalliğin de doğacağı neticesinden gafletle bile olsa yeterlidir. Çünkü sebebten neşet eden helallik [140]daha önce de geçtiği gibi yükümlülük kapsamına dahil değildir.
2. Daha başlangıçta kendisi için sebebin meşru kılınmadığı kesin bilinen ya da zannedilen hususlar (müsebbebler).[141] Deliller butürden olan esbaba tevessülün sahih olmayacağını göstermektedir Çünkü sebeb, evvel emirde bu farzedilen müsebbeb için konulmuş değildir. Onun için meşru kılınmadığına göre, sebeb ile kasdedilen şeye nisbetle ondan maslahatın celbi ve mefsedetin defi konusunda gözetilen hikmet netice olarak meydana gelmeyecektir. Bu yüzden de bâtıl olacaktır. Bir açıdan böyle.
İkinci bir açıdan ele aldığımızda şunu göreceğiz: Bu sebeb, farzedilen bu maksûda nisbetle gayrı meşrudur. Dolayısıyla o hiç meşru kılınmayan sebeb gibi olmaktadır. Aslen gayrı meşru olan bir sebebe tevessül etmek sahîh olmadığına göre, aynı şekilde meşru olmayan bir şey için tevessül edilen meşru şey de sahîh olmayacaktır.
Üçüncü bir yaklaşım: Sâri' Teâlâ'nın bu sebebi belirli olan müsebbeb iç in meşru kılmamış olması, böyle bir esbaba tevessülde maslahat değil, mefsedet bulunduğunun, yahut da sebebin kendisi için me^rû kılındığı maslahatın o müsebbeble ortadan kalkacağının bir delilidir. Böylece sebeb ona nisbetle abes olacaktır. Eğer Sâri' Teâlâ, bu husûsî esbaba tevessül durumunu yasaklamışsa durum açıktır. Mesela kişi nikahla hülle nikâhında olduğu gibi nikahın iptalini içeren bir duruma veya bey akdi ile, akdin iptaliyle birlikte ribâya ve benzeri Şâri'in kasdetmediği kesin bilinen ya da zannedilen bir neticeye ulaşmak amacmdaysa, onun bu ameli (işi) nikah ve bey akdinin meşrûiyetindeki Şâri'in kasdına muhalif düştüğü için bâtıl olacaktır. Diğer ameller, muâmelâıla, ibâdetlerle ilgili esbaba tevessül durumları da aynı şekildedir.
İtiraz: Bu nasıl olabilir? Zikredilen misâlde nikah akdinde bulunan kimseyi ele alalım: Her no kadar bu kimsenin kasdı, kadının birinci kocasına helâl olması için nikahı talak ile ortadan kaldırmak ise de, bu kasdı ancak nikah kasdı üzerine tâli (ikinci) bir kasıd olarak ortaya çıkacaktır. Çünkü talak ancak nikaha mâlikiyet sonrasında vuku bulabilir. Bu itibarla hülle nikâhında bulunan kimse, talakla kalkacak bir nikahı kasdetmiş olmaktadır. Nikahın bir özelliği ve şer'î konuluşunun hususiyeti de talak ile ortadan kalkar olmasıdır. Bu ise haddizatında mubahtır. Dolayısıyla nikah sahîh olur. Bununla kadının birinci kocaya helâl kılınmasını kasdetmiş olması ise her ne kadar kötü bir şeyse de ayrı bir husustur. Kaide olarak haddi zatında birbirinden ayrı iki şey bir arada bulunduğu zaman, bunlardan birinin diğerine tesiri bulunmaz. Çünkü bunlar gerçekte birbirlerinden tamamen ayrı şeylerdir. Aynen gasbedilen bir yerde kılınan namaz örneğinde olduğu gibi.[142]
Hem sonra fıkıhta buna delâlet eden meseleler vardır:İmam Mâlik ve Ebû Hanîfe, nikahtan önce talaka, mülkiyetten önce azada talikte bulunmanın sıhhati hakkında müttefiktirler. Mesela bu imamlara göre, bir kimse yabancı bir kadına hitaben "Eğer seninle evlenirsem boş ol!"; başka birinin kölesine "Eğer seni satın alırsam azâd ol!" dese, o kadınla evlenmesi durumunda talak, o köleyi satın alması durumunda da azâd lâzım gelir. Bilindiği üzere Ebû Hanife ve Mâlik bu kimsenin o kadınla evlenmesini, o köleyi satın almasını tecviz etmektedirler. el-Mebsûta adlı eserde İmâm Mâlik'ten "Otuz sene boyunca evleneceğim her kadın boş olsun!" diye talak üzerine yemin eden ve sonra da zinaya düşmekten korkan kimse hakkında "Onun evlenmesinin caiz olduğunu görüyorum. Ancak o evlenirse derhal kadın boş olur." dediği nakledilir. Oysa ki, bu nikah ve kölenin alınmasında talak ve azâddan başka Sâri Teâlâ'nın onlarda ne kasd-ı evvelle (aslîkasıdla) ne de kasd-ı sânı ile (talî kasıdla) gözetmiş olduğu bir amaç bulunmamaktadır. Nikah talak için, satın alma da satın alınan şeyin elden çıkması için meşru kılınmış değillerdir. Onlar tamamen başka amaçlar için meşru kılınmışlardır. Talak ve azâd, onların meşruiyetinde amaçlanmayan fakat neticede onlara tabi olarak ortaya çıkan hususlardandır Dolayısıyla bunun caiz olması, talak veya azâdm vukûunun nikah ya da mülkiyetin husulünden ve ona yönelik kasdın bulunmasından dolayı olmuştur. Nikahta bulunan bu nikâhı ile talakı, köleyi satın alan da buişiyle onun azadım kasdetmiş olmaktadır. Bu kasıd zahiren Şâri'in kasdına münâfî gibi gözükmektedir. Bununla birlikte her iki tasarruf da bu iki imâma göre caizdir. Durum böyle olduğuna göre şu iki şıktan birisi kaçınılmaz olmaktadır: a) Ya sebebin kendisi için meşru kılınmadığı bir neticeye meşru bir şeyle tevessülde bulunmak caizdir denilecektir, b) Ya da bu meseleler bâtıldır denilecektir.
Malikî mezhebinde bu kabil şeyler çoktur. Müdevvene'de, evlenen ve içerisinden de ondan ayrılmayı düşünen kimse hakkında şöyle denilir:
"Bu bir müt'a nikahı değildir. Şu halde bir kimse karısının üzerine evlenmeyi lazım kılan bir yeminden dolayı bir kadınla evlense (ne olur ?) Bu şekilde farzedilen bir mesele hakkında Malik: "Nikah helaldir. Eğer o nikah üzerinde devam etmek dilerse, nikahını sürdürür, dilerse de ayrılır." demiştir. İbnul-Kâsım: "Bu bizim bildiğimiz ve işittiğimiz kadarıyla ilim ehli arasında ihtilaf bulunmayan konulardan biridir." demiştir. Devamla şöyle denilmiştir:
"Bize göre o sabit bir nikahtır. Yemininde hanis (yerine getireme-mış) olmamak için evlenen kimsenin durumu, kadınla beraber olma tezzeti için evlenip ondan muradını almak; fakat onu tutmamak niyetinde olan kimsenin durumu mesabesindedir. Bu niyeti üzere olduğu halde ve kalbinde de bunu gizleyerek evlenmiştir. Bu ikisinin durumu [248] da aynı olmaktadır. Bunlar eğer dilerlerse nikahı sürdürürler Çünkü nikahın aslı helaldir. Bu mesele el-Mebsûta'da zikredilmiştir, el-Kâfi'de ise: "Bir memlekete gelip de, niyetinde yolculuk dönüşünde boşamak olduğu halde, oradan bir kadınla evlenen kimse hakkında çoğunluk ulemanın görüşüne göre bu caizdir." denilmektedir.
İbnu'l-Arabî, İmam Malik'in müt'a nikahı hakkında mübalağasını ve onun içten tutulan niyetle mesela niyetini dışarı vurmasa bile, onunla belli bir süre ikamet etmek niyetiyle evlenmek gibi bir durumu caiz görmediğini zikrettikten sonra: "Diğer alimler ise buna cevaz vermişlerdir." dedikten sonra yolcuların akdettikleri nikahı örnek alarak vermiş ve şöyle devam etmiştir: "Bence niyetin buna bir tesiri olmaz. Çünkü eğer biz, nikah akdinde bulunan kimse için, kalbi ile ebedî nikaha niyet etmesini gerekli görürsek, o takdirde nikah "hiris-tiyan nikahı" olurdu[143] Nikah akdi sırasında ortaya konulan sîgada (lafızda) bir şey söylenmemiş olduğuna göre, onun niyetinin bir zararı olmayacaktır. Görülmez mi ki, kişi evlenirken Ölünceye kadar devam etmesini umarak iyi geçinme amacıyla nikah akdinde bulunur. Eğer umduğunu bulursa ne âlâ, aksi takdirde ayrılır. Keza korunma maksadıyla evlenen kimse de eğer tatmin bulmuşsa beraberliği sürdürür, değilse ayrılır." İbnu'l-Arabî'nin Kitabu'n-nâsih ve'1-mensûh'daki sözü bu. el-Lahmî ise, İmam Malik'ten: "Bir kimse gurbet ya da arzudan dolayı nikah akdedip, arzusunu tatmin edince ayrılmak amacıyla evlense bunda bir beis (sakınca) yoktur." dediğini nakilde bulunmuştur:
Bu meseleler, istidlalde bulunduğunuz kaide hakkında serdedi-len bilgilerin hilafına delâlet etmektedir. Bunlar içerisinde en şiddetli olanı da yemini bozmuş olmamak için yapılan nikah akdiyle ilgili meseledir. Çünkü burada kişi, nikahı ona bir rağbeti olduğu için istememiş; sadece yemininde hânis olmamak için akitte bulunmuştur. Nikah ise böyle bir amaç için meşru kılınmış değildir. Bunun benzerleri çoktur. Hepsi de, Şâri'in kasdma, muhalif olmakla birlikte sahih olmaktadırlar. Bu ise ancak onun evvel emirde nikahı, sonra da ikinci [249] olarak ayrılmayı kasdetmiş olmasındandır. Bunların her ikisi de birbirlerine lâzımî olarak bağımlı değillerdir. Eğer birinci meselede[144], biri diğerine tesir edecek şekilde birbirlerine ^ağımlı kabul edecekseniz, o takdirde bu meselelerde de aynı şekilde olması gerekir. O takdir- vaz'î hükümler) sebeblede bu sözü edilen meselelerin hepsi de bâtıl olacaktır. Bu durumda kısaca; ya bütün bunların bâtıl olmaları ya da daha Önce geçen şeylerin [145]bâtıllığı kaçınılmaz olacaktır.
Cevap: Buna icmâlî ve tafsili olmak üzere iki cevabımız olacaktır:
İcmâlî cevap olarak deriz ki: Daha önce ortaya konulan deliller dolayısıyla meselenin aslı sahihtir. İtiraz edilen şeyler ise, ne meseledendir ne de onun kapsamı içerisine girmektedir. Onların caiz ve sahîh olduğunu söylemeleri bunun delili olmaktadır. Bu meselelerden bazıları üzerinde ittifak edilmiştir. Bu onların konumuzu teşkil eden meselenin aslının kapsamına girmediğini gösterir. Bazıları hakkında da ihtilaf edilmiştir. Bunlar da, caiz görmeyenlere göre onların meselenin kapsamına girdiğini, caiz görenlere göre ise onun kapsamına girmediğini gösterir. Çünkü ulemânın sözleri arasında tenakuz olmaz. Dolayısıyla onların sözlerini başka türlü yormak imkanı varken, tenakuza hamletmek yakışık almaz. Bu cevap fıkıhta ve usûlde mu-kallid olan kimse için yeterlidir. Alim olan kimseye (müctehid) ise şöyle bir hatırlatmada bulunulur: Selef-i sâlihten geçmiş büyüklere hüsnü zanda bulunmak, onların görüşleri ve sözleri karşısında durup düşünmek ve bir çıkış yolu aramak gerekir; mutlak surette red cihetine gidilmez. Âlim kişinin alacağı tavır böyle olmalıdır.
Tafsîlî (detaylı) cevaba gelince: Bu meseleler daha önce sözü geçenleri zedelemez: Talîk meselesini ele alalım. el-Karâfî: "Bu mesele iki imâm üzerine vârid bulunan problemlerden biridir. Çünkü, mülkiyetten önce talikte bulunma durumunda nikahın meşruluğunu söyleyen kimse, şer'an dikkat nazarında bulunulan hikmetten soyutlanmış bir meşruiyeti iltizam etmiş (kabullenmiş) olmaktadırlar....(Bu durumda) kadın üzerine nikah akdinin asla sahîh olmaması gerekirdi. Ancak akid icmâ ile sahîh bulunmaktadır. Bu da akidden gözetilen hikmetin elde edilebilmesi için, talakın lâzım gelmeyeceği neticesine delâlet eder. Madem ki, bu nikâhın meşruluğunda icmâ etmiş bulunuyoruz, bu da nikahın hikmetinin bekasına; yani o nikahın, kendisinden gözetilen maksatları içeren bir nikah olduğuna delâlet eder. Bu nokta bizim imamlarımız için bir problem teşkil etmektedir." Karâ-fî'nin sözü bitti. Bu da daha önce geçenleri teyîd etmektedir. Ancakko-nu üzerinde gereği şekilde durabilmek için, zaruretten dolayı burada yer vermemiz gereken bir başka meseleye müracaatta bulunmamız gerekecektir. [146]
Sebeblerine nazaran müsebbebler iki kısımdır:
a) Sebeblerin asıl amacı olarak (aslî kasıdla) ki bunlar aslî maksatlar ya da Öncelikli maslahatlarla ilgili hususlar olmaktadır [138]ya da ikinci derecede amacı olarak ftâlî kasıd ile) ki bunlar da tâbi maksatlarla ilgili hususlar olmaktadır meşru kılınan müsebbebler. Bunların her iki nev'i de "Mekâsıd" bölümünde açıklanacaktır.
b) Bunların dışında kalan ve sebeblerin kendileri için meşru kı-lınmadığı kesin bilinen, ya da zannedilen veya sebeblerin kendileri için meşru kılındığı ya da kılmmadığı bilinmeyen yâ~dâ"zannedilmeyen hususlar. Bu durumda karşımıza üç kısım ortaya çıkmaktadır:
1, Sebebin kendisi için meşru kılındığı bilinen ya da zannedilen müsebbebe ulaşmak için sebeblerinin ortaya konulması sahihtir. Çünkü işi yerli yerinde yapmış ve Sâri' Teâlâ'nın izin verdiği müsebbebe ulaşmak için tevessül edilmesine izin verdiği bir şeyi kullanmıştır. Meselâ: Sâri' Teâlâ, nikahtan evvel emirde insan neslinin bekâsını kasdetmiş[139], sonra buna ünsiyet peyda etmek, kadının akrabalarıyla şereflerinden ya da dîni meziyetlerinden vb. dolayı sıhriyet bağı kurmak, yahut hizmet veya ev işlerini gördürmek, helâl dâiresi içerisinde onun kadınlığından istifâde etmek, yahut kadının malından istifâde etmek veya onun güzelliğine rağbet etmek ya da dînine gıbta etmak veya harama düşmekten kendisini korumak... vb. gibi şeriatın delâlette bulunduğu bu gibi amaçları da asıl maksada tâbi kılmıştır. Bu durumda nikah akdinde, kişinin bunlara yönelik kasdı genel anlamda Şâri'in de kasdı olacaktır. Bu kadarı da yeterlidir. Mekâsıd bölümünde de ortaya konulacağı üzere Şâri'in kasdına mutabık düşen kula ait kasıd sahîh olmaktadır. Dolayısıyla bu kısımdan olan esbaba tevessülün fâsid olduğunu söylemek mümkün değildir.
İtiraz: Mücerred faydalanma niyeti, akitle gözetilen evvel emirde kadının helalliği kasdı önünde bir anlam ifâde etmez. Çünkü akid o kasıd üzerine bina edilmektedir. Sâri Teâlâ'nm akidden öncelikle kasdı helalliğin doğmasıdır. Faydalanma daha sonra onun üzerine terettüp edecektir. Kişi akidle sâdece sırf faydalanmayı kasdedince, onun kasdı Şâri'in kasdı ile beraberlik arzetmeyecektir. Dolayısıyla [245] mücerred faydalanma kasdı sahîh olmayacaktır. Bu şu Örnekle de açıklık kazanacaktır: Bir kimse falanca kadınla helaî-haram her nasıl olursa olsun beraber olmayı istese ve bu amacı için de meşru nikahtan başka bir yol olmasa ve amacına ulaşmak için onun üzerine nikah akdinde bulunsa, bu durumda o kişi, nikahla onun kendisine helal kılınmasını kasdetmiş olmayacaktır. Kadının helâlliğini kasdetmediği takdirde de, Şâri'in akidden gözettiği maksada muhalefet etmiş olacaktır ve dolayısıyla (akid) bâtıl olacaktır.
Her fiil ya da terk hakkında verilecek hüküm bu minval üzere câri olacaktır.
Cevap: Bu itiraz yerinde değildir. Çünkü biz, soruda farzeüildiği şekliyle akdin sahih olduğunu söylüyoruz. Şöyle ki: Bu kişinin kasdı-mn esası şudur: O kasdettiği şeye caiz olmayan yoldan ulaşamamış bunun üzerine Sâri'Teâlâ'nm o şeye ulaşmayı vasıta olarak kabul ettiği bir yoldan yürümüştür. Bu durumda kişinin akidden kasdı, onun bir akid olmaması değildir. Aksine nikah akdinin in'ıkâdına yönelik kasdı, izin yetkisi kendisine ait olan Şâri'in izni ile olmuş ve edâ edilmesi vâcib olan şeyi yapmıştır. Şu kadar var ki, bunu başka yol olmadığı için mecburî olarak yapmıştır. Dolayısıyla caiz olan bu tevessü-lüyle ortayakoyduğu sebebin gereğine ulaşması tabiîdir. Geriye "ulaşmaya kadir olamadığı haram bir şeye yönelik kasdınm bulunması" noktası kalmıştır. Eğer kadir olduğu takdirde o masiyeti işlemek azminde ise, tahkik erbabına göre okimse günahkârdır. Ama azim ve kararlılık olmaksızın zihninden geçmişse, diğer benzeri zihinden geçen düşünceler gibi o da affedilir. Şu halde, akdin beraberinde onu iptal edecek bir unsur bulunmamaktadır. Çünkü akit; rükünleri tam, şartları yerli yerinde, mânilerinden de uzak olarak vuku bulmuştur. Kişinin eğer gücü yetecek olsa, günah irtikap etmeye yönelik kasdının bulunması, Şâri'ce maksûd olan yolla onun mübâh kılınmasını isteme kasdmdan ayrı bir şeydir ( ve onu etkilemez). Bu ikinci kasdın (yani kadının kendisine mübâh kılınmasını isteme) onda mevcudiyetinde şüphe yoktur. Bu kasıd da Şâri'in sebebi koyuşundaki kasdına muvafıktır. Dolayısıyla esbaba tevessül sahîh olacaktır. Akdi icra eden kimsenin mutlaka helalliğe yönelik kasıd bulundurması şeklinde bir ilzama gitmek gerekli değildir. Aksine meşru sebebin ortaya konulmasına yönelik kasdın bulunması o sebeble birlikte helalliğin de doğacağı neticesinden gafletle bile olsa yeterlidir. Çünkü sebebten neşet eden helallik [140]daha önce de geçtiği gibi yükümlülük kapsamına dahil değildir.
2. Daha başlangıçta kendisi için sebebin meşru kılınmadığı kesin bilinen ya da zannedilen hususlar (müsebbebler).[141] Deliller butürden olan esbaba tevessülün sahih olmayacağını göstermektedir Çünkü sebeb, evvel emirde bu farzedilen müsebbeb için konulmuş değildir. Onun için meşru kılınmadığına göre, sebeb ile kasdedilen şeye nisbetle ondan maslahatın celbi ve mefsedetin defi konusunda gözetilen hikmet netice olarak meydana gelmeyecektir. Bu yüzden de bâtıl olacaktır. Bir açıdan böyle.
İkinci bir açıdan ele aldığımızda şunu göreceğiz: Bu sebeb, farzedilen bu maksûda nisbetle gayrı meşrudur. Dolayısıyla o hiç meşru kılınmayan sebeb gibi olmaktadır. Aslen gayrı meşru olan bir sebebe tevessül etmek sahîh olmadığına göre, aynı şekilde meşru olmayan bir şey için tevessül edilen meşru şey de sahîh olmayacaktır.
Üçüncü bir yaklaşım: Sâri' Teâlâ'nın bu sebebi belirli olan müsebbeb iç in meşru kılmamış olması, böyle bir esbaba tevessülde maslahat değil, mefsedet bulunduğunun, yahut da sebebin kendisi için me^rû kılındığı maslahatın o müsebbeble ortadan kalkacağının bir delilidir. Böylece sebeb ona nisbetle abes olacaktır. Eğer Sâri' Teâlâ, bu husûsî esbaba tevessül durumunu yasaklamışsa durum açıktır. Mesela kişi nikahla hülle nikâhında olduğu gibi nikahın iptalini içeren bir duruma veya bey akdi ile, akdin iptaliyle birlikte ribâya ve benzeri Şâri'in kasdetmediği kesin bilinen ya da zannedilen bir neticeye ulaşmak amacmdaysa, onun bu ameli (işi) nikah ve bey akdinin meşrûiyetindeki Şâri'in kasdına muhalif düştüğü için bâtıl olacaktır. Diğer ameller, muâmelâıla, ibâdetlerle ilgili esbaba tevessül durumları da aynı şekildedir.
İtiraz: Bu nasıl olabilir? Zikredilen misâlde nikah akdinde bulunan kimseyi ele alalım: Her no kadar bu kimsenin kasdı, kadının birinci kocasına helâl olması için nikahı talak ile ortadan kaldırmak ise de, bu kasdı ancak nikah kasdı üzerine tâli (ikinci) bir kasıd olarak ortaya çıkacaktır. Çünkü talak ancak nikaha mâlikiyet sonrasında vuku bulabilir. Bu itibarla hülle nikâhında bulunan kimse, talakla kalkacak bir nikahı kasdetmiş olmaktadır. Nikahın bir özelliği ve şer'î konuluşunun hususiyeti de talak ile ortadan kalkar olmasıdır. Bu ise haddizatında mubahtır. Dolayısıyla nikah sahîh olur. Bununla kadının birinci kocaya helâl kılınmasını kasdetmiş olması ise her ne kadar kötü bir şeyse de ayrı bir husustur. Kaide olarak haddi zatında birbirinden ayrı iki şey bir arada bulunduğu zaman, bunlardan birinin diğerine tesiri bulunmaz. Çünkü bunlar gerçekte birbirlerinden tamamen ayrı şeylerdir. Aynen gasbedilen bir yerde kılınan namaz örneğinde olduğu gibi.[142]
Hem sonra fıkıhta buna delâlet eden meseleler vardır:İmam Mâlik ve Ebû Hanîfe, nikahtan önce talaka, mülkiyetten önce azada talikte bulunmanın sıhhati hakkında müttefiktirler. Mesela bu imamlara göre, bir kimse yabancı bir kadına hitaben "Eğer seninle evlenirsem boş ol!"; başka birinin kölesine "Eğer seni satın alırsam azâd ol!" dese, o kadınla evlenmesi durumunda talak, o köleyi satın alması durumunda da azâd lâzım gelir. Bilindiği üzere Ebû Hanife ve Mâlik bu kimsenin o kadınla evlenmesini, o köleyi satın almasını tecviz etmektedirler. el-Mebsûta adlı eserde İmâm Mâlik'ten "Otuz sene boyunca evleneceğim her kadın boş olsun!" diye talak üzerine yemin eden ve sonra da zinaya düşmekten korkan kimse hakkında "Onun evlenmesinin caiz olduğunu görüyorum. Ancak o evlenirse derhal kadın boş olur." dediği nakledilir. Oysa ki, bu nikah ve kölenin alınmasında talak ve azâddan başka Sâri Teâlâ'nın onlarda ne kasd-ı evvelle (aslîkasıdla) ne de kasd-ı sânı ile (talî kasıdla) gözetmiş olduğu bir amaç bulunmamaktadır. Nikah talak için, satın alma da satın alınan şeyin elden çıkması için meşru kılınmış değillerdir. Onlar tamamen başka amaçlar için meşru kılınmışlardır. Talak ve azâd, onların meşruiyetinde amaçlanmayan fakat neticede onlara tabi olarak ortaya çıkan hususlardandır Dolayısıyla bunun caiz olması, talak veya azâdm vukûunun nikah ya da mülkiyetin husulünden ve ona yönelik kasdın bulunmasından dolayı olmuştur. Nikahta bulunan bu nikâhı ile talakı, köleyi satın alan da buişiyle onun azadım kasdetmiş olmaktadır. Bu kasıd zahiren Şâri'in kasdına münâfî gibi gözükmektedir. Bununla birlikte her iki tasarruf da bu iki imâma göre caizdir. Durum böyle olduğuna göre şu iki şıktan birisi kaçınılmaz olmaktadır: a) Ya sebebin kendisi için meşru kılınmadığı bir neticeye meşru bir şeyle tevessülde bulunmak caizdir denilecektir, b) Ya da bu meseleler bâtıldır denilecektir.
Malikî mezhebinde bu kabil şeyler çoktur. Müdevvene'de, evlenen ve içerisinden de ondan ayrılmayı düşünen kimse hakkında şöyle denilir:
"Bu bir müt'a nikahı değildir. Şu halde bir kimse karısının üzerine evlenmeyi lazım kılan bir yeminden dolayı bir kadınla evlense (ne olur ?) Bu şekilde farzedilen bir mesele hakkında Malik: "Nikah helaldir. Eğer o nikah üzerinde devam etmek dilerse, nikahını sürdürür, dilerse de ayrılır." demiştir. İbnul-Kâsım: "Bu bizim bildiğimiz ve işittiğimiz kadarıyla ilim ehli arasında ihtilaf bulunmayan konulardan biridir." demiştir. Devamla şöyle denilmiştir:
"Bize göre o sabit bir nikahtır. Yemininde hanis (yerine getireme-mış) olmamak için evlenen kimsenin durumu, kadınla beraber olma tezzeti için evlenip ondan muradını almak; fakat onu tutmamak niyetinde olan kimsenin durumu mesabesindedir. Bu niyeti üzere olduğu halde ve kalbinde de bunu gizleyerek evlenmiştir. Bu ikisinin durumu [248] da aynı olmaktadır. Bunlar eğer dilerlerse nikahı sürdürürler Çünkü nikahın aslı helaldir. Bu mesele el-Mebsûta'da zikredilmiştir, el-Kâfi'de ise: "Bir memlekete gelip de, niyetinde yolculuk dönüşünde boşamak olduğu halde, oradan bir kadınla evlenen kimse hakkında çoğunluk ulemanın görüşüne göre bu caizdir." denilmektedir.
İbnu'l-Arabî, İmam Malik'in müt'a nikahı hakkında mübalağasını ve onun içten tutulan niyetle mesela niyetini dışarı vurmasa bile, onunla belli bir süre ikamet etmek niyetiyle evlenmek gibi bir durumu caiz görmediğini zikrettikten sonra: "Diğer alimler ise buna cevaz vermişlerdir." dedikten sonra yolcuların akdettikleri nikahı örnek alarak vermiş ve şöyle devam etmiştir: "Bence niyetin buna bir tesiri olmaz. Çünkü eğer biz, nikah akdinde bulunan kimse için, kalbi ile ebedî nikaha niyet etmesini gerekli görürsek, o takdirde nikah "hiris-tiyan nikahı" olurdu[143] Nikah akdi sırasında ortaya konulan sîgada (lafızda) bir şey söylenmemiş olduğuna göre, onun niyetinin bir zararı olmayacaktır. Görülmez mi ki, kişi evlenirken Ölünceye kadar devam etmesini umarak iyi geçinme amacıyla nikah akdinde bulunur. Eğer umduğunu bulursa ne âlâ, aksi takdirde ayrılır. Keza korunma maksadıyla evlenen kimse de eğer tatmin bulmuşsa beraberliği sürdürür, değilse ayrılır." İbnu'l-Arabî'nin Kitabu'n-nâsih ve'1-mensûh'daki sözü bu. el-Lahmî ise, İmam Malik'ten: "Bir kimse gurbet ya da arzudan dolayı nikah akdedip, arzusunu tatmin edince ayrılmak amacıyla evlense bunda bir beis (sakınca) yoktur." dediğini nakilde bulunmuştur:
Bu meseleler, istidlalde bulunduğunuz kaide hakkında serdedi-len bilgilerin hilafına delâlet etmektedir. Bunlar içerisinde en şiddetli olanı da yemini bozmuş olmamak için yapılan nikah akdiyle ilgili meseledir. Çünkü burada kişi, nikahı ona bir rağbeti olduğu için istememiş; sadece yemininde hânis olmamak için akitte bulunmuştur. Nikah ise böyle bir amaç için meşru kılınmış değildir. Bunun benzerleri çoktur. Hepsi de, Şâri'in kasdma, muhalif olmakla birlikte sahih olmaktadırlar. Bu ise ancak onun evvel emirde nikahı, sonra da ikinci [249] olarak ayrılmayı kasdetmiş olmasındandır. Bunların her ikisi de birbirlerine lâzımî olarak bağımlı değillerdir. Eğer birinci meselede[144], biri diğerine tesir edecek şekilde birbirlerine ^ağımlı kabul edecekseniz, o takdirde bu meselelerde de aynı şekilde olması gerekir. O takdir- vaz'î hükümler) sebeblede bu sözü edilen meselelerin hepsi de bâtıl olacaktır. Bu durumda kısaca; ya bütün bunların bâtıl olmaları ya da daha Önce geçen şeylerin [145]bâtıllığı kaçınılmaz olacaktır.
Cevap: Buna icmâlî ve tafsili olmak üzere iki cevabımız olacaktır:
İcmâlî cevap olarak deriz ki: Daha önce ortaya konulan deliller dolayısıyla meselenin aslı sahihtir. İtiraz edilen şeyler ise, ne meseledendir ne de onun kapsamı içerisine girmektedir. Onların caiz ve sahîh olduğunu söylemeleri bunun delili olmaktadır. Bu meselelerden bazıları üzerinde ittifak edilmiştir. Bu onların konumuzu teşkil eden meselenin aslının kapsamına girmediğini gösterir. Bazıları hakkında da ihtilaf edilmiştir. Bunlar da, caiz görmeyenlere göre onların meselenin kapsamına girdiğini, caiz görenlere göre ise onun kapsamına girmediğini gösterir. Çünkü ulemânın sözleri arasında tenakuz olmaz. Dolayısıyla onların sözlerini başka türlü yormak imkanı varken, tenakuza hamletmek yakışık almaz. Bu cevap fıkıhta ve usûlde mu-kallid olan kimse için yeterlidir. Alim olan kimseye (müctehid) ise şöyle bir hatırlatmada bulunulur: Selef-i sâlihten geçmiş büyüklere hüsnü zanda bulunmak, onların görüşleri ve sözleri karşısında durup düşünmek ve bir çıkış yolu aramak gerekir; mutlak surette red cihetine gidilmez. Âlim kişinin alacağı tavır böyle olmalıdır.
Tafsîlî (detaylı) cevaba gelince: Bu meseleler daha önce sözü geçenleri zedelemez: Talîk meselesini ele alalım. el-Karâfî: "Bu mesele iki imâm üzerine vârid bulunan problemlerden biridir. Çünkü, mülkiyetten önce talikte bulunma durumunda nikahın meşruluğunu söyleyen kimse, şer'an dikkat nazarında bulunulan hikmetten soyutlanmış bir meşruiyeti iltizam etmiş (kabullenmiş) olmaktadırlar....(Bu durumda) kadın üzerine nikah akdinin asla sahîh olmaması gerekirdi. Ancak akid icmâ ile sahîh bulunmaktadır. Bu da akidden gözetilen hikmetin elde edilebilmesi için, talakın lâzım gelmeyeceği neticesine delâlet eder. Madem ki, bu nikâhın meşruluğunda icmâ etmiş bulunuyoruz, bu da nikahın hikmetinin bekasına; yani o nikahın, kendisinden gözetilen maksatları içeren bir nikah olduğuna delâlet eder. Bu nokta bizim imamlarımız için bir problem teşkil etmektedir." Karâ-fî'nin sözü bitti. Bu da daha önce geçenleri teyîd etmektedir. Ancakko-nu üzerinde gereği şekilde durabilmek için, zaruretten dolayı burada yer vermemiz gereken bir başka meseleye müracaatta bulunmamız gerekecektir. [146]
Konular
- On Üçüncü Mesele
- VAZ'Î HÜKÜMLER
- Vaz'ı Hükümlerin Birinci Nevi: Sebeb
- Birinci Mesele
- İkinci Mesele
- Üçüncü Mesele:
- Dördüncü Mesele
- Beşinci Mesele
- Altıncı Mesele
- Yedinci Mesele
- Sekizinci Mesele
- Dokuzuncu Mesele
- Onuncu Mesele
- On Birinci Mesele
- On İkinci Mesele
- On Üçüncü Mesele
- On Dördüncü Mesele
- Vaz'î Hükümlerin İkinci Nevi: Şart
- Birinci Mesele
- İkinci Mesele
- Üçüncü Mesele
- Dördüncü Mesele
- Beşinci Mesele
- Altıncı Mesele
- Yedinci Mesele
- Sekizinci Mesele
- Vaz'î Hükümlerin Üçüncü Nevi: Mâni (Engel)