On İkinci Mesele                                                                                    

Sebebler, müsebbebler için konulmuş sebeb olmaları açısından ele alındıklarında, sadece müsebbeblerinin elde edilmesi için meşru kılınmış oldukları görülür ki, bu müsebbebler de celbi istenilen masla­hatlarla, defi istenilen mefsedetler olmaktadır..

Sebeblerine nazaran müsebbebler iki kısımdır:
a) Sebeblerin asıl amacı olarak (aslî kasıdla) —ki bunlar aslî maksatlar ya da Öncelikli maslahatlarla ilgili hususlar ol­maktadır [138]ya da ikinci derecede amacı olarak ftâlî kasıd ile) —ki bunlar da tâbi maksatlarla ilgili hususlar olmaktadır— meşru kılınan müsebbebler. Bunların her iki nev'i de "Mekâsıd" bölümünde açıklanacaktır.

b) Bunların dışında kalan ve sebeblerin kendileri için meşru kı-lınmadığı kesin bilinen, ya da zannedilen veya sebeblerin kendileri için meşru kılındığı ya da kılmmadığı bilinmeyen yâ~dâ"zannedilmeyen hususlar. Bu durumda karşımıza üç kı­sım ortaya çıkmaktadır:
1, Sebebin kendisi için meşru kılındığı bilinen ya da zannedilen müsebbebe ulaşmak için sebeblerinin ortaya konulması sahihtir. Çünkü işi yerli yerinde yapmış ve Sâri' Teâlâ'nın izin verdiği müseb­bebe ulaşmak için tevessül edilmesine izin verdiği bir şeyi kullanmış­tır. Meselâ: Sâri' Teâlâ, nikahtan evvel emirde insan neslinin be­kâsını kasdetmiş[139], sonra buna ünsiyet peyda etmek, kadının akra­balarıyla şereflerinden ya da dîni meziyetlerinden vb. dolayı sıhriyet bağı kurmak, yahut hizmet veya ev işlerini gördürmek, helâl dâiresi içerisinde onun kadınlığından istifâde etmek, yahut kadının malın­dan istifâde etmek veya onun güzelliğine rağbet etmek ya da dînine gıbta etmak veya harama düşmekten kendisini korumak... vb. gibi şeriatın delâlette bulunduğu bu gibi amaçları da asıl maksada tâbi kıl­mıştır. Bu durumda nikah akdinde, kişinin bunlara yönelik kasdı ge­nel anlamda Şâri'in de kasdı olacaktır. Bu kadarı da yeterlidir. Me­kâsıd bölümünde de ortaya konulacağı üzere Şâri'in kasdına mutabık düşen kula ait kasıd sahîh olmaktadır. Dolayısıyla bu kısımdan olan esbaba tevessülün fâsid olduğunu söylemek mümkün değildir.
İtiraz: Mücerred faydalanma niyeti, akitle gözetilen evvel emir­de kadının helalliği kasdı önünde bir anlam ifâde etmez. Çünkü akid o kasıd üzerine bina edilmektedir. Sâri Teâlâ'nm akidden öncelikle kasdı helalliğin doğmasıdır. Faydalanma daha sonra onun üzerine te­rettüp edecektir. Kişi akidle sâdece sırf faydalanmayı kasdedince, onun kasdı Şâri'in kasdı ile beraberlik arzetmeyecektir. Dolayısıyla [245] mücerred faydalanma kasdı sahîh olmayacaktır. Bu şu Örnekle de açıklık kazanacaktır: Bir kimse falanca kadınla helaî-haram her nasıl olursa olsun beraber olmayı istese ve bu amacı için de meşru nikahtan başka bir yol olmasa ve amacına ulaşmak için onun üzerine nikah ak­dinde bulunsa, bu durumda o kişi, nikahla onun kendisine helal kılın­masını kasdetmiş olmayacaktır. Kadının helâlliğini kasdetmediği takdirde de, Şâri'in akidden gözettiği maksada muhalefet etmiş ola­caktır ve dolayısıyla (akid) bâtıl olacaktır.

Her fiil ya da terk hakkında verilecek hüküm bu minval üzere câri olacaktır.
Cevap: Bu itiraz yerinde değildir. Çünkü biz, soruda farzeüildiği şekliyle akdin sahih olduğunu söylüyoruz. Şöyle ki: Bu kişinin kasdı-mn esası şudur: O kasdettiği şeye caiz olmayan yoldan ulaşamamış bunun üzerine Sâri'Teâlâ'nm o şeye ulaşmayı vasıta olarak kabul etti­ği bir yoldan yürümüştür. Bu durumda kişinin akidden kasdı, onun bir akid olmaması değildir. Aksine nikah akdinin in'ıkâdına yönelik kasdı, izin yetkisi kendisine ait olan Şâri'in izni ile olmuş ve edâ edil­mesi vâcib olan şeyi yapmıştır. Şu kadar var ki, bunu başka yol olma­dığı için mecburî olarak yapmıştır. Dolayısıyla caiz olan bu tevessü-lüyle ortayakoyduğu sebebin gereğine ulaşması tabiîdir. Geriye "ulaş­maya kadir olamadığı haram bir şeye yönelik kasdınm bulunması" noktası kalmıştır. Eğer kadir olduğu takdirde o masiyeti işlemek az­minde ise, tahkik erbabına göre okimse günahkârdır. Ama azim ve ka­rarlılık olmaksızın zihninden geçmişse, diğer benzeri zihinden geçen düşünceler gibi o da affedilir. Şu halde, akdin beraberinde onu iptal edecek bir unsur bulunmamaktadır. Çünkü akit; rükünleri tam, şart­ları yerli yerinde, mânilerinden de uzak olarak vuku bulmuştur. Kişi­nin eğer gücü yetecek olsa, günah irtikap etmeye yönelik kasdının bu­lunması, Şâri'ce maksûd olan yolla onun mübâh kılınmasını isteme kasdmdan ayrı bir şeydir ( ve onu etkilemez). Bu ikinci kasdın (yani kadının kendisine mübâh kılınmasını isteme) onda mevcudiyetinde şüphe yoktur. Bu kasıd da Şâri'in sebebi koyuşundaki kasdına muva­fıktır. Dolayısıyla esbaba tevessül sahîh olacaktır. Akdi icra eden kim­senin mutlaka helalliğe yönelik kasıd bulundurması şeklinde bir ilza­ma gitmek gerekli değildir. Aksine meşru sebebin ortaya konulması­na yönelik kasdın bulunması —o sebeble birlikte helalliğin de do­ğacağı neticesinden gafletle bile olsa— yeterlidir. Çünkü sebebten neşet eden helallik [140]daha önce de geçtiği gibi— yükümlülük kap­samına dahil değildir.
2. Daha başlangıçta kendisi için sebebin meşru kılınmadığı ke­sin bilinen ya da zannedilen hususlar (müsebbebler).[141] Deliller butürden olan esbaba tevessülün sahih olmayacağını göstermektedir Çünkü sebeb, evvel emirde bu farzedilen müsebbeb için konulmuş de­ğildir. Onun için meşru kılınmadığına göre, sebeb ile kasdedilen şeye nisbetle ondan maslahatın celbi ve mefsedetin defi konusunda gözeti­len hikmet netice olarak meydana gelmeyecektir. Bu yüzden de bâtıl olacaktır. Bir açıdan böyle.

İkinci bir açıdan ele aldığımızda şunu göreceğiz: Bu sebeb, farze­dilen bu maksûda nisbetle gayrı meşrudur. Dolayısıyla o hiç meşru kı­lınmayan sebeb gibi olmaktadır. Aslen gayrı meşru olan bir sebebe te­vessül etmek sahîh olmadığına göre, aynı şekilde meşru olmayan bir şey için tevessül edilen meşru şey de sahîh olmayacaktır.

Üçüncü bir yaklaşım: Sâri' Teâlâ'nın bu sebebi belirli olan mü­sebbeb iç in meşru kılmamış olması, böyle bir esbaba tevessülde mas­lahat değil, mefsedet bulunduğunun, yahut da sebebin kendisi için me^rû kılındığı maslahatın o müsebbeble ortadan kalkacağının bir delilidir. Böylece sebeb ona nisbetle abes olacaktır. Eğer Sâri' Teâlâ, bu husûsî esbaba tevessül durumunu yasaklamışsa durum açıktır. Mesela kişi nikahla —hülle nikâhında olduğu gibi— nikahın iptalini içeren bir duruma veya bey akdi ile, akdin iptaliyle birlikte ribâya ve benzeri Şâri'in kasdetmediği kesin bilinen ya da zannedilen bir netice­ye ulaşmak amacmdaysa, onun bu ameli (işi) nikah ve bey akdinin meşrûiyetindeki Şâri'in kasdına muhalif düştüğü için bâtıl olacaktır. Diğer ameller, muâmelâıla, ibâdetlerle ilgili esbaba tevessül durum­ları da aynı şekildedir.
İtiraz: Bu nasıl olabilir? Zikredilen misâlde nikah akdinde bulu­nan kimseyi ele alalım: Her no kadar bu kimsenin kasdı, kadının bi­rinci kocasına helâl olması için nikahı talak ile ortadan kaldırmak ise de, bu kasdı ancak nikah kasdı üzerine tâli (ikinci) bir kasıd olarak or­taya çıkacaktır. Çünkü talak ancak nikaha mâlikiyet sonrasında vuku bulabilir. Bu itibarla hülle nikâhında bulunan kimse, talakla kalkacak bir nikahı kasdetmiş olmaktadır. Nikahın bir özelliği ve şer'î konuluşunun hususiyeti de talak ile ortadan kalkar olmasıdır. Bu ise haddizatında mubahtır. Dolayısıyla nikah sahîh olur. Bununla kadı­nın birinci kocaya helâl kılınmasını kasdetmiş olması ise —her ne ka­dar kötü bir şeyse de— ayrı bir husustur. Kaide olarak haddi zatında birbirinden ayrı iki şey bir arada bulunduğu zaman, bunlardan biri­nin diğerine tesiri bulunmaz. Çünkü bunlar gerçekte birbirlerinden tamamen ayrı şeylerdir. Aynen gasbedilen bir yerde kılınan namaz örneğinde olduğu gibi.[142]

Hem sonra fıkıhta buna delâlet eden meseleler vardır:İmam Mâlik ve Ebû Hanîfe, nikahtan önce talaka, mülkiyetten önce azada talikte bulunmanın sıhhati hakkında müttefiktirler. Me­sela bu imamlara göre, bir kimse yabancı bir kadına hitaben "Eğer se­ninle evlenirsem boş ol!"; başka birinin kölesine "Eğer seni satın alır­sam azâd ol!" dese, o kadınla evlenmesi durumunda talak, o köleyi sa­tın alması durumunda da azâd lâzım gelir. Bilindiği üzere Ebû Hanife ve Mâlik bu kimsenin o kadınla evlenmesini, o köleyi satın almasını tecviz etmektedirler. el-Mebsûta adlı eserde İmâm Mâlik'ten "Otuz sene boyunca evleneceğim her kadın boş olsun!" diye talak üzerine ye­min eden ve sonra da zinaya düşmekten korkan kimse hakkında "Onun evlenmesinin caiz olduğunu görüyorum. Ancak o evlenirse der­hal kadın boş olur." dediği nakledilir. Oysa ki, bu nikah ve kölenin alınmasında talak ve azâddan başka Sâri Teâlâ'nın onlarda ne kasd-ı evvelle (aslîkasıdla) ne de kasd-ı sânı ile (talî kasıdla) gözetmiş olduğu bir amaç bulunmamaktadır. Nikah talak için, satın alma da satın alı­nan şeyin elden çıkması için meşru kılınmış değillerdir. Onlar tama­men başka amaçlar için meşru kılınmışlardır. Talak ve azâd, onların meşruiyetinde amaçlanmayan fakat neticede onlara tabi olarak orta­ya çıkan hususlardandır Dolayısıyla bunun caiz olması, talak veya azâdm vukûunun nikah ya da mülkiyetin husulünden ve ona yönelik kasdın bulunmasından dolayı olmuştur. Nikahta bulunan bu nikâhı ile talakı, köleyi satın alan da buişiyle onun azadım kasdetmiş olmak­tadır. Bu kasıd zahiren Şâri'in kasdına münâfî gibi gözükmektedir. Bununla birlikte her iki tasarruf da bu iki imâma göre caizdir. Durum böyle olduğuna göre şu iki şıktan birisi kaçınılmaz olmaktadır: a) Ya sebebin kendisi için meşru kılınmadığı bir neticeye meşru bir şeyle te­vessülde bulunmak caizdir denilecektir, b) Ya da bu meseleler bâtıl­dır denilecektir.

Malikî mezhebinde bu kabil şeyler çoktur. Müdevvene'de, evle­nen ve içerisinden de ondan ayrılmayı düşünen kimse hakkında şöyle denilir:

"Bu bir müt'a nikahı değildir. Şu halde bir kimse karısının üzeri­ne evlenmeyi lazım kılan bir yeminden dolayı bir kadınla evlense (ne olur ?) Bu şekilde farzedilen bir mesele hakkında Malik: "Nikah helal­dir. Eğer o nikah üzerinde devam etmek dilerse, nikahını sürdürür, di­lerse de ayrılır." demiştir. İbnul-Kâsım: "Bu bizim bildiğimiz ve işit­tiğimiz kadarıyla ilim ehli arasında ihtilaf bulunmayan konulardan biridir." demiştir. Devamla şöyle denilmiştir:
"Bize göre o sabit bir nikahtır. Yemininde hanis (yerine getireme-mış) olmamak için evlenen kimsenin durumu, kadınla beraber olma tezzeti için evlenip ondan muradını almak; fakat onu tutmamak niye­tinde olan kimsenin durumu mesabesindedir. Bu niyeti üzere olduğu halde ve kalbinde de bunu gizleyerek evlenmiştir. Bu ikisinin durumu [248] da aynı olmaktadır. Bunlar eğer dilerlerse nikahı sürdürürler Çünkü nikahın aslı helaldir. Bu mesele el-Mebsûta'da zikredilmiştir, el-Kâfi'de ise: "Bir memlekete gelip de, niyetinde yolculuk dönüşünde boşamak olduğu halde, oradan bir kadınla evlenen kimse hakkında çoğunluk ulemanın görüşüne göre bu caizdir." denilmektedir.
İbnu'l-Arabî, İmam Malik'in müt'a nikahı hakkında mübalağası­nı ve onun içten tutulan niyetle —mesela niyetini dışarı vurmasa bile, onunla belli bir süre ikamet etmek niyetiyle evlenmek gibi bir duru­mu— caiz görmediğini zikrettikten sonra: "Diğer alimler ise buna ce­vaz vermişlerdir." dedikten sonra yolcuların akdettikleri nikahı örnek alarak vermiş ve şöyle devam etmiştir: "Bence niyetin buna bir tesiri olmaz. Çünkü eğer biz, nikah akdinde bulunan kimse için, kalbi ile ebedî nikaha niyet etmesini gerekli görürsek, o takdirde nikah "hiris-tiyan nikahı" olurdu[143] Nikah akdi sırasında ortaya konulan sîgada (lafızda) bir şey söylenmemiş olduğuna göre, onun niyetinin bir zararı olmayacaktır. Görülmez mi ki, kişi evlenirken Ölünceye kadar devam etmesini umarak iyi geçinme amacıyla nikah akdinde bulunur. Eğer umduğunu bulursa ne âlâ, aksi takdirde ayrılır. Keza korunma mak­sadıyla evlenen kimse de eğer tatmin bulmuşsa beraberliği sürdürür, değilse ayrılır." İbnu'l-Arabî'nin Kitabu'n-nâsih ve'1-mensûh'daki sözü bu. el-Lahmî ise, İmam Malik'ten: "Bir kimse gurbet ya da arzu­dan dolayı nikah akdedip, arzusunu tatmin edince ayrılmak amacıyla evlense bunda bir beis (sakınca) yoktur." dediğini nakilde bulun­muştur:
Bu meseleler, istidlalde bulunduğunuz kaide hakkında serdedi-len bilgilerin hilafına delâlet etmektedir. Bunlar içerisinde en şiddetli olanı da yemini bozmuş olmamak için yapılan nikah akdiyle ilgili me­seledir. Çünkü burada kişi, nikahı ona bir rağbeti olduğu için isteme­miş; sadece yemininde hânis olmamak için akitte bulunmuştur. Ni­kah ise böyle bir amaç için meşru kılınmış değildir. Bunun benzerleri çoktur. Hepsi de, Şâri'in kasdma, muhalif olmakla birlikte sahih ol­maktadırlar. Bu ise ancak onun evvel emirde nikahı, sonra da ikinci [249] olarak ayrılmayı kasdetmiş olmasındandır. Bunların her ikisi de bir­birlerine lâzımî olarak bağımlı değillerdir. Eğer birinci meselede[144], biri diğerine tesir edecek şekilde birbirlerine ^ağımlı kabul edecekse­niz, o takdirde bu meselelerde de aynı şekilde olması gerekir. O takdir- vaz'î hükümler) sebeblede bu sözü edilen meselelerin hepsi de bâtıl olacaktır. Bu durumda kısaca; ya bütün bunların bâtıl olmaları ya da daha Önce geçen şeylerin [145]bâtıllığı kaçınılmaz olacaktır.

Cevap: Buna icmâlî ve tafsili olmak üzere iki cevabımız olacaktır:

İcmâlî cevap olarak deriz ki: Daha önce ortaya konulan deliller dolayısıyla meselenin aslı sahihtir. İtiraz edilen şeyler ise, ne mesele­dendir ne de onun kapsamı içerisine girmektedir. Onların caiz ve sahîh olduğunu söylemeleri bunun delili olmaktadır. Bu meselelerden bazıları üzerinde ittifak edilmiştir. Bu onların konumuzu teşkil eden meselenin aslının kapsamına girmediğini gösterir. Bazıları hakkında da ihtilaf edilmiştir. Bunlar da, caiz görmeyenlere göre onların mese­lenin kapsamına girdiğini, caiz görenlere göre ise onun kapsamına girmediğini gösterir. Çünkü ulemânın sözleri arasında tenakuz ol­maz. Dolayısıyla onların sözlerini başka türlü yormak imkanı varken, tenakuza hamletmek yakışık almaz. Bu cevap fıkıhta ve usûlde mu-kallid olan kimse için yeterlidir. Alim olan kimseye (müctehid) ise şöy­le bir hatırlatmada bulunulur: Selef-i sâlihten geçmiş büyüklere hüs­nü zanda bulunmak, onların görüşleri ve sözleri karşısında durup dü­şünmek ve bir çıkış yolu aramak gerekir; mutlak surette red cihetine gidilmez. Âlim kişinin alacağı tavır böyle olmalıdır.
Tafsîlî (detaylı) cevaba gelince: Bu meseleler daha önce sözü ge­çenleri zedelemez: Talîk meselesini ele alalım. el-Karâfî: "Bu mesele iki imâm üzerine vârid bulunan problemlerden biridir. Çünkü, mülki­yetten önce talikte bulunma durumunda nikahın meşruluğunu söyle­yen kimse, şer'an dikkat nazarında bulunulan hikmetten soyutlan­mış bir meşruiyeti iltizam etmiş (kabullenmiş) olmaktadırlar....(Bu durumda) kadın üzerine nikah akdinin asla sahîh olmaması gerekir­di. Ancak akid icmâ ile sahîh bulunmaktadır. Bu da akidden gözetilen hikmetin elde edilebilmesi için, talakın lâzım gelmeyeceği neticesine delâlet eder. Madem ki, bu nikâhın meşruluğunda icmâ etmiş bulunu­yoruz, bu da nikahın hikmetinin bekasına; yani o nikahın, kendisin­den gözetilen maksatları içeren bir nikah olduğuna delâlet eder. Bu nokta bizim imamlarımız için bir problem teşkil etmektedir." Karâ-fî'nin sözü bitti. Bu da daha önce geçenleri teyîd etmektedir. Ancakko-nu üzerinde gereği şekilde durabilmek için, zaruretten dolayı burada yer vermemiz gereken bir başka meseleye müracaatta bulunmamız gerekecektir. [146]


Eser: El-Muvafakat

  • Yeni Ekle
Yorumlar (0)

El-Muvafakat

 

Son eklenen ruyalar

Sitemizde yer alan soruların cevapları özenle islami eserlerden seçilerek yazılmaktadır.
..