On Üçüncü Mesele
Bir hikmetten dolayı meşru kılınmış bir sebebin, o sebebin işlenmesiyle hikmetin vukuu ya kesin bilinir veya zannedilir; ya da bilinmez veya zannedilmez. Eğer hikmetin vukuu biliniyor veya zannedili-yorsa, o takdirde onun meşruiyeti hakkında herhangi bir problem bulunmamaktadır. Eğer bilinmiyor veya zannedilmiyor s a o takdirde bunlar iki kısım olmaktadır:
a) Bu neticenin, mahallin o hikmeti kabul etmemesi sonucunda olması.
b) Haricî bir unsurdan dolayı olması.
Eğer birinci kısımdan ise, meşruiyet esastan kalkacaktır. Dolayısıyla şer'an o mahalle nisbetle, sebebin bir etkisi bulunmayacaktır. Örnekler: Akıllı olmayan kimseye nisbetle suç (cinayet) işlemesi durumunda onun tecziyesi (cezalandırılması), şarap ve domuz üzerine akid yapılması; yabancı kadına (talîk olmaksızın) talak verilmesi, başkasının mülkü olan kölenin azâd edilmesi gibi. Aynı şekilde akıllı olmayan kimsenin ibâdetlerle muhatap tutulması ve her türlü tasarruf yetkisinin verilmesi vb. gibi konular da böyledir.
Buna delâlet eden iki delîl bulunmaktadır:
1. Yerinde de açıklanacağı üzere maslahatların isbâtıkaidesine binâen, sebeblerin asıl konuluşlarmda bir hikmete mebnî olarak konulmuş olduğu kabul edilmektedir. Eğer sebeblerin, bütün olarak hikmetlerden soyutlanmış şekilde konulmaları caiz olsaydı, o zaman bunların meşru olmaları sahih olmazdı. Halbuki biz onların meşru olduklarını kabul ediyoruz. Dolayısıyla bu bir tutarsızlıktır.
2. Eğer öyle olacak olsaydı, hadlerin caydırma ve Önleme (zecr); ibâdetlerin Allah'a boyun eğme (huşu) amacının dışında başka maksadlar için konulmuş olmaları lâzım gelirdi. Diğer hükümler de aynı şekilde olurdu. Böyle bir netice ise, hükümlerin talîlini kabul eden herkesin ittifakı ile bâtıldır.
Sebeblerin hikmetlerinin ki müsebbebler olmaktadır vuku bulmaması, haddizatında mahallin kabul etmesine rağmen, haricî bir unsurdan kaynaklanıyorsa bakılır: Acaba bu haricî unsur, sebebin [25i] şer'îliğinde müessir midir? Yoksa sebeb asıl meşruiyeti üzere kalmakta mıdır? Her ikisi de muhtemeldir; böyle bir konuda ihtilâfın bulunması caizdir.
Bunu caiz gören kimseler görüşlerini desteklemek üzere aşağıdaki delilleri getirebilirler: 1.
Küllî kaideler "kadâyâ a'yân' tabir edilen farklı ve husûsî çözümler, nâdir istisnalarla bozulmazlar. Bu konu üzerinde ileride yeri geldiğinde [147]durulacaktır. 2.
İkincisi bizim burada üzerinde duracağımız konu olmaktadır ki o da şudur: Hikmet, ya sadece mahalline ve mahallin onu kabul edip etmediğine nazaran ele alınmakta; ya da bizzat mahalde mevcudiyeti ile itibara alınmaktadır. Eğer sadece mahallin kabul edip etmemesi açısından ele alınacaksa ki tartışma noktasını da işte bu teşkil etmektedir o takdirde, talîk meselesinde talâkına yemin edilen kadın, gerek yemîn eden tarafından ve gerekse başkaları tarafından üzerine akdedilecek nikah akdini kabul edici bir mahal olmaktadır. Dolayısıyla bunu men edici husûsî bir delîl olmadıkça, men cihetine gidilemez. Böyle bir delîl de yoktur. Eğer hikmetin mahalde bizzat fiilen mevcudiyetine itibar edilecekse, o takdirde de bir engel sebebiyle olsun olmasın, bulunmaması durumuna itibarla menine gidilecektir. Konfor içerisindeki bir kralın yolculuğu gibi. Çünkü onun yolculuğunda meşakkat olmayacaktır veya onun yolculuğu en azından böyle bir [252] meşakkatin bulunmayacağı zannını vermektedir. Dolayısıyla onun hakkında sefer ruhsatlarından istifade ile namazın kısaltılması, Ramazan orucunun tutulmaması mümteni (imkansız) olacaktır. Keza dirhemin misli dirhemle, dmârm misli dînârla değiştirilmesi de böyle olacaktır; böyle bir akdin icrasında bir fayda bulunmamaktadır. (Dolayısıyla menine gidilmek gerekecektir.) Hükmü aslî meşruiyet üzere cereyan eden ve fakat hikmeti bulunmayan benzer meselelerde de durum aynı olacaktır.
İtiraz: Şöyle bir itiraz serdeclilemez:[148] Sefer mutlak surette meşakkatin bulunacağı zanmnı verir (meşakkatin mazinnesidir); keza dirhemin misli dirhemle değiştirilmesinde de bir faydanın bulunacağı zanm bulunur; çünkü insanların garazları, amaçları çokfarklıdır. Buna benzer diğer meselelerde de durum aynıdır. Dolayısıyla bu gibi meselelerde esbaba tevessül mutlak surette caiz olmalıdır. Talîk suretiyle talakı üzerine yemin edilen kadının durumu ise böyle değildir. Çünkü o meselenin, bir hikmet içerdiği zannım uyandıracak bir durumu yoktur. Böyle bir kimsenin o kadını nikahlamasında, nikahtan gözetilen hikmetin bulunmasına asla imkan yoktur.
Cevap: Bu itiraz vârid değildir.[149] Çünkü biz mutlak anlamda seferin benzerinin (nazîr), kayıtsız olarak yabancı bir kadının nikahlan-ması olduğunu söylüyoruz. Mukayyed (kayıdh) meselede, maslahatın mevcudiyetine itibar etmeksizin mutlak cevaz hükmünü verdiğinize göre, talakına talîk yoluyla yemin edilen kadının nikâhının sahîh olduğunu da söylemeniz gerekir. Çünkü bu da, (aynen sefer konusunda olduğu gibi) mutlak olan yabancı kadınla evlilik biçimleri arasından mukayyed bir şekil olmaktadır. Anne, kız... gibi kendileriyle evlenmeleri haram olan kadınlarla nikahlanmak ise böyle değildir. Böyle bir nikah bâtıldır; zira mahal mutlak surette böyle bir nikaha kabil değildir. Bizim üzerinde durduğumuz mesele ise birinci kışıma, yani hikmeti mahallin kabul ettiği kışıma girmektedir. Mahallin hikmeti kabul ettiği kısımda ise, bu gibi meselelerde mutlaka cevaz yoluna gitmek gerekecektir ve o takdirde, bazı sebebler, hikmetleri veya muhtemelen onları içeren şeyler (mazinne) bulunmasalar bile meşru olacaklardır. Çünkü mahallin haddizatında hikmeti kabulü, her ne kadar fiilen vuku bulmasa bile, (o mahal) hikmetin bir mazinnesi (muhtemelen bulunabileceği yer) olmaktadır ve bu makûl bir şeydir. 3.
Bir mahalde bizzat hikmetin mevcudiyetini esas almanın belli bir kıstası yoktur (munzabıt değildir); çünkü, bu hikmetler ancak ikinci etapta sebeblerin vukuundan sonra ortaya çıkarlar. Dolayısıyla sebebin vukuundan önce, bu hikmetlerin mevcut olup olmadıklarını biz bilemeyiz. Nikahın hemen akabinde boşayan nice kimseler vardır. Nice talak, in'ıkâdmm hemen arkasından ortaya çıkan arızî bir durum ya da mâniden dolayı feshedilmiştir. Biz önceden hikmetin mev- [253] cûdiyetini bilemeyeceğimize göre, sebebin meşruiyetinin hikmetin vücûduna bağlı sayılması doğru olamaz. Çünkü hikmet ancak sebebin vukuundan sonra ortaya çıkmaktadır. Oysa ki, biz sebebin vukuunu hikmetin mevcudiyetinden sonra varsayıyoruz. Böyle bir şey aklen imkansız olan devir[150] (kısır döngü) demektir. Şu halde mahallin hikmeti genel anlamda[151] kabul eder olmasının, hikmetin vücûduna bir mazinne (muhtemelen bulunduğu yer) olarak yeterli kabul edilmesi anlayışına varmamız gerekecektir.
Men taraftarı[152] kimseler de, görüşlerine üç açıdan delîl getirebilirler:
1. Mahallin hikmeti kabulü iki şekilde düşünülebilir:
a) Hâriçte gayr-ı kabil olduğu farzedilse bile, sadece zihnen kabul edebilir olması[153] sebebiyle şer'an itibar edilmesi şeklinde olur ve hikmeti zihnen kabul edebilir olmayan esbaba tevessül meşru olmaz.
b) Ya da mahallin hikmeti hâriçte bulunduğu için olur. Hâriçte hikmeti bulunmayan bir şey haddizatında zihnen hikmeti kabul edici olsa da olmasa da asla meşru olmaz. Eğer birinci kısımdan ise sahîh değildir. Çünkü sebebler sadece kulların maslahatları için meşru kılınmışlardır. Bunlar (maslahatlar) meşruiyetin hikmetleri olmaktadır. İçerisinde maslahat bulunmayan ya da muhtemelen hâriçte mevcut bir maslahatı içerebilecek (mazinne) durumunda olmayan şeyler, şer'î maksad açısından ne zihinde ne de hâriçte maslahatı kabul etmeyen kısımla[154] aynı olmaktadır. Bunlar birbirleriyle aynı olunca mümteni (imkansız) ya da caiz olurlar. Ancak cevazları men'i (yasakhğı) üzerinde ittifak edilen bir şeyin cevazına götürmektedir. Dolayısıyla her ikisinin de mutlak surette men edilmelerine hükmetmek gerekir ki, ulaşılmak istenen de işte bu neticedir.
2, Biz şayet burada sebebten maslahatın neş'et etmeyeceğini ya da onunla maslahatın vücûda gelmeyeceğini bile bile onu imâlde bulunacak olsak, bu, hükmün konulusunda gözetilen Şâri'in kasdını bozmak olurdu. Çünkü böyle bir yerde esbaba tevessül abes olur. Abes olan bir şeyse, her hükmün bir maslahata mebnî olduğu esâsına binâen meşru kılınmaz. Dolayısıyla bu kısımla birinci kısım arasında bir fark yoktur. Karâfî'nin sözünden kasdı144 da işte budur.
3. Bu meseleler içerisinde caiz görülenlere, sadece hikmetin mevcudiyeti itibarıyla[155] cevaz verilir. Çünkü konfor içerisinde yolculuk yapan krala nisbetle meşakkatin olmadığı kesin değildir. Aksine onun yolculuğunda da meşakkatin bulunacağı zanm gâlibtir. Şu kadar var ki, meşakkat izafîdir, insandan insana değişir ve belli bir kıstası yoktur. Bunun için de Sâri' hikmet yerine, şer'î hükümlerin zapturapt altına alınabilmesi için hikmetin mazinnesini (muhtemelen içerisinde bulunacağı yeri) onun yerine ikâme etmiştir. Nitekim benzeri örnekler de vardır: Mesela: Cinsel ilişki sırasında, meni gelmese dahi sünnet mahallinin girmesini, bilinen müsebbebleri için belirleyici bir kıstas kabul etmiştir. Çünkü sünnet mahallinin girmesi, meninin muhtemelen gelebileceği bir hal (mazinne) olmaktadır. Keza, ihtilâm olmayı yükümlülükleri kabul edebilecek akıl için mazinne (muhtemelen aklın bulunacağı çağ) kabul etmiştir. Çünkü bizzat akıl ölçülemeyen, zapturapt altına alınamayan bir şeydir. Ve benzeri örnekler. Ama dirhemin misli dirhemle değiştirilmesi konusuna gelince, aklen bazan benzerliğin her açıdan tasavvur edilmesi mümkün olmayabilir. Çünkü birbirlerine benzeyen iki şey arasında, onların belirlenmesi açısından da olsa, mutlaka bir açıdan farklılık bulunur. Nitekim birbirlerine zıt iki şey arasında da, diğerlerini kendilerinden nefyetme yoluyla da olsa, mutlaka bir benzerlik yönü bulunur. İstisnasız her açıdan benzerliğin farzedilmesi nâdirdir ve nâdir olan şeylere itibar edilmez. Bidüziyeîik arzeden gâlib durum; iki dirhemin, iki dînârın birbirlerinden mutlaka, onları kazanma yoluyla da olsa,[156] farklı olmaları şeklindedir. Bu yüzden de onların birbirleriyle değiştirilmesi konusunda mutlak olarak caizdir denilmiştir. Durum böyle olunca, bu meselelerde bizim meselemizle ilgili bir delâlet yoktur demektir.
Fasıl:
Meselenin ortaya konulması sırasında, tank meselesiyle ilgili cevap da geçmiş bulunuyor. Yeminini yerine getirmiş olmak için yapılan nikah ve bu meyanda zikredilen hususlara gelince,[157] bunlar her ne kadar sıhhat yönü daha güçlü ise de, ihtilafın bulunabilmesi ihtimalini barındıran bir yer olmaktadır. Bunlara ehlinden sâdır olmuş ve kabul edici mahalle de isabet etmiş bir nikah akdi olarak bakanlar men cihetine gitmemişlerdir. Öbür taraftan nikah akdinde bulunan kimsenin ayrılma niyeti olduğunu ya da ayrılma beklentisini belirten bir ortam içerisinde olmasından dolayı böyle bir nikahın muvakkat (geçici) nikaha benzediğini görenler de onu caiz görmemişlerdir. İbnul-Kâsım, yeminini yerine getirmek için yapılan nikah meselesinde bir ihtilaf olduğunu belirtmemiştir. Bununla birlikte, o ve daha başkaları böyle bir nikahla 'muhsanlık' vasfının doğmayacağına işarette bulunmuşlardır. Bu kadarı da, böyle bir nikah hakkında şüphe bulunduğunu ifâde için yeterlidir. Konu, müctehidler için ictihâd mahalli olmaktadır. İmâm Mâlik'in mezhebine baktığımız zaman, yemini yerine getirmekiçin yapılan nikahın, nikahtan gözetilen garaza uygun bir nikah telakki edildiğini görürüz. Ancak bu yemin hükmünü kaldırmak üzere olmaktadır. Nikahın yemin hükmünü kaldırmak için yapılmış olması, kadının kadınlığından istifâdeyi helal kılan meşru nikâh hakkında gerekli olan kasıd için yeterlidir. Şu kadar var ki, nikah yeminin kaldırılması mânâsını da içermektedir. Bu ise akdi zedeleyici bir unsur değildir. Keza şehvetini gidermek için yapılan nikah da maksûddur; çünkü şehvetin giderilmesi nikahtan gözetilen maksatlar cümlesinden olmaktadır. Şehvetini giderdikten sonra ayrılma niyeti ayrı bir şeydir ve talak yetkisine sâhib olan kimsenin eline verilmiş bir durumdur. Bazan başta böyle bir niyeti olmasına rağmen ayrılmamayı uygun görür ve ayrılmaz. Mut'a nikahı ile bunun arasındaki fark da işte burası olmaktadır. Çünkü muvakkat nikahta, süre tahdidi üzere nikahı bina etmiş olmaktadır.
Hülle nikahında da aynı şekilde, nikah maksatları gözetilme-[256] mektedir. Hülle nikahında gözetilen şey sadece, gerçek anlamda değil, sureta kadının yeni bir koca ile nikahı vasıtasıyla, ilk kocasına helal kılınması kasdıdır. Dolayısıyla böyle bir nikah, şer'an nikahtan gözetilen amaçlardan herhangi birisini taşımamaktadır. Hem sonra bir başkası için yapılmış bir nikahta, onunla ne örfen ne de şer'an beraberliği sürdürmek mümkün değildir. Dolayısıyla hülle nikahının, sürdürülmesi kabil bir nikah olması mümkün değildir. Hem sonra hülle nikahı hakkında vârid olan nass çok serttir.[158] Böyle bir nassm
dur dediği yerde durmak gerekir. Bütün bunlara rağmen, şayet helal kılmak amacıyla nikahda bulunan kimsenin nikahında, karşılıklı anlaşma ve şart olmasa; bazı âlimler böyle bir nikahı sahîh kabul etmektedirler. Bunların göz önünde bulundurdukları şey, o kişinin bir anlamda kadından faydalanmayı daha sona ise talakı kasdetmiş olmasıdır. Onun bu maksadı, genel anlamda nikahtan güdülen amaçlar cümlesi altına girmektedir. Bu durumda, eğer bir anlaşma ve şart varsa, o takdirde hülle nikahı, bir görüşe göre nikahın aslî maksadranyla birlikte kadının birinci kocaya dönmesi maksadını da içermiş olacaktır. Diğer bir görüşe göre ise anlaşma ve şart olsa bile böyle bir içerme durumu olmayacaktır. Bu bir tâbilik hükmü sebebiyle olmuş olacaktır. Bu her ne kadar tercih edilmeyen bir görüşse de, üzerinde durul-mazlık da edilemez.
Yeminin yerine getirilmesi amacıyla nikah durumunda, bukas-dın nikahı zedelemeyeceğine delâlet eden hususlardan birisi de şudur: Bir kimse namaz, oruç, hac, umre... gibi bir ibâdeti yapmaya dâir nezirde yahut yeminde bulunsa, o kimse bu nezir ve yeminini yerine getirmekiçin bunları yapar ve bu kasdı onların ibâdet olmasına mâni olmaz. Burada da durum aynıdır. Eğer yemin ya da nezri yerine getirme kasdı akdin aslını zedeleyecek olsaydı, ibâdet niyetini zedelemesi gerekirdi. Çünkü ibâdetlerin şartı, onlarla Mâbûd'a teveccüh etmek ve onlarla sadece Allah'a yaklaşmayı kasdetmektir. Şayet kişi nezirde bulunduğu ya da yapmaya yemin ettiği ibâdetleri sadece yeminini ye-rine getirme kasdıyla ki aksi takdirde yeminini yerine getirmiş olamaz îfâ edecek olsa bu sahîh olmaktadır. Dolayısıyla burada da nikah sahîh olacaktır. Hatta öncelik bile arzedecektir. Keza, bir kimse sahibi olduğu bir malı satmaya yemin etse ve sırf yeminini yerine getirmekiçin onu satsa, onun bu satış akdi sahîh olacaktır. Yine av avlamaya yahut hayvan boğazlamaya yemin etmesi neticesinde de, yeminini yerine getirmek amacıyla bunları yapsa bunlar sahîh olmaktadır. Ve benzeri meseleler.
Bütün bunlar iki esasa dönük olmaktadır: 1.
Maslahatlar için meşru kılınmış olan hükümlerde, bu maslahatların hükmün altına giren bütün cüzlerinde (ferdlerinde) teker teker bizzat bulunması şart değildir. Şart olan sadece (genel anlamda) maslahatın muhtemelen bulunabilirliğidir (mazinnesi), 2.
Muamelâtla fâdiyyât) ilgili konularda, sıhhat için, mükellefin kasdmın Şâri'in kasdina ters düşmemesi yeterlidir; ona uygunluğunun ortaya çıkması şartı yoktur. Her iki esas da inşallah ileride gelecektir.
Fasıl:
ilk taksimin üçüncü kısmı: Sebeble Şâri'ce maksûd olup olmadığı kesin bilinmeyen veya zannedilmeyen bir müsebbebin kas-dedilmesi.[159]Bu üzerinde düşünülmesi gereken bir konu olmaktadır. Burada problem ve vuzuhsuzluk vardır. Bu gibi durumlarda biz sebebe tevessül ettiğimizde, bu sebebin farzedilen müsebbeb için konulmuş bir sebeb olmaması mümkündür. Nitekim o sebebin hem söz konusu müsebbeb için hem de başka bir şey için sebeb olarak konulmuş olması da mümkündür. Birinci ihtimale göre esbaba tevessül gayrı meşrudur. İkinci ihtimale göre ise meşru olur. Bir fiil meşruluk ve gayrı meşruluk arasında döndüğü zaman, sebebe tevessüle girişmek meşru olmamaktadır.
Soru: Sebebin genel anlamda meşru olduğu farzedilmiştir. [258] Dolayısıyla onunla tevessülde bulunması niçin sahîh olmasın?
Cevap: Sebebin meşruiyeti mutlak olarak değil muayyen ve malûm bir şeye nisbetle farzedilmiştir. Esbaba tevessül, ancak sebebin sebebiyet vereceği her şeyin mutlak ve genel olarak meşruluğunun bilinmesi durumunda sahîh olur. Bizim burada farzettiği-miz konu ise böyle değildir. Aksine biz biliyoruz ki, pek çok sebeb, kendilerinden neş'et edecek bazı şeyler (müsebbebler) için meşru kılınmışlarken; keza kendilerinden neş'et etse ve üzerlerine terettüp de bulunsa bile bazı şeyler için meşru kılınmamışlardır. Mesela nikah akdi, neslin bekası ve buna tâbi olan amaçlar için meşru kılınmışken, çoğunluk ulemaya göre tahlil (hülle) ve benzeri durumlar için meşru kılınmamıştır. Biz onun belli amaçlar için meşru kılındığını bildiğimiz zaman, nikahın kendisi için meşru kılındığını bilmediğimiz amaçların hükmü meçhul kalır. Dolayısıyla bunların hükmü bilininceye kadar onlara yeltenilmesi meşru ve sahîh olmaz.Burada "Asıl olan cevazdır." şeklinde bir mütâlâa ileri sürülemez.
Çünkü bu mutlak değildir. Mesela kadınlardan istifade konusunda asıl olan haramlıktır; ancak meşru olan sebeblerle helallik doğar. Hayvanların yenilmesi konusunda asıl olan haramlıktır; ancak meşru olan boğazlama yoluyla helal olurlar. Ve benzeri mutlak surette olmayıp da belli bir muameleden sonra meşruluk kazanan durumlar gibi. Bu husus vazıh hale geldikten sonra diyoruz ki: Bir müsebbeb ortaya çıkar ve biz bu müsebbebin Şâri'in meşru olan se-bebden kasdetmiş olduğu neticeler cümlesinden olup olmadığını bilemezsek, konuyla ilgili hüküm Öğrenilinceye kadar tevakkuf etmemiz (beklememiz) gerekecektir. Bunun için bir kaide geliştirilmiştir ve bununla sebeblerin müsebbebleri içerisinden Şâri'in maksûdu olanlarla olmayanları birbirinden ayırmak mümkün olmaktadır. Bu kaide "Mekâsıd" bölümünde anlatılmıştır. [160]
a) Bu neticenin, mahallin o hikmeti kabul etmemesi sonucunda olması.
b) Haricî bir unsurdan dolayı olması.
Eğer birinci kısımdan ise, meşruiyet esastan kalkacaktır. Dolayısıyla şer'an o mahalle nisbetle, sebebin bir etkisi bulunmayacaktır. Örnekler: Akıllı olmayan kimseye nisbetle suç (cinayet) işlemesi durumunda onun tecziyesi (cezalandırılması), şarap ve domuz üzerine akid yapılması; yabancı kadına (talîk olmaksızın) talak verilmesi, başkasının mülkü olan kölenin azâd edilmesi gibi. Aynı şekilde akıllı olmayan kimsenin ibâdetlerle muhatap tutulması ve her türlü tasarruf yetkisinin verilmesi vb. gibi konular da böyledir.
Buna delâlet eden iki delîl bulunmaktadır:
1. Yerinde de açıklanacağı üzere maslahatların isbâtıkaidesine binâen, sebeblerin asıl konuluşlarmda bir hikmete mebnî olarak konulmuş olduğu kabul edilmektedir. Eğer sebeblerin, bütün olarak hikmetlerden soyutlanmış şekilde konulmaları caiz olsaydı, o zaman bunların meşru olmaları sahih olmazdı. Halbuki biz onların meşru olduklarını kabul ediyoruz. Dolayısıyla bu bir tutarsızlıktır.
2. Eğer öyle olacak olsaydı, hadlerin caydırma ve Önleme (zecr); ibâdetlerin Allah'a boyun eğme (huşu) amacının dışında başka maksadlar için konulmuş olmaları lâzım gelirdi. Diğer hükümler de aynı şekilde olurdu. Böyle bir netice ise, hükümlerin talîlini kabul eden herkesin ittifakı ile bâtıldır.
Sebeblerin hikmetlerinin ki müsebbebler olmaktadır vuku bulmaması, haddizatında mahallin kabul etmesine rağmen, haricî bir unsurdan kaynaklanıyorsa bakılır: Acaba bu haricî unsur, sebebin [25i] şer'îliğinde müessir midir? Yoksa sebeb asıl meşruiyeti üzere kalmakta mıdır? Her ikisi de muhtemeldir; böyle bir konuda ihtilâfın bulunması caizdir.
Bunu caiz gören kimseler görüşlerini desteklemek üzere aşağıdaki delilleri getirebilirler: 1.
Küllî kaideler "kadâyâ a'yân' tabir edilen farklı ve husûsî çözümler, nâdir istisnalarla bozulmazlar. Bu konu üzerinde ileride yeri geldiğinde [147]durulacaktır. 2.
İkincisi bizim burada üzerinde duracağımız konu olmaktadır ki o da şudur: Hikmet, ya sadece mahalline ve mahallin onu kabul edip etmediğine nazaran ele alınmakta; ya da bizzat mahalde mevcudiyeti ile itibara alınmaktadır. Eğer sadece mahallin kabul edip etmemesi açısından ele alınacaksa ki tartışma noktasını da işte bu teşkil etmektedir o takdirde, talîk meselesinde talâkına yemin edilen kadın, gerek yemîn eden tarafından ve gerekse başkaları tarafından üzerine akdedilecek nikah akdini kabul edici bir mahal olmaktadır. Dolayısıyla bunu men edici husûsî bir delîl olmadıkça, men cihetine gidilemez. Böyle bir delîl de yoktur. Eğer hikmetin mahalde bizzat fiilen mevcudiyetine itibar edilecekse, o takdirde de bir engel sebebiyle olsun olmasın, bulunmaması durumuna itibarla menine gidilecektir. Konfor içerisindeki bir kralın yolculuğu gibi. Çünkü onun yolculuğunda meşakkat olmayacaktır veya onun yolculuğu en azından böyle bir [252] meşakkatin bulunmayacağı zannını vermektedir. Dolayısıyla onun hakkında sefer ruhsatlarından istifade ile namazın kısaltılması, Ramazan orucunun tutulmaması mümteni (imkansız) olacaktır. Keza dirhemin misli dirhemle, dmârm misli dînârla değiştirilmesi de böyle olacaktır; böyle bir akdin icrasında bir fayda bulunmamaktadır. (Dolayısıyla menine gidilmek gerekecektir.) Hükmü aslî meşruiyet üzere cereyan eden ve fakat hikmeti bulunmayan benzer meselelerde de durum aynı olacaktır.
İtiraz: Şöyle bir itiraz serdeclilemez:[148] Sefer mutlak surette meşakkatin bulunacağı zanmnı verir (meşakkatin mazinnesidir); keza dirhemin misli dirhemle değiştirilmesinde de bir faydanın bulunacağı zanm bulunur; çünkü insanların garazları, amaçları çokfarklıdır. Buna benzer diğer meselelerde de durum aynıdır. Dolayısıyla bu gibi meselelerde esbaba tevessül mutlak surette caiz olmalıdır. Talîk suretiyle talakı üzerine yemin edilen kadının durumu ise böyle değildir. Çünkü o meselenin, bir hikmet içerdiği zannım uyandıracak bir durumu yoktur. Böyle bir kimsenin o kadını nikahlamasında, nikahtan gözetilen hikmetin bulunmasına asla imkan yoktur.
Cevap: Bu itiraz vârid değildir.[149] Çünkü biz mutlak anlamda seferin benzerinin (nazîr), kayıtsız olarak yabancı bir kadının nikahlan-ması olduğunu söylüyoruz. Mukayyed (kayıdh) meselede, maslahatın mevcudiyetine itibar etmeksizin mutlak cevaz hükmünü verdiğinize göre, talakına talîk yoluyla yemin edilen kadının nikâhının sahîh olduğunu da söylemeniz gerekir. Çünkü bu da, (aynen sefer konusunda olduğu gibi) mutlak olan yabancı kadınla evlilik biçimleri arasından mukayyed bir şekil olmaktadır. Anne, kız... gibi kendileriyle evlenmeleri haram olan kadınlarla nikahlanmak ise böyle değildir. Böyle bir nikah bâtıldır; zira mahal mutlak surette böyle bir nikaha kabil değildir. Bizim üzerinde durduğumuz mesele ise birinci kışıma, yani hikmeti mahallin kabul ettiği kışıma girmektedir. Mahallin hikmeti kabul ettiği kısımda ise, bu gibi meselelerde mutlaka cevaz yoluna gitmek gerekecektir ve o takdirde, bazı sebebler, hikmetleri veya muhtemelen onları içeren şeyler (mazinne) bulunmasalar bile meşru olacaklardır. Çünkü mahallin haddizatında hikmeti kabulü, her ne kadar fiilen vuku bulmasa bile, (o mahal) hikmetin bir mazinnesi (muhtemelen bulunabileceği yer) olmaktadır ve bu makûl bir şeydir. 3.
Bir mahalde bizzat hikmetin mevcudiyetini esas almanın belli bir kıstası yoktur (munzabıt değildir); çünkü, bu hikmetler ancak ikinci etapta sebeblerin vukuundan sonra ortaya çıkarlar. Dolayısıyla sebebin vukuundan önce, bu hikmetlerin mevcut olup olmadıklarını biz bilemeyiz. Nikahın hemen akabinde boşayan nice kimseler vardır. Nice talak, in'ıkâdmm hemen arkasından ortaya çıkan arızî bir durum ya da mâniden dolayı feshedilmiştir. Biz önceden hikmetin mev- [253] cûdiyetini bilemeyeceğimize göre, sebebin meşruiyetinin hikmetin vücûduna bağlı sayılması doğru olamaz. Çünkü hikmet ancak sebebin vukuundan sonra ortaya çıkmaktadır. Oysa ki, biz sebebin vukuunu hikmetin mevcudiyetinden sonra varsayıyoruz. Böyle bir şey aklen imkansız olan devir[150] (kısır döngü) demektir. Şu halde mahallin hikmeti genel anlamda[151] kabul eder olmasının, hikmetin vücûduna bir mazinne (muhtemelen bulunduğu yer) olarak yeterli kabul edilmesi anlayışına varmamız gerekecektir.
Men taraftarı[152] kimseler de, görüşlerine üç açıdan delîl getirebilirler:
1. Mahallin hikmeti kabulü iki şekilde düşünülebilir:
a) Hâriçte gayr-ı kabil olduğu farzedilse bile, sadece zihnen kabul edebilir olması[153] sebebiyle şer'an itibar edilmesi şeklinde olur ve hikmeti zihnen kabul edebilir olmayan esbaba tevessül meşru olmaz.
b) Ya da mahallin hikmeti hâriçte bulunduğu için olur. Hâriçte hikmeti bulunmayan bir şey haddizatında zihnen hikmeti kabul edici olsa da olmasa da asla meşru olmaz. Eğer birinci kısımdan ise sahîh değildir. Çünkü sebebler sadece kulların maslahatları için meşru kılınmışlardır. Bunlar (maslahatlar) meşruiyetin hikmetleri olmaktadır. İçerisinde maslahat bulunmayan ya da muhtemelen hâriçte mevcut bir maslahatı içerebilecek (mazinne) durumunda olmayan şeyler, şer'î maksad açısından ne zihinde ne de hâriçte maslahatı kabul etmeyen kısımla[154] aynı olmaktadır. Bunlar birbirleriyle aynı olunca mümteni (imkansız) ya da caiz olurlar. Ancak cevazları men'i (yasakhğı) üzerinde ittifak edilen bir şeyin cevazına götürmektedir. Dolayısıyla her ikisinin de mutlak surette men edilmelerine hükmetmek gerekir ki, ulaşılmak istenen de işte bu neticedir.
2, Biz şayet burada sebebten maslahatın neş'et etmeyeceğini ya da onunla maslahatın vücûda gelmeyeceğini bile bile onu imâlde bulunacak olsak, bu, hükmün konulusunda gözetilen Şâri'in kasdını bozmak olurdu. Çünkü böyle bir yerde esbaba tevessül abes olur. Abes olan bir şeyse, her hükmün bir maslahata mebnî olduğu esâsına binâen meşru kılınmaz. Dolayısıyla bu kısımla birinci kısım arasında bir fark yoktur. Karâfî'nin sözünden kasdı144 da işte budur.
3. Bu meseleler içerisinde caiz görülenlere, sadece hikmetin mevcudiyeti itibarıyla[155] cevaz verilir. Çünkü konfor içerisinde yolculuk yapan krala nisbetle meşakkatin olmadığı kesin değildir. Aksine onun yolculuğunda da meşakkatin bulunacağı zanm gâlibtir. Şu kadar var ki, meşakkat izafîdir, insandan insana değişir ve belli bir kıstası yoktur. Bunun için de Sâri' hikmet yerine, şer'î hükümlerin zapturapt altına alınabilmesi için hikmetin mazinnesini (muhtemelen içerisinde bulunacağı yeri) onun yerine ikâme etmiştir. Nitekim benzeri örnekler de vardır: Mesela: Cinsel ilişki sırasında, meni gelmese dahi sünnet mahallinin girmesini, bilinen müsebbebleri için belirleyici bir kıstas kabul etmiştir. Çünkü sünnet mahallinin girmesi, meninin muhtemelen gelebileceği bir hal (mazinne) olmaktadır. Keza, ihtilâm olmayı yükümlülükleri kabul edebilecek akıl için mazinne (muhtemelen aklın bulunacağı çağ) kabul etmiştir. Çünkü bizzat akıl ölçülemeyen, zapturapt altına alınamayan bir şeydir. Ve benzeri örnekler. Ama dirhemin misli dirhemle değiştirilmesi konusuna gelince, aklen bazan benzerliğin her açıdan tasavvur edilmesi mümkün olmayabilir. Çünkü birbirlerine benzeyen iki şey arasında, onların belirlenmesi açısından da olsa, mutlaka bir açıdan farklılık bulunur. Nitekim birbirlerine zıt iki şey arasında da, diğerlerini kendilerinden nefyetme yoluyla da olsa, mutlaka bir benzerlik yönü bulunur. İstisnasız her açıdan benzerliğin farzedilmesi nâdirdir ve nâdir olan şeylere itibar edilmez. Bidüziyeîik arzeden gâlib durum; iki dirhemin, iki dînârın birbirlerinden mutlaka, onları kazanma yoluyla da olsa,[156] farklı olmaları şeklindedir. Bu yüzden de onların birbirleriyle değiştirilmesi konusunda mutlak olarak caizdir denilmiştir. Durum böyle olunca, bu meselelerde bizim meselemizle ilgili bir delâlet yoktur demektir.
Fasıl:
Meselenin ortaya konulması sırasında, tank meselesiyle ilgili cevap da geçmiş bulunuyor. Yeminini yerine getirmiş olmak için yapılan nikah ve bu meyanda zikredilen hususlara gelince,[157] bunlar her ne kadar sıhhat yönü daha güçlü ise de, ihtilafın bulunabilmesi ihtimalini barındıran bir yer olmaktadır. Bunlara ehlinden sâdır olmuş ve kabul edici mahalle de isabet etmiş bir nikah akdi olarak bakanlar men cihetine gitmemişlerdir. Öbür taraftan nikah akdinde bulunan kimsenin ayrılma niyeti olduğunu ya da ayrılma beklentisini belirten bir ortam içerisinde olmasından dolayı böyle bir nikahın muvakkat (geçici) nikaha benzediğini görenler de onu caiz görmemişlerdir. İbnul-Kâsım, yeminini yerine getirmek için yapılan nikah meselesinde bir ihtilaf olduğunu belirtmemiştir. Bununla birlikte, o ve daha başkaları böyle bir nikahla 'muhsanlık' vasfının doğmayacağına işarette bulunmuşlardır. Bu kadarı da, böyle bir nikah hakkında şüphe bulunduğunu ifâde için yeterlidir. Konu, müctehidler için ictihâd mahalli olmaktadır. İmâm Mâlik'in mezhebine baktığımız zaman, yemini yerine getirmekiçin yapılan nikahın, nikahtan gözetilen garaza uygun bir nikah telakki edildiğini görürüz. Ancak bu yemin hükmünü kaldırmak üzere olmaktadır. Nikahın yemin hükmünü kaldırmak için yapılmış olması, kadının kadınlığından istifâdeyi helal kılan meşru nikâh hakkında gerekli olan kasıd için yeterlidir. Şu kadar var ki, nikah yeminin kaldırılması mânâsını da içermektedir. Bu ise akdi zedeleyici bir unsur değildir. Keza şehvetini gidermek için yapılan nikah da maksûddur; çünkü şehvetin giderilmesi nikahtan gözetilen maksatlar cümlesinden olmaktadır. Şehvetini giderdikten sonra ayrılma niyeti ayrı bir şeydir ve talak yetkisine sâhib olan kimsenin eline verilmiş bir durumdur. Bazan başta böyle bir niyeti olmasına rağmen ayrılmamayı uygun görür ve ayrılmaz. Mut'a nikahı ile bunun arasındaki fark da işte burası olmaktadır. Çünkü muvakkat nikahta, süre tahdidi üzere nikahı bina etmiş olmaktadır.
Hülle nikahında da aynı şekilde, nikah maksatları gözetilme-[256] mektedir. Hülle nikahında gözetilen şey sadece, gerçek anlamda değil, sureta kadının yeni bir koca ile nikahı vasıtasıyla, ilk kocasına helal kılınması kasdıdır. Dolayısıyla böyle bir nikah, şer'an nikahtan gözetilen amaçlardan herhangi birisini taşımamaktadır. Hem sonra bir başkası için yapılmış bir nikahta, onunla ne örfen ne de şer'an beraberliği sürdürmek mümkün değildir. Dolayısıyla hülle nikahının, sürdürülmesi kabil bir nikah olması mümkün değildir. Hem sonra hülle nikahı hakkında vârid olan nass çok serttir.[158] Böyle bir nassm
dur dediği yerde durmak gerekir. Bütün bunlara rağmen, şayet helal kılmak amacıyla nikahda bulunan kimsenin nikahında, karşılıklı anlaşma ve şart olmasa; bazı âlimler böyle bir nikahı sahîh kabul etmektedirler. Bunların göz önünde bulundurdukları şey, o kişinin bir anlamda kadından faydalanmayı daha sona ise talakı kasdetmiş olmasıdır. Onun bu maksadı, genel anlamda nikahtan güdülen amaçlar cümlesi altına girmektedir. Bu durumda, eğer bir anlaşma ve şart varsa, o takdirde hülle nikahı, bir görüşe göre nikahın aslî maksadranyla birlikte kadının birinci kocaya dönmesi maksadını da içermiş olacaktır. Diğer bir görüşe göre ise anlaşma ve şart olsa bile böyle bir içerme durumu olmayacaktır. Bu bir tâbilik hükmü sebebiyle olmuş olacaktır. Bu her ne kadar tercih edilmeyen bir görüşse de, üzerinde durul-mazlık da edilemez.
Yeminin yerine getirilmesi amacıyla nikah durumunda, bukas-dın nikahı zedelemeyeceğine delâlet eden hususlardan birisi de şudur: Bir kimse namaz, oruç, hac, umre... gibi bir ibâdeti yapmaya dâir nezirde yahut yeminde bulunsa, o kimse bu nezir ve yeminini yerine getirmekiçin bunları yapar ve bu kasdı onların ibâdet olmasına mâni olmaz. Burada da durum aynıdır. Eğer yemin ya da nezri yerine getirme kasdı akdin aslını zedeleyecek olsaydı, ibâdet niyetini zedelemesi gerekirdi. Çünkü ibâdetlerin şartı, onlarla Mâbûd'a teveccüh etmek ve onlarla sadece Allah'a yaklaşmayı kasdetmektir. Şayet kişi nezirde bulunduğu ya da yapmaya yemin ettiği ibâdetleri sadece yeminini ye-rine getirme kasdıyla ki aksi takdirde yeminini yerine getirmiş olamaz îfâ edecek olsa bu sahîh olmaktadır. Dolayısıyla burada da nikah sahîh olacaktır. Hatta öncelik bile arzedecektir. Keza, bir kimse sahibi olduğu bir malı satmaya yemin etse ve sırf yeminini yerine getirmekiçin onu satsa, onun bu satış akdi sahîh olacaktır. Yine av avlamaya yahut hayvan boğazlamaya yemin etmesi neticesinde de, yeminini yerine getirmek amacıyla bunları yapsa bunlar sahîh olmaktadır. Ve benzeri meseleler.
Bütün bunlar iki esasa dönük olmaktadır: 1.
Maslahatlar için meşru kılınmış olan hükümlerde, bu maslahatların hükmün altına giren bütün cüzlerinde (ferdlerinde) teker teker bizzat bulunması şart değildir. Şart olan sadece (genel anlamda) maslahatın muhtemelen bulunabilirliğidir (mazinnesi), 2.
Muamelâtla fâdiyyât) ilgili konularda, sıhhat için, mükellefin kasdmın Şâri'in kasdina ters düşmemesi yeterlidir; ona uygunluğunun ortaya çıkması şartı yoktur. Her iki esas da inşallah ileride gelecektir.
Fasıl:
ilk taksimin üçüncü kısmı: Sebeble Şâri'ce maksûd olup olmadığı kesin bilinmeyen veya zannedilmeyen bir müsebbebin kas-dedilmesi.[159]Bu üzerinde düşünülmesi gereken bir konu olmaktadır. Burada problem ve vuzuhsuzluk vardır. Bu gibi durumlarda biz sebebe tevessül ettiğimizde, bu sebebin farzedilen müsebbeb için konulmuş bir sebeb olmaması mümkündür. Nitekim o sebebin hem söz konusu müsebbeb için hem de başka bir şey için sebeb olarak konulmuş olması da mümkündür. Birinci ihtimale göre esbaba tevessül gayrı meşrudur. İkinci ihtimale göre ise meşru olur. Bir fiil meşruluk ve gayrı meşruluk arasında döndüğü zaman, sebebe tevessüle girişmek meşru olmamaktadır.
Soru: Sebebin genel anlamda meşru olduğu farzedilmiştir. [258] Dolayısıyla onunla tevessülde bulunması niçin sahîh olmasın?
Cevap: Sebebin meşruiyeti mutlak olarak değil muayyen ve malûm bir şeye nisbetle farzedilmiştir. Esbaba tevessül, ancak sebebin sebebiyet vereceği her şeyin mutlak ve genel olarak meşruluğunun bilinmesi durumunda sahîh olur. Bizim burada farzettiği-miz konu ise böyle değildir. Aksine biz biliyoruz ki, pek çok sebeb, kendilerinden neş'et edecek bazı şeyler (müsebbebler) için meşru kılınmışlarken; keza kendilerinden neş'et etse ve üzerlerine terettüp de bulunsa bile bazı şeyler için meşru kılınmamışlardır. Mesela nikah akdi, neslin bekası ve buna tâbi olan amaçlar için meşru kılınmışken, çoğunluk ulemaya göre tahlil (hülle) ve benzeri durumlar için meşru kılınmamıştır. Biz onun belli amaçlar için meşru kılındığını bildiğimiz zaman, nikahın kendisi için meşru kılındığını bilmediğimiz amaçların hükmü meçhul kalır. Dolayısıyla bunların hükmü bilininceye kadar onlara yeltenilmesi meşru ve sahîh olmaz.Burada "Asıl olan cevazdır." şeklinde bir mütâlâa ileri sürülemez.
Çünkü bu mutlak değildir. Mesela kadınlardan istifade konusunda asıl olan haramlıktır; ancak meşru olan sebeblerle helallik doğar. Hayvanların yenilmesi konusunda asıl olan haramlıktır; ancak meşru olan boğazlama yoluyla helal olurlar. Ve benzeri mutlak surette olmayıp da belli bir muameleden sonra meşruluk kazanan durumlar gibi. Bu husus vazıh hale geldikten sonra diyoruz ki: Bir müsebbeb ortaya çıkar ve biz bu müsebbebin Şâri'in meşru olan se-bebden kasdetmiş olduğu neticeler cümlesinden olup olmadığını bilemezsek, konuyla ilgili hüküm Öğrenilinceye kadar tevakkuf etmemiz (beklememiz) gerekecektir. Bunun için bir kaide geliştirilmiştir ve bununla sebeblerin müsebbebleri içerisinden Şâri'in maksûdu olanlarla olmayanları birbirinden ayırmak mümkün olmaktadır. Bu kaide "Mekâsıd" bölümünde anlatılmıştır. [160]
Konular
- VAZ'Î HÜKÜMLER
- Vaz'ı Hükümlerin Birinci Nevi: Sebeb
- Birinci Mesele
- İkinci Mesele
- Üçüncü Mesele:
- Dördüncü Mesele
- Beşinci Mesele
- Altıncı Mesele
- Yedinci Mesele
- Sekizinci Mesele
- Dokuzuncu Mesele
- Onuncu Mesele
- On Birinci Mesele
- On İkinci Mesele
- On Üçüncü Mesele
- On Dördüncü Mesele
- Vaz'î Hükümlerin İkinci Nevi: Şart
- Birinci Mesele
- İkinci Mesele
- Üçüncü Mesele
- Dördüncü Mesele
- Beşinci Mesele
- Altıncı Mesele
- Yedinci Mesele
- Sekizinci Mesele
- Vaz'î Hükümlerin Üçüncü Nevi: Mâni (Engel)
- Birinci Mesele