On Üçüncü Mesele

Bir hikmetten dolayı meşru kılınmış bir sebebin, o sebebin işlen­mesiyle hikmetin vukuu ya kesin bilinir veya zannedilir; ya da bilin­mez veya zannedilmez. Eğer hikmetin vukuu biliniyor veya zannedili-yorsa, o takdirde onun meşruiyeti hakkında herhangi bir problem bu­lunmamaktadır. Eğer bilinmiyor veya zannedilmiyor s a o takdirde bunlar iki kısım olmaktadır:

a) Bu neticenin, mahallin o hikmeti kabul etmemesi sonucunda olması.

b) Haricî bir unsurdan dolayı olması.

Eğer birinci kısımdan ise, meşruiyet esastan kalkacaktır. Dola­yısıyla şer'an o mahalle nisbetle, sebebin bir etkisi bulunmayacaktır. Örnekler: Akıllı olmayan kimseye nisbetle suç (cinayet) işlemesi duru­munda onun tecziyesi (cezalandırılması), şarap ve domuz üzerine akid yapılması; yabancı kadına (talîk olmaksızın) talak verilmesi, başkası­nın mülkü olan kölenin azâd edilmesi gibi. Aynı şekilde akıllı olmayan kimsenin ibâdetlerle muhatap tutulması ve her türlü tasarruf yetki­sinin verilmesi vb. gibi konular da böyledir.

Buna delâlet eden iki delîl bulunmaktadır:
1. Yerinde de açıklanacağı üzere maslahatların isbâtıkaidesine binâen, sebeblerin asıl konuluşlarmda bir hikmete mebnî olarak konulmuş olduğu kabul edilmektedir. Eğer sebeble­rin, bütün olarak hikmetlerden soyutlanmış şekilde konul­maları caiz olsaydı, o zaman bunların meşru olmaları sahih olmazdı. Halbuki biz onların meşru olduklarını kabul ediyo­ruz. Dolayısıyla bu bir tutarsızlıktır.
2. Eğer öyle olacak olsaydı, hadlerin caydırma ve Önleme (zecr); ibâdetlerin Allah'a boyun eğme (huşu) amacının dışında baş­ka maksadlar için konulmuş olmaları lâzım gelirdi. Diğer hü­kümler de aynı şekilde olurdu. Böyle bir netice ise, hükümle­rin talîlini kabul eden herkesin ittifakı ile bâtıldır.
Sebeblerin hikmetlerinin —ki müsebbebler olmaktadır— vuku bulmaması, haddizatında mahallin kabul etmesine rağmen, haricî bir unsurdan kaynaklanıyorsa bakılır: Acaba bu haricî unsur, sebebin [25i] şer'îliğinde müessir midir? Yoksa sebeb asıl meşruiyeti üzere kalmak­ta mıdır? Her ikisi de muhtemeldir; böyle bir konuda ihtilâfın bulun­ması caizdir.

Bunu caiz gören kimseler görüşlerini desteklemek üzere aşağı­daki delilleri getirebilirler: 1.
Küllî kaideler "kadâyâ a'yân' tabir edilen farklı ve husûsî çözüm­ler, nâdir istisnalarla bozulmazlar. Bu konu üzerinde ileride yeri geldiğinde [147]durulacaktır. 2.
İkincisi bizim burada üzerinde duracağımız konu olmaktadır ki o da şudur: Hikmet, ya sadece mahalline ve mahallin onu kabul edip et­mediğine nazaran ele alınmakta; ya da bizzat mahalde mevcudiyeti ile itibara alınmaktadır. Eğer sadece mahallin kabul edip etmemesi açısından ele alınacaksa —ki tartışma noktasını da işte bu teşkil et­mektedir— o takdirde, talîk meselesinde talâkına yemin edilen ka­dın, gerek yemîn eden tarafından ve gerekse başkaları tarafından üze­rine akdedilecek nikah akdini kabul edici bir mahal olmaktadır. Dola­yısıyla bunu men edici husûsî bir delîl olmadıkça, men cihetine gidile­mez. Böyle bir delîl de yoktur. Eğer hikmetin mahalde bizzat fiilen mevcudiyetine itibar edilecekse, o takdirde de bir engel sebebiyle ol­sun olmasın, bulunmaması durumuna itibarla menine gidilecektir. Konfor içerisindeki bir kralın yolculuğu gibi. Çünkü onun yolculuğun­da meşakkat olmayacaktır veya onun yolculuğu en azından böyle bir [252] meşakkatin bulunmayacağı zannını vermektedir. Dolayısıyla onun hakkında sefer ruhsatlarından istifade ile namazın kısaltılması, Ra­mazan orucunun tutulmaması mümteni (imkansız) olacaktır. Keza dirhemin misli dirhemle, dmârm misli dînârla değiştirilmesi de böyle olacaktır; böyle bir akdin icrasında bir fayda bulunmamaktadır. (Do­layısıyla menine gidilmek gerekecektir.) Hükmü aslî meşruiyet üzere cereyan eden ve fakat hikmeti bulunmayan benzer meselelerde de du­rum aynı olacaktır.
İtiraz: Şöyle bir itiraz serdeclilemez:[148] Sefer mutlak surette meşakkatin bulunacağı zanmnı verir (meşakkatin mazinnesidir); keza dirhemin misli dirhemle değiştirilmesinde de bir faydanın bulunacağı zanm bulunur; çünkü insanların garazları, amaçları çokfarklıdır. Bu­na benzer diğer meselelerde de durum aynıdır. Dolayısıyla bu gibi me­selelerde esbaba tevessül mutlak surette caiz olmalıdır. Talîk suretiyle talakı üzerine yemin edilen kadının durumu ise böyle değil­dir. Çünkü o meselenin, bir hikmet içerdiği zannım uyandıracak bir durumu yoktur. Böyle bir kimsenin o kadını nikahlamasında, nikah­tan gözetilen hikmetin bulunmasına asla imkan yoktur.
Cevap: Bu itiraz vârid değildir.[149] Çünkü biz mutlak anlamda se­ferin benzerinin (nazîr), kayıtsız olarak yabancı bir kadının nikahlan-ması olduğunu söylüyoruz. Mukayyed (kayıdh) meselede, maslahatın mevcudiyetine itibar etmeksizin mutlak cevaz hükmünü verdiğinize göre, talakına talîk yoluyla yemin edilen kadının nikâhının sahîh ol­duğunu da söylemeniz gerekir. Çünkü bu da, (aynen sefer konusunda olduğu gibi) mutlak olan yabancı kadınla evlilik biçimleri arasından mukayyed bir şekil olmaktadır. Anne, kız... gibi kendileriyle evlenme­leri haram olan kadınlarla nikahlanmak ise böyle değildir. Böyle bir nikah bâtıldır; zira mahal mutlak surette böyle bir nikaha kabil değil­dir. Bizim üzerinde durduğumuz mesele ise birinci kışıma, yani hik­meti mahallin kabul ettiği kışıma girmektedir. Mahallin hikmeti ka­bul ettiği kısımda ise, bu gibi meselelerde mutlaka cevaz yoluna gitmek gerekecektir ve o takdirde, bazı sebebler, hikmetleri veya muhte­melen onları içeren şeyler (mazinne) bulunmasalar bile meşru olacak­lardır. Çünkü mahallin haddizatında hikmeti kabulü, her ne kadar fi­ilen vuku bulmasa bile, (o mahal) hikmetin bir mazinnesi (muhteme­len bulunabileceği yer) olmaktadır ve bu makûl bir şeydir. 3.
Bir mahalde bizzat hikmetin mevcudiyetini esas almanın belli bir kıstası yoktur (munzabıt değildir); çünkü, bu hikmetler ancak ikinci etapta sebeblerin vukuundan sonra ortaya çıkarlar. Dolayısıyla sebebin vukuundan önce, bu hikmetlerin mevcut olup olmadıklarını biz bilemeyiz. Nikahın hemen akabinde boşayan nice kimseler vardır. Nice talak, in'ıkâdmm hemen arkasından ortaya çıkan arızî bir du­rum ya da mâniden dolayı feshedilmiştir. Biz önceden hikmetin mev- [253] cûdiyetini bilemeyeceğimize göre, sebebin meşruiyetinin hikmetin vücûduna bağlı sayılması doğru olamaz. Çünkü hikmet ancak sebebin vukuundan sonra ortaya çıkmaktadır. Oysa ki, biz sebebin vukuunu hikmetin mevcudiyetinden sonra varsayıyoruz. Böyle bir şey aklen imkansız olan devir[150] (kısır döngü) demektir. Şu halde mahallin hik­meti genel anlamda[151] kabul eder olmasının, hikmetin vücûduna bir mazinne (muhtemelen bulunduğu yer) olarak yeterli kabul edilmesi anlayışına varmamız gerekecektir.
Men taraftarı[152] kimseler de, görüşlerine üç açıdan delîl getirebi­lirler:
1. Mahallin hikmeti kabulü iki şekilde düşünülebilir:
a) Hâriçte gayr-ı kabil olduğu farzedilse bile, sadece zihnen ka­bul edebilir olması[153] sebebiyle şer'an itibar edilmesi şeklinde olur ve hikmeti zihnen kabul edebilir olmayan esbaba tevessül meşru olmaz.
b) Ya da mahallin hikmeti hâriçte bulunduğu için olur. Hâriçte hikmeti bulunmayan bir şey —haddizatında zihnen hikmeti kabul edici olsa da olmasa da— asla meşru olmaz. Eğer birinci kısımdan ise sahîh değildir. Çünkü sebebler sadece kulların maslahatları için meş­ru kılınmışlardır. Bunlar (maslahatlar) meşruiyetin hikmetleri ol­maktadır. İçerisinde maslahat bulunmayan ya da muhtemelen hâ­riçte mevcut bir maslahatı içerebilecek (mazinne) durumunda olma­yan şeyler, şer'î maksad açısından ne zihinde ne de hâriçte maslahatı kabul etmeyen kısımla[154] aynı olmaktadır. Bunlar birbirleriyle aynı olunca mümteni (imkansız) ya da caiz olurlar. Ancak cevazları men'i (yasakhğı) üzerinde ittifak edilen bir şeyin cevazına götürmektedir. Dolayısıyla her ikisinin de mutlak surette men edilmelerine hükmet­mek gerekir ki, ulaşılmak istenen de işte bu neticedir.
2, Biz şayet burada sebebten maslahatın neş'et etmeyeceğini ya da onunla maslahatın vücûda gelmeyeceğini bile bile onu imâlde bulu­nacak olsak, bu, hükmün konulusunda gözetilen Şâri'in kasdını boz­mak olurdu. Çünkü böyle bir yerde esbaba tevessül abes olur. Abes olan bir şeyse, her hükmün bir maslahata mebnî olduğu esâsına bi­nâen meşru kılınmaz. Dolayısıyla bu kısımla birinci kısım arasında bir fark yoktur. Karâfî'nin sözünden kasdı144 da işte budur.
3. Bu meseleler içerisinde caiz görülenlere, sadece hikmetin mevcudiyeti itibarıyla[155] cevaz verilir. Çünkü konfor içerisinde yolcu­luk yapan krala nisbetle meşakkatin olmadığı kesin değildir. Aksine onun yolculuğunda da meşakkatin bulunacağı zanm gâlibtir. Şu ka­dar var ki, meşakkat izafîdir, insandan insana değişir ve belli bir kıstası yoktur. Bunun için de Sâri' hikmet yerine, şer'î hükümlerin zapturapt altına alınabilmesi için hikmetin mazinnesini (muhteme­len içerisinde bulunacağı yeri) onun yerine ikâme etmiştir. Nitekim benzeri örnekler de vardır: Mesela: Cinsel ilişki sırasında, meni gel­mese dahi sünnet mahallinin girmesini, bilinen müsebbebleri için be­lirleyici bir kıstas kabul etmiştir. Çünkü sünnet mahallinin girmesi, meninin muhtemelen gelebileceği bir hal (mazinne) olmaktadır. Ke­za, ihtilâm olmayı yükümlülükleri kabul edebilecek akıl için mazinne (muhtemelen aklın bulunacağı çağ) kabul etmiştir. Çünkü bizzat akıl ölçülemeyen, zapturapt altına alınamayan bir şeydir. Ve benzeri ör­nekler. Ama dirhemin misli dirhemle değiştirilmesi konusuna gelin­ce, aklen bazan benzerliğin her açıdan tasavvur edilmesi mümkün ol­mayabilir. Çünkü birbirlerine benzeyen iki şey arasında, onların be­lirlenmesi açısından da olsa, mutlaka bir açıdan farklılık bulunur. Ni­tekim birbirlerine zıt iki şey arasında da, diğerlerini kendilerinden nefyetme yoluyla da olsa, mutlaka bir benzerlik yönü bulunur. İstis­nasız her açıdan benzerliğin farzedilmesi nâdirdir ve nâdir olan şeyle­re itibar edilmez. Bidüziyeîik arzeden gâlib durum; iki dirhemin, iki dînârın birbirlerinden mutlaka, onları kazanma yoluyla da olsa,[156] farklı olmaları şeklindedir. Bu yüzden de onların birbirleriyle değişti­rilmesi konusunda mutlak olarak caizdir denilmiştir. Durum böyle olunca, bu meselelerde bizim meselemizle ilgili bir delâlet yoktur de­mektir.

Fasıl:
Meselenin ortaya konulması sırasında, tank meselesiyle ilgili cevap da geçmiş bulunuyor. Yeminini yerine getirmiş olmak için yapılan nikah ve bu meyanda zikredilen hususlara gelince,[157] bunlar her ne kadar sıhhat yönü daha güçlü ise de, ihtilafın bulunabilmesi ihtimali­ni barındıran bir yer olmaktadır. Bunlara ehlinden sâdır olmuş ve ka­bul edici mahalle de isabet etmiş bir nikah akdi olarak bakanlar men cihetine gitmemişlerdir. Öbür taraftan nikah akdinde bulunan kim­senin ayrılma niyeti olduğunu ya da ayrılma beklentisini belirten bir ortam içerisinde olmasından dolayı böyle bir nikahın muvakkat (geçi­ci) nikaha benzediğini görenler de onu caiz görmemişlerdir. İbnul-Kâsım, yeminini yerine getirmek için yapılan nikah meselesinde bir ihtilaf olduğunu belirtmemiştir. Bununla birlikte, o ve daha başkaları böyle bir nikahla 'muhsanlık' vasfının doğmayacağına işarette bulun­muşlardır. Bu kadarı da, böyle bir nikah hakkında şüphe bulun­duğunu ifâde için yeterlidir. Konu, müctehidler için ictihâd mahalli ol­maktadır. İmâm Mâlik'in mezhebine baktığımız zaman, yemini yeri­ne getirmekiçin yapılan nikahın, nikahtan gözetilen garaza uygun bir nikah telakki edildiğini görürüz. Ancak bu yemin hükmünü kaldır­mak üzere olmaktadır. Nikahın yemin hükmünü kaldırmak için yapılmış olması, kadının kadınlığından istifâdeyi helal kılan meşru nikâh hakkında gerekli olan kasıd için yeterlidir. Şu kadar var ki, ni­kah yeminin kaldırılması mânâsını da içermektedir. Bu ise akdi zede­leyici bir unsur değildir. Keza şehvetini gidermek için yapılan nikah da maksûddur; çünkü şehvetin giderilmesi nikahtan gözetilen mak­satlar cümlesinden olmaktadır. Şehvetini giderdikten sonra ayrılma niyeti ayrı bir şeydir ve talak yetkisine sâhib olan kimsenin eline veril­miş bir durumdur. Bazan başta böyle bir niyeti olmasına rağmen ay­rılmamayı uygun görür ve ayrılmaz. Mut'a nikahı ile bunun arasında­ki fark da işte burası olmaktadır. Çünkü muvakkat nikahta, süre tah­didi üzere nikahı bina etmiş olmaktadır.
Hülle nikahında da aynı şekilde, nikah maksatları gözetilme-[256] mektedir. Hülle nikahında gözetilen şey sadece, gerçek anlamda değil, sureta kadının yeni bir koca ile nikahı vasıtasıyla, ilk kocasına helal kılınması kasdıdır. Dolayısıyla böyle bir nikah, şer'an nikahtan gözetilen amaçlardan herhangi birisini taşımamaktadır. Hem sonra bir başkası için yapılmış bir nikahta, onunla ne örfen ne de şer'an be­raberliği sürdürmek mümkün değildir. Dolayısıyla hülle nikahının, sürdürülmesi kabil bir nikah olması mümkün değildir. Hem sonra hülle nikahı hakkında vârid olan nass çok serttir.[158] Böyle bir nassm

dur dediği yerde durmak gerekir. Bütün bunlara rağmen, şayet helal kılmak amacıyla nikahda bulunan kimsenin nikahında, karşılıklı an­laşma ve şart olmasa; bazı âlimler böyle bir nikahı sahîh kabul etmek­tedirler. Bunların göz önünde bulundurdukları şey, o kişinin bir an­lamda kadından faydalanmayı daha sona ise talakı kasdetmiş olması­dır. Onun bu maksadı, genel anlamda nikahtan güdülen amaçlar cümlesi altına girmektedir. Bu durumda, eğer bir anlaşma ve şart var­sa, o takdirde hülle nikahı, bir görüşe göre nikahın aslî maksadranyla birlikte kadının birinci kocaya dönmesi maksadını da içermiş olacak­tır. Diğer bir görüşe göre ise anlaşma ve şart olsa bile böyle bir içerme durumu olmayacaktır. Bu bir tâbilik hükmü sebebiyle olmuş olacak­tır. Bu her ne kadar tercih edilmeyen bir görüşse de, üzerinde durul-mazlık da edilemez.

Yeminin yerine getirilmesi amacıyla nikah durumunda, bukas-dın nikahı zedelemeyeceğine delâlet eden hususlardan birisi de şudur: Bir kimse namaz, oruç, hac, umre... gibi bir ibâdeti yapmaya dâir ne­zirde yahut yeminde bulunsa, o kimse bu nezir ve yeminini yerine ge­tirmekiçin bunları yapar ve bu kasdı onların ibâdet olmasına mâni ol­maz. Burada da durum aynıdır. Eğer yemin ya da nezri yerine getirme kasdı akdin aslını zedeleyecek olsaydı, ibâdet niyetini zedelemesi ge­rekirdi. Çünkü ibâdetlerin şartı, onlarla Mâbûd'a teveccüh etmek ve onlarla sadece Allah'a yaklaşmayı kasdetmektir. Şayet kişi nezirde bulunduğu ya da yapmaya yemin ettiği ibâdetleri sadece yeminini ye-rine getirme kasdıyla —ki aksi takdirde yeminini yerine getirmiş ola­maz— îfâ edecek olsa bu sahîh olmaktadır. Dolayısıyla burada da ni­kah sahîh olacaktır. Hatta öncelik bile arzedecektir. Keza, bir kimse sahibi olduğu bir malı satmaya yemin etse ve sırf yeminini yerine ge­tirmekiçin onu satsa, onun bu satış akdi sahîh olacaktır. Yine av avla­maya yahut hayvan boğazlamaya yemin etmesi neticesinde de, ye­minini yerine getirmek amacıyla bunları yapsa bunlar sahîh olmak­tadır. Ve benzeri meseleler.

Bütün bunlar iki esasa dönük olmaktadır: 1.

Maslahatlar için meşru kılınmış olan hükümlerde, bu maslahat­ların hükmün altına giren bütün cüzlerinde (ferdlerinde) teker teker bizzat bulunması şart değildir. Şart olan sadece (genel anlamda) mas­lahatın muhtemelen bulunabilirliğidir (mazinnesi), 2.

Muamelâtla fâdiyyât) ilgili konularda, sıhhat için, mükellefin kasdmın Şâri'in kasdina ters düşmemesi yeterlidir; ona uygunluğu­nun ortaya çıkması şartı yoktur. Her iki esas da inşallah ileride ge­lecektir.

Fasıl:
ilk taksimin üçüncü kısmı: Sebeble Şâri'ce maksûd olup ol­madığı kesin bilinmeyen veya zannedilmeyen bir müsebbebin kas-dedilmesi.[159]Bu üzerinde düşünülmesi gereken bir konu olmakta­dır. Burada problem ve vuzuhsuzluk vardır. Bu gibi durumlarda biz sebebe tevessül ettiğimizde, bu sebebin farzedilen müsebbeb için konulmuş bir sebeb olmaması mümkündür. Nitekim o sebebin hem söz konusu müsebbeb için hem de başka bir şey için sebeb olarak konulmuş olması da mümkündür. Birinci ihtimale göre esbaba te­vessül gayrı meşrudur. İkinci ihtimale göre ise meşru olur. Bir fiil meşruluk ve gayrı meşruluk arasında döndüğü zaman, sebebe te­vessüle girişmek meşru olmamaktadır.
Soru: Sebebin genel anlamda meşru olduğu farzedilmiştir. [258]    Dolayısıyla onunla tevessülde bulunması niçin sahîh olmasın?

Cevap: Sebebin meşruiyeti mutlak olarak değil muayyen ve malûm bir şeye nisbetle farzedilmiştir. Esbaba tevessül, ancak se­bebin sebebiyet vereceği her şeyin mutlak ve genel olarak meşru­luğunun bilinmesi durumunda sahîh olur. Bizim burada farzettiği-miz konu ise böyle değildir. Aksine biz biliyoruz ki, pek çok sebeb, kendilerinden neş'et edecek bazı şeyler (müsebbebler) için meşru kılınmışlarken; keza kendilerinden neş'et etse ve üzerlerine teret­tüp de bulunsa bile bazı şeyler için meşru kılınmamışlardır. Mesela nikah akdi, neslin bekası ve buna tâbi olan amaçlar için meşru kı­lınmışken, çoğunluk ulemaya göre tahlil (hülle) ve benzeri durum­lar için meşru kılınmamıştır. Biz onun belli amaçlar için meşru kı­lındığını bildiğimiz zaman, nikahın kendisi için meşru kılındığını bilmediğimiz amaçların hükmü meçhul kalır. Dolayısıyla bunların hükmü bilininceye kadar onlara yeltenilmesi meşru ve sahîh olmaz.Burada "Asıl olan cevazdır." şeklinde bir mütâlâa ileri sürüle­mez.
Çünkü bu mutlak değildir. Mesela kadınlardan istifade konu­sunda asıl olan haramlıktır; ancak meşru olan sebeblerle helallik doğar. Hayvanların yenilmesi konusunda asıl olan haramlıktır; an­cak meşru olan boğazlama yoluyla helal olurlar. Ve benzeri mutlak surette olmayıp da belli bir muameleden sonra meşruluk kazanan durumlar gibi. Bu husus vazıh hale geldikten sonra diyoruz ki: Bir müsebbeb ortaya çıkar ve biz bu müsebbebin Şâri'in meşru olan se-bebden kasdetmiş olduğu neticeler cümlesinden olup olmadığını bi­lemezsek, konuyla ilgili hüküm Öğrenilinceye kadar tevakkuf etme­miz (beklememiz) gerekecektir. Bunun için bir kaide geliştirilmiştir ve bununla sebeblerin müsebbebleri içerisinden Şâri'in maksûdu olanlarla olmayanları birbirinden ayırmak mümkün olmaktadır. Bu kaide "Mekâsıd" bölümünde anlatılmıştır. [160]


Eser: El-Muvafakat

  • Yeni Ekle
Yorumlar (0)

El-Muvafakat

 

Son eklenen ruyalar

Sitemizde yer alan soruların cevapları özenle islami eserlerden seçilerek yazılmaktadır.
..