On İkinci Mesele:
Şeriat, teklif konusunda mutedil, orta yolcu; iki aşırı uca meyletmeksizin bir yol izlemekte; kulun gücü dahilinde ve meşakkatsiz olarak yapabileceği hükümler getirmekte, çözülmelere meydan vermemektedir. Onun getirdiği hükümler bütün mükellefler için son derece itidali gerektiren bir denge, orta bir nokta üzerinde bulunmaktadır. Meselâ, namaz, oruç, hac, cihad, zekât ve benzeri bunların teşrî kılınmasını gerektiren açık bir sebep olmaksızın konulan yükümlülükler ile "Sana ne infâk edeceklerini soruyorlar[196] "Sana içki ve kumarı soruyorlar"[197]âyetlerinde olduğu gibi amel için gerekli bilginin bulunmamasına dönük bir sebebe bağlı yükümlülükleri bunlara Örnek olarak verebiliriz.
Teşrî (yasama), mükellefin orta yoldan ayrılarak iki uçtan birisine doğru sapması ya da sapma beklentisinin bulunması neticesinde konulduğunda göre, getirilen şeriatlardan amaç, mükelleflerin itidal haline ve orta yola çevirilmesi olacaktır. Ancak bunu yaparken, dengeyi kurmak için diğer tarafa meylettiği olmaktadır. Aynen çok merhametli olan mahir bir doktorun, hastasını iyileştirmek için onun içinde bulunduğu haline, âdetine, gücüne-kuvvetine, hastalığına, bünyesinin zayıflığına bakarak tedavi uygulaması, ona şunu şunu yap, şunu şunu da yapma demesi, bunun sonucunda artık iyileştikten sonra sıhhatini koruması ve bir daha hasta olmaması için onun bütün hallerine uygun gelecek bir tedbirler paketi hazırlaması gibi.
İşte bu noktadan hareketle Yüce Allah aşamalı bir hitap şekli getirmiştir: Dikkatediîecek olursa Yüce Allah, herşeyden önce kullara iyi, temiz, güzel ve faydalı şeyleri nimet olarak ihsanda bulunduğunu, bütün bunları insanların hizmetine sunduğunu ve yeryüzünde yaydığını, böylece hayatlarının devamı ve düzene girmesi için gerekli olan hususların temin edildiğini; bu şekilde davranışlarının bir anlam kazanacağını anlatmakla işe başlamıştır. Bu türden olan hitaplara Örnek olmak üzere şu âyetleri hatırlayabiliriz: "O, yeryüzünü size bir döşek ve göğü de bir bina kıldı. Gökten su indirip onunla size rızık olmak üzere ürünler meydana getirdi[198] "Gökleri ve yeri yaratan, yukarıdan indirdiği su ile size rızık olarak ürünler yetiştiren, emri gereğince denizde yüzmek üzere gemileri, nehirleri, belli yörüngelerinde yürüyen ay ve güneşi, geceyle gündüzü sizin buyruğunuza veren Allah'tır, Kendisinden isteyebileceğiniz her şeyi vermiştir. Allah'ın nimetini sayacak olsanız bitiremezsiniz[199] "Yukarıdan size su indiren O'dur. Ondan içersiniz. Hayvanları otlattığınız bitkiler de onunla biter. Allah onunla size ekinler, zeytin ve hurma ağaçları, üzümler ve her türlü ürünü yetiştirir.[200]
Bu birinci aşamadan[201] sonra, eğer iman ederlerse cennet nimetlerine kavuşacaklarına dair va'dlerde; eğer bulundukları küfür hali üzere kalmaya devam ederlerse azaba uğrayacaklarına dair uyarılar-dabulunuldu. Sonra inadlık gösterip, nimetlere karşı nankörlükte bulunup, kendilerine söylenilen şeylerin doğruluğunda şüphe gösterince, bu kez kendilerine söylenilen şeylerin doğruluğunu ortaya koyacak kesin hüccetler getirildi. Peşin dünya zevklerine karşı olan rağbetleri neticesinde bu hüccetlere aldırış etmeyince, dünya hayatının gerçek yüzü kendilerine bildirildi ve onun aslında hiçbir şey olmadığı; çünkü mutlaka bir gün yok olacağı, onun aldatıcı olduğu ve fâniliği vurgulandı ve kendilerine misaller (mesel) getirildi: "Dünya hayatı gökten indirdiğimiz su gibidir ki, onunla insan ve hayvanların yiyeceği bitkiler yetişip birbirine karışmıştır. Yeryüzünün süslenip bezendiği ve yerin sahiplerinin bütün bunlara mâlik olduklarını sandıkları sırada gece veya gündüz buyruğumuz o yere gelmiş ve orayı hiçbir şey bitirmemişe çevirmişiz; bir gün önce birşey yokmuş gibi olmuştur.[202] "Dünya hayatı sadece bir oyun ve oyalanmadır[203] "Bu dünya hayatı sadece bir eğlence ve oyundan ibarettir. Asıl hayat âhiret yurdundaki hayattır Keski bilseler![204]
İnsanlar iman ettikten sonra, bazılarında dünyaya karşı rağbet izleri gözükünce ve bu arzuların dünya nimetlerine duyulacak talep karşısında kendilerini itidalden uzaklaştıracağı sezilince Hz. Peygamber şöyle buyurmuştu: "Sizin hakkınızda endişe ettiğim şeylerden biri de, dünya nimetlerinin yüzünüze gülmesidir.[205] Böyle bir endişenin belirmediği ya da ihtimalinin bulunmadığı bir ortamda ise Yüce Allah: "De ki: 'Allah'ın kulları için yarattığı ziynet ve teiniz rızıkları haram kılan kimdir?' 'Bunlar dünya hayatında inananlarındır, kıyamet gününde de yalnız onlar içindir'de[206] "Ey Peygamberler! Temiz şeylerden yiyin, yararlı iş işleyin; doğrusu ben yaptığınızı bilirim[207] buyurmuştur.[208] Müslümanlar hakkında da, zulümden[209] yasaklama ve bu sebeple şiddetli vaîd ve azap tehdidi gelmiş, Yüce Allah: "İşte güven; onlara inanıp imanlarına zulüm [210]karıştırmayanlaradır, onlar doğru yoldadırlar"[211] buyurmuştu. Hz.Peygamber: "Münafığın alâmeti üçtür: Konuştuğu zaman yalan söyler; vadettiği zaman sözünde durmaz; kendisine emanet edildiğinde, hiyanet eder"[212] buyurduğunda, bu (ve yukarıda sözü edilen zulüme bulaşmama emri) müslümanlara ağır geldi. Çünkü hiçbir kimsenin bu gibi şeylerden kurtulması mümkün değildi. Bunun üzerine Hz. Peygamber bunların kâfirlere has olan yalan, sözünde durmama ve hiyanet olduğunu belirtmişti. (Nitekim, zulümden de kasdın şirk olduğunu [31/13] âyetini okuyarak açıklamıştı).
Aynı şekilde: "İçinizdekini açıklasanız da gizleseniz de Allah sizi onunla hesaba çeker.[213]âyeti indiği zaman, bu onlara çok ağır gelmiş ve bunun üzerine de: "Allah kişiye ancak gücünün yeteceği kadar yükler"[214] âyeti inmişti. Bazıları irtidad ve benzeri durumlara düşer gibi olmuşlar ve asla bir daha affedilmeyeceklerinden korku duymuşlardı. Bu durtım Hz. Peygamber'e iletildiğinde bunun üzerine: "De ki: Ey kendilerine kötülük edip aşırı giden kullarım! Allah'ın rahmetinden umudunuzu kesmeyin. Doğrusu Allah günahların hepsini bağışlar"[215]âyeti inmişti. Dünya ve dünya metâını yerince, sahabeden bir grup uzlete çekilip ruhbanlar gibi yaşamaya; evlenmemeye, her türlü dünya lezzetlerini terketmeye, kendilerini tamamen İbadete vermeye karar vermişlerdi. Hz. Peygamber onların bu tutumunu reddetti ve: "Kim benim sünnetimden yüz çevirirse o benden değildir"[216] buyurdu. "Doğrusu mallarınız ve çocuklarınız bir fitne (imtihan)dır"[217] âyeti indikten sonra, insanlara Allah'ın çok mal ve evlat vermesi için duada bulunmuştur. Halbuki yerilen dünya, mal ve evlattan ibarettir. Hz. Peygamber, ashabın dünya malını toplamalarına ve onlar içerisinden helal olan şeylerle faydalanmalarına ses çıkarmamış, onlapn bu davranışlarını onaylamıştır. Onları dünyadan el etek çekmeye teşvik etmemiş; zahidlik sürmelerini emretmemiştir. Ancak dünyaya karşı aşırı bir hırs ya da hakkını vermeme gibi bir durum görmüşse, işte o zaman zâhidliği teşvik etmiş ve dünyanın terkini istemiş; ya da dünyadan tümden el-etek çekme durumunda ona yeteri kadar ilgi gösterilmesini istemiştir. Çünkü bu iki uç durumda, itidali bırakma durumu kendisini göstermektedir.
Şu mânâyı kim görmemezlikten gelebilir: Yüce Allah mü'minle-rin ahirette mükâfatlandırılacağından bahsederken, 'Yaptıklarının bir karşılığı olarak.[218]buyurmak suretiyle amelleri bizzat kendilerine nisbet edilmiş ve onların "Onlar için, başa kakılmayacak bir ecir vardır"[219] âyetiyle de minnet altında tutulmayacaklarını belirtmiştir.[220] Ne zaman ki bazı insanlar, yaptıkları işlerle Hz. Peygamber'! minnet altına almaya başlamışlar, o zaman da Yüce Allah: "Ey Mu-hammed! Müslüman oldular diye seni minnet altında bırakmak isterler. De ki: Müslüman olmanızla beni minnet altında tutmayın, hayır; eğer doğru kimseler iseniz siziimana eriştirmekle Allah sizi minnet altında bırakır"[221]buyurarak, onların bizzat kendilerinin Hz. Peygam-ber'i minnet altına almak istedikleri aynı hususta minnet altında olduklarını belirtmiştir. Çünkü bu makam, hakların kesiştiği ve her hakkı sahibine vermenin gerektiği bir yerdir. Yine bu âyette Yüce Allah, amelleri onlara nisbet etmeyerek "sizi imana eriştirmekle Allah sizi minnet altında bırakır" buyurarak bizzat kendisine nisbet etmiş ve buna mukabil minnetten de bahsetmiştir. Öyle ya, eğer Allah'ın hidayeti olmasaydı sizin ileri sürerek Hz. Peygamber'i minnet altına al-makistediğiniz şey zaten meydana gelmezdi. Buna benzer bir örnek de hadisten verelim: [Abdullah b. Zübeyr'in rivayetine göre Ensâr'danbir . adam (Humeyd) Rasûlullah'm huzurunda hurma suladıklar] Harre su yolları hakkında Zübeyr'den davacı olmuştu. Ensâr'dan olan zat: "Suyu sal da geçsin!" demiş, Zübeyr ise onun bu teklifine razı olmamıştı. Derken Rasülullah'm huzurunda dâvaya çıktılar. 1 Rasûlullah, Zü-beyr'e bir iyilik yapması için: "Ya Zübeyr! Sen sula, sonra suyu komşuna sal" buyurdu. Ensarlı kızmış ve; "Ya Rasûlallah! Bu adam halanın oğludur diye mi böyle yapıyorsun?" demişti. Bunun üzerine Hz. Peygainber'in yüzünün rengi değişmiş ve: "Ya Zübeyrî Sula, sonra suyu tıka, ta duvara kadar geri dönsün!" buyurmuştur.
Zübeyr yeminle "Hayır; Rabbine and olsun ki, aralarında çekiştikleri şeylerde seni hakem tayin edip, sonra senin verdiğin hükmü içlerinde bir sıkıntı duymadan tamamen kabul etmedikçe inanmış olmazlar[222] âyetinin bu hususta indiğini söylemiştir.[223]
Şer'î veriler üzerinde düşünüldüğü zaman, onların hemen her yerde hep böyle ortamın dikkate alınarak geldiği görülecektir.İyi bir doktor da aynı şekilde davranır: Daha başlangıçta sıhhat ve itidal halini dikkate alır ve insanın vücut yapısını ve vereceği gıdanın özelliklerini dikkate alarak, birbirine uyum gösterecek bir beslenme şekli öngörür. Kendisine sorulan bazı yiyecek maddelerinin Özelliklerini; onların bir gıda mı yoksa bir zehir mi... olduklarını bildirir. Vücuttaki dengenin bozulması sonucu bir hastalığa maruz kaldığında ise, hastalığa sebebiyet veren şeyin aksi istikâmetinde tedavi cihetine gider ve böylece vücuttaki sapma ve aşırılıkların ortadan kaldırılarak eski denge halinin ki aslî ve sıhhatli yapı olmaktadır tekrar sağlanması için çalışır. İşte onun bu tavrı gibi, şeriatın yaptığı da aynıdır; onun getirdiği yükümlülükler insanlık için son derece yerinde, Allah Teâlâ'nın kullarına olan şefkat ve merhametinin bir tezahürü, nimet ve ihsanının son noktası olmaktadır.
Fasıl:
Şer'î küllî bir esas görür ve üzerinde düşünürsen, onun mutlaka dengeyi koruduğunu görürsün. Buna karşı eğer iki uçtan birine doğru bir meyil görürsen, bunun da diğer tarafta mevcut ya da beklenti halinde bulunan bir duruma karşı alınmış bir tedbir olduğunu bilmelisin.
Teşdide (şiddet gösterme) başvurulması ki bu tamamen korkutma, sakındırma ve uyarma ile olur, dinde kendisini salıvermiş, çözülmeye yol tutmuş kimseler hakkında uygun olur.
Tahfif tarafı ise ki bu da tanıemen ümitlendirme, teşvik etme, ruhsatlar getirme yoluyla olur; dinde hep güç olanlara sarılmak neticesinde sıkıntılarla karşı karşıya gelmiş ve zor duruma düşmüş kimseler için iyi gelir. İki aşırı ucun bulunmadığı zamanda ise, orta yolcu yaklaşımın ortaya çıktığını, itidal prensibinin bütün açıklığı ile kendisini gösterdiğini göreceksiniz. İşte esas alman ve kendisine başvurulan prensip bu olmaktadır.
Buna göre, dinde yeri bulunan kimselerden nakledilen ve itidal prensibinden ve orta yolcu yaklaşımdan uzaklaşma eğilimi gösteren sözler gördüğünüzde, bunların mutlaka karşı tarafta mevcut ya da beklenti halinde bulunan bir unsurun dikkate alınması neticesinde söylenmiş olduğunu unutmayınız. Vera', zühd ve benzeri konularla, bunların karşıtı bulunan konuların ele alınması işte bu esastan hareketle olmalıdır.
İtidal prensibinin ölçüsü, şeriat yoluyla bilinir. Bazen örf ve âdetlerle, sağduyu sahibi insanların kabulle karşıladıkları esaslarla da belirlenebilir. Aynen nafaka bahsinde savurganlıkla (israf) ve normalin altında kısma (pintilik) ölçülerinin tesbiti gibi. [224]
[1] Hanefîler ve Mutezilîler bu görüşte değillerdir.Onlara göre böyle bir yükümlülük aklen de mümkün değildir.
[2] Bakara 2/132.
[3] Münâvî, el-Mecmûul-fâik adlı eserinde zikretmiş ve bu şekilde meşhur olmuştur demiştir. er-Râfiî, hadisi Huzeyfe'ye nisbet etmiştir. îmâmu'İ-Hara-meyn, en-Nihâye'de sahîh olduğunu söylemiştir. İbnu's-Salâhise, mutemed hadis kitaplarında bulunmadığı gerekçesiyle, onu tenkit etmiştir.
[4] Buhârî, Meğâzî,18; Müslim, Cihâd, 136.
[5] Ayet, ölmeden önce müslüman olunmasını, ölüm anında îslâma girmenin bir faydası olmayacağını belirtmektedir. İkinci misal de istenilen şeyin Öncesiyle ilgilidir. Çünkü kişi ölmekle öldürmek arasında kalınca, durumu Allah'a havale ederek kendi ölmesini tercih etmesi ve kanı helal olmayan bir başkasını öldürmeye yeltenmemesi istenmiştir. Üçüncü misal de, yine ölümden önce ya da ölüm anında sürmekte olan zulüm halinden yasaklamaktadır. Mesela bir kimse başka birinin evini ya da elbisesini gasbeder ve bu gasb hali ölüm halinde de hâlâ sürmekte olur. İşte bu gibi bir kul hakkı bulunarak Ölümle karşı karşıya gelinmemesi istenilmektedir. Ebu Tafha'nm, sözün akışına uygun olarak "Sonra sana isabet ederler" diyecek yerde olumsuz olarak "Sana isabet etmesinler" demesi ne güzel bir ifadedir. O, müsbet bir ifâde ile meramını anlatmak istememiştir.
Bu zikredilen misaller içerisinde, asıl talebin istenilen şeyin sonrasıyla ilgili olduğu kısma örnek yoktur. "Kimgüzel bir çığır açarsa veya kim kötü bir çığır açarsa..." hadisini de bu kısma örnek olarak vermek mümkündür.
[6] Şatıbi el-Muvafakat İslami ilimler metodolojisi İz Yayıncılık 2/107-108
[7] Şatıbi el-Muvafakat İslami ilimler metodolojisi İz Yayıncılık 2/108
[8] Enbiyâ 21/37.
[9] Müslim, Birr, 111; Nihâye, 4/360. Şeytan Âdem'i karınlı yaratılmış görünce, onun yalnız başına kendine mâlik olamayacağım, şehvetlerinin önüne geçemeyeceğini, bu hususta onun mutlaka doğruyu gösterecek birine muhtaç bulunduğunu anlamıştır. Bazıları hadiste geçen "lâ yetemâleku" ifadesinden kızdığı vakit kendini tutamayacağı manasım çıkarmışlardır. (Ç)
[10] bkz. Muvatta, Cihâd, 35.
[11] Aclûnî, Keşful-hafâ, 1/395. Ebu Naîm, Hilye'de, İbn Hibbân, Ravdatul-ukelâtta ve daha başkaları tarafından rivayet edilmiştir.
[12] Ahmed, 5/252.
[13] Bakara 2/132.
[14] Muvatta, Husnu'l-huluk, 16. Sevişmek elde olmayan bir şeydir. Ancak sevişmeye götüren ve varlık bakmmdan ondan önce olan hediyeleşme motifi kulun kudretindedir. Dolayısıyla "sevişin" şeklindeki bir talep motife yani hediyeleşmeye yönelik olmaktadır. (Ç)
[15] Yaklaşık olarak Tirmizî, Menâkıb, 31.
[16] Şu hadiste olduğu gibi: Bir kimse gelerek Hz. Peygamberden (as) kendisine Öğüt vermesini istemiş, Hz. Peygamber de, tekrar tekrar "Kızma!" buyurmuşlardır. (Buhârî, Edeb, 76...) Buradakryasak öfkenin sonuçlarına yönelik olur. Bu yüzden hadiste: "Öfkeden kaçınınız. Çünkü o Âdemoğlunun kalbi üzerinde bir kordur.... Kim öfke hissederse uzansın ve yerde debelensin." (Kısmen bkz. Ahmed, 5/152; Ebu Davud, Edeb, 3).
[17] Bunların emir ya da nehiy yolu ile teklîfi, aslında bunları ortaya çıkaran ve önceden işlenen amellere yönelik olmaktadır.
[18] Yani iki zıddm bir araya gelmeyeceği gibi zorunlu olarak bilinen şeylerden ise. (Ç)
[19] Yani kulun gücü dahilinde, kendi iradesiyle ortaya koyabileceği.
[20] Yani iki önerme varsa mutlaka netice de vardır. Burada da ulaşılmak istenilen şey üzerinde mantıkî olarak düşünülmüş ve. önermeler konulmuşsa, bunun ayrılmaz sonucu olan netice (bilgi) de kendiliğinden var olacaktır. (Ç)
[21] Şatıbi el-Muvafakat İslami ilimler metodolojisi İz Yayıncılık 2/108-111
[22] Müslim, îman, 25, 26; Ebu Davud, Edeb, 149; Tirmizî, Birr, 66; Ahmed, 3/23.
[23] Müellifbu varyantı getirmekle, bu niteliklerin fıtrî olduğunu, buna rağmen onlara sevgi ve buğzun taalluk ettiğini isbat etmek istemektedir. Bu tutum konu boyunca görülecektir.
[24] bkz. Muvatta, Cihâd, 35. Ayrıca Münâvî, el-Mecmûul-fâik adlı eserinde Ebu Ya'lâ'dan zikretmiştir.
[25] Tezkiretul-Mevdûât adb eserde, hadisin mevzu(uydurma)olduğu söylenmiştir.
[26] Buhârî, Enbiyâ, 2; Müslim, Birr, 159; Ebu Davud, 16; Ahmed, 2/295;Nihâye, 1/306. Bazıları, ruhların toplu yaratıldıklarım, sonra cesetlere dağıtıldığım, bundan dolayı tabiatları birbirlerine uyanların kaynaştıklarını, uymayanların ise birbirlerine muhalefet edip dağıldıklarını söylemişlerdir. Daha başka getirilen izahlar da vardır. fÇ)
[27] Muvatta, Şi'r, 16; Ahmed, 5/229, 232, 236...
[28] Müslim, Kader, 84; îbn Mâce, Mukaddime, 10; Zühd, 14; Ahmed, 2/366.
[29] Hadis, zahir mânâsı alınsa da fıtrî bir huy olan irade, sabır ve metanet açısından güçlü olan mü'min şeklinde yorulsa idi, yine müellifin amacına yani sevginin fıtrî olan özelliklere taallukunun sabit bulunduğuna delâlet ederdi. Ancak o bedenen güçlü olan diye yapılan yorumu esas almıştır. Çünkü bedenen güçlülük daha açık fıtrî bir özelliktir. Böylece o, hadisle her iki hususa (hem bedenî, hem de ruh haliyle ilgili fıtrî özellikler) da birlikte istidlalde bulunmak istemiştir.
[30] bkz. Acİûnî, Keşfu'i-hafâ, 1/284.
[31] Ahmed, 5/252.
[32] Enbiyâ 21/37.
[33] Mâide5/54.
[34] Yaklaşık olarak Tirmizî, Menâkıb, 31.
[35] Yani kişiyiyalmz Allah için sevmen manasınadır. Dolayısıyla sevgi zâta taalluk etmektedir.
[36] Buhârî, îmân, 1; Ebu Davud, Sünnet, 2.
[37] Yani sevgi, bizzat Allah'ın ya da kulların zâtına bağlanmış, onların sıfat ya da fiillerine bağlanmamıştır. Sevilen şey bizzat Allah'ın ya da kulların zâtıdır. (Ç)
[38] Nisa 4/148.
[39] Tevbe 9/46.
[40] Ebu Davud, Talâk, 3; îbn Mâce, Talâk, 1.
[41] Buhârf, Tefsir, 6/7, 7/1; Müslim, Tevbe, 32.
[42] Âl-i İmrân 3/134.
[43] Âl-i Imrân 3/146.
[44] Bakara 2/222.
[45] Lukmân 31/18.
[46] Âl-i îmrân 3/140.
[47] Beyhakî, Şuabul-îmân'da Ka'b'dan mevkuf olarak rivayet etmiştir. Hz. Ali'den de mevkuf olarak rivayet edilmiştir.
[48] Bir üçüncü ihtimal daha vardır. O da bu iki ihtimalin dışında sadece sıfat olmaları değil de sevilen bir sıfat ya da hoşlanılmayan bir sıfat olmaları açısından taalluk edebilir. Bu takdirde iki zıddm birleşmesi de meydana gelmez. Bu haliyle delil istidlal için yeterli olmaz.
[49] Burada şöyle denebilir: Sevap ve azap, nimet ve ihsanda bulunma (in'âm) ve intikamdan daha dar anlamdadır. Çünkü ilk ikisi sadece âhirette söz konusu iken, in'âm ve ihsan keza intikam âhirette olacağı gibi, aynı zamanda dünyada da olur. Dolayısıyla in'âm ve ihsan ile intikamdan, dünyada olanlar kasde-dilmiş olabilir. Oysa delilin tam olabilmesi için, sözü edilen nimet ve ihsanda bulunma ya da intikamın bizzat sevap ve azabın kendileri olması gerekmektedir. Dolayısıyla delilde tartışmaya açık taraflar vardır.
[50] Müellif bunu bağımsız üçüncü bir delil yapmıştır ve daha önce geçen iki delil üzerine bina etmemiştir. Çünkü ilk iki delilde, sevgi ve buğzun, niteliklerin bizzat kendisine bağlanması esasından yürümüşken, burada bu niteliklerin neticeleri olan fiillere bağlanması esasından yürümüştür. Müellif bu yüzden de üslûbu değiştirmiş ve dahabaşta "üç durum/ delil" ifadesini kullanmamıştır.
[51] Böyle bir neticenin niye doğacağı pek açık değildir. Herhangi bir hükümde, sevilen bir şeyle, sevilmeyen başka bir şeyin eşit tutulmasından, o sevilen şeyin de sevilmez olması lâzım gelmez. Aksi de aynı şekildedir
[52] Kur'ân'ı okuduğumuzda musibetlerle deneme durumlarında gösterilecek sabır, metanet ve Allah'ın kaza ve kaderine teslimiyet ve rıza gösterme karşılığında övgü ve sevap va'dinde bulunulduğunu görürüz. Aynı durumu hadislerde de görmemiz mümkündür. Meselâ bir hadiste şöyle buyrulur: "Allah bir kavmi sevdi mi, onları (çeşitli musibetlerle) dener. Kim rıza gösterirse Allah'ın rızasını kazanır. Kim de feveran eder, öfke ile karşılarsa, onlar da Allah'ın gazabını kazanır." (bkz. Tirmizî, Zühd, 57; İbn Mâce, Piten, 23). Bu duruma göre sevap ya da azaba sebep olan şey bizzat musibet ve felaketler değil, aksine bunlar karşısında gösterilen sabır, metanet ya da tahammülsüzlük olmaktadır. Bunların mükelleflerin gücü dahilinde olduğunda ve bunların şer'an istenildiğinde de şüphe yoktur. Bu durumda müellifin ortaya koymak istediği şey tam olmayacaktır. "Bunları bilip bilmemesi de farket-mez" sözü de bu şekilde daha iyi anlaşılacaktır. Çünkü kişi musibetleri bilmediği zaman, sevaba sebep olan rıza ve sabır göstermesi kendisinden beklenemez. Bu sözün tamamlayıcı kısmı birazdan gelecektir.
[53] Müslim, Selam, 125; Ahmed, 2/429.
[54] İslâm literatüründe "âdil" denildiği zaman, iyilikleri kötülüklerinden fazla olan kimse kasdedilir. Bu anlamda âdilin zıddı da "fâsık" olmaktadır. (Ç)
[55] Bu delil, sevap ve azap ile kendisine iyi ya da kötü karşılık verilen şeyin kişinin kudreti hatta bilgisi dahilinde olması arasında zorunlu bir bağlantı (telâzum) olmadığı şekliyle reddedilmişti.
[56] Yani, niteliğin kuvvetinin fazlalığından, fiilin de güzellik ya da kötülük bakı-mından güçlü olması gerekir. Bu durumda fiillereşit olmakla birlikte niteliklerde bir ihtilâf söz konusu olmaz ki, üçüncü delil sahih olsun.
[57] Şatıbi el-Muvafakat İslami ilimler metodolojisi İz Yayıncılık 2/111-118
[58] Nahl 16/7.
[59] Buhârî, İman, 32, Teheccüd, 18; Müslim, Müsâfîrîn, 215, 221.
[60] Buhârî, Rikâk, 18; Ahmed, 2/514, 537.
[61] Murad, zorunlu olarak değil de ortaya çıkabilecek olan olmalıdır. Aksi takdirde üçüncü kısım hakkında söylediği "nefse alışılagelen işlerde bulunan mutat yorgunluktan daha fazla bir güçlük getirmeyen" ifadesine ters düşer.
[62] Şatıbi el-Muvafakat İslami ilimler metodolojisi İz Yayıncılık 2/119-121
[63] A'râf, 7/157.
[64] Bakara 2/286.
[65] Âyet duadan ibarettir, bu itibarla delîli tamamlayan unsur bu hadis olmaktadır.
[66] Ibn Kesir, 1/343.
[67] Bakara, 2/285.
[68] Bakara 2/185.
[69] Hac 22/78.
[70] Nisa 4/28.
[71] Mâide5/6.
[72] Ahmed, 6/116, 233, 5/266.
[73] Buharı, Menâkıb, 23; Müslim, Fedâil, 77, 78.
[74] Bu sadece günahların terkine has bir şey değildir. Bütün terklerde sözü edilen durum vardır. Bu itibarla müellifin «. .."günah olmadıkça" diye kayıtlanmıştır....» şeklindeki sözü pek açık değildir.
[75] Bu ifadeler aslında müstakil dördüncü bir delîl olmaktadır. Eğer müellif dördüncü bir delil de şudur diye söz başı yapsaydı daha açık olurdu.
[76] Şatıbi el-Muvafakat İslami ilimler metodolojisi İz Yayıncılık 2/121-123
[77] Bundan önceki meselede getirilen deliller, mutat olmayan yani ruhsat ve hafifletme konusu olan meşakkatlere yönelik bir kasıt bulunmadığı hakkında idi. Burada ise sözkonusu meşakkat mutattır. Konular farklı olunca, biri için getirilen delillerin diğerini de bağlaması gerekmez. Bu durumda bizim araştırmamız gerekecektir ve sonunda bazı âyetlerin buna delil olmaya elverişli olduğu görülecektir. Aynı şekilde bir Önceki dipnotta işaret ettiğimiz kısım da (ister birinci ister ikinci kısımdan olsun meşakkat, meşakkat olduğu için istenilmez, aksi takdirde şeriatta çelişki ve tutarsızlıklar meydana gelir gibi bir yaklaşımla) delil olarak kullanılabilir. Ancak ileride on birinci meselede "mutad meşakkatlerin meydana gelmesi istenilmiş olmadığı gibi, kaldırılmış olması da istenilmiş değildir" şeklinde açıklamalar gelecektir ve ■ o zaman son delil de delil olmaktan çıkacak, geriye delil olarak sadece bazı âyetler kalacaktır.
[78] Bakara, 2/285.
[79] Hac 22/78.
[80] Tevbe 9/120.
[81] Ankebût 29/69.
[82] Müslim, Taharet, 41; İbn Mâce, Taharet, 49.
[83] tbn Mâce, 'Pahâret
[84] Bakara 2/216.
[85] Tevbe 9/111.
[86] Mükellef, bazen müsebbebibilirfakatonu kastetmez, sadece kendi menfaatini gözetir, kendisinin mütecâvizkâr olması ve bir başkasına zarar vermesi durumunu dikkat nazarına almaz, Ancak böyle bir durumda Sâri' onu, sanki müsebbebi kastetmiş gibi değerlendirir ve tecâvüzünün neticesi neyse onunla sorumlu kılar. Bu durumda Sâri', mükellefin sebebin işlenmesi durumunda müaebbebin meydana geleceğini bilmesini, bizzat müsebbebi ortaya koymaya yönelik kasdı mesabesinde tutar. Şâri'in buradaki durumu da aynen böyledir. Her ne kadar O, m aslahatın temini sırasında ortaya çıkacak mefse-detleri biliyor ise de, onlara yönelik bir kasıt bulundurmamaktadır.
[87] Buhârî, Merdâ, 3; Müslim, Birr, 46. İbn Hacer, Fethul-Bârî'de bu hadisin şerhi sırasında şöyle der: Bu hadis, İzzuddin b. Abdisselâm'm görüşünü çürütmektedir. O bu görüşünde şöyle diyor: "Bazı cahiller bir musibete duçar olan kimsenin sevap alacağım sanmışlardır. Bu açık bir hatadır. Çünkü sevap ve azap sadece kesb karşılığında olmaktadır. Musibetler ise insanların kesbi dahilinde değillerdir. Ecir, sadece gösterilen sabır ve rızaya karşı olmaktadır."
Hadisin onun bu görüşünü çürütmesi şöyle olmaktadır: Hadis, sadece musibetlerin bulunmasından dolayı ecrin bulunacağı konusunda açıktır. Sabır ve rıza ise, bunlar fazladan şeylerdir ve bunlar karşılığında musibet dolayısıyla verilecek ecirden ayrı olarak fazladan sevap verilmesi mümkündür. Karâfî şöyle der: "Musibetler kesin olarak keffâret olmaktadır. İster rıza ile birlikte bulunsunlar isterse bulunmasınlar, farketmemektedir. Ancak beraberinde rıza da bulunursa o zaman keffâret olma özelüği artar, rıza bulunmazsa azalır. İşin esası şudur: Musîbet, karşılığında kendisine denk bir günaha keffâret olur, beraberinde gösterilecek rıza ile ise sevap alınır.
Bana (Naşir) göreyse, sanırım Karâfî'nin bu son sözü her iki söz arasını bulmaktadır. Keffâret olma, sevap ve azaptan başka bir şeydir. Bu duranı (fa keffâretin, mükellefin ortaya koyacağı bir amel (kesb) karşılığında olmamasının bir mahzuru yoktur. Sevap ve azaba gelince, hem aklen hem de Kur'ân âyetlerinin delâletinden onların sabır^ rıza ve teslimiyete bağlı oldukları anlaşılmaktadır. Karâfî'nin bu sözü İzz'in sözüne de ters düşmez. Çünkü İzz, musibetlerin keffâret olacağını inkar etmiyor, sadece musibetler 'karşılığında sevap alınamayacağını belirtiyor ki, bu da güzel bir yaklaşım olmaktadır.
[88] Müslim, Mesâcid, 280.
[89] Müslim, Mesâcid, 278; îbn Mâce, Mesâcid, 15; Ahraed, 5/123.
[90] Burada sözkonusu ettiği Mescid'den uzaklık ve uzak evlerden oraya gidip gelirken maruz kalman meşakkat olmaktadır. Vâhid haberler işte bu husus et-rafinda gelmiştir. Îbnu'l-Mübârek'in naklettiği ve evliyanın halleriyle ilgili itiraza cevaplar ise birazdan gelecektir. [91]
[92] Buhârî (Hac, 15) ve Ebu Davud'da belirtildiği üzere Hz. Ömer şöyle demiştir: Akîk vadisinde iken Hz. Peygamberi (as) şöyle derken işittim: "Bana Rab-bimden bugece bir haberci geldi ve: "Euvâdide namazkıl ve 'Hac içinde umre de!'dedi." Ebu Davud Mâlik'ten naklederek: Mâlik şöyle der: "(Haçtan) Medine'ye dönerken Muarras'ta konaklamadan ve orada iki rek'at ya da kılabil-diğince namaz kılmadan geçmesi yakışık almaz. Çünkü Hz. Peygamber (as) orada konaklamıştır." Burada sözü edilen konaklama yeri (Muarras) Medine'ye altı mil uzaklıkta bir yerdir. (Ebu Davud, 2/219) Tirmizi hadisindeki "Selemeoğullan Medine'nin bir ucunda idi" ifadesinden, Akîk'in Medine'ye altı mil uzaklıkta oluşundan, Akîk'in Selemeoğulları yurdundan başka bir yeroiduğu anlaşılır. Bu böyle olunca, Akîk için sözkonusu edilen fazilet, Selemeoğulları yurdu için sözkonusu edilen faziletten başka olacaktır. Bu da Selemeoğulları yurdunun fazileti, Medine için sanki bir ribat ve gözetleme yeri oluşundan kaynaklanmaktadır. Akîk'in fazileti ise öyle anlaşılıyor ki, taabbudîlik arzetmektedir. Ancak bu neticeye varmak için, ortada ayrı ayrı iki olay olduğunun isbatı gerekmektedir.
[93] Bu adam bir tür ibâdet tercihinde bulunmuş, meşakkat ise onun bir neticesi olmaktadır. Dolayısıyla bu örnekte meşakkate yönelik bir kasdm bulunabileceği ortaya çıkmaz. Ebu Musa'nın, kendilerine gemide öğütte bulunan adamın sözüne uyarak, oruç tutmak için fazla sıcak olmayan günleri değil de, şiddetli sıcak günleri araştırması örneği ise, sevabının daha büyük olması için nefsine meşakkat verme kasdmm bulunduğu konusunda açıktır. Bu itibarla asıl cevabı teşkil eden kısım bundan sonra gelen kısım olmalıdır.
[94] Buhârî, Nikâh, 1'.
[95] Ahmed, 1/175, 3/158; Dârimî, Nikâh, 3.
[96] Buhârî,Eymân, 31; Ebu Davud, Eymân, 19; İbûMâce,Keffârât,690;Ahmed, 4/168.
[97] Müslim, İlim, 7; Ebu Davud, Sünne, 5.
[98] Hz. Peygamber (as) hutbe irad ederlerken, bir de baktılar ki, bir adam güneş altında ayakta dikili duruyor. Neyin nesi olduğunu sordular. Ashap da: "Bu Ebu israil'dir. Güneş altında dikilerek oruç tutmaya, iftar etmemeye, gölge-lenmemeye, konuşmamaya adakta bulundu" dediler. Bunun üzerine Hz. Peygamber (as): "Ona emredin, gölgelensin, konuşsun, fakat orucunu tamamlasın" buyurdular. (Buhârî, Eymân, 31; Ebu Davud, Eymân, 19; İbn Mâce, Keffârât, 690; Ahmed, 4/168.)
[99] Bakara 2/185.
[100] Buhârî, Savm, 32; Müslim, Sıyâm, 92; Ahmed, 4/299.
[101] Buhârî, Ahkâm, 13; Müslim, Akdiye, 16; Ebu Davud, Akdiye, 9.
[102] Yani "Hangisi daim. faziletlidir? Ruhsatla amel etmek mi, yoksa azimetle amel etmek mi?" gibi soruların cevabı. Müellif (ra) bu konuda yeterince bilgi vermiştir.
[103] Bu ikinci kısma girebilir. Bu kısımda meşakkat mutat değildir fakat, ondan
dolayı kendisim; herhangi bir zarar gelmeyeceğini kesin bilgi ya da zan ölçüsünde bilmektedir. Ancak o kişiye ııisbetle bu tür meşakkatler mutat hale dönüşmüş olmaktadır.
[104] Bakara 2/45
[105] Yani her iki nev'i ile ikinci kısım ki, o ameîi işlediği zaman kendisine ya da aklına bir bozukluk gelmeyeceğini kesin bilgi ya da zan ölçüsünde bilmesi olmaktadır.
[106] Hucurât 49/7.
[107] Müslim, Sıyâm, 177.
[108] Buharı, Terâvîh, 1; Müslim, Müsâfirîn, 177.
[109] Müslim, Sıyâm, 177.
[110] Buhârî, Teheccüd, 18; Müslim, Müsâfirîn, 219.
[111] Buhârî, Edeb, 74; Salât, 178.
[112] Buhârî, Ezan, 61, 63; Müslim, Salât, 182, 185, 186; Etnı Davud, Salât, 124.
[113] Daha önce geçti. bkz. [1/343].
[114] Müslim, Nezir, 5; Tirenizi, Nüzûr, 11; Nesâî, Eymân, 26.
[115] Buraya kadar olan kısmı için bkz. Ahmed, 3/199.
[116] Hadisin son kısmı için bkz. Keşful-hafâ, 1/300.
[117] Buhârî, Savın, 50; Müslim, Sıyâm, 57-61-
[118] Yani yasağı gerektiren illet varaayasak hükmü de var, illetyoksayasak hükmü do yok olacaktır. (Ç)
[119] Buhârî, Ahkâm, 13; Müslim, Akdiye, 16; Ebu Davud, Akdiye, 9.
[120] Buhârî, Savm, 51, Edeb, 86; Tırmizî, Zühd, 64.
[121] Keşful-hafâ, 1/1 i 7. (Concordance aracılığı ile temel hadis kitapları içeri--sinde bulamadık.)
[122] Nesfiî, Nisfl, l;Ahmed, 128, 199,285.
[123] Buharı, Teheccüd, 6; Müslim, Münâfikîn, 79-81.
[124] Kadı lyâz, Şifâ'da şöyle nakleder: Abdullah b. Amr şöyle arılatır: "Yâ Kasulallah! Senden işittiğim her şeyi yazıyorum" dedim, O da: "Evet, benden duyduğun /tersiyi yaz" buyurdu. Ona: "Rıza ve ofko halinde de mi?" dedim. O: "Kvi'l, çünkü ben bu konuda hakları baş/ı a bir şey söylemem" buyurdu. Sarihi Mufla Ali bu hadisin, Ahmed, Ebu Davud, Hâkim tarafından rivayet edildiğini ve l-fâkim tarafından ayrıca sahih bulunduğunu belirtir. (Aynen bkz, Kbu Davud, İlim,o; Dârimî, Mukaddime, 43; Ahmed, 2/162, 192, 207).
[125] Buhârî, Ahkam, i:i; Müslim, Akdiye, 16; Ebu Davud, Akdiye, 9.
[126] Yani ge.ee hıc; uyumadan sabaha kadar ibadetle meşhut olmuşlardı. (Ç)
[127] Buhârî, Ahkâm, 13; Müslim, Akdiye, 16; Ebu Davud, Akdiye, 9.
[128] Nisa 4/29.
[129] Aynen gasbedilmiş yerde kılınan namaz örneğinde olduğu gibi. Çünkü aynı amele yönelik hem emir hem de yasağın yönleri farklı olmaktadır ve bunlar arasında birinin olmasından diğerinin bulunması gibi bir gereklilik (telâzum) da yoktur ve bu konuda farklı görüşler vardır.
[130] Nisa 4/29.
[131] Enbiyâ 21/107.
[132] Buhârî, Savm, 51; Edch, 86; Tirmizî, Zühd, 84.
[133] Buhârî, Kzan, 60,61,63,65;Müslim,SR]ât, 182, İ8; İ86; Ebu Davud.Salât, 124.
[134] Buharı, Ezan, 6.5.
[135] Abdullah h. Anı r. yaşadıkça gündüzleri oruç tutacağın a, «geceleride namazla geçireceğine dair yemin etmişti. [Hz. Peygamber as) kendisine: "Bir gün oruç lut, birgiinye. Hu Davud'un (as/ orucu dur ve o en uygun ya da değerli oruçtur" buyurmuştur. (Buhârî, Enbiya, 37; Müslim, Sıyâm, 181,182, 186, 192.
[136] Buhâri, İman, 29; Nesâî, İman, 28; Ahmed, 4/466; Tecrid, 1/47.
[137] Yani bir mendubu işlemesi sebebiyle bir hazzını terketmesi, şer'an mekruh bir şeye götürecekse, yahut daha büyük bir mendubun terkine sebebiyet verecekse, bu durumda o mendubu terkederek nefsinin haz duyacağı şeyi işlemesi daha uygundur. Mesela, nafile namazla meşgul olması sebebiyle karısıyla ilişkide bulunamayan bir kimse, neticede kendisine; helal olmayan kadınlara bakmaya başlarsa, böyle birisinin bu durumda mendub olan nafile namazı bırakarak, nefsi için haz bulunan karısıyia ilişki içerisine girmesi daha uygundur.
[138] Müslim, Nikâh, 10. Kişinin karısıyla olan ilişkisi, onun şehvetini kıracak ve dolayısıyla yabancı kadınlara karşı arzu duymayacaktır
[139] Bu şer'an mekruh bulunan bir duruma götüren mendubun terkine Örnek olmaktadır. Çünkü böyle sıkıntılı bir günde oruç tutmak, ibâdetten nefret etmeye ve usanmaya sebebiyet verebilir. Bundan sonraki misaller ise, terki durumunda daha büyük sevabı olan başka men duplann terkine sebebiyet verecek menduplarm terki ile ilgilidir. Ayrıca bu misallerden, Kur'ân okumanın oruç tutmadan daha sevaplı olduğu neticesi de çıkar. Bu iki misal daha önce geçen İbn Mes'ûd ile îbn Vehb hakkındaki rivayetlere aüf olmaktadır.
[140] Müslim, Sıyâm, 102; Ebu Davud, Savın, 42; Ahmed, 3/35.
[141] Buharı, Savm, 51.
[142] Buharı, Rikâk, 38; Ahmed, 8/256.
[143] Yani, hoşlamlmaması sebebiyle maksûd olmamakla birlikte, ebedî saadete ulaştırın olması sebebiyle istenilmektedir. Bu örnek sadece bir benzerdir, yoksa önce geçen örneklerin türünden değildir. Çünkü bu konu dünyevî yükümlülüklerle ilgisi olmayan bir durumdur!
[144] Bakara 2/194.
[145] Buna Arap edebiyatında "müşâkele" dfinilmektedir.(Ç)
[146] Bakara 2/15.
[147] Âl-i İmrfin 3/54.
[148] Târik 86/15-16.
[149] Enbiyâ 21/23.
[150] Daha önce de geçtiği gibi buradaki izinden vacip, mendup ve mubah kastedilmektedir. (Ç)
[151] Burada vacip anlamında. (Ç)
[152] Yani müellifin de açıkladığı gibi, teklif aslında bir mübtelâhktır(ibtilâ, sıkıntıya maruz kaîma). Bununla birlikte bu teklifte dikkate alınmamakta ve mükelleften istenilene uyma (imtisal) talep edilmektedir- Burada da aynı şekilde mükelleften, kendi başına gelen hastalık vb. gibi mübtelâhğı ortadan kaldıracak şey i yapması istenilmektedir. Başka bir dey işle, genel olarak yükümlülüğün başlangıcı ve aslı mübtelâhktır. Buna rağmen bu husus, o mübtelâlıktan kurtulma amacıyla amelde bulunma için o.yükümlülüğün mükelleflere yönelmesine mani değildir. Aynı şekilde burada da, meselâ açlık eleminden kaynaklanan özel birmübtelâhk halinin ortadan kaldırılmasını isteyen bir teklif de, geçerli bir teklif olur. Mübtelâhk, teklifin mükelleflere yönelmesine bîr engel kabul edilmez.
[153] bkz. Buharı, Merdâ, 6; Müslim, Birr, 54; Ahmed, 1/347.
[154] Hadisin tamamı şöyle:Hz. Peygamber (as): "Üınnıetimdenyetmiş birikişi hesapsız olarak cennetegireceklerdir" buyurmuşlardır. Ashap: "Kim onlar! Yâ Rasûlallah?" demişler. Hz. Peygamber (as) de: "Onlar efsun yapmayanlar, teşe'um etmeyenler (uğursuzluk inancı taşımayanlar), vücutlarını (kızgın demirli'.) dağlamayanlar ve ancak Rablerine tevekkül edenlerdir" buyurmuşlardır. (Müslim, İman, 372).
[155] Ebu Davud, Tıb, 1; Tirmizî, Tıb, 2; İbn Mace, Tib, 1; Ahmed, 3/156.
[156] Müellif yedinci meseleyi, meşakkat lâfzının üçüncü anlamına tahsis etmişti, tik başlangıçta üçüncü anlamı üzerinde durdu ve mutat olarak me şakkat sayılanlarla, külfet içermesine rağmen mutat meşakkat sayılmaya güçlükler arasında ayırım yaptı. Sonra söz Şâri'in, yükümlülüklerde meydana gelen mutat meşakkatlere yönelik bir kasdımn bulunmadığı; nitekim mutat olmayan meşakkatlerin de aynı şekilde maksud olmadığı, aksine o fiilin, sadece mükellefe yönelik olmak üzere içermiş olduğu maslahat açısından istenildiği noktasına kaydı. Sonra bunun üzerine birinci fasılda, mükellefin daha büyük sevap alma amacıyla fiilin içermiş olduğu meşakkate niyette bulunması hakkının bulunmadığını açıkladı. Sonra ikinci fasılda, izin verilmiş (varib, mendup, mubah) amellerin işlenmesi durumunda bir meşakkat ortaya çıkıyorsa, bu meşakkatin ya mutat ya da mutat dışı olduğunu belirttikten sonra, ruhsatların meşru kılınmasını gerektiren mutat dışı meşakkatlerle ilgili detay ve ası] başlıkla pek ilgisi bulunmayan bilgiler verdi. Sonra İkinci ve üçüncü fasıllarda amelden kesilme ya da ibadetlerden nefret etme korkusu için, ya da mükelleften istenilenyükümlülüklerin birbirine girmesi sebebiyle ibadetlerden neşet eden mutat dışı meşakkatler hak kında sözü uzattı. Sonra dördüncü fasılda izin verilmemiş fiillerin işlenmesi durumunda ortaya çıkacak olan meşakkatler ile, ikinci fasih tamamlamak istedi. Sonra da mutlak anlamda meşakkat hakkında sözü tamamlamış olmak için beşinci bir fasıl açtı
Bu fasıllara şöyle bir baktığımızda, içlerinde meşakkatin üçüncü anlamına ait Özel bir fasıl bulamayız. Aksine bu fasıllarda da en çok üzerinde durduğu husus, birinci ve ikinci anlamında meşakkatlerle ilgili olmuş; üçüncü anlamında meşakkatle ona benzeyen yani mutat dışı meşakkat içermekle birlikte, bazı özel kimseler için mutat hal almış bulunan güç. ameller hakkında fazla durmamıştır. En sonunda da "Buraya kadar olan kısımda, meşakkatin kullanıldığı anlamlardan üçüncüsü üzerinde durmuş ve sözü bitirmiş olduk" demektedir. Müellifin bu yaptığı şey, sistematik açıdan pek uygun değildir. Buna mukabil her bahsi ayrı ayn kendi başlıkları altında işlemesi ve böylece karışıklığa meydan vermemesi daha uygun olurdu.
[157] Şatıbi el-Muvafakat İslami ilimler metodolojisi İz Yayıncılık 2/123-151
[158] Câsiye 45/23.
[159] Necm 53/23.
[160] Muhammed 47/14.
[161] Şatıbi el-Muvafakat İslami ilimler metodolojisi İz Yayıncılık 2/151-152
[162] Burada dinin esasları (usûlü'd-dîn) kasdedilmektedir. Bunlar nefsin ve organların dikkate alınmasından önceliklidir. Meselâ, dinin korunması canın ya da organların tehlikeye atılması gibibir durumu gerektirecek olsa, dinin korunması ilkesi öıie alınır. Bu yüzdendir ki, pek çok canın yok olması pahasına da olsa dinin korunması amacıyla cihad farz kılınmıştır. Dinin esasları dışında kalan furû kısmına gelince, bilindiği üzere o konuda durum böyle değildir. Pek çok yerde Sâri', nefsi korumak için dînî yükümlülükleri düşürmüştür. Meselâ hastalık halinde bazı yükümlülüklerin düşmesi gibi. Bu durumda, dînî hususların her zaman ve her yerde nefsin, hatta malın korunması ilkelerine takdim edildiği doğru değildir. Söz konusu genellemeyi dinin esasları ile ilgili konularda şeklinde kayıtlamak geı-ekir. Aslında bu konu daha geniş olarak ele alınmalıydı. Bu yüzden Tahrîr müellifi beş zarurî esasın korunması ile ilgili olarak şöyle den "Dinin korunması cihadın far?, olması ve bid'at mezheplere dâîlİk yapan kimselerin cezalandırılması ile olur..." Hiç şüphe yoktur ki, bu sözü edilen husus dinin esasları ile ilgilidir. Onuncu meselede, birisi dînî diğeri ise dünyevî olabilecek iki maslahat arasında tercihte bulunma gereği duyulacak durumlardan bahsedilecektir. Eğer dînî olanlar her durumda mutlak surette öne alınacak olsaydı, o zaman sözü edilen tercihe ihtiyaç gibi bir durum ortaya çıkmazdı.
[163] Yani dînî meşakkatler, dünyevî meşakkatlerden daha önce dikkate alınır.
[164] Yani, daha büyük meşakkat olmasına rağmen, dinin korunması için gerekli olan şeylerin, sırf dünyevî meşakkat içeren şeylerden öne alınması durumunda, mükellefin bu meşakkatlerin altına sokulması kasdedilme-mektedir. Ancak bu meşakkatler dinin korunması yolunda kaçınılmaz olarak ve onlara yönelik bir kasıt da bulunmaksızın ortaya çıkmaktadırlar.
[165] Çünkü bunlar da mutlak meşakkat kavramının genel çerçevesi içerisine girmektedir. Daha önce Sâri' Teâlâ'ıım yükümlülükler sırasında her ne kadar onların ortaya konulması esnasında kaçınılmaz olarak ortaya çıksalar dameşakkatlere yönelik bir kasdmm bulunmadığı delillerle ortaya konulmuştu. İşte o deliller bu konu için de geçerli ve yeterlidir.
[166] Şatıbi el-Muvafakat İslami ilimler metodolojisi İz Yayıncılık 2/152-153
[167] Burada sözü edilen meşakkat, daha önce bahsedilen meşakkatin dört çeşidinden ayrı bir tür teşkil etmektedir. Çünkü o meşakkatler, bizzat fiilin kendisinden kaynaklanıyordu. Burada ise meşakkatlerin meydana gelmesi, mükellefe yüklenen görevlerin birbiriyle çatışması neticesinde olmaktadır. Mükellef, bu görevlerden bir kısmım.diğerlerine takdim ettiği zaman, hem kendisi hem de diğerleri için, ya da sadece diğerleri için zarar doğmaktadır. Kaldı ki bu durumda yapılması istenilen fiilde, mutat dışı bir meşakkatin bulunması sözkonusu değildir. Meşakkat burada, daha imce geçen dört çeşidin aksine, fiilin işlenmemesinden kaynaklanmaktadır.
[168] Yani hükümde adaletsizlik dışında bazı işlere itebilir. Nihayet kadı masum da değildir. Bazen hükümde adaletsizliğe kadar iş ilerleyebilir. Bu durum, Ebu Haııife gibileri bu yüzden işkenceye maruz kalmalarına rağmen kadılıktan uzak durmaya itmiştir. (N)
Ebu Hanife'nin kadılıktan kaçınmasını bu şekilde izah etmek çok basit kalır. Onun bu makamı kabulden kaçınmasının asil sebebi, içten desteklemediği yönetimi kabul ve ona meşruiyet verme anlamı taşımasıdır. Maruz kaldığı işkenceler de, onun bu tavrının, zamanının idarecilerince ne anlama geldiğinin gayet iyi bilinmesi neticesinde olmuştur. (Ç)
[169] Yani mutat dışı bir meşakkatin doğmasına sebebiyet veren bir amel de, bizzat o meşakkate götürmüş olması açısından istenilmez, aksine içerdiği maslahat için talep edilir, ama kaçınılmaz olarak meşakkat de ortaya çıkar.
[170] Mesela kişinin kendi meşakkati ailesinin geçimi açısından olabilir. liu durumda ümmet onun bu yükünü omuzlar ve oda kadılık, ilim öğretmek ya da askerlik... gibi yapılmadığında ümmetin mutlak surette zarar göreceği işleri üstlenir. Böylece her iki maslahat birden gerçekleştirilmiş; bunların yokluğunda ortaya çıkacak her iki meşakkat de ortadan kaldırılmış olur.
[171] Meselâ, bizzat kendisinin üstlenmesi kaçınılmaz olan bir kamu görevi ile, kendisinden kesin olarak istenmeyen dinî bir görevi ifa etmesi karşısında kalması gibi.
[172] Şatıbi el-Muvafakat İslami ilimler metodolojisi İz Yayıncılık 2/153-154
[173] Bu meselede asıl üzerinde durulmak istenen husus işte burasıdır: Mutat meşakkatler de nisbî (göreli)dir ve onların anlaşılması her amelin bizzat kendisi üzerinde dikkatlice durmayı gerektirir. Aksi takdirde meşakkat türleri ve buna bağlı olarak da hükümler birbirine karışır.
[174] Fecir namazından sabahın sünneti kasdedilmeîidir. Çünkü kişi uykudan kalkacak, giyinecek ve abdest alacaktır. Sabahın farzında ise artık bu meşakkatlere yeniden girmeyecektir. (Ç)
[175] Ankebût29/2.
[176] İman ve onun gereğini yerine getirmek, bazen beraberinde sabır ve metanet gösterilmesi gereken meşakkat ve fitneler getirebilir. Bunlar iman bahsinde ki iman teklif amellerinden biri olmaktadır mutat dışı meşakkatler sayılmaz.
[177] Ankebût 29/10.
[178] Bu âyette dini savunmak için konulan cihad meşakkatinden bahsedilmektedir. Cihadın zaten tabiatında bu tür meşakkatler bulunmaktadır ve bunlar her ne kadar as-îmda zor ise de cihad konusunda mutat dışı sayılmamaktadır. Allah'ın onları söz verdikleri konuda sadâkat göstermeleri yüzünden övmesi, bunun imanın bir gereği olduğunu göstermektedir. Dolayısıyla cihad sırasında karşı karşıya gelinecek meşakkatlere iman gereği olmak üzere sabır ve tahammül gösterilecek, böylece din korunmuş olacaktır.
[179] Ahzâb 33/10.
[180] Ahzâb 33/23.
[181] Tevbe 9/118.
[182] Burada bir itiraz ileri sürülerek: "Bu onlara yönelik bir teklif değildir, aksine bir çeşit cezadır. Çünkü onlarla konuşmama emrine muhatap olanlar diğer insanlardı. Bunlar sadece son günlerde kadınlarına yaklaşmamakla emro-lunmuşlardı Bunda ise, mutat dışı bir meşakkat imajını verecek bir durum yoktur. Bu durumda, hiç kimse ile konuşmama cezasından kurtulmak için yapmaları mümkün olduğu halde yapmadıkları şey ne ki?" denilebilir.
[183] Yani cariyelerle evlenmenin caiz olmaması konusunda, zinaya düşme korkusuna ulaşan meşakkate itibar edilmektedir. Bu noktaya gelmeden önce, onlarla nikâhlanmaya iten sıkıntıya ise, her ne kadar bir meşakkat olsa da itibar edilmemektedir. Ruhsata götüren meşakkat halinin bulunması durumunda bile, onlarla nikahlanma konusunda sabır ve metanet gösterilmesi teşvik edilmiştir. Bu da gösteriyor ki meşakkatler, bizzat o mesele hakkında duyulan ihtiyaç ölçüsünde dikkate alınmakta; başka konularda bulunan ve dikkate alınan meşakkatlere nisbetle değerlendirilmemektedir.
[184] Nisa 4/25.
[185] Tevbe 9/41
[186] Tevbe 9/39.
[187] Muhammed 47/31.
[188] Hac 22/78.
[189] Bazıları buna şunu misal vermişlerdir: Yol arkadaşlarından ayrı düşen bir yoku, beraberinde bulunan külçe halindeki altını darphaneye getirir ve külçesi kadar onlardan altın para (dinar) alır ve onlara basma ücretini Öder. İmam Mâlik, buna belli bir şahsa ve belli bir durum a has cüzî bir maslahat olmasına rağmen cevaz vermiştir.
Bu misal açık değildir; çünkü durumu bu şekilde olan her yolcunun hükmü budur- Dolayısıyla bunda belli bir şahsa özellik yoktur.
[190] Bu illet ortadan kalkınca, ertesi senede kurban etlerini yiyebileceklerini ve hatta saklayabileceklerini belirtmiştir
[191] Mescid-i Haram, Medine mescidi ve Mescid-i Aksa. Hadislerde bu üç mescidin diğer mescidlerden ayrıcalı oldukları, buralarda kılınan namazların di-ğeryerlerde kslınan namazlara göre çok daha seVaplı bulunduğu; ziyaret için ancak bu üç mescide yolculuk yapılabileceği... belirtilmiştir.(Ç)
[192] Suyun tabiatının değişmesi suyu temizleyici olmaktan çıkarır. Ancak toprak ya da yosun karışması gibi genel bir güçlüğün bulunması ve kaçınılması mümkünolmayan durumlarda hüküm ne olur? Böylesi genel güçlüklerin bulunduğu durumlarda, güçlük nedeniyle değişikilik hükmü kaldırılır. Suya zaferan vb. karışması gibi kaçınılması mümkün olan özel güçlükler karşısında ise hüküm farklıdır ve bu konu ihtilaflıdır: Kimi âlimler bu özel güçlükleri de dikkate alarak suyun temizleyici olduğuna hükmetmişler, diğer bazıları da kaçınılması mümkün olduğu noktasından hareketle, bu tür özel güçlükleri dikkate almamış ve o suyun temizleyiciliğini kaybedeceğini söylemişlerdir. (Ç)
[193] Evleneceğim her kadın boş olsun denilmesi gibi. CÇ)
[194] Çünkü kişinin cariyeden başka hür kadmı nikâh etme durumu vardır. Mülkiyet ise, cariyeden başkası ile gerçekleşmez. Dolayısıyla böyle bir söz sarfet-tiği zaman genel bir güçlük içerisine düşmüş olur ve genel sığanın gerektirdiği şey düşürülmek suretiyle kendisine bir genişlik getirilir. Bu durumda kişi mülk cariye edinebilir, ancak onları nikâhlayamaz. Bu birinci hükümde genelliğin, ikincide de özelliğin bir gereği olur.
[195] Şatıbi el-Muvafakat İslami ilimler metodolojisi İz Yayıncılık 2/154-162
[196] Bakara 2/215.
[197] Bakara 2/219.
[198] Bakara 2/22.
[199] İbrahim 14/32-34.
[200] Nahl 16/10-11.
[201] Aslında müellifin sözünü ettiği aşamalar doğrudur ve hakikaten Yüce Allah ilk önce insanların irşad edilmesi ve yaratılışları, varlık âleminde mevcut olan bütün nimetlerin kendileri için hazırlandığı ve yeryüzüne yayıldığı konularına dikkat çekilerek onların akıllarının aydınlatılması yoluna başvurmuştur. Müellifin ileride Mekkî ve Medenî teşriin özelliklerinden bahsederken de söyleyeceği gibi iman ve külli esasların getirilmesi (altyapının hazırlanması) dışında ilk aşamada yükümlülükler getirilmesi yoluna gitmemiştir. Yükümlülükler ancak altyapı hazırlandıktan yani aklın yükümlülükleri kabul edebilmesi için gerekli oian açıklamalar, irşadlar ve hazırlıklar yapıldıktan sonra getirilmiştir. Ancak burada anlaşılamayan şey, müellifin bu hususu delillendirmek için Medine döneminde inen birinci âyeti kullanması ve onun ilk inen hitaplar arasında bulunduğunu ileri sürmesi olmaktadır. Halbuki aynı mânâyı içerecek Mekkî âyetler bulabilmesi mümkündü. Meselâ: "Binek olarak kullanmanız ve yemeniz için hayvanları sizin için yaratan Allah'tır..." (Gâfır 40/79); "O, gökten su indirendir. Her bitkiyi onunla bitirdik..." (En'âm 6/99) âyetleri gibi. İkinci âyetin kullanılması ise yerindedir, çünkü o Mekkîdir. Müellif, "Sonra inadlık gösterince, bu kez kendilerine kesin hüccetler getirildi" demektedir. Bu da aynı şekilde Mekkî âyetlerde olmuştur. Kâf sûresinde olduğu gibi. Bu konuda yani öldükten sonra tekrar dirilmeye ve Allah'ın kudretinin büyüklüğüne getirilecek deliller hakkında Ib-nu'1-Kayyım'm Kitâbul-fevâicTine bakılabilir. "Peşin dünya zevklerine karşı olan rağbetleri neticesinde bu hüccetlere aldırış etmeyince, dünya hayatının gerçek yüzü kendilerine bildirildi ve onun aslında hiçbir şey olmadığı; çünkü mutlaka bir gün yok olacağı vurgulandı ve kendilerine misaller {darb-ı mesel) getirildi." Bu sözünden sonra getirdiği iki âyet de Mekkî olmaktadır. Mekkî yerine Medeni olsaydı, bir zararı da olmazdı. Şunu da söyleyelim ki, bu üç aşamaya Medenî âyetlerde de rastlanması, burada söylenilenlere ters düşmez ve o zaman bu tür Medenî âyetler hatırlatma ve pekiştirme türünden sayılır. Ancak bir nokta daha var: O da müellifin burada bu üç aşama ile getirdiği ve sıra ile geldiğini söylediği âyetler, gerçekten nüzul sırasında da böyle bir sıra ile mi inmiştir? Bu konuyu merak edenler âyetlerin nüzul tarihlerini araştırarak kesin bir bilgiye ulaşır ve böylece müellifin istidlalinin tam olup olmadığını öğrenebilirler.
[202] Yunus 10/24.
[203] Muhammed 47/36.
[204] Rûm 30/64.
[205] Uzuaea bir hadisin bir parçasıdır, bkz. Buhârî, Zekât, 47; Müslim, Zekât,
161-163.
[206] A'râf7/31.
[207] Müminûn 23/51.
[208] Buradaki müellifin sözünden kasıt şudur: Gerek Allah ve gerekse Hz. Pey-gamber(as) muhatapların durumlarını dikkate almışlar ve onların durumu ne gerektiriyorsa ona uygun olarak buyurmuşlardır. Yoksa tarihî bir zaman sıralamasından bahsedilmemektedir. Çünkü A'râf âyeti Mekke'de inmiş; hadis ise minberde Medine'de söylenm iştir. Zaman itibarıyla âyet daha öncedir.
[209] Buradaki zulüm mutlak olup, hem şirki hem de diğer günahları kapsamaktadır.
[210] En'âm6/82.
[211] En'âm6/82.
[212] Buhârî, Şehâdât, 28; Müslim, İman, 107, 109.
[213] Bakara 2^284.
[214] Bakara 2/286.
[215] Zümer 39/53.
[216] Buhârî, Nikâh, 1.
[217] Tegâbün 64/15.
[218] Vakıa 56/24.
[219] Tîn95/6.
[220] Ancak çoğu müfessirler âyette geçen "gayrıı memnun" kelimesine "kesintisiz" anlamı vermişlerdir. Müellif, sözünü kileminen (minnet) anlamı üzerine kurmaktadır.
[221] Hucurât 49/17.
[222] Nisa 4/65.
[223] Buharı, Şirb, 6; Müslim, Fedâil, 129. Bu hadiste görülüyor ki; Önce durum Zübeyr'in iyilik ve ihsanı gerektiren davranışta bulunmasını gerektiriyordu. Bu yüzden de Hz. Peygamber ilk önce bu doğrultuda talepte bulunmuştu. Ancak karşı taraf bunu bilmeyip de haddi aşınca, onu itidal noktasına getirecek bir tavır almak gerekiyordu. Öyle de yapılmış ve Hz. Peygamber Zübeyr'den iyilik ve ihsanda bulunma gibi bir davranışta bulunmasını değil de hakkını sonuna kadar kullanmasını istemişti. Zira onu ancak böyle bir davranış yola getirecekti. (Ç)
[224] Şatıbi el-Muvafakat İslami ilimler metodolojisi İz Yayıncılık 2/162-167
Konular
- Beşinci Mesele:
- ÜÇÜNCÜ NEVİ
- ŞERÎAT, GEREĞİYLE YÜKÜMLÜ TUTULMAK ÎÇÎN KONULMUŞTUR
- Birinci Mesele:
- İkinci Mesele:
- Üçüncü Mesele:
- Dördüncü Mesele:
- Beşinci Mesele:
- Altıncı Mesele:
- Yedinci Mesele:
- Sekizinci Mesele:
- Dokuzuncu Mesele:
- Onuncu Mesele:
- On Birinci Mesele:
- On İkinci Mesele:
- DÖRDÜNCÜ NEVİ
- ŞÂRİ'ÎN, MÜKELLEFİN ŞERÎ HÜKÜMLER ALTINA GİRMESİNDEKİ KASDI
- (MÜKELLEFİN ŞERİATLA YÜKÜMLÜ TUTULMASI)
- Birinci Mesele:
- İkinci Mesele:
- Üçüncü Mesele:
- Dördüncü Mesele:[53]
- Beşinci Mesele:
- Altıncı Mesele:
- Yedinci Mesele:
- Sekizinci Mesele:
- Dokuzuncu Mesele:
- Onuncu Mesele:
- On Birinci Mesele: