Birinci Mesele:
Şeriatın konulusunda gözetilen şer'î maksat, mükellefin neva ve hevesinden koparılarak, kendi ihtiyarı ile Allah'a kul olmasını sağlamaktır. [1]Nitekim yaratılış itibarıyla zorunlu olarak zaten O'nun kulu idi.
Bu konudaki deliller: (1)
Kulların, sadece Allah'a kul olmak, onun emir ve yasakları altına girmek için yaratıldığına dair açık nasslar: "Cinleri ve insanları ancak Bana kulluk etmeleri için yaratmışımdır. Onlardan birrızık istemem. Şüphesiz mıhlandıran da, güç ve kuvvet sahibi olan da Allah'tır[2] "Ehline namaz kılmalarını emret, kendin de onda devamlı ol. Biz senden rızık istemiyoruz, sana rızık veren biziz[3] "Ey insanlar! Sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabbinize kulluk ediniz ki, O'na karşı gelmekten korunmuş olabileniniz,[4] Sonra bu kulluğun esaslarını aynı sûrede açıklamış ve şöyle buyurmuştur: 'büzlerinizi doğudanyana ve batıdan yana çevirmeniz iyi olmak demek değildir; lâkin iyi olan Allah'a, âhiretgününe, meleklere, kitaba, peygamberlere inanan, O'nun sevgisiyle, yakınlarına, yetimlere, düşkünlere, yolculara, yoksullara ve köleler uğrunda mal veren, namaz kılan, zekât veren v,e ahidleştikle-rinde ahidlerine vefa gösterenler, zorda, darda ve savaş alanında sabredenlerdir. İşte onlar doğru olanlardır ve sakınanlar ancak onlardır.[5]Bunlar yanında daha başka yine aynı sûrede getirilen yükümlülükler. "Allah'a kulluk edin, O'na bir şeyi ortak koşmayın.[6]âyetiile benzeri mutlak surette Allah'a kulluğu emreden ve genel olarak tafsilat getiren bütün âyetler... evet bütün bu nasslar her hal ve durumda Allah'a yönelmenin, her nasıl olursa olsun onun getirdiği hükümlere boyun eğmenin gerekliliğini ortaya koymaktadır. Allah'a kulluğun mânâsı da işte budur. (2)
Şâri'in bu kasdına muhalefetin yerilmesi: Evvela Allah'ın enirine muhalefette bulunma yasaklanmış; Allah'tan yüz çevirenler yerilmiş; her çeşit muhalefete karşı olmak üzere hem dünyada verilecek özel bir ceza, hem de âhirete bırakılmış bir azap tertip edilmiş ve insanlar bununla korkutulmuş tur. Muhalefetin asıl kaynağı, heva ve heveslere, peşin zevklerin çağrısına uymak ve geçici şehvetlere tabi olmaktır. Yüce Allah heva ve heveslere uymayı, hakkın karşısında yer alan ve onunla çatışan bir şey olarak kılmış ve onu hakkın karşıtı saymıştır. Meselâ şu âyetlere bakalım: "Ey Davudi Seni şüphesiz yeryüzünde hükümran kıldık, o halde insanlar arasında adaletle hükmet, hevese uyma, yoksa seni Allah'ın yolundan saptırır[7]"İşte azıp da dünya hayatını tercih edenin varacağı yet şüphesiz cehennemdir.[8] Bunun karşıtı durum için de: 'Ama kim Rabbinin azametinden korkup da kendi- . ni heva ve hevesten alıkoymuş ise varacağı yer şüphesiz cennettir" [9]bu-yurmaktadır. Başka bir âyette: "O heva ve hevesinden konuşmamaktadır; O'nun konuşması ancak, bildirilen bir vahiy iledir"[10] buyurur. Bu sonuncu âyette Allah, davranışların kaynağını iki şeyle sınırlamıştır Vahiy ki bu şeriat olmaktadır. (2) Heva ve heves. Birüçüneüsü de yoktur. Durum böyle olunca, heva" ve hevesle şeriat tam birbirlerinin karşıtı olmaktadırlar. Hak ve hakikatin vahiyde olduğu kesin olarak bilindiğine göre, hakkın zıddmın da heva ve heves peşinde olduğu ortaya çıkacaktır. Yine Yüce Allah daha başka âyetlerde şöyle buyurur: "Ey Muhammedi Heva ve hevesini tanrı edinen, bilgisi olduğu halde Allah'ın şaşırttığı... kimseyi gördün mü?[11]'Eğer gerçek onların heveslerine uysaydı, gökler, yer ve onlarda bulunanlar bozulup giderdi[12] "İşte bunlar, Allah'ın kalplerini mühürlemiş olduğu kendi heveslerine uyan kimselerdir[13] "Rabbinin katından bir belgesi olan kimse, kötü işi kendisine güzel gösterilen kûnseye benzer mil Bunlar heveslerine uymuşlardır.[14] Bu âyetlerde geçen "heva ve heves" kelimelerinin kullanılışı üzerinde durduğumuzda, onun hep yergi makamında kullanıldığını ve onun peşinden gidenlerin kötülendiğini görürüz. Bu anlamda İbn Abbas'tan da: "Yüce Allah, Kur'ân'daher nerede Tıevâ' kelimesini kullanmışsa mutlaka onu yermek makamında kullanmıştır" şeklinde bu mânâda bir söz rivayet edilmiştir. Bütün bunlar, Sâri' Teâlâ'mn amacının, mükellefin heva ve heves peşinde koşmaktan vazgeçerek Mevlâsına kullukta bulunması olduğunu apaçık göstermektedir. (3)
Şimdiye kadar edinilen tecrübeler ve âdetler de göstermiştir ki, dünya ve âhiret ile ilgili maslahatlar, heva ve heveslerin peşinde başıboş bir şekilde koşturmakla gerçekleşemez. Çünkü böyle bir başıboşluk durumunda anarşi doğar; insanlar birbirlerine girer ve herşey helak olur. Böyle bir netice ise gerçekleştirilmesi istenilen maslahatların tam zıddı bir durum olmaktadır. Bu husus, tecrübe ve sürüp gelen âdetler neticesinde bilinmektedir. Bu yüzden de eski ve yeni bütün insanlar, şehvetlerine uyan ve onun peşinde koşturan insanları yermişlerdir. Hatta önce geçen ve tâbi olacakları bir şeriatları bulunmayan, ya da şeriatları unutulmuş olan bazı kavimler, dünya ile ilgili maslahatlarını, aklî nazarda heva ve heveslerine uyan herkesten uzak durmak suretiyle gerçekleştirmiş oluyorlardı Onların böyle birşey üzerinde görüşbirliği etmeleri, kendilerince onun doğruluğu sabit olduğu içindi. Heva ve heveslerine uyan kimselerden uzak durma geleneğinin sürmesi neticesinde amaçları olan dünya ile ilgili maslahatlarını gerçekleştireceklerine inanıyorlardı ve buna "es-siyâsetu'I-medeniyye" (siyâsî rejim) ismi veriyorlardı. Netice olarak diyebiliriz ki, bu konu, doğruluğunda hem aklın hem de naklin birleştiği bir husustur. Konu, delile ihtiyaç göstermeyecek kadar açıktır.
Durum böyle iken, hiçbir kimsenin kalkıp da, şeriatın kulların şehvetleri doğrultusunda ve onların garazlarını gerçekleştirmek için konulmuş olduğunu iddia etmesi doğru değildir. Çünkü şer'î hükümler beş kategori içerisindedir, Bunlardan vâcib ve haramın, başıboş bı-rakılmışlığm neticesinde dilediğini yapıp, dilediğini terketme durumuyla çatışma arzedeceği açıktır. Zira, emredilen ya da yasaklanılan şeyde kulun bir garazı olsun olmasın, "Şunu yap! "ya da "Şunu yapma!denilmektedir. Bu durumda, eğer mükellefin garazı bu emir ya da nehye uygun düşer ve onda vacibin işlenmesine ya da haramdan kaçınmasına dair itici bir heves bulunursa, bu aslî değil, arızî olur. Diğer kısımlara gelince her ne kadar ilk bakışta bunların mükellefin tercihine bırakılmış olduğu gözüküyorsa da aslında bunlar kulun tercihi dahiline Şâri'in isteğiyle sokulmuştur. Dolayısıyla bunlar, onları kulun ihtiyarından çıkarmak anlamına gelir. Mesela, mubahı ele alalım. Mükellefin mubah hakkında bir ihtiyarı ve garazı bulunabileceği gibi, bulunmayabilir de. Mubah hakkında bir ihtiyarı bulunmaması, aksine onun kaldırılmasına yönelik bir arzusunun bulunması durumunda, bu şekildeki bir mubahın mükellefin ihtiyarı dahilinde olduğu nasıl söylenebilir? Nice arzu ve heves sahipleri vardır ki, keşke falanca mubah haram olsaydı temennisinde bulunurlar ve eğer teşri yetkileri kendilerine verilecek olsaydı onu mutlaka haram da kılardılar. Nitekim bir hak konusunda birbiriyle çekişen iki insanın durumunda olduğu gibi. Mükellefin tercih, arzu ve hevesinin o mubahın ortaya konulması yolunda olduğu takdirine göre ise, o bu kez onun emredilmiş olmasını temenni eder ve bu iş eğer kendisine bırakılmış olsaydı, mutlaka onu vacip kılardı, Sonra bizzat aynı mubah hakkındaki durum aksi hale dönüşebilir ve bugün sevdiği bir şeyden yarın nefret edebilir ya da aksi olabilir. Hiçbir meselede hiçbir hüküm mutlak surette bidüziyelik arzetmez. Bu durumda aynı şey üzerinde farklı garazlar ortaya çıkar ve bu garaz, heva ve heveslere tâbi olma takdirinde düzen bozulur. Yüce Kitab'inda "Eğer gerçek onların heveslerine uysaydı, gökler, yer ve onlarda bulunanlar bozulup giderdi"[15]buyuran Allah, gerçekten her türlü noksanlıklardan uzaktır. Şu halde mubahın tercihe bırakılmış olması, o şeyin mutlak surette kulun ihtiyarı dahilinde bulunması anlamına gelmemektedir; bu ancak Allah'ın o doğrultuda bir hükmü olduğu için Öyle olmaktadır. Bu durumda mubahı işleyen kulun iradesi, Sâri' Teâlâ'nm o hükmü koymasına tâbi olmaktadır ve onun mubaha yönelik bulunan garazı, tabiî başıboşluktan değil de şer'î izinden alınmış olmaktadır. Bu ise, mükellefin sırf Allah'ın kulu olabilmesi için heva ve heveslerinin peşinden gitmesinden kurtarılması mânâsının ta kendisi demektir.
Soru: Şeriatların konulusu ya nedensizdir ya da bir hikmete dayanmaktadır. Birinci ihtimal ittifakla bâtıldır. Nitekim Yüce Allah: "Sizi boşuna yarattığımızı ve Bize döndürülmeyeceğinizi mi sandınız?[16] "Göğü ve yeri ve ikisinin arasında bulunanları boşuna yaratmadık[17]"Biz gökleri, yeri ve ikisinin arasındakiler i oyun olsun diye yaratmadık. Biz onları ancak ve ancak gerektiği üzere (hak ile) yarattık[18] buyurmaktadır. Madem ki şeriatın konulusu bir hikmet ve ma- [!,72] salahata dayanmaktadır; öyle ise bu maslahat ya Allah'a yönelik olacaktır ya da kullara. Maslahatın Allah'a yönelik olması ihtimali imkânsızdır; çünkü O herşeyden müstağnidir ve bir ihtiyaç neticesi kendisine bir maslahatın dönük olması muhaldir. Nitekim bu husus Kelâm ilminde ortaya konulmuştur. Geriye maslahatın sadece kullara dönük olması ihtimali kalmaktadır. Bu ise, onların garazlarının bir gereği olmaktadır, Çünkü her aklı başında insan, mutlaka kendi maslahatını, dünya ve âhiret hayatı için arzularına uygun düşen şeyleri ister. Şeriat, getirdiği yükümlülükler İçerisinde onların bu arzularının gerçekleştirilmesini üstlenmiş ve temin etmiş olmaktadır. Bu durumda, şeriatın kulların garazları doğrultusunda ve heva ve heveslerine uygun olarak konulmuş olduğu nasıl reddedilebilir? Sonra, şeriatın kulların garazlarına uygun olarak gelmiş olduğunu, onların nazlarını gerçekleştirdiğini ve bunun tahkik erbabına göre Allah'tan bir lütuf neticesinde olduğunu, Mutezile'ye göre ise bunun Allah'a vacip olduğunu öğrenmiştik. Bu hususun Şâri'in maksatlarından ve hak olduğu sabit olunca, bunun aksi de elbette ki bâtıl olacaktır.
Cevap: Biz şeriatın, kulların maslahatları için olduğunu kabul ediyoruz. Ancak bu, Şâri'in emri neticesinde ve onun koyduğu Ölçüler çerçevesinde olmaktadır; yoksa kulların bizzat kendi garazları ve heva ve hevesleri gereği olmamaktadır. Bu yüzden de şer'î yükümlülükler nefislere ağır gelmektetir. Nitekim bu husus, hem hissen hem âdeten hem de tecrübelerle sabit olmaktadır. Emirler ve yasaklar, kulu kendi heva ve heveslerinin peşine düşmekten alıkoymaktadır. Başıboşluk onun arzu ettiği bir şeydir. Arzuları, ancak şeriatın koymuş olduğu ölçüler içerisinde yer aldığı zaman meşruluk kazanmakta ve gerçekleştirilmesine izin verilmektedir. Bu nokta, işte bizim varmak istediğimiz sonuçtur ve bu, heva ve heveslere muhalefetin tâ kendisidir.Yükümlülüklerin yerine getirilmesinden doğacak masalahatlarm gerek dünyada ve gerekse âhirette kullara yönelik olacağı konusu doğrudur ve bundan, kulun yükümlülüklerini yerine getirmesi sırasında kendisine yönelik maslahatları elde etmiş olmasının şer'î çerçeve dışında kalması gibi bir anlam çıkmaz. Aynı şekilde onların, Şâri'in kendisine bahşetmiş olduğu maslahatlar değil de bizzat kendisinin elde etmiş olduğu maslahatlar anlamı da çıkmaz. Bu husus açıktır. Böylece burada açıklananlarla, daha Önce geçenler arasında bir çelişki bulunmadığı ortaya çıkar. Çünkü daha önce geçen yerde, kulun nazlarına ve garazlarına ulaşmasının Şâri'in bahşetmesi noktasından olduğu; he-va, heves ve şehvetlerinin bir gereği olarak elde etmiş olmadığı belirtilmişti. Bizim buradaki amacımız da zaten bu noktanın açıklık kazanmaşıdır. Dolayısıyla aralarında bir çelişki yoktur.
Fasıl:
Açıklaması yapılan esas ışığında aşağıdaki kaideler ortaya çıkar:
1. Mutlak surette heva ve hevese uyularak işlenen ve bu arada hakkında mevcut bulunan emir veya yasağa, ya da iba-haya itibar edilmeyen her amel kesin olarak bâtıldır. Çünkü bir
ameli işlemeye itecek ya da ona çekecek mutlaka bir motifin bulunması gerekir. Eğer bu konuda Şâri'in çağrısına icabette bulunmak gibi bir motif yoksa, o zaman o fiilin işlenmesi mutlaka heva ve heveslerin etkisi ile olmuş demektir. Böyle olan bir şey ise mutlak surette bâtıldır. Çünkü, kesin olarak hakkın aksine bir davranış olmaktadır. Dolayısıyla hu şekilde işlenen bir amel, geçen delillerin gereği olmak üzere kesin olarak bâtıl olmaktadır. Muvatta'da rivayet edilen İbn Mes'ûd hadisi üzerinde düşünelim. Hadis şöyle: "Şüphesiz sen öyle bir zamandasın ki, fukahâsı çok, kurrâsı[19] azdır; senin bu zamanında Kur'ân'ın muhtevası (hadleri, koyduğu sınırları) korunur, harflerine pek önem verilmez; isteyen azdır, veren çoktur; namazı uzatırlar, hutbeyi kısa tutarlar; heva ve heveslerinden Önce amellerine başlarlar.[20]
İnsanlar için öyle bir zaman gelecektir ki, o zaman fukahâ az, kurrâ çok olacaktır; Kur'ân'ın harfleri ezberlenecek, fakat içeriği (hadleri, koyduğu sınırları) ihmal edilecektir; isteyen çok, veren az olacaktır; hutbeyi uzatacak, namazı ise kısa tutacaklardır; amellerinden önce heva ve heveslerine koyulacaklardır.[21]
Bu şekilde işlenecek olan ibadetlerin bâtıl olacağı açıkça bellidir. Âdetlerin (günlük yapılagelen işler vb.) bâtıllığı ise, emir ve nehyin gereği üzere onlara herhangi bir sevap bağlanmaması açısından olmaktadır; çünkü bu tür amellerin sevap açısından işlenmiş olmaları ile olmamaları arasında bir fark yoktur. Keza mubah kılınmış bir şeyin işlenmesi sırasında da durum aynıdır; çünkü kişi bu şekilde işlemesi durumunda, o şeyin kendisine nimette bulunan Allah tarafından izin verilmiş olduğu noktasından hareket etmiş olmamaktadır. Nitekim bu husus Hükümler bahsinde ve bu bölümde daha Önce geçmişti.
Mutlak surette hakkındabulunan emir veya nehiy ya da izin (iba-ha) dikkate alınarak ve onların gereğine uymuş olmak için işlenen her amel sahihtir ve haktır. Çünkü, bu durumda o fiili işleyen kimse, onu U74] konulmuş olduğu şekilde işlemiş olmakta ve kasdı Şâri'in kasdına uygun düşmektedir. Bütün bunlar ise doğru olan şeylerdir. Dolayısıyla durum açıktır.
Eğer amelin işlenmesinde her iki motif de birden varsa; bu durumda hüküm baskın gelen (galip) ve varlık bakımından Önce olana aittir. Eğer önceden var olan motif, Şâri'in emri ise ve mükellef, maksadına meşru yoldan ulaşmayı kastetmiş ise, bu durumda bu tür fiillerin de ikinci kısma, yani sadece Şâri'in koyduğu prensiplere uyulmuş olmak için işlenmiş fiiller kısmına katılması bir problem arzetmez. Çünkü hazlarm talep edilmesi ve garazların bulunması, bu yönden şeriatın konulusuna ters düşmez. Zira şeriat da netice itibarıyla kulların maslahatları için konulmuştur. Şu halde hazlarm Şâri'in emrine tâbi kılınmasının, fiili işleyen için bir zararı olmayacaktır.
Ancak bu konuda dikkate alınması gereken bir şart vardır: O da kişinin garazını gerçekleştirdiği ya da gerçekleştireceği yolun, Sâri' tarafından o tür garazların gerçekleştirilmesi için konulmuş olduğunun kesin bilinmesidir. Aksi takdirde varlık bakımından Önce olan, Allah'ın emri olmayacaktır. Bu şart, yeri geldiğinde açıklanacaktır. Eğer fiilin işlenmesi sırasında baskın gelen ve varlık bakımından önce olan arzu ve hevesler ise ve Şâri'in emri tâbi durumuna düşmüşse, bu tür fiiller de birinci kısma katılacaklardır.
İkikısımarasındakifark, Şâri'inkasdınmbulunup bulunmadığının araştırılması yoluyla ortaya çıkacaktır. Mükellefin arzu ve heveslerinin de işin içine karıştığı herhangi bir fiile bakarız: Eğer Şâri'in yasağı durumunda o kişi arzu ve heveslerini gemliyor ve şehvetinin gereğinden geri duruyorsa, o zaman baskın gelen ve varlık bakımından önce olan motifin Şâri'in emri olduğuna; arzu ve heveslerinin ise tâbi durumunda bulunduğuna hükmederiz. Yasak bulunmasına rağmen, o fiili işlemekten geri durmuyorsa, o zaman da baskın gelen ve varlık bakımından öncelikli olanın arzu ve hevesleri olduğuna, Şâri'in emrinin ise tâbi durumuna düştüğüne hükmederiz. Meselâ, temizlik halinde iken zevcesi ile ilişkide bulunan bir kimsenin durumunu ele alalım: Böyle bir kimsenin bu fiilim işlerken arzu ve heveslerine tâbi olarakiş-lemesi de, Şâri'in izninden hareket etmiş olması da mümkündür. Eğer kadın hayız görmeye başlar da, koca bu süre içerisinde cinsî ilişkiden geri durursa; onun bu tavrı, arzu ve heveslerinin Şâri'in emrine tâbi olduğunu gösterir. Aksi durum ise, fiile itici asıl motifin arzu ve hevesleri olduğunu gösterir.
Fasıl:
2. Heva ve heveslere uymak, övgüye değer bir fiil içerisinde de kendisini gösterse, yerilen bir şeye götürebilir. Çünkü, heva ve heveslere uyma, tabiatı itibarıyla şeriatın konulusuna ters olmaktadır. Dolayısıyla bir fiili işlerken, şeriatın gereği ile bir arada bulunması durumunda kendisinden korkulur. Çünkü:
Evvela, zıtlık arzetmesi sebebiyle emirlerin terkine, yasakların da işlenmesine götürebilir.
İkinci olarak, heva ve heveslere uyulur ve bu tekrarlanırsa, belki de nefiste ona karşı bir alışkanlık ve ünsiyet peyda eder ve neticede bu ünsiyet duyulan heva ve heves nefisle birlikte amellere sirayet eder. Özellikle de onunla birlikte ve ondan ayrılmaz biçimde yaratılmış olduğu karışık halde bulunan şeylerde. Bu durumda, heva ve heveslere tâbilik, şer'î esaslara tâbilikten önce bulunabilir ve asıl durumunu alabilir. Bu durumda ise, Allah'ın emrine uymuş olmak için işlenmesi gereken fiil, heva ve hevese tâbilik durumuna düşer ve onun hükmünü alır. Bu şekilde süratle kişi Allah'ın emrine muhalefet durumuna düşer. Bu konuda edinilen tecrübeler, konuya ışık tutmak bakımından yeterlidir.
Üçüncü olarak, fiilleri Allah'ın şeriatına uymuş olmak için işleyen kimse, netice olarak o amelde bulunan şeylerden lezzet alır; anlayış meyvelerini dermek, ilmin gizli kapılarını aralamak suretiyle nimete kavuşur. Belki de kendisi için bazı kerametler zuhur eder veyahut onun yeryüzünde herkes tarafından sevilmesi sağlanır (hüsn-i kabule mazhar kılınır) ve herkes ona doğru meyleder ve etrafında toplanırlar; ondan yararlanırlar; onu hem dünya hem de âhiret işlerinde kendilerine başkan seçerler. Namaz, oruç, ilim tahsili, ibadet için halvete çekilme, diğer hayır işlere yapışma gibi sâlih ameller yoluna sülük eden kimselerin başına gelen benzeri diğer haller gibi. Onlar bu gibi hallerle karşı karşıya geldikleri zaman, nefis o halden bir güzellik duyar, bir haz alır; o amele ünsiyet peyda eder, başka şeylere ihtiyaç duymaz; Öyle ki gözünde dünya ve dünyada bulunan herşey, o içerisinde bulunduğu halin bir anma nisbetle küçülür ve bir değer ifade etmez. Nitekim bazıları: "Eğer hükümdarlar bizim içerisinde bulunduğumuz hallerimizi bilselerdi, onu elde etmek için bizimle kılıçlarıyla savaşırlardı" demişlerdir. Durum böyle olunca, belki nefis bu neticeleri elde etmek için, onları hazırlayan öncüllere meyleder[22] ve bu durumda nefsin arzusu amellerden önce bulunmuş olur, Bu ise Allah korusun o mertebeden düşmenin kapısı olmaktadır. Her ne kadar övgüye değer bulunan şeyler içerisinde kendisini gösteren arzu ve hevesler genel anlamda yerilmemişse de, bu durum mutlak surette yerilmiş bulunan bir neticeye dönüşebilir. Bu konuya ışık tutacak delilimiz; seyrü sûlûk erbabının hallerinin; faziletli ve salih kimselerin haberlerinin değerlendirilmesi neticesinde ortaya çıkan istikrâî bilgidir.
Fasıl:
Şer'î hükümlerde arzu ve heveslere uyma, o hükümleri kendi garazlarına ulaşmak için bir vasıta kılma gibi bir hileye başvurma ihtimalini barındırır. Bu durumda hükümler, garazların elde edilebilmesi için hazırlanmış âletler gibi olur. Meselâ riyakâr bir insanın durumunu ele alalım: İnsanlardan çıkar elde edebilmek için sâlih amelleri bir basamak olarak kullanır. Bu konu açıktır. Şer'î amellerde arzu ve heveslere tâbi olmanın neticeleri üzerinde düşünen ve araştırma yapan kimse, bunlardan pek çok mefsedetlerin ortaya çıktığını görür. Hükümler bahsinde, sebepler işlenirken müsebbeplerin dikkate alınması konusunda bu konuya dair biraz söz edilmişti. Belki de hadiste, sapık mezhepler olarak belirtilen fırkaların, ortaya koydukları bidatlerin temel sebebi, şer'î maksatları bir tarafa iterek kendi arzu ve heveslerine uymaları olmalıdır. [23]
Konular
- Birinci Mesele:
- İkinci Mesele:
- Üçüncü Mesele:
- Dördüncü Mesele:
- Beşinci Mesele:
- Altıncı Mesele:
- Yedinci Mesele:
- Sekizinci Mesele:
- Dokuzuncu Mesele:
- Onuncu Mesele:
- On Birinci Mesele:
- On İkinci Mesele:
- DÖRDÜNCÜ NEVİ
- ŞÂRİ'ÎN, MÜKELLEFİN ŞERÎ HÜKÜMLER ALTINA GİRMESİNDEKİ KASDI
- (MÜKELLEFİN ŞERİATLA YÜKÜMLÜ TUTULMASI)
- Birinci Mesele:
- İkinci Mesele:
- Üçüncü Mesele:
- Dördüncü Mesele:[53]
- Beşinci Mesele:
- Altıncı Mesele:
- Yedinci Mesele:
- Sekizinci Mesele:
- Dokuzuncu Mesele:
- Onuncu Mesele:
- On Birinci Mesele:
- On İkinci Mesele:
- On Üçüncü Mesele:
- On Dördüncü Mesele:
- On Beşinci Mesele: