Birinci Mesele:


Şeriatın konulusunda gözetilen şer'î maksat, mükellefin neva ve hevesinden koparılarak, kendi ihtiyarı ile Allah'a kul olmasını sağla­maktır. [1]Nitekim yaratılış itibarıyla zorunlu olarak zaten O'nun kulu idi.

Bu konudaki deliller: (1)
Kulların, sadece Allah'a kul olmak, onun emir ve yasakları altına girmek için yaratıldığına dair açık nasslar: "Cinleri ve insanları an­cak Bana kulluk etmeleri için yaratmışımdır. Onlardan birrızık iste­mem. Şüphesiz mıhlandıran da, güç ve kuvvet sahibi olan da Al­lah'tır[2] "Ehline namaz kılmalarını emret, kendin de onda devamlı ol. Biz senden rızık istemiyoruz, sana rızık veren biziz[3] "Ey insanlar! Sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabbinize kulluk ediniz ki, O'na karşı gelmekten korunmuş olabileniniz,[4] Sonra bu kulluğun esaslarını aynı sûrede açıklamış ve şöyle buyurmuştur: 'büzlerinizi doğudanyana ve batıdan yana çevirmeniz iyi olmak demek değildir; lâkin iyi olan Al­lah'a, âhiretgününe, meleklere, kitaba, peygamberlere inanan, O'nun sevgisiyle, yakınlarına, yetimlere, düşkünlere, yolculara, yoksullara ve köleler uğrunda mal veren, namaz kılan, zekât veren v,e ahidleştikle-rinde ahidlerine vefa gösterenler, zorda, darda ve savaş alanında sab­redenlerdir. İşte onlar doğru olanlardır ve sakınanlar ancak onlar­dır.[5]Bunlar yanında daha başka yine aynı sûrede getirilen yükümlü­lükler. "Allah'a kulluk edin, O'na bir şeyi ortak koşmayın.[6]âyetiile benzeri mutlak surette Allah'a kulluğu emreden ve genel olarak tafsi­lat getiren bütün âyetler... evet bütün bu nasslar her hal ve durumda Allah'a yönelmenin, her nasıl olursa olsun onun getirdiği hükümlere boyun eğmenin gerekliliğini ortaya koymaktadır. Allah'a kulluğun mânâsı da işte budur. (2)
Şâri'in bu kasdına muhalefetin yerilmesi: Evvela Allah'ın enirine muhalefette bulunma yasaklanmış; Allah'tan yüz çevirenler yerilmiş; her çeşit muhalefete karşı olmak üzere hem dünyada verilecek özel bir ceza, hem de âhirete bırakılmış bir azap tertip edilmiş ve insanlar bu­nunla korkutulmuş tur. Muhalefetin asıl kaynağı, heva ve heveslere, peşin zevklerin çağrısına uymak ve geçici şehvetlere tabi olmaktır. Yüce Allah heva ve heveslere uymayı, hakkın karşısında yer alan ve onunla çatışan bir şey olarak kılmış ve onu hakkın karşıtı saymıştır. Meselâ şu âyetlere bakalım: "Ey Davudi Seni şüphesiz yeryüzünde hükümran kıldık, o halde insanlar arasında adaletle hükmet, hevese uyma, yoksa seni Allah'ın yolundan saptırır[7]"İşte azıp da dünya ha­yatını tercih edenin varacağı yet şüphesiz cehennemdir.[8] Bunun kar­şıtı durum için de: 'Ama kim Rabbinin azametinden korkup da kendi- . ni heva ve hevesten alıkoymuş ise varacağı yer şüphesiz cennettir" [9]bu-yurmaktadır. Başka bir âyette: "O heva ve hevesinden konuşmamak­tadır; O'nun konuşması ancak, bildirilen bir vahiy iledir"[10] buyurur. Bu sonuncu âyette Allah, davranışların kaynağını iki şeyle sınırlamış­tır Vahiy ki bu şeriat olmaktadır. (2) Heva ve heves. Birüçüneüsü de yoktur. Durum böyle olunca, heva" ve hevesle şeriat tam birbirleri­nin karşıtı olmaktadırlar. Hak ve hakikatin vahiyde olduğu kesin ola­rak bilindiğine göre, hakkın zıddmın da heva ve heves peşinde olduğu ortaya çıkacaktır. Yine Yüce Allah daha başka âyetlerde şöyle buyurur: "Ey Muhammedi Heva ve hevesini tanrı edinen, bilgisi olduğu halde Allah'ın şaşırttığı... kimseyi gördün mü?[11]'Eğer gerçek onla­rın heveslerine uysaydı, gökler, yer ve onlarda bulunanlar bozulup gi­derdi[12] "İşte bunlar, Allah'ın kalplerini mühürlemiş olduğu kendi heveslerine uyan kimselerdir[13] "Rabbinin katından bir belgesi olan kimse, kötü işi kendisine güzel gösterilen kûnseye benzer mil Bunlar heveslerine uymuşlardır.[14] Bu âyetlerde geçen "heva ve heves" keli­melerinin kullanılışı üzerinde durduğumuzda, onun hep yergi maka­mında kullanıldığını ve onun peşinden gidenlerin kötülendiğini görü­rüz. Bu anlamda İbn Abbas'tan da: "Yüce Allah, Kur'ân'daher nerede Tıevâ' kelimesini kullanmışsa mutlaka onu yermek makamında kul­lanmıştır" şeklinde bu mânâda bir söz rivayet edilmiştir. Bütün bun­lar, Sâri' Teâlâ'mn amacının, mükellefin heva ve heves peşinde koş­maktan vazgeçerek Mevlâsına kullukta bulunması olduğunu apaçık göstermektedir. (3)

Şimdiye kadar edinilen tecrübeler ve âdetler de göstermiştir ki, dünya ve âhiret ile ilgili maslahatlar, heva ve heveslerin peşinde başı­boş bir şekilde koşturmakla gerçekleşemez. Çünkü böyle bir başıboş­luk durumunda anarşi doğar; insanlar birbirlerine girer ve herşey he­lak olur. Böyle bir netice ise gerçekleştirilmesi istenilen maslahatların tam zıddı bir durum olmaktadır. Bu husus, tecrübe ve sürüp gelen âdetler neticesinde bilinmektedir. Bu yüzden de eski ve yeni bütün in­sanlar, şehvetlerine uyan ve onun peşinde koşturan insanları yermiş­lerdir. Hatta önce geçen ve tâbi olacakları bir şeriatları bulunmayan, ya da şeriatları unutulmuş olan bazı kavimler, dünya ile ilgili masla­hatlarını, aklî nazarda heva ve heveslerine uyan herkesten uzak dur­mak suretiyle gerçekleştirmiş oluyorlardı Onların böyle birşey üzerin­de görüşbirliği etmeleri, kendilerince onun doğruluğu sabit olduğu içindi. Heva ve heveslerine uyan kimselerden uzak durma geleneğinin sürmesi neticesinde amaçları olan dünya ile ilgili maslahatlarını ger­çekleştireceklerine inanıyorlardı ve buna "es-siyâsetu'I-medeniyye" (siyâsî rejim) ismi veriyorlardı. Netice olarak diyebiliriz ki, bu konu, doğruluğunda hem aklın hem de naklin birleştiği bir husustur. Konu, delile ihtiyaç göstermeyecek kadar açıktır.
Durum böyle iken, hiçbir kimsenin kalkıp da, şeriatın kulların şehvetleri doğrultusunda ve onların garazlarını gerçekleştirmek için konulmuş olduğunu iddia etmesi doğru değildir. Çünkü şer'î hükümler beş kategori içerisindedir, Bunlardan vâcib ve haramın, başıboş bı-rakılmışlığm neticesinde dilediğini yapıp, dilediğini terketme duru­muyla çatışma arzedeceği açıktır. Zira, emredilen ya da yasaklanılan şeyde kulun bir garazı olsun olmasın, "Şunu yap! "ya da "Şunu yapma!denilmektedir. Bu durumda, eğer mükellefin garazı bu emir ya da nehye uygun düşer ve onda vacibin işlenmesine ya da haramdan ka­çınmasına dair itici bir heves bulunursa, bu aslî değil, arızî olur. Diğer kısımlara gelince her ne kadar ilk bakışta bunların mükellefin terci­hine bırakılmış olduğu gözüküyorsa da aslında bunlar kulun tercihi dahiline Şâri'in isteğiyle sokulmuştur. Dolayısıyla bunlar, onları ku­lun ihtiyarından çıkarmak anlamına gelir. Mesela, mubahı ele alalım. Mükellefin mubah hakkında bir ihtiyarı ve garazı bulunabileceği gibi, bulunmayabilir de. Mubah hakkında bir ihtiyarı bulunmaması, aksi­ne onun kaldırılmasına yönelik bir arzusunun bulunması durumun­da, bu şekildeki bir mubahın mükellefin ihtiyarı dahilinde olduğu na­sıl söylenebilir? Nice arzu ve heves sahipleri vardır ki, keşke falanca mubah haram olsaydı temennisinde bulunurlar ve eğer teşri yetkileri kendilerine verilecek olsaydı onu mutlaka haram da kılardılar. Nite­kim bir hak konusunda birbiriyle çekişen iki insanın durumunda oldu­ğu gibi. Mükellefin tercih, arzu ve hevesinin o mubahın ortaya konul­ması yolunda olduğu takdirine göre ise, o bu kez onun emredilmiş ol­masını temenni eder ve bu iş eğer kendisine bırakılmış olsaydı, mutla­ka onu vacip kılardı, Sonra bizzat aynı mubah hakkındaki durum aksi hale dönüşebilir ve bugün sevdiği bir şeyden yarın nefret edebilir ya da aksi olabilir. Hiçbir meselede hiçbir hüküm mutlak surette bidüziyelik arzetmez. Bu durumda aynı şey üzerinde farklı garazlar ortaya çıkar ve bu garaz, heva ve heveslere tâbi olma takdirinde düzen bozulur. Yü­ce Kitab'inda "Eğer gerçek onların heveslerine uysaydı, gökler, yer ve onlarda bulunanlar bozulup giderdi"[15]buyuran Allah, gerçekten her türlü noksanlıklardan uzaktır. Şu halde mubahın tercihe bırakılmış olması, o şeyin mutlak surette kulun ihtiyarı dahilinde bulunması an­lamına gelmemektedir; bu ancak Allah'ın o doğrultuda bir hükmü ol­duğu için Öyle olmaktadır. Bu durumda mubahı işleyen kulun iradesi, Sâri' Teâlâ'nm o hükmü koymasına tâbi olmaktadır ve onun mubaha yönelik bulunan garazı, tabiî başıboşluktan değil de şer'î izinden alın­mış olmaktadır. Bu ise, mükellefin sırf Allah'ın kulu olabilmesi için he­va ve heveslerinin peşinden gitmesinden kurtarılması mânâsının ta kendisi demektir.
Soru: Şeriatların konulusu ya nedensizdir ya da bir hikmete da­yanmaktadır. Birinci ihtimal ittifakla bâtıldır. Nitekim Yüce Allah: "Sizi boşuna yarattığımızı ve Bize döndürülmeyeceğinizi mi sandınız?[16] "Göğü ve yeri ve ikisinin arasında bulunanları boşuna yarat­madık[17]"Biz gökleri, yeri ve ikisinin arasındakiler i oyun olsun diye yaratmadık. Biz onları ancak ve ancak gerektiği üzere (hak ile) yarat­tık[18] buyurmaktadır. Madem ki şeriatın konulusu bir hikmet ve ma- [!,72] salahata dayanmaktadır; öyle ise bu maslahat ya Allah'a yönelik ola­caktır ya da kullara. Maslahatın Allah'a yönelik olması ihtimali im­kânsızdır; çünkü O herşeyden müstağnidir ve bir ihtiyaç neticesi ken­disine bir maslahatın dönük olması muhaldir. Nitekim bu husus Kelâm ilminde ortaya konulmuştur. Geriye maslahatın sadece kulla­ra dönük olması ihtimali kalmaktadır. Bu ise, onların garazlarının bir gereği olmaktadır, Çünkü her aklı başında insan, mutlaka kendi mas­lahatını, dünya ve âhiret hayatı için arzularına uygun düşen şeyleri is­ter. Şeriat, getirdiği yükümlülükler İçerisinde onların bu arzularının gerçekleştirilmesini üstlenmiş ve temin etmiş olmaktadır. Bu durum­da, şeriatın kulların garazları doğrultusunda ve heva ve heveslerine uygun olarak konulmuş olduğu nasıl reddedilebilir? Sonra, şeriatın kulların garazlarına uygun olarak gelmiş olduğunu, onların nazlarını gerçekleştirdiğini ve bunun tahkik erbabına göre Allah'tan bir lütuf neticesinde olduğunu, Mutezile'ye göre ise bunun Allah'a vacip oldu­ğunu öğrenmiştik. Bu hususun Şâri'in maksatlarından ve hak olduğu sabit olunca, bunun aksi de elbette ki bâtıl olacaktır.

Cevap: Biz şeriatın, kulların maslahatları için olduğunu kabul ediyoruz. Ancak bu, Şâri'in emri neticesinde ve onun koyduğu Ölçüler çerçevesinde olmaktadır; yoksa kulların bizzat kendi garazları ve he­va ve hevesleri gereği olmamaktadır. Bu yüzden de şer'î yükümlülük­ler nefislere ağır gelmektetir. Nitekim bu husus, hem hissen hem âdeten hem de tecrübelerle sabit olmaktadır. Emirler ve yasaklar, ku­lu kendi heva ve heveslerinin peşine düşmekten alıkoymaktadır. Başı­boşluk onun arzu ettiği bir şeydir. Arzuları, ancak şeriatın koymuş ol­duğu ölçüler içerisinde yer aldığı zaman meşruluk kazanmakta ve ger­çekleştirilmesine izin verilmektedir. Bu nokta, işte bizim varmak iste­diğimiz sonuçtur ve bu, heva ve heveslere muhalefetin tâ kendisidir.Yükümlülüklerin yerine getirilmesinden doğacak masalahatlarm ge­rek dünyada ve gerekse âhirette kullara yönelik olacağı konusu doğru­dur ve bundan, kulun yükümlülüklerini yerine getirmesi sırasında kendisine yönelik maslahatları elde etmiş olmasının şer'î çerçeve dı­şında kalması gibi bir anlam çıkmaz. Aynı şekilde onların, Şâri'in ken­disine bahşetmiş olduğu maslahatlar değil de bizzat kendisinin elde etmiş olduğu maslahatlar anlamı da çıkmaz. Bu husus açıktır. Böylece burada açıklananlarla, daha Önce geçenler arasında bir çelişki bulun­madığı ortaya çıkar. Çünkü daha önce geçen yerde, kulun nazlarına ve garazlarına ulaşmasının Şâri'in bahşetmesi noktasından olduğu; he-va, heves ve şehvetlerinin bir gereği olarak elde etmiş olmadığı belirtil­mişti. Bizim buradaki amacımız da zaten bu noktanın açıklık kazanmaşıdır. Dolayısıyla aralarında bir çelişki yoktur.

Fasıl:

Açıklaması yapılan esas ışığında aşağıdaki kaideler ortaya çıkar:
1. Mutlak surette heva ve hevese uyularak işlenen ve bu arada hakkında mevcut bulunan emir veya yasağa, ya da iba-haya itibar edilmeyen her amel kesin olarak bâtıldır. Çünkü bir
ameli işlemeye itecek ya da ona çekecek mutlaka bir motifin bulunma­sı gerekir. Eğer bu konuda Şâri'in çağrısına icabette bulunmak gibi bir motif yoksa, o zaman o fiilin işlenmesi mutlaka heva ve heveslerin et­kisi ile olmuş demektir. Böyle olan bir şey ise mutlak surette bâtıldır. Çünkü, kesin olarak hakkın aksine bir davranış olmaktadır. Dolayı­sıyla hu şekilde işlenen bir amel, geçen delillerin gereği olmak üzere kesin olarak bâtıl olmaktadır. Muvatta'da rivayet edilen İbn Mes'ûd hadisi üzerinde düşünelim. Hadis şöyle: "Şüphesiz sen öyle bir za­mandasın ki, fukahâsı çok, kurrâsı[19] azdır; senin bu zamanında Kur'ân'ın muhtevası (hadleri, koyduğu sınırları) korunur, harflerine pek önem verilmez; isteyen azdır, veren çoktur; namazı uzatırlar, hut­beyi kısa tutarlar; heva ve heveslerinden Önce amellerine başlarlar.[20]
İnsanlar için öyle bir zaman gelecektir ki, o zaman fukahâ az, kurrâ çok olacaktır; Kur'ân'ın harfleri ezberlenecek, fakat içeriği (hadleri, koyduğu sınırları) ihmal edilecektir; isteyen çok, veren az olacaktır; hutbeyi uzatacak, namazı ise kısa tutacaklardır; amellerinden önce heva ve heveslerine koyulacaklardır.[21]

Bu şekilde işlenecek olan ibadetlerin bâtıl olacağı açıkça bellidir. Âdetlerin (günlük yapılagelen işler vb.) bâtıllığı ise, emir ve nehyin ge­reği üzere onlara herhangi bir sevap bağlanmaması açısından olmak­tadır; çünkü bu tür amellerin sevap açısından işlenmiş olmaları ile ol­mamaları arasında bir fark yoktur. Keza mubah kılınmış bir şeyin iş­lenmesi sırasında da durum aynıdır; çünkü kişi bu şekilde işlemesi du­rumunda, o şeyin kendisine nimette bulunan Allah tarafından izin ve­rilmiş olduğu noktasından hareket etmiş olmamaktadır. Nitekim bu husus Hükümler bahsinde ve bu bölümde daha Önce geçmişti.
Mutlak surette hakkındabulunan emir veya nehiy ya da izin (iba-ha) dikkate alınarak ve onların gereğine uymuş olmak için işlenen her amel sahihtir ve haktır. Çünkü, bu durumda o fiili işleyen kimse, onu U74] konulmuş olduğu şekilde işlemiş olmakta ve kasdı Şâri'in kasdına uy­gun düşmektedir. Bütün bunlar ise doğru olan şeylerdir. Dolayısıyla durum açıktır.

Eğer amelin işlenmesinde her iki motif de birden varsa; bu du­rumda hüküm baskın gelen (galip) ve varlık bakımından Önce olana aittir. Eğer önceden var olan motif, Şâri'in emri ise ve mükellef, mak­sadına meşru yoldan ulaşmayı kastetmiş ise, bu durumda bu tür fiille­rin de ikinci kısma, yani sadece Şâri'in koyduğu prensiplere uyulmuş olmak için işlenmiş fiiller kısmına katılması bir problem arzetmez. Çünkü hazlarm talep edilmesi ve garazların bulunması, bu yönden şeriatın konulusuna ters düşmez. Zira şeriat da netice itibarıyla kulla­rın maslahatları için konulmuştur. Şu halde hazlarm Şâri'in emrine tâbi kılınmasının, fiili işleyen için bir zararı olmayacaktır.

Ancak bu konuda dikkate alınması gereken bir şart vardır: O da kişinin garazını gerçekleştirdiği ya da gerçekleştireceği yolun, Sâri' tarafından o tür garazların gerçekleştirilmesi için konulmuş olduğu­nun kesin bilinmesidir. Aksi takdirde varlık bakımından Önce olan, Allah'ın emri olmayacaktır. Bu şart, yeri geldiğinde açıklanacaktır. Eğer fiilin işlenmesi sırasında baskın gelen ve varlık bakımından önce olan arzu ve hevesler ise ve Şâri'in emri tâbi durumuna düşmüş­se, bu tür fiiller de birinci kısma katılacaklardır.

İkikısımarasındakifark, Şâri'inkasdınmbulunup bulunmadığı­nın araştırılması yoluyla ortaya çıkacaktır. Mükellefin arzu ve heves­lerinin de işin içine karıştığı herhangi bir fiile bakarız: Eğer Şâri'in yasağı durumunda o kişi arzu ve heveslerini gemliyor ve şehvetinin gere­ğinden geri duruyorsa, o zaman baskın gelen ve varlık bakımından ön­ce olan motifin Şâri'in emri olduğuna; arzu ve heveslerinin ise tâbi du­rumunda bulunduğuna hükmederiz. Yasak bulunmasına rağmen, o fiili işlemekten geri durmuyorsa, o zaman da baskın gelen ve varlık ba­kımından öncelikli olanın arzu ve hevesleri olduğuna, Şâri'in emrinin ise tâbi durumuna düştüğüne hükmederiz. Meselâ, temizlik halinde iken zevcesi ile ilişkide bulunan bir kimsenin durumunu ele alalım: Böyle bir kimsenin bu fiilim işlerken arzu ve heveslerine tâbi olarakiş-lemesi de, Şâri'in izninden hareket etmiş olması da mümkündür. Eğer kadın hayız görmeye başlar da, koca bu süre içerisinde cinsî ilişkiden geri durursa; onun bu tavrı, arzu ve heveslerinin Şâri'in emrine tâbi ol­duğunu gösterir. Aksi durum ise, fiile itici asıl motifin arzu ve hevesleri olduğunu gösterir.

Fasıl:
2. Heva ve heveslere uymak, övgüye değer bir fiil içerisinde de kendisini gösterse, yerilen bir şeye götürebilir. Çünkü, heva ve heves­lere uyma, tabiatı itibarıyla şeriatın konulusuna ters olmaktadır. Do­layısıyla bir fiili işlerken, şeriatın gereği ile bir arada bulunması duru­munda kendisinden korkulur. Çünkü:

Evvela, zıtlık arzetmesi sebebiyle emirlerin terkine, yasakların da işlenmesine götürebilir.

İkinci olarak, heva ve heveslere uyulur ve bu tekrarlanırsa, belki de nefiste ona karşı bir alışkanlık ve ünsiyet peyda eder ve neticede bu ünsiyet duyulan heva ve heves nefisle birlikte amellere sirayet eder. Özellikle de onunla birlikte ve ondan ayrılmaz biçimde yaratılmış ol­duğu karışık halde bulunan şeylerde. Bu durumda, heva ve heveslere tâbilik, şer'î esaslara tâbilikten önce bulunabilir ve asıl durumunu alabilir. Bu durumda ise, Allah'ın emrine uymuş olmak için işlenmesi gereken fiil, heva ve hevese tâbilik durumuna düşer ve onun hükmünü alır. Bu şekilde süratle kişi Allah'ın emrine muhalefet durumuna dü­şer. Bu konuda edinilen tecrübeler, konuya ışık tutmak bakımından yeterlidir.
Üçüncü olarak, fiilleri Allah'ın şeriatına uymuş olmak için işle­yen kimse, netice olarak o amelde bulunan şeylerden lezzet alır; anla­yış meyvelerini dermek, ilmin gizli kapılarını aralamak suretiyle ni­mete kavuşur. Belki de kendisi için bazı kerametler zuhur eder veya­hut onun yeryüzünde herkes tarafından sevilmesi sağlanır (hüsn-i kabule mazhar kılınır) ve herkes ona doğru meyleder ve etrafında top­lanırlar; ondan yararlanırlar; onu hem dünya hem de âhiret işlerinde kendilerine başkan seçerler. Namaz, oruç, ilim tahsili, ibadet için hal­vete çekilme, diğer hayır işlere yapışma gibi sâlih ameller yoluna sülük eden kimselerin başına gelen benzeri diğer haller gibi. Onlar bu gibi hallerle karşı karşıya geldikleri zaman, nefis o halden bir güzellik duyar, bir haz alır; o amele ünsiyet peyda eder, başka şeylere ihtiyaç duymaz; Öyle ki gözünde dünya ve dünyada bulunan herşey, o içerisin­de bulunduğu halin bir anma nisbetle küçülür ve bir değer ifade etmez. Nitekim bazıları: "Eğer hükümdarlar bizim içerisinde bulunduğumuz hallerimizi bilselerdi, onu elde etmek için bizimle kılıçlarıyla savaşır­lardı" demişlerdir. Durum böyle olunca, belki nefis bu neticeleri elde etmek için, onları hazırlayan öncüllere meyleder[22] ve bu durumda nef­sin arzusu amellerden önce bulunmuş olur, Bu ise Allah korusun o mertebeden düşmenin kapısı olmaktadır. Her ne kadar övgüye değer bulunan şeyler içerisinde kendisini gösteren arzu ve hevesler genel anlamda yerilmemişse de, bu durum mutlak surette yerilmiş bulunan bir neticeye dönüşebilir. Bu konuya ışık tutacak delilimiz; seyrü sûlûk erbabının hallerinin; faziletli ve salih kimselerin haberlerinin değer­lendirilmesi neticesinde ortaya çıkan istikrâî bilgidir.

Fasıl:
Şer'î hükümlerde arzu ve heveslere uyma, o hükümleri kendi ga­razlarına ulaşmak için bir vasıta kılma gibi bir hileye başvurma ihti­malini barındırır. Bu durumda hükümler, garazların elde edilebilme­si için hazırlanmış âletler gibi olur. Meselâ riyakâr bir insanın duru­munu ele alalım: İnsanlardan çıkar elde edebilmek için sâlih amelleri bir basamak olarak kullanır. Bu konu açıktır. Şer'î amellerde arzu ve heveslere tâbi olmanın neticeleri üzerinde düşünen ve araştırma ya­pan kimse, bunlardan pek çok mefsedetlerin ortaya çıktığını görür. Hükümler bahsinde, sebepler işlenirken müsebbeplerin dikkate alın­ması konusunda bu konuya dair biraz söz edilmişti. Belki de hadiste, sapık mezhepler olarak belirtilen fırkaların, ortaya koydukları bidat­lerin temel sebebi, şer'î maksatları bir tarafa iterek kendi arzu ve he­veslerine uymaları olmalıdır. [23]


Eser: El-Muvafakat

  • Yeni Ekle
Yorumlar (0)

El-Muvafakat

 

Son eklenen ruyalar

Sitemizde yer alan soruların cevapları özenle islami eserlerden seçilerek yazılmaktadır.
..