ALTINCI MESELE:
Umum, sadece âmm lafızlar yönünden sabit olmaz. Aksine onun sübutu için iki yol vardır:
a) Vârid olan (âmin) lafızlar (sîga). Usûlcülerin sözlerinde yaygın olan da budur.
b) İstikra yoluyla zihinde küllî ve âmm bir sonucun oluşması. İstikra sonucunda elde edilen bu sonuç, hüküm konusunda lafızdan elde edilen umum yerine konulur. Bu ikinci yolun sıhhatine aşağıdaki hususlar delâlet eder: 1.
İstikranın mahiyeti bunu gerektirir. Çünkü istikra, söz konusu mânânın cüziyyâtını araştırmak, onları teker teker elden geçirmek ve onlar yoluyla kat'î[145] ya da zannî[146] âmm bir hükme ulaşmak demektir. Bu, hem aklî hem de şer'î ilimlere mensup otoriteler tarafından kabul edilmiş bir yoldur. İstikra tam olarak gerçekleştiği zaman, takdir edilebilen her cüz hakkında[147] artık onun hükmü ile mutlak olarak hükümde bulunulur. Burada kastedilen umumdan maksat işte budur. 2.
Manevî tevatürün anlamı da zaten budur. Meselâ, Hâtem'in cömertliğini ele alalım: Bu kayıtsız mutlak ve tahsis edilmek sizin ânım olarak sabit olmuştur. Bu sonuç, onun hakkında muhtelif şekillerde ve farklı zamanlarda cereyan eden, fakat hepsi de onun cömertliğine delâlet eden sayısız pek çok özel olayın nakli sonucunda ortaya çıkmıştır. Bütün bu nakiller sonucunda muhatapta küllî bir mânâ ki onun cömertliği oluyor oluşmakta ve bunun sonucunda o, sözkomısu küllî mânâyı Hâtenı üzerine yüklemektedir. Vakaların özel mahiyetli olması, böyle bir sonucu doğurmaya mani değildir. Aynı şekilde meselâ "dinde zorluk yoktur" esası konusunda âmm bir lafzın bulunmadığını farzetsek; buna rağmen biz bu sonucu özel mahiyette olan, yönleri farklı bulunan, fakat hep güçlüğün kaldırılmış olması esasına dayanan pek çok olaydan çıkarabiliriz: Meselâ; teyemmüm, su bulunmadığı zaman ortaya çıkacak meşakkatten dolayı meşru kılınmıştır. Oturarak namaz kılmak, ayakta durarak namaz kılma durumunda ortaya çıkacak meşakkat yüzünden kolaylık olsun diye kabul edilmiştir. Yolculuk sırasında namazların kısaltılması ve oruç tutulmaması; yolculuk, hastalık ve yağmur gibi hallerde namazın cem edilmesi, cana ya da organ itlafine sebebiyet verecek ikrah (zor kullanma) durumunda küfür kelimesinin söylenmesine müsade edilmesi; en büyük meşakkat demek olan çaresiz kalma durumunda öleceğinden korkuyorsa murdar hayvan eti vb. gibi haram şeylerin mubah kılınması[148] kıblenin tayin edilememesi halinde herhangi bir yöne doğru namazın kılınması; çıkar-nıa meşakkati ve doğacak zararın kaldırılması için mest ve sargı üzerine meshedilmesi; toz ve duman gibi kaçınması mümkün olmayan şeylerin orucu bozmaması... ve buna benzer daha pek çok cüziyyât hep meşakkatin giderilmesi için konulmuştur. İşte bunların tümünden, Şâri'in güçlük ve meşakkatin kaldırılmış olmasına yönelik bir kasdının bulunduğu sonucu çıkar. Bundan sonra da biz, artık her konuda mutlak olarak güçlüğün kaldırılmış olduğuna hükmederiz. Bunu yaparken istikra ile amel[149] etmiş oluyoruz ve onu sanki âmm bir lafızmış gibi kabul ediyoruz. Manevî tevatürün itibara alınması sabit olduğuna göre, onun zımnında[150] konumuz da sabit olur. 3.
Sedd-i zerâi* kaidesi. Selef, bu kaide ile bu mânâ yüzünden amel etmişlerdir. Meselâ, kudretleri olduğu halde kurban kesmeyi terketmişlerdir.[151] Hz. Osman, hacc esnasında insanlara namaz kıldırırken kısaltmadan tam olarak kıldırmış[152], beraberinde olan as-hab da onun sedd-i zerâi' kabilinden olan mazeretini makbul görmüş ve yaptığını tasvip etmişlerdir. Buna benzer daha başka örnekler de böyledir. Halbuki, sedd-i zerâi' konusunda varid olan nasslar küllî olmayıp husûsî olaylarla ilgilidir. Meselâ: "Ey iman edenler! Peygamber'e: (Bizi gözet anlamına 'çobanımız' anlamında da kullanilabilecek) 'Râınâ' demeyin..."[153] "Allah'tan başka yal-vardıklarına sövmeyin ki, onlar da bilmeyerek aşırı gidip Allah'a sövmesinler"[154] Hadiste de şöyle buyurulur: "En büyük günahlardan biri de kişinin kendi anne ve babasına sövmesidir"[155] Nasslar-la belirtilen bu konular husûsî durumlar olup, selefin hükümde bulundukları konularla ancak sedd-i zerâi' mânâsında birleşirler. O, zikredilenler hakkında problemsiz delil olmaktadır.
İtiraz: Cüz'î olaylardan küllî mânâlar çıkarmak çeşitli açılardan açık değildir: 1.
Böyle birşey ancak aklî konularda (akliyyât) geçerli olabilir; şer'î mesâilde geçerli olamaz. Çünkü aklî mânâlar, terkip kabul etmeyecek basitlikte[156], farklılık göstermeyecek benzerlikte olurlar. Akıl, bu gibi konularda, ister görünürde olsun ister olmasın birşeye onun benzerinin hükmünü verir; çünkü onun aksini farzetmek akla göre muhaldir. Vaz'î meseleler ise böyle değildir. Çünkü bunlar aklî [30li meseleler gibi konulmamıştır. Aksi takdirde o da bizzat onlar gibi olurdu ve vaz'î olmazdı. Bu ise, böylesi bir ayırımı ortadan kaldır. Vaz'î hükümler, aklî meselelerin konulusu gibi konulmadığına göre, ihtiyar (tercih) esasına uygun olarak konulmuş olduğu taayyün edecektir; ihtiyara göre ise birşey ile benzeri arasını ayırmak, birşey ile zıddını ve çelişenini bir arada cem etmek sahihtir. Bu durumda cüz'î şer'î meselelerin istikrası sonucunda onlardan küllî ve âmm bir sonucun çıkarılması sahih olmaz. 2.
Hususîlik, bir ya da daha fazla konuda âmm olan mânâda bulunmayan bir ayrıcalığın olmasını gerektirir. Bu, aklî konularda açıktır. Çünkü müşterekliği sağlayan noktalar, ayrıcalığı gerektiren konular değildir. Bu durumda o husûsîde şer'î hükmün taallukunun, mücered âmm olan mânâya olması; hükmün taallukunun sadece hâssa ya da her ikisine birden olmaması taayyün etmiş değildir. Taayyün etmeyince de, o cüz'îlerden küllî mânânın ortaya konulması sahih olmaz. Bunun sahih olabilmesi, hükmün sadece müşterek olan âmm mânâ sebebiyle o husûsîye taalluk etmiş olduğunun bilinmesi durumunda olur. Bu ise ancak delil ile mümkündür. Delilin bulunması halinde ise, âmm hükmün elde edilmesi için o cüz'îlere sarılmanın bir mânâsı kalmaz. Zira o delilin umum sîga-sı, bizi böylesi uzun ve yorucu bir işten müstağni kılacaktır. 3.
Şeriatta tahsis olayı pek çoktur. Bir mahal belli bir hükümle tahsis edilirken, benzeri bir yer daha farklı bir hükme konu olabilmekte; öbür taraftan aynı hükümde farklı olan şeyler cem edilebilmektedir.[157]
Bunun pek çok örnekleri vardır.[158] Meselâ: Toprak, aslında su gibi temizleyici olmadığı[159]aksine kirletici olduğu halde, onun gibi tamizleyici kılınmıştır. Gusül, meninin gelmesinden dolayı vacip kılınmış, mezi ve idrar sebebiyle gerekli görülmemiştir. Oruç ve namaz hayız halinde bulunan bir kadından düşürülmüş, daha sonra orucun kaza edilmesi istenirken, namazın kazası istenmemiştir. Hür bir kadın kocasını muhsan[160] kılarken, cariye efendisini muh-san kılmamaktadır; halbuki kurulan ilişki arasında fark yoktur. Hür kadının ziynet mahallerine bakmak haram kılınırken, cariye-ninkine bakmak haram kılınmamıştır.[161] Hırsızın eli kesilirken; (emaneti) inkâr edenin, gâsıbın ve yankesicinin (muhtelis) eli kesilmemektedir. Sadece zina iftirasında had vurulurken, diğer çeşit iftiralardan dolayı had vurulmamaktadır. Her türlü hadde iki şahidin tanıklığı yeterli kabul edilirken, zina haddinde bu yeterli görülmemiştir. İftira haddi, isnadın köleye değil de hür kimseye yapılması halinde uygulanmaktadır. Vefat iddeti ile talâk iddeti arasında fark vardır; halbuki rahmin her ikisine nisbetle bir ayrıcalığı yoktur. Hür kadının istibrâsı[162]üç hayız ile olurken, cariyenin istibrâsı tek bir hayızla gerçekleşmektedir. İftira cezası ile içki cezası; zina cezası ile amden öldürme durumunda kısastan vazgeçilmesi (af) halinde katile verilecek ceza[163] irtidat cezası ile katile verilecek ceza aynı kılınmış; keffâret konusunda zıhâr, katil ve kasten Ramazan orucunu bozma keffâretleri aynı kabul edilmiş; keza ihramlının av hayvanını öldürmesi durumunda kasıtlı olup olmaması arası ayrılmamıştır.
Sonra teklif karşısında kadın ve erkek genel anlamda eşit, her birinin kendi yaratılış özellikleri ile ilgili alanlarda ise birbirinden farklıdırlar. Kadına nisbetle hayız, lohusalık, iddet hükümleri vb. gibi. Bu gibi konularda ayrıcalığın olduğu konusunda herhangi bir problem yoktur. Buna rağmen erkekle ilgili birçok özel hüküm gelmiştir; cuma namazı, cihad, kadınların içerisinde olsa dahi imamet gibi.[164] Hatta büyük ve küçükten çıkan pislik arasında da ayırım yapılmış, küçük kız çocuğun sidiği ile erkek çocuğun sidiği hüküm bakımından farklı mütalaa edilmiştir.[165] Halbuki bu gibi müşterek hususlarda bu ayırımı gerektiren (yaratılış Özelliği gibi) bir gerekçe yoktur. Aynı şekilde köle de, diğer erkeklerle müşterek olduğu hususlarda kendisine has farklı hükümlerle muhataptır.[166] Bütün bunlar ortada iken, Özel vakalardan hareketle genellemelere gitmek ve bunlardan âmm sonuçlar çıkarmak sahih olmaz.
Cevap: Birinci itiraza şu şekilde cevap verebiliriz: Cüz! vakalardan küllî sonuçların çıkarılması, akliyyâtta olduğu gibi şer'î mesâüde de mümkündür. Bunun delili de, selefin pek çok meselede bu yolla kesin hükümde bulunmuş olmasıdır. Nitekim daha önce işarette bulunulmuştu. Böyle birşey vaki olduğuna göre bu, şer'î ihtiyarî vaz' şeklinin, genel sonuçlar çıkarılması açısından zorunlu olan aklî vaz' şekline mümasil olduğunu açıkça gösterir.[167] Çünkü selef, onun Şâri'in maksadı cümlesinden olduğunu anlamadan onunla amel etmez.
İkinci itiraza gelince, onlar özel olaylardan âmm sonuçlar çıkarırken, bunu onların kendi özelliklerinin ve ayrıcalıklarının muteber olmadığını gördükten sonra yapmışlardır.[168] Onlardan sonra gelenler için de durum aynıdır. Eğer özel olaylarla ilgili husûsî ayrıcalıklar, mutlak surette dikkate alınmak zorunda olsaydı, o zaman kıyâs diye birşey kalmaz ve tamamen delil olmaktan çıkardı. Bu ise bâtıldır; böyle bir sonuca götürecek şey de bâtıl olur.
Üçüncü itiraz ise, bizzat kıyâsın delil olup olmadığı meselesine yöneltilen itirazın aynıdır. Usûlcülerin o konuda verdikleri cevap, aynen burada da geçerlidir.
Fasıl:
Bu meselenin üzerine aslî ve fer*! olmak üzere terettüp edecek faydalar vardır: Şöyle ki: Bu meseleyi iyice kavrayan bir müctehid, husûsî delillerin istikrası sonucunda âmm bir sonuca ulaşır ve bu sonucun bidüziyeliğini görürse, ondan sonra ortaya çıkan herhangi bir olay hakkında istikra sonucunda elde ettiği âmm hükmü ona da tatbik eder ve o olay için husûsî bir delil bulma ihtiyacı duymaz; onu kıyas ya da başka birşeye gerek kalmaksızın istikra sonucunda elde ettiği umum mânânın altına sokar. Zira istikra sonucunda elde edilen mânâ, âmm bir lafızla ortaya konulan umum mânâ gibidir. Böyle bir durumda, o olay için husûsî bir delile niye ihtiyacı olsun?
Bunu anlayanlar içen Karâfî'nin, Mâliki mezhebine karşı ileri sürdüğü problemi anlamak kolaylaşır. Mâlikîler, Şafiî'lere karşı sedd-i zerâi' konusunda "Onların tapmakta oldukları şeylere sövmeyin..[169] "İçinizden cumartesi günü azgınlık edenleri elbette biliyoruz..[170] âyetleriyle; "Allah, yahudileri kahretsin! Onlara içyağı haram kılınmıştı. Onlar bunu yordular (ve satıp parasını yediler)[171] Davalının (hasım) ve sanığın şahitliği caiz değildir"[172] hadislerini delil olarak kullanmaktadırlar. Karâfî diyor ki: "Delil olarak kullandıkları bu ve benzeri şeyler aslında onların davalarım isbat etmez. Çünkü bunlar, şeriatın genel anlamda sedd-i zerâi'e itibar ettiğini gösterir. Bu ise zaten üzerinde icmâ edilen bir konudur. Asıl tartışma konusu özel zerîalar (yani yasak olana götüren yollar, vasıtalar) hakkındadır. Bunlar da büyû'u'1-âcâl (veya 'ıyne) adı verilen örtülü riba satışları ve benzeri şeylerdir. Bu gibi meseleler hakkında, tartışma konusuna ait husûsî deliller zikretmek gerekir; aksi takdirde bunlar boşuna çabalardır" Devamla şöyle der: "Eğer onların maksatları, bu gibi tartışma konusu meseleleri, üzerinde icmâ bulunan meselelere kıyâs etmekse, o zaman delillerinin sadece kıyâs olması gerekir ve bu takdirde, yaptıkları kıyasın illetini (cami' yönünü) belirtmeleri gerekir ki, böylece karşı taraf kıyâs maa'l-fârık olup olmadığım görsün ve ona göre tenkitte bulunabilsin. Bu durumda delilleri, tek bir kıyas olacağı halde, onlar öyle düşünmemektedirler ve ulaştıkları hükmü nasslardan aldıklarına inanmaktadırlar. Halbuki durum öyle değildir. Onların büyû'u'l-âcâl (veya 'ıyne satışları) ile ilgili hâss ve sadece ona ait Zeyd b.Erkam'ın ümmüveledi[173] ile ilgili hadis[174] gibi deliller getirmeleri ve onunla da yetinmeleri uygun düşerdi"
Onun problem olarak ileri sürdüğü şey işte bu.
Bu itiraz, meselemize uyarlandığı zaman yerinde olmadığı görülür. Çünkü kötülüklere yol açan kapıların (zerâi') pek çok Özel olaylarda kapatıldığı sabittir. Bunlar, şeriatta sedd-i zerâi' mânâsının mutlak ve âmm olduğunu gerektirecek çokluktadır. Ne İmam Şafiî'nin ve ne de İmam Ebû Hanîfe'nin karşı çıkması meselenin esasını zedeleyecek boyutta değildir.
Hem biz İmam Şafiî'nin de, sedd-i zerâi' konusunda bir genelliğe ulaşacak şekilde istikrada bulunduğu kanaatindeyiz. Zira vacip olmadığını bildirmek için kurban kesmeyi terketmesi onun bu esası benimsediğinin bir delilidir. Çünkü bu konuda ne Kur'ân'da ne de sünnette açık bir delil yoktur. Birkaç sahabînin bu doğrultuda amel ettikleri bilinmektedir, o kadar. Sahabî kavlî (ya da amelî) ise İmam Şâfi'ye göre delil değildir.[175] Bu durumda o, 'ıyne satışları konusunda başka bir delil görmüş olmalı ve onu daha üstün görerek onunla amel etmiş ve sedd-i zerâi' ilkesini işte bu yüzden terketmiş olmalıdır. Zerîa prensibini kendince daha ağır basan bir muarızdan dolayı terketmiş olunca, muhalif sayılmaz.
İmam Ebû Hanife'ye gelince, eğer ona göre bir prensip olarak hiyel yollarının kullanılması caiz ise, o zaman 'ıyne satışları konusunda vereceği hüküm, kabul ettiği bu prensibin bir sonucu olarak cevaz olacaktır. Bundan sedd-i zerâi' ilkesini terketmiş olması anlamı çıkmaz. Bu açıktır. Şu kadar var ki, ondan her ne kadar bazı tafsilatta muhalefet etse de 'ıyne satışları konusunda şedden li'z-zerîa İmam Mâlik'e muvafakat ettiği de nakledilmektedir. Durum böyle olunca da, meseleyle ilgili herhangi bir problem kalmamaktadır. [176]
a) Vârid olan (âmin) lafızlar (sîga). Usûlcülerin sözlerinde yaygın olan da budur.
b) İstikra yoluyla zihinde küllî ve âmm bir sonucun oluşması. İstikra sonucunda elde edilen bu sonuç, hüküm konusunda lafızdan elde edilen umum yerine konulur. Bu ikinci yolun sıhhatine aşağıdaki hususlar delâlet eder: 1.
İstikranın mahiyeti bunu gerektirir. Çünkü istikra, söz konusu mânânın cüziyyâtını araştırmak, onları teker teker elden geçirmek ve onlar yoluyla kat'î[145] ya da zannî[146] âmm bir hükme ulaşmak demektir. Bu, hem aklî hem de şer'î ilimlere mensup otoriteler tarafından kabul edilmiş bir yoldur. İstikra tam olarak gerçekleştiği zaman, takdir edilebilen her cüz hakkında[147] artık onun hükmü ile mutlak olarak hükümde bulunulur. Burada kastedilen umumdan maksat işte budur. 2.
Manevî tevatürün anlamı da zaten budur. Meselâ, Hâtem'in cömertliğini ele alalım: Bu kayıtsız mutlak ve tahsis edilmek sizin ânım olarak sabit olmuştur. Bu sonuç, onun hakkında muhtelif şekillerde ve farklı zamanlarda cereyan eden, fakat hepsi de onun cömertliğine delâlet eden sayısız pek çok özel olayın nakli sonucunda ortaya çıkmıştır. Bütün bu nakiller sonucunda muhatapta küllî bir mânâ ki onun cömertliği oluyor oluşmakta ve bunun sonucunda o, sözkomısu küllî mânâyı Hâtenı üzerine yüklemektedir. Vakaların özel mahiyetli olması, böyle bir sonucu doğurmaya mani değildir. Aynı şekilde meselâ "dinde zorluk yoktur" esası konusunda âmm bir lafzın bulunmadığını farzetsek; buna rağmen biz bu sonucu özel mahiyette olan, yönleri farklı bulunan, fakat hep güçlüğün kaldırılmış olması esasına dayanan pek çok olaydan çıkarabiliriz: Meselâ; teyemmüm, su bulunmadığı zaman ortaya çıkacak meşakkatten dolayı meşru kılınmıştır. Oturarak namaz kılmak, ayakta durarak namaz kılma durumunda ortaya çıkacak meşakkat yüzünden kolaylık olsun diye kabul edilmiştir. Yolculuk sırasında namazların kısaltılması ve oruç tutulmaması; yolculuk, hastalık ve yağmur gibi hallerde namazın cem edilmesi, cana ya da organ itlafine sebebiyet verecek ikrah (zor kullanma) durumunda küfür kelimesinin söylenmesine müsade edilmesi; en büyük meşakkat demek olan çaresiz kalma durumunda öleceğinden korkuyorsa murdar hayvan eti vb. gibi haram şeylerin mubah kılınması[148] kıblenin tayin edilememesi halinde herhangi bir yöne doğru namazın kılınması; çıkar-nıa meşakkati ve doğacak zararın kaldırılması için mest ve sargı üzerine meshedilmesi; toz ve duman gibi kaçınması mümkün olmayan şeylerin orucu bozmaması... ve buna benzer daha pek çok cüziyyât hep meşakkatin giderilmesi için konulmuştur. İşte bunların tümünden, Şâri'in güçlük ve meşakkatin kaldırılmış olmasına yönelik bir kasdının bulunduğu sonucu çıkar. Bundan sonra da biz, artık her konuda mutlak olarak güçlüğün kaldırılmış olduğuna hükmederiz. Bunu yaparken istikra ile amel[149] etmiş oluyoruz ve onu sanki âmm bir lafızmış gibi kabul ediyoruz. Manevî tevatürün itibara alınması sabit olduğuna göre, onun zımnında[150] konumuz da sabit olur. 3.
Sedd-i zerâi* kaidesi. Selef, bu kaide ile bu mânâ yüzünden amel etmişlerdir. Meselâ, kudretleri olduğu halde kurban kesmeyi terketmişlerdir.[151] Hz. Osman, hacc esnasında insanlara namaz kıldırırken kısaltmadan tam olarak kıldırmış[152], beraberinde olan as-hab da onun sedd-i zerâi' kabilinden olan mazeretini makbul görmüş ve yaptığını tasvip etmişlerdir. Buna benzer daha başka örnekler de böyledir. Halbuki, sedd-i zerâi' konusunda varid olan nasslar küllî olmayıp husûsî olaylarla ilgilidir. Meselâ: "Ey iman edenler! Peygamber'e: (Bizi gözet anlamına 'çobanımız' anlamında da kullanilabilecek) 'Râınâ' demeyin..."[153] "Allah'tan başka yal-vardıklarına sövmeyin ki, onlar da bilmeyerek aşırı gidip Allah'a sövmesinler"[154] Hadiste de şöyle buyurulur: "En büyük günahlardan biri de kişinin kendi anne ve babasına sövmesidir"[155] Nasslar-la belirtilen bu konular husûsî durumlar olup, selefin hükümde bulundukları konularla ancak sedd-i zerâi' mânâsında birleşirler. O, zikredilenler hakkında problemsiz delil olmaktadır.
İtiraz: Cüz'î olaylardan küllî mânâlar çıkarmak çeşitli açılardan açık değildir: 1.
Böyle birşey ancak aklî konularda (akliyyât) geçerli olabilir; şer'î mesâilde geçerli olamaz. Çünkü aklî mânâlar, terkip kabul etmeyecek basitlikte[156], farklılık göstermeyecek benzerlikte olurlar. Akıl, bu gibi konularda, ister görünürde olsun ister olmasın birşeye onun benzerinin hükmünü verir; çünkü onun aksini farzetmek akla göre muhaldir. Vaz'î meseleler ise böyle değildir. Çünkü bunlar aklî [30li meseleler gibi konulmamıştır. Aksi takdirde o da bizzat onlar gibi olurdu ve vaz'î olmazdı. Bu ise, böylesi bir ayırımı ortadan kaldır. Vaz'î hükümler, aklî meselelerin konulusu gibi konulmadığına göre, ihtiyar (tercih) esasına uygun olarak konulmuş olduğu taayyün edecektir; ihtiyara göre ise birşey ile benzeri arasını ayırmak, birşey ile zıddını ve çelişenini bir arada cem etmek sahihtir. Bu durumda cüz'î şer'î meselelerin istikrası sonucunda onlardan küllî ve âmm bir sonucun çıkarılması sahih olmaz. 2.
Hususîlik, bir ya da daha fazla konuda âmm olan mânâda bulunmayan bir ayrıcalığın olmasını gerektirir. Bu, aklî konularda açıktır. Çünkü müşterekliği sağlayan noktalar, ayrıcalığı gerektiren konular değildir. Bu durumda o husûsîde şer'î hükmün taallukunun, mücered âmm olan mânâya olması; hükmün taallukunun sadece hâssa ya da her ikisine birden olmaması taayyün etmiş değildir. Taayyün etmeyince de, o cüz'îlerden küllî mânânın ortaya konulması sahih olmaz. Bunun sahih olabilmesi, hükmün sadece müşterek olan âmm mânâ sebebiyle o husûsîye taalluk etmiş olduğunun bilinmesi durumunda olur. Bu ise ancak delil ile mümkündür. Delilin bulunması halinde ise, âmm hükmün elde edilmesi için o cüz'îlere sarılmanın bir mânâsı kalmaz. Zira o delilin umum sîga-sı, bizi böylesi uzun ve yorucu bir işten müstağni kılacaktır. 3.
Şeriatta tahsis olayı pek çoktur. Bir mahal belli bir hükümle tahsis edilirken, benzeri bir yer daha farklı bir hükme konu olabilmekte; öbür taraftan aynı hükümde farklı olan şeyler cem edilebilmektedir.[157]
Bunun pek çok örnekleri vardır.[158] Meselâ: Toprak, aslında su gibi temizleyici olmadığı[159]aksine kirletici olduğu halde, onun gibi tamizleyici kılınmıştır. Gusül, meninin gelmesinden dolayı vacip kılınmış, mezi ve idrar sebebiyle gerekli görülmemiştir. Oruç ve namaz hayız halinde bulunan bir kadından düşürülmüş, daha sonra orucun kaza edilmesi istenirken, namazın kazası istenmemiştir. Hür bir kadın kocasını muhsan[160] kılarken, cariye efendisini muh-san kılmamaktadır; halbuki kurulan ilişki arasında fark yoktur. Hür kadının ziynet mahallerine bakmak haram kılınırken, cariye-ninkine bakmak haram kılınmamıştır.[161] Hırsızın eli kesilirken; (emaneti) inkâr edenin, gâsıbın ve yankesicinin (muhtelis) eli kesilmemektedir. Sadece zina iftirasında had vurulurken, diğer çeşit iftiralardan dolayı had vurulmamaktadır. Her türlü hadde iki şahidin tanıklığı yeterli kabul edilirken, zina haddinde bu yeterli görülmemiştir. İftira haddi, isnadın köleye değil de hür kimseye yapılması halinde uygulanmaktadır. Vefat iddeti ile talâk iddeti arasında fark vardır; halbuki rahmin her ikisine nisbetle bir ayrıcalığı yoktur. Hür kadının istibrâsı[162]üç hayız ile olurken, cariyenin istibrâsı tek bir hayızla gerçekleşmektedir. İftira cezası ile içki cezası; zina cezası ile amden öldürme durumunda kısastan vazgeçilmesi (af) halinde katile verilecek ceza[163] irtidat cezası ile katile verilecek ceza aynı kılınmış; keffâret konusunda zıhâr, katil ve kasten Ramazan orucunu bozma keffâretleri aynı kabul edilmiş; keza ihramlının av hayvanını öldürmesi durumunda kasıtlı olup olmaması arası ayrılmamıştır.
Sonra teklif karşısında kadın ve erkek genel anlamda eşit, her birinin kendi yaratılış özellikleri ile ilgili alanlarda ise birbirinden farklıdırlar. Kadına nisbetle hayız, lohusalık, iddet hükümleri vb. gibi. Bu gibi konularda ayrıcalığın olduğu konusunda herhangi bir problem yoktur. Buna rağmen erkekle ilgili birçok özel hüküm gelmiştir; cuma namazı, cihad, kadınların içerisinde olsa dahi imamet gibi.[164] Hatta büyük ve küçükten çıkan pislik arasında da ayırım yapılmış, küçük kız çocuğun sidiği ile erkek çocuğun sidiği hüküm bakımından farklı mütalaa edilmiştir.[165] Halbuki bu gibi müşterek hususlarda bu ayırımı gerektiren (yaratılış Özelliği gibi) bir gerekçe yoktur. Aynı şekilde köle de, diğer erkeklerle müşterek olduğu hususlarda kendisine has farklı hükümlerle muhataptır.[166] Bütün bunlar ortada iken, Özel vakalardan hareketle genellemelere gitmek ve bunlardan âmm sonuçlar çıkarmak sahih olmaz.
Cevap: Birinci itiraza şu şekilde cevap verebiliriz: Cüz! vakalardan küllî sonuçların çıkarılması, akliyyâtta olduğu gibi şer'î mesâüde de mümkündür. Bunun delili de, selefin pek çok meselede bu yolla kesin hükümde bulunmuş olmasıdır. Nitekim daha önce işarette bulunulmuştu. Böyle birşey vaki olduğuna göre bu, şer'î ihtiyarî vaz' şeklinin, genel sonuçlar çıkarılması açısından zorunlu olan aklî vaz' şekline mümasil olduğunu açıkça gösterir.[167] Çünkü selef, onun Şâri'in maksadı cümlesinden olduğunu anlamadan onunla amel etmez.
İkinci itiraza gelince, onlar özel olaylardan âmm sonuçlar çıkarırken, bunu onların kendi özelliklerinin ve ayrıcalıklarının muteber olmadığını gördükten sonra yapmışlardır.[168] Onlardan sonra gelenler için de durum aynıdır. Eğer özel olaylarla ilgili husûsî ayrıcalıklar, mutlak surette dikkate alınmak zorunda olsaydı, o zaman kıyâs diye birşey kalmaz ve tamamen delil olmaktan çıkardı. Bu ise bâtıldır; böyle bir sonuca götürecek şey de bâtıl olur.
Üçüncü itiraz ise, bizzat kıyâsın delil olup olmadığı meselesine yöneltilen itirazın aynıdır. Usûlcülerin o konuda verdikleri cevap, aynen burada da geçerlidir.
Fasıl:
Bu meselenin üzerine aslî ve fer*! olmak üzere terettüp edecek faydalar vardır: Şöyle ki: Bu meseleyi iyice kavrayan bir müctehid, husûsî delillerin istikrası sonucunda âmm bir sonuca ulaşır ve bu sonucun bidüziyeliğini görürse, ondan sonra ortaya çıkan herhangi bir olay hakkında istikra sonucunda elde ettiği âmm hükmü ona da tatbik eder ve o olay için husûsî bir delil bulma ihtiyacı duymaz; onu kıyas ya da başka birşeye gerek kalmaksızın istikra sonucunda elde ettiği umum mânânın altına sokar. Zira istikra sonucunda elde edilen mânâ, âmm bir lafızla ortaya konulan umum mânâ gibidir. Böyle bir durumda, o olay için husûsî bir delile niye ihtiyacı olsun?
Bunu anlayanlar içen Karâfî'nin, Mâliki mezhebine karşı ileri sürdüğü problemi anlamak kolaylaşır. Mâlikîler, Şafiî'lere karşı sedd-i zerâi' konusunda "Onların tapmakta oldukları şeylere sövmeyin..[169] "İçinizden cumartesi günü azgınlık edenleri elbette biliyoruz..[170] âyetleriyle; "Allah, yahudileri kahretsin! Onlara içyağı haram kılınmıştı. Onlar bunu yordular (ve satıp parasını yediler)[171] Davalının (hasım) ve sanığın şahitliği caiz değildir"[172] hadislerini delil olarak kullanmaktadırlar. Karâfî diyor ki: "Delil olarak kullandıkları bu ve benzeri şeyler aslında onların davalarım isbat etmez. Çünkü bunlar, şeriatın genel anlamda sedd-i zerâi'e itibar ettiğini gösterir. Bu ise zaten üzerinde icmâ edilen bir konudur. Asıl tartışma konusu özel zerîalar (yani yasak olana götüren yollar, vasıtalar) hakkındadır. Bunlar da büyû'u'1-âcâl (veya 'ıyne) adı verilen örtülü riba satışları ve benzeri şeylerdir. Bu gibi meseleler hakkında, tartışma konusuna ait husûsî deliller zikretmek gerekir; aksi takdirde bunlar boşuna çabalardır" Devamla şöyle der: "Eğer onların maksatları, bu gibi tartışma konusu meseleleri, üzerinde icmâ bulunan meselelere kıyâs etmekse, o zaman delillerinin sadece kıyâs olması gerekir ve bu takdirde, yaptıkları kıyasın illetini (cami' yönünü) belirtmeleri gerekir ki, böylece karşı taraf kıyâs maa'l-fârık olup olmadığım görsün ve ona göre tenkitte bulunabilsin. Bu durumda delilleri, tek bir kıyas olacağı halde, onlar öyle düşünmemektedirler ve ulaştıkları hükmü nasslardan aldıklarına inanmaktadırlar. Halbuki durum öyle değildir. Onların büyû'u'l-âcâl (veya 'ıyne satışları) ile ilgili hâss ve sadece ona ait Zeyd b.Erkam'ın ümmüveledi[173] ile ilgili hadis[174] gibi deliller getirmeleri ve onunla da yetinmeleri uygun düşerdi"
Onun problem olarak ileri sürdüğü şey işte bu.
Bu itiraz, meselemize uyarlandığı zaman yerinde olmadığı görülür. Çünkü kötülüklere yol açan kapıların (zerâi') pek çok Özel olaylarda kapatıldığı sabittir. Bunlar, şeriatta sedd-i zerâi' mânâsının mutlak ve âmm olduğunu gerektirecek çokluktadır. Ne İmam Şafiî'nin ve ne de İmam Ebû Hanîfe'nin karşı çıkması meselenin esasını zedeleyecek boyutta değildir.
Hem biz İmam Şafiî'nin de, sedd-i zerâi' konusunda bir genelliğe ulaşacak şekilde istikrada bulunduğu kanaatindeyiz. Zira vacip olmadığını bildirmek için kurban kesmeyi terketmesi onun bu esası benimsediğinin bir delilidir. Çünkü bu konuda ne Kur'ân'da ne de sünnette açık bir delil yoktur. Birkaç sahabînin bu doğrultuda amel ettikleri bilinmektedir, o kadar. Sahabî kavlî (ya da amelî) ise İmam Şâfi'ye göre delil değildir.[175] Bu durumda o, 'ıyne satışları konusunda başka bir delil görmüş olmalı ve onu daha üstün görerek onunla amel etmiş ve sedd-i zerâi' ilkesini işte bu yüzden terketmiş olmalıdır. Zerîa prensibini kendince daha ağır basan bir muarızdan dolayı terketmiş olunca, muhalif sayılmaz.
İmam Ebû Hanife'ye gelince, eğer ona göre bir prensip olarak hiyel yollarının kullanılması caiz ise, o zaman 'ıyne satışları konusunda vereceği hüküm, kabul ettiği bu prensibin bir sonucu olarak cevaz olacaktır. Bundan sedd-i zerâi' ilkesini terketmiş olması anlamı çıkmaz. Bu açıktır. Şu kadar var ki, ondan her ne kadar bazı tafsilatta muhalefet etse de 'ıyne satışları konusunda şedden li'z-zerîa İmam Mâlik'e muvafakat ettiği de nakledilmektedir. Durum böyle olunca da, meseleyle ilgili herhangi bir problem kalmamaktadır. [176]
Konular
- ONBİRİNCİ MESELE:
- ONİKİNCİ MESELE:
- ONÜÇÜNCÜ MESELE:[277]
- ONDÖRDÜNCÜ MESELE:
- ONBEŞİNCİ MESELE:
- ONALTINCI MESELE:
- ONYEDİNCİ MESELE:
- ONSEKİZİNCİ MESELE:
- DÖRDÜNCÜ FASIL
- UMUM VE HUSUS (ÂMM VE HÂSS)
- BİRİNCİ MESELE:
- İKİNCİ MESELE:
- ÜÇÜNCÜ MESELE:
- DÖRDÜNCÜ MESELE:
- BEŞİNCİ MESELE:
- ALTINCI MESELE:
- YEDİNCİ MESELE:
- BEŞİNCİ FASIL
- MÜCMEL[1] VE MÜBEYYEN (İCMAL VE BEYAN)
- BİRİNCİ MESELE:
- İKİNCİ MESELE:
- ÜÇÜNCÜ MESELE:
- DÖRDÜNCÜ MESELE:
- BEŞİNCİ MESELE:
- ALTINCI MESELE:
- YEDİNCİ MESELE:
- SEKİZİNCİ MESELE:
- DOKUZUNCU MESELE:
- ONUNCU MESELE:
- ONBİRİNCİ MESELE: