DÖRDÜNCÜ MESELE:
Eğer beyan, söz ve söze uygun fiil ile gerçekleşmişse, bu beyânın en üst mertebesini teşkil edecektir. Taharet, oruç, namaz, hacc ve benzeri ibâdet ve âdetlerle ilgili hükümlerin beyan edilmiş olması gibi. Eğer bu ikisinden biri ile gerçekleşmiş ise, o da beyandır; şu kadar var ki, her biri yalnız başına bir yönden beyanın en üst mertebesine nisbetle noksan; diğer bir yönden de beyanın en üst noktasına ulaşmış olur.
Meselâ fiil, husûsî muayyen şekillerin beyanı konusunda sözlü beyanların yetişemeyeceği bir dereceye ulaşır. Bunun içindir ki Ra-sûlullah , ümmetine namazı Cibril'in kendisine yaptığı gibi fiilî beyan ile açıklamıştır. Keza haccı aynı şekilde bizzat icra etmek suretiyle öğretmiştir. Taharet hükümleri de aynı şekildedir. Gerçi bunlar hakkında sözlü beyan da gelmekle birlikte, asıl beyan fiil ile yapılmıştır. Kur'ân'da yer alan taharet nassı, bizzat Hz. Peygamber tarafından icra edilen fiilî beyan şekline vurulduğu zaman, duyular yoluyla elde edilen bilgi, nassdan akıl yolu ile elde edilen bilgiden elbette ki daha güçlü ve açık olacaktır.[24] Kaldı ki Hz. Peygamber insanlara indirileni kendilerine açıklamak için gönderilmiştir. Farzedelim ki Hz. Peygamber Kur'ân'da yer alan nassdan özel olarak anlaşılamayacak bazı detayları kendisine gelen özel bir vahye (vahy-i gayr-ı metluuv) istinaden eklemiş olsun. Beyan sonrasında bu ilaveler, Kur'ân nassina vurulduğu zaman, nass onları reddetmez; aksine kabul eder. Meselâ, abdest âyetini ele alalım: Hz. Peygamber'in abdesti a-lış şekli bu âyete vurulduğu zaman, nassın onu hiç kuşkusuz kapsamış olduğu görülür. Hacc âyeti ile, Hz. Peygamber'in bizzat haccı ifâsı yani fiilî beyanı arasında da durum aynıdır. Eğer fiilî beyan olmasa da biz nass ile başbaşa bırakılacak olsaydık, o nasslardan bütün bunları anlamak mümkün olmazdı; aksine daha az şey anlaşılırdı. Fiil ile sözlü beyanın arasındaki ilişki her zaman için böyledir.[25] Hatta âdeten, söylenecek bir sözün terkip mânâsı için sözden anlamış olduğu şeyin gereği üzere fiili işlediği zaman eksiksiz, fazlasız ve amacından saptınlmaksızm sözden maksûd olacak şekilde duyulara hitap eden fiillerden bir nazîri bulunmaması uzak bir ihtimaldir. Her ne kadar basit şekilleri mutat olsa da, namaz, hacc, taharet vb. gibi (sonradan değişik muhtevalar alan şeylerde ise sözlü beyan bizatihi yeterli değildir.[26]) Bu gibi durumlarda maksada, fiilî mânâsı basit olan veya mutatta bir naziri bulunan söz yaklaştırmış olur. Bu durumda söz, mutat olan fiile atıf yapmıştır.[27] Beyan da mücerred söz ile değil işte bu fiille hasıl olmuştur. Durum böyle olunca, beyan hakkında söz, her yönden fiilin yerini tutmuş olmaz. Dolayısıyla bu açıdan ele alındığında fiil daha açık beyan şekli olmuş olur.
Fiil, bir başka yönden ise sözlü beyandan geri kalır. Şöyle ki: Söz, umum ve husus için haller, zamanlar ve şahıslar hakkında beyan şeklidir. Çünkü sözlü beyan, bu sayılan şeyleri vb. gerektirecek söz kalıplarına sahiptir. Fiil ise böyle değildir. Çünkü fiil, sadece faili, zamanı ve hali üzerine münhasırdır; mahallinden asla bir başka yere sirayet etmez. Bu durumda eğer biz meselâ Hz. Peygamber'in işlemiş olduğu fiil ile başbaşa bırakılacak olsaydık, bu fiilden bizim çıkaracağımız sonuç sadece Hz. Peygamber'in o fiili, falan vakitte ve falan şekil üzere işlemiş olduğunu öğrenmemiz olacaktır. Bunun ötesinde düşünmemiz gerekecektir: Acaba bu fiilin yapılması sadece o hale mi hastır; yoksa bütün hallerde mi işlenmesi istenilmiştir? Acaba o fiil sadece o zamânâ mı hastı, yoksa her zaman için mi geçerlidir? Acaba o fiil sadece Hz. Peygamber'in kendisine mi hastı? Yoksa bütün ümmeti için hüküm ifade eden bir fiil miydi? Bütün bunlardan sonra tekrar bir değerlendirme yaparak işlemiş olduğu bu fiilin şer'î hükümlerden hangisi altına girdiğinin tesbitini yapmak gerekecektir. Bu ve benzeri sorular bizzat fiilin kendisinden anlaşılamayacak şeylerdir. İşte bu yönden ele alındığı zaman fiil, sözlü beyandan noksan kalmaktadır. Dolayısıyla fiilin her yönden sözlü beyanın yerini tutması sahih değildir. Bu husus, basit bir düşünce sonrasında ortaya çıkacak kadar açıktır. Fiilî beyanın bu eksikliğinden dolayıdır ki, Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: "Şüphesiz Allah Rasûlünde sizin için güzel bir örnek vardır'[28] Hz. Peygamber de iba- detleri fiilen icra ederek beyan ettikten sonra şöyle buyurmuştur: "Beni nasıl namaz kılıyorken görüyorsanız siz de öyle kılın"Hac vecibelerinizi benden alın [29] Böylece beyanın sonuna dek sürdüğünün bilinmesi istenmiştir. [30]
Fasıl:
Bu huhus sabit olduktan sonra, bu iki beyan çeşidi arasında mutlak bir tercihte bulunmak[31] sahih olmayacaktır. Dolayısıyla: "Beyan açısından hangisi daha açıktır? Söz mü? Yoksa fiil mi?" demek doğru olmayacaktır. Zira her ikisinin bir mahalle isabet edebilmesi için, o mahallin eğer varsa benzeri mutat olan basit bir fiil olması gerekir. Ancak bu halde biri diğerinin yerini tutar ve işte o zaman: "Hangisi daha açıktır? veya "Hangisi daha evlâdır?" denilebilir. Meselâ sünnet mahallerinin karşı karşıya gelmesi halinde guslün gerekeceği meselesinde olduğu gibi.[32]Zira bu, meseleyi bu kabilden sayanlara göre[33] hem fiil hem de söz ile beyan edilmiştir. Bu söz ve fiilden ortaya çıkan, onu mücerred işlemiş, sonra da gusletmiş olmasıdır ve işte bu kadarında söz ve fiil birbirlerinin yerini tutmaktadır. Bunun ötesinde guslün vacip, ya da mendup oldu-ğu ve ümmetin de onunla yükümlü bulunduğu hükmü ise sadece sözlü beyandan çıkarılabilir. [34]
Meselâ fiil, husûsî muayyen şekillerin beyanı konusunda sözlü beyanların yetişemeyeceği bir dereceye ulaşır. Bunun içindir ki Ra-sûlullah , ümmetine namazı Cibril'in kendisine yaptığı gibi fiilî beyan ile açıklamıştır. Keza haccı aynı şekilde bizzat icra etmek suretiyle öğretmiştir. Taharet hükümleri de aynı şekildedir. Gerçi bunlar hakkında sözlü beyan da gelmekle birlikte, asıl beyan fiil ile yapılmıştır. Kur'ân'da yer alan taharet nassı, bizzat Hz. Peygamber tarafından icra edilen fiilî beyan şekline vurulduğu zaman, duyular yoluyla elde edilen bilgi, nassdan akıl yolu ile elde edilen bilgiden elbette ki daha güçlü ve açık olacaktır.[24] Kaldı ki Hz. Peygamber insanlara indirileni kendilerine açıklamak için gönderilmiştir. Farzedelim ki Hz. Peygamber Kur'ân'da yer alan nassdan özel olarak anlaşılamayacak bazı detayları kendisine gelen özel bir vahye (vahy-i gayr-ı metluuv) istinaden eklemiş olsun. Beyan sonrasında bu ilaveler, Kur'ân nassina vurulduğu zaman, nass onları reddetmez; aksine kabul eder. Meselâ, abdest âyetini ele alalım: Hz. Peygamber'in abdesti a-lış şekli bu âyete vurulduğu zaman, nassın onu hiç kuşkusuz kapsamış olduğu görülür. Hacc âyeti ile, Hz. Peygamber'in bizzat haccı ifâsı yani fiilî beyanı arasında da durum aynıdır. Eğer fiilî beyan olmasa da biz nass ile başbaşa bırakılacak olsaydık, o nasslardan bütün bunları anlamak mümkün olmazdı; aksine daha az şey anlaşılırdı. Fiil ile sözlü beyanın arasındaki ilişki her zaman için böyledir.[25] Hatta âdeten, söylenecek bir sözün terkip mânâsı için sözden anlamış olduğu şeyin gereği üzere fiili işlediği zaman eksiksiz, fazlasız ve amacından saptınlmaksızm sözden maksûd olacak şekilde duyulara hitap eden fiillerden bir nazîri bulunmaması uzak bir ihtimaldir. Her ne kadar basit şekilleri mutat olsa da, namaz, hacc, taharet vb. gibi (sonradan değişik muhtevalar alan şeylerde ise sözlü beyan bizatihi yeterli değildir.[26]) Bu gibi durumlarda maksada, fiilî mânâsı basit olan veya mutatta bir naziri bulunan söz yaklaştırmış olur. Bu durumda söz, mutat olan fiile atıf yapmıştır.[27] Beyan da mücerred söz ile değil işte bu fiille hasıl olmuştur. Durum böyle olunca, beyan hakkında söz, her yönden fiilin yerini tutmuş olmaz. Dolayısıyla bu açıdan ele alındığında fiil daha açık beyan şekli olmuş olur.
Fiil, bir başka yönden ise sözlü beyandan geri kalır. Şöyle ki: Söz, umum ve husus için haller, zamanlar ve şahıslar hakkında beyan şeklidir. Çünkü sözlü beyan, bu sayılan şeyleri vb. gerektirecek söz kalıplarına sahiptir. Fiil ise böyle değildir. Çünkü fiil, sadece faili, zamanı ve hali üzerine münhasırdır; mahallinden asla bir başka yere sirayet etmez. Bu durumda eğer biz meselâ Hz. Peygamber'in işlemiş olduğu fiil ile başbaşa bırakılacak olsaydık, bu fiilden bizim çıkaracağımız sonuç sadece Hz. Peygamber'in o fiili, falan vakitte ve falan şekil üzere işlemiş olduğunu öğrenmemiz olacaktır. Bunun ötesinde düşünmemiz gerekecektir: Acaba bu fiilin yapılması sadece o hale mi hastır; yoksa bütün hallerde mi işlenmesi istenilmiştir? Acaba o fiil sadece o zamânâ mı hastı, yoksa her zaman için mi geçerlidir? Acaba o fiil sadece Hz. Peygamber'in kendisine mi hastı? Yoksa bütün ümmeti için hüküm ifade eden bir fiil miydi? Bütün bunlardan sonra tekrar bir değerlendirme yaparak işlemiş olduğu bu fiilin şer'î hükümlerden hangisi altına girdiğinin tesbitini yapmak gerekecektir. Bu ve benzeri sorular bizzat fiilin kendisinden anlaşılamayacak şeylerdir. İşte bu yönden ele alındığı zaman fiil, sözlü beyandan noksan kalmaktadır. Dolayısıyla fiilin her yönden sözlü beyanın yerini tutması sahih değildir. Bu husus, basit bir düşünce sonrasında ortaya çıkacak kadar açıktır. Fiilî beyanın bu eksikliğinden dolayıdır ki, Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: "Şüphesiz Allah Rasûlünde sizin için güzel bir örnek vardır'[28] Hz. Peygamber de iba- detleri fiilen icra ederek beyan ettikten sonra şöyle buyurmuştur: "Beni nasıl namaz kılıyorken görüyorsanız siz de öyle kılın"Hac vecibelerinizi benden alın [29] Böylece beyanın sonuna dek sürdüğünün bilinmesi istenmiştir. [30]
Fasıl:
Bu huhus sabit olduktan sonra, bu iki beyan çeşidi arasında mutlak bir tercihte bulunmak[31] sahih olmayacaktır. Dolayısıyla: "Beyan açısından hangisi daha açıktır? Söz mü? Yoksa fiil mi?" demek doğru olmayacaktır. Zira her ikisinin bir mahalle isabet edebilmesi için, o mahallin eğer varsa benzeri mutat olan basit bir fiil olması gerekir. Ancak bu halde biri diğerinin yerini tutar ve işte o zaman: "Hangisi daha açıktır? veya "Hangisi daha evlâdır?" denilebilir. Meselâ sünnet mahallerinin karşı karşıya gelmesi halinde guslün gerekeceği meselesinde olduğu gibi.[32]Zira bu, meseleyi bu kabilden sayanlara göre[33] hem fiil hem de söz ile beyan edilmiştir. Bu söz ve fiilden ortaya çıkan, onu mücerred işlemiş, sonra da gusletmiş olmasıdır ve işte bu kadarında söz ve fiil birbirlerinin yerini tutmaktadır. Bunun ötesinde guslün vacip, ya da mendup oldu-ğu ve ümmetin de onunla yükümlü bulunduğu hükmü ise sadece sözlü beyandan çıkarılabilir. [34]
Konular
- ONSEKİZİNCİ MESELE:
- DÖRDÜNCÜ FASIL
- UMUM VE HUSUS (ÂMM VE HÂSS)
- BİRİNCİ MESELE:
- İKİNCİ MESELE:
- ÜÇÜNCÜ MESELE:
- DÖRDÜNCÜ MESELE:
- BEŞİNCİ MESELE:
- ALTINCI MESELE:
- YEDİNCİ MESELE:
- BEŞİNCİ FASIL
- MÜCMEL[1] VE MÜBEYYEN (İCMAL VE BEYAN)
- BİRİNCİ MESELE:
- İKİNCİ MESELE:
- ÜÇÜNCÜ MESELE:
- DÖRDÜNCÜ MESELE:
- BEŞİNCİ MESELE:
- ALTINCI MESELE:
- YEDİNCİ MESELE:
- SEKİZİNCİ MESELE:
- DOKUZUNCU MESELE:
- ONUNCU MESELE:
- ONBİRİNCİ MESELE:
- ONIKINCİ MESELE:
- İKİNCİ TARAF
- TAFSİL ÜZERE DELİLLER
- (Kitap, Sünnet, İcmâ ve Re'y)
- KİTAP (KUR'ÂN)
- BİRİNCİ MESELE:
- İKİNCİ MESELE: