BEŞİNCİ MESELE:

Sözlü beyandan sonra ortaya konulan fiil:

a) Ya sözlü beyanı destekler ve tasdik eder veya tahsis ya da takyid eder. Kısaca o beyandan kastedilen ne ise onu orta­ya koymak için ona destek verir ve doğabilecek ihtimalleri ortadan kaldırır. Bu, fiilin söze uygun olması, ters düşme­mesi halinde Qİur.

b) Ya da onu tekzip eder veya ona şek ya da şüphe sokar ve onun hemen kabullenilmesine mani olur. Tabiî bu da, fiilin sözlü beyana ters düşmesi durumunda olur.

Buna aşağıdaki hususlar delâlet eder: 1.

Bir âlim meselâ falanca ibadetin ya da falan fiilin vacip olduğu­nu haber verip, sonra bizzat kendisi de o şeyi işler ve söyledikleri ile ters düşecek herhangi birşey yapmazsa, muhatap yanında o şe­yin vacip olduğu inancı güçlenir ve o da onu yapmaya çalışır. On­dan işiten ve işittiği gibi de amel ettiğini gören herkes öyle yapma­ya çalışır. Yine mesalâ falanca şeyin haram olduğunu bildirir, son­ra kendisi de onu terkeder ve hiçbir şekilde onu işlediği, hatta ya­nından bile geçtiği görülmezse, muhatap yanında onun haber verdi­ği o şeyin sıhhati güç kazanır ve o da o şeyden kaçınmaya çalışır. Ama böyle yapmaz da birşeyin vacip olduğunu söyler ve sonra da bizzat kendisi o şeyi yapmazsa veya birşeyin haram olduğunu bildi­rir, fakat bizzat kendisi o şeyi işleyecek olursa, onun sözünün hiçbir kıymeti kalmaz. Çünkü böyle bir durumda ona tâbi olan insanların kalpleri, —emrettiği şeyi yapması, yasakladığı şeyden de kaçınması halinde olduğu gibi— hiçbir zaman söylediklerine yatmaz. Bu du­rumda, fiilden doğan birşey, sözlü beyanı zedeler ve bunun sonu­cunda şu ihtimaller belirir: Ya sözün yoruma açık olduğu sonucu  çıkarılır; ya sözlü beyanda bulunanın yalancı olduğu inancına ula­şılır; ya da sözün kaynaklarında şüphe olabileceği kuşkusu uyanır. Halbuki, din ya da dünya işlerinde ulu kabul edilen kimselere nis-betle fiil ya da terklere uyulması cibillî bir duygu gibidir. Nitekim gözlemlerimiz bunu doğrulamaktadır. Bu durumda sözlü beyanda bulunana nisbetle söz, işlediği fiile tâbi gibi olur. Kişinin fiili sözü­ne uyduğu oranda kendisine tâbi olunur ve örnek alınır.
Bunun içindir ki, peygamberler örnek edinme ve kendi­lerine uyulma konusunda en önde gelen insanlardır. Onlara tabi olanlar son derece sağlam bağlanmakta ve söyledikleri her sözü tasdik konusunda koşmaktadırlar. Ayrıca onlar mucize ve apaçık delillerle ilâhî teyide de mazhar olmaktadırlar (ve bunun sonucun­da onları yalanlamak, onların haber kaynaklarından (vahiy) şüphe etmek mümkün olmamakta ve sözlerim kabul ve tasdikten başka geriye ihtimal kalmamaktadır.) İlâhî teyide mazhar oldukları delil­lerden biri de şu anda konumuzu teşkil eden, fiilin söze uygun düş­mesidir. Etrafımızda olup bitenler hakkında yaptığımız gözlemler de bunu teyid eder. Meselâ bir doktor size falanca şeyin zehir oldu­ğunu ve dolayısıyla ona yaklaşmamanızı söylese, sonra sizin önü­nüzde o şeyi alsa; ya da sizde mevcut olan bir hastalıktan dolayı fa­lanca yiyeceği ya da ilacı almanızı söylese, aynı hastalık kendisinde de olsa ve sonra ihtiyacına rağmen kendisi o ilacı kullanmasa; bü­tün bunlar verilen haberde ya da haberin anlaşılmasında bir hata olduğunu ortaya koyar ve bu yüzden kalp o haberi kabule yanaş­maz. Allah Teâlâ şöyle buyurur: "Kitabı okuyup durduğunuz halde kendinizi unutur da başkalarına mı iyilikle emredersiniz. Düşün­mez misiniz?[35] "Ey inananlar! Yapmadığınız şeyi niçin söylersi­niz?[36] Bu mânâyı ahde vefa ve doğru vaadde bulunma da destek­ler. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: "İnananlardan, Allah'a verdiği ahdi yerine getiren erler vardır. Kimi bu uğurda canını vermiş, ki­mi de beklemektedir[37] Zıddı hakkında da şöyle buyurmuştur: "Aralarında: Allah bize bol nimetinden verecek olursa, and olsun ki sadaka vereceğiz ve iyilerden olacağız diye O'na and verenler var­dır. Allah, onlara bol nimet verince, cimrilik ettiler, yüz çevirdiler.
Zaten dönektirler. Allah'a verdikleri sözden caydıkları ve yalancı oldukları için O'nunla karşılaşacakları güne kadar Allah kalpleri­ne nifak soktu[38] Görüldüğü gibi, fiilin söze uygunluğu doğruluk­tan sayılmıştır. İlimleriyle âmil olan âlimlere göre, doğruluğun ha­kikati da işte budur. Aynı şekilde bir âlim, falanca şeyin vacip ya da haram olduğunu bildirdiği zaman, o bununla bütün mükellefler için böyle olduğunu ve kendisinin de onlardan biri olduğunu söyle­miş olmaktadır. Bundan sonra eğer bu sözüne uygun hareket eder­se, doğru, muhalefet ederse yalan söylemiş olacaktır. 2.
İnsanlara dinlerini öğretmek için tayin olunan kimseler, hem söz hem de fiilleri ile bu işi yapmak üzere görevlendirilmiş olmak­tadırlar. Çünkü onlar Hz. Peygamber'in vârisleridirler. O, hem söz hem de fiilleri ile beyanda bulunuyordu. Aynı şekilde vârisin de mirasçısı olduğu kimsenin (mevrûs) yerine geçmesi ve onun yerini alması gerekir; aksi takdirde gerçek varislikten bahse­dilemez. Bilindiği üzere sahabe [ ra^mhu ] , hükümleri Hz. Peygam­ber'in sözlerinden, fiillerinden, takrirlerinden, sükûtun­dan ve tüm davranış şeklinden alıyorlardı. Vârisin durumu da aynı şekildedir. Dolayısıyla eğer fiillerini muhafaza konusunda sözlerini muhafaza ettiği gibi davranıyor ve fiilleri sözlerini yalanlamıyorsa, onu takip eden kimseler hidayet üzere olacaklardır. Eğer böyle de­ğilse, arkasından gelenler hidayet üzere olmayıp, sapıklık üzere bu­lunacaklardır ve buna sebep de kendisi olacaktır. Sahabe, her konuda kendisine tâbi oldukları Hz. Peygamber'in kendilerine mubah kıldığa fakat bizzat kendisinin işlemediği şeyle­ri yapma konusunda bazen duraksıyorlar ve kendilerine sözlü ola­rak izin vermesine rağmen onun fiillerine uymuş olmak için aşırı bir hırs gösteriyorlar ve o şeyleri işlemiyorlardı. Çünkü onlar bu gi­bi durumlarda, kendilerine izin verilen şeyin terkinin daha üstün olabileceğini düşünüyorlar ve bizzat Hz. Peygamber'in o şeyi yapmamış olmasını da buna delil olarak kullanıyorlardı. Ne zaman ki, Hz. Peygamber o şeyi işler, onlar da hemen işli­yorlardı. (Hudeybiye sulhünde) umre için girilen ihramdan çıkma, sefer esnasında orucu bozma meselelerinde olduğu gibi. Evet, bü­tün bunlar sahihtir. Bu durumda, masum olmayan âlimler hakkın­da ne demeli? Dolayısıyla onların, sözlerini fiilleri ile teyid etmek, nefislerine hakim olmak ve böylece hem kendilerini hem de kendi­lerine uyan kimseleri korumak konusunda daha fazla çaba göster­meleri gerekir.

İtiraz: Hz. Peygamber masumdur; hatadan korun­muştur. Dolayısıyla onun sözlü beyanlarını açıklayıcı mahiyette olan fiil ve terklerine hata girmez. Masum olmayan kimseler yani âlimler ise böyle değildir.

Cevap: Bu itiraz geçerli değildir. Çünkü fiile uymanın terki ko­nusunda bu ihtimale değer verecek olursak, aynı şeyi sözlü beyan­lar için de yapmamız gerekir. O takdirde ise, hiçbir zaman önü alı­namayacak bir fesad ve kapatılması mümkün olmayan bir gedik açılmış olacaktır. Dolayısıyla fiilin mutlaka söz mesabesinde tutul­ması gerekecektir. İşte bu yüzdendir ki, şeriat âlimin zellesini çok büyük görmüş ve onun küçük günahları büyük sayılmıştır. Çünkü onun söz ve davranışları, genelde kendisine uyulan söz ve davranış­lar olmaktadır. Dolayısıyla onun sürçmesi durumunda —bu ister sözde olsun ister fiilde— mutlaka o diğer insanlara da sirayet ede­cektir. Çünkü âlimler kendilerine uyulmak üzere konulmuş kandil­ler mesabesindedir. Bu durumda eğer onun işlediği zellenin zelle ol­duğu bilinecek olursa, o şey insanların gözünde küçülecek ve ona uyarak o şeyin işlenmesine karşı cüretkâr olacaklardır; o şeyin ken­disine duydukları iyi zan sonucunda âlim tarafından bilinen, fakat kendilerince bilinmeyen dinî bir ruhsat olduğunu düşüneceklerdir. Eğer o şeyin bir zelle olduğu bilinmeyecek olursa, bu defa da o şey sanki şeriatın bir hükmü imiş gibi kabul edilebilecektir. Bütün bunlar, o âlimin fiilinin sonucu olmaktadır.
Hadis-i şerifte şöyle gelmiştir: "Benden sonra ümmetim hak­kında üç şeyden korkuyorum" "Onlar nedir? Yâ Rasûlallah!" dedi­ler. Rasûlullah şöyle cevap verdi: "Onlar hakkında âli­min zellesinden, haksız hükümden ve peşine düşülen heuâdan kor­kuyorum"[39] Hz. Ömer de şöyle demiştir: "Üç şey dini yıkar: Âlimin zellesi, münâfıkm Kur'ân'la mücadelesi, saptırıcı devlet başkanları" Benzeri bir ifade Ebu'd-Derdâ'dan da nakledilmiştir ancak o, "sap­tırıcı devlet başkanları" şıkkını zikretmemiştir. Muâz b. Cebel de şöyle demiştir: "Ey Arap kavmi! Üç şey karşısında ne yapacaksınız? Boğazlarınızı koparacak dünya, âlimin zellesi ve münâfıkın Kur'­ân'la mücadelesi" Aynı söz, Selmân'dan da nakledilmiştir. Âlimler, âlimin zellesini gemide açılmış deliğe benzetmişlerdir. Bu delik se­bebiyle gemi battığı zaman, içinde bulunan pek çok kişi de batmış olacaktır. İbn Abbâs şöyle der: "Âlimlerin sürçmesi yüzünden tebânın vay haline!" "Bu nasıl olur?" dediklerinde şöyle açıklamış­tır: "Âlim, kendi reyi ile birşey söyler. Sonra kendisinden Rasûlul-lah'ı  (yani onun sünnetini) daha iyi bilen birini bulur ve kendi görüşünü terkederek onunkini alır; fakat tabileri (eski görü­şüne tâbi olmaya) devam eder"[40]

Bu sayılan şeyler dini yıkabilecek özelliktedir. Âlimin zellesi belirtildiği gibidir ve geminin delinmesine benzetilmesi gerçekçi bir benzetiştir. Haksız hükmün durumu da açıktır. Peşine düşülen hevâya gelince, o diğerlerinin hepsinin esasım teşkil eder. Kur'ân ile mücâdele ise, —eğer güçlü ve aşırı husumet sahibi biri tarafın­dan yapılıyorsa— en büyük fitnelerden biridir. Çünkü Kur'ân, ger­çekten büyük bir güçtür ve onunla münafık dahi mücadele etse, id­diasını hak şekline dönüştürebilir ve o münâfıkm tevili doğrultu­sunda ona uyanlar çıkabilir. İşte bu yüzden Haricîler, ümmet hak­kında büyük fitne olmuşlar ve birçokları onların fitnesine düşmüş­tür. Çünkü onlar yanlış iddialarım Kur'ân'a dayandırmışlar ve yap­tıkları tevilleri akılla desteklemişlerdir. Bu yüzden de büyük bir fit­ne olmuşlardır. Haktan saptırıcı devlet başkanları da öyledir. Çünkü onlar, halk üzerinde sahip oldukları devlet gücü sayesinde hak­kı bâtıla; bâtılı da hakka çevirmeye muktedir olurlar ve Allah'ın yo­lunu öldürürken, şeytanın yollarına ilgi uyandırırlar. İnsanlar için dünya fitnesinin tehlikeleri ise malumdur.

Konuyu özetleyecek olursak: Fiiller, eğer sözlü beyan ile bir arada bulunacak olursa, yalnız başına sözlü beyandan daha güçlü olur ve toplum içerisinde örnek konumda olan insanların bizzat kendileri hakkında fiillerine dikkat etmeleri gerekir; hatta bu hu­sus göz önünde bulundurulduğu zaman, Örnek alınma durumunda olan ve beyan makamında bulunan herkesin bütün söz ve davranış­larını kontrol etmesi kendisine farz olur. Bu meyanda işlenecek şeylerin vaciple mendup ya da mubah olması; terke aileceklerin de mekruh ya da haram olması arasında hiçbir fark yoktur. Çünkü onun fiil ve sözlerinin iki değerlendirme yönü vardır:
1. Kendisinin de mükelleflerden biri olması yönü. Bu açıdan baktığı zaman kendisi hakkında hükümler (vacip, mendup, mubah, mekruh, haram olmak üzere) beş kategoriye ayrılır.
2. Sözlerinin ve fiillerinin Sâri' Teâlâ'nın koymuş olduğu hü­kümlerin açıklanması ve izahı şeklini alması yönü. Örnek alınacak bir konumda olması hasebiyle böyle bir kimsenin bütün fiil ve sözleri kendisi hakkında ya vaciptir[41] ya da ha­ramdır; üçüncü bir hüküm yoktur. Çünkü o bu yönden be­yan edici konumundadır. Beyan ise vaciptir. Bu durumda o,işlenilecek ya da söylenilecek birşey ise, genel olarak işlen­mesi vacip fiil olacaktır. Eğer işlenmeyecek ya da söylenme­yecek birşey ise, onun da terki vacip ve işlenmesi haram ola­caktır. Nitekim birazdan bu hususu —Allah'ın izniyle— açıklayacağız.

Ancak bu durum, kendisine uyulacak kimseye nisbetle beyana ihtiyaç duyulması halinde taayyün eder: Beyana ihtiyaç da; ya işle­me ya da terketmenin hükmünü bilmeme halinde, ya hükmün aksi­ni itikat etme durumunda ya da hükmün aksine itikat edildiğinin sanılması halinde olur.
İşlenmesi matlup olanlar: Bu kısmın beyanı, eğer vacip ise işlemek (fiil) ile ya da işlemeğe uygun düşen sözle olur. Mendup olup hükmü meçhul olanın durumu da aynıdır. Eğer mendup ise fa­kat vacip olduğu samlabilecek bir durumdaysa, onun beyanı terk iledir veya terk ile birleşen söz iledir. Kurban kesmenin terki, Şevvâl'den altı gün oruç tutmanın terki[42]vb. gibi. Eğer hakkında talep olmadığı sanılan ya da (ihmal ve önemsememe sonucu) tüm­den terkedilebileceği düşünülen birşey ise, onun da beyanı işle­mekle[43] ve kesinlik zannı vermeyecek şekilde devamlılıkla olur. Bu zamanlarda unutulmaya yüz tutmuş sünnet ve menduplarm işlen­mesinde olduğu gibi.
Terki matlup olanlar: Bunların beyanı, eğer haram ise terk ile ya da terk ile desteklenen söz iledir. Eğer mekruh ise ve hükmü bilinmiyorsa yine aynı şekildedir. Eğer (öyle olmadığı halde) haram olduğuna itikat edilebilecek ve beyanın da fiil ile olması tercih edi­lecek birşey ise, o zaman maksada kâfi en az miktarda ve en yakın şekil üzere fiil taayyün edecektir. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: "Şüphesiz Allah Rasûlünde sizin için güzel bir örnek vardır[44]"Zeyd, eşiyle ilgisini kestiğinde onu seninle evlendirdik ki, evlatlık­ları eşleriyle ilgilerini kestiğinde onlarla evlenmek konusunda mü'minlere bir sorumluluk olmadığı bilinsin[45] Cünüp olarak sa­bahlayan kimse hakkındaki hadiste de şöyle denilir: "Ben oruç tut­maya niyetli olduğum halde cünüp olarak sabahlarım [46] Ebû Be­kir b. Abdirrahman hadisinde ise Hz. Âişe şöyle der: Ta Abdarrah-man! Sen Rasûlullah'm yapmakta olduğu şeyden yüz mü çeviriyorsun?" O: "Hayır, vallahi!" der. Hz. Âişe: "Ben Rasûlullah hakkında şehadet ederim ki, o ihtilamdan değil, cinsî iliş­kiden dolayı cünüp olarak sabahlardı ve sonra o gün oruç tutardı" demiştir.[47] Ümmü Seleme hadisinde de: "Benim de öyle yapmakta olduğumu ona haber verseydin ya"[48]buyurmuştur. İsmail el-Kâdî, Ziyâd b. Husayn'dan, o da babasından rivayet eder: İbn Abbâs'ı gör­düm. Devesini sürüyor ve ihramlı olduğu halde şöyle bir recez tek­rarlıyordu:
O, cimâı (nenik kelimesi) kinâyesiz ismi ile zikretmişti. Kendi­sine: "Ey İbn Abbâs! Sen ihramlı olduğun halde cima sözünü ağzına mı alıyorsun? (Bu âyette geçen "rafes" sözcüğünün kapsamına gir­mez mi?)" dedim. O: "Şüphesiz rafes, kendisiyle kadınlara yaklaşı­lan şeydir" dedi. Öyle gözüküyor ki, İbn Abbâs, böyle bir yanlış te­lakkinin var olduğunu gördü ve bunu izale etmek için de bu recezi söyledi ve soru üzerine de açıklamasını yaptı. Böylece haccla ilgili "felâ rafese velâ füsûka.[49] âyetininin mânâsını ve rafesten mak­sadın erkek ile kadın arasındaki ilişki olduğunu beyan etmiş oldu.
Eğer talep bulunduğu itikadı ya da işlenmesine devam edilme­si inancı doğabilecekse, o zaman onun beyanı, —eğer bir esası yok­sa, veya aslı olsa bile mubah kısmından ya da işlenmesi durumun­da günah yok anlamındaki kısımdan bulunsa— tümden terketmek yoluyla olacaktır. Nitekim İmam Mâlik'e göre şükür secdesinin[50] durumu böyledir. Keza yemekten önce ellerin yıkanması konusu da —Abdulmelik b. Salih meselesinde İmam Mâlik'in beyan etmiş ol­duğu üzere— böyledir. Bu inşallah ileride[51] gelecektir.
Kısaca geçen açıklama ve örneklerde[52] dikkate alınan husus, aşırı uçlardan ve sapmalardan kurtarıcı ve hak yola döndürücü maksada yeterli bir beyan şeklinin talep edilmesidir. Kim, selef-i sâlihın davranışları üzerinde düşünecek olursa, burada anlatılan­lar —Allah'ın izniyle— iyice açıklık kazanacaktır. Bu genel beyanın bir de beş teklifi hükme ya da bir kısmına nisbetle açıklamasını yapmak zarureti vardır. Böylece amaçlanan hedefe tam olarak ula­şılmış olacaktır. Yardım istenilecek olan ancak Allah'tır. [53]


Eser: El-Muvafakat

  • Yeni Ekle
Yorumlar (0)

El-Muvafakat

 

Son eklenen ruyalar

Sitemizde yer alan soruların cevapları özenle islami eserlerden seçilerek yazılmaktadır.
..