İKİNCİ MESELE:
Kur'ân'ı tam olarak anlayabilmek için nüzul sebeplerini bilmek gerekir.
Buna iki husus delâlet eder: 1.
Kur'ân'ın i'câzı iki şeyle bilinir:
a) Arap dilinin kullanılışında gözetilen maksatları bilmek.
b) Meânî ve Beyan ilimlerini bilmek. Bu ilimlerin esasını ise, halin iktizâ ettiği durumları bilmek teşkil eder: Meselâ, bizzat hitap yönünden hitabın halini, hitap edenin (muhâtıb) veya muhatabın halini ya da hepsinin halini bilmek gibi. Zira aynı söz, iki ayrı hale, iki ayrı muhataba ve daha başka durumlara göre farklı farklı anlaşılabilir. Meselâ, istifhamı (soru) ele alalım: Bunun lafzı aynıdır; fakat gerçek soru yanında takrir (onaylama), tevbîh (azarlama) vb. gibi başka mânâları da verir. Keza emir sîgası, emretme yanında, ibâ-ha, tehdit, ta'cîz... vb. gibi mânâlar da içerir. Bu durumda maksûd olan mânâya delâleti ancak haricî unsurlar (hal karineleri) belirler. Bunların esasını da halin gerekleri oluşturur. Her hal nakledilemez, her karine de nakledilen sözle birlikte bulunamaz. Maksadı belirlemeye delâlet eden bu karinelerden bir kısmı yok olduğu zaman, o sözün anlaşılması tümden imkânsız hale gelebilir veya ancak kısmen doğru anlaşılabilir. İşte nüzul sebeplerini bilmek, bu türden olan müşküleri ortadan kaldırır. Dolayısıyla nüzul sebeplerini bilmek, Kitab'm anlaşılabilmesi için zarurî olan ilimlerdendir. Sebebin bilinmesi ise, halin gereğim bilmek demektir. 2.
Nüzul sebeplerini bilmemek, şüphe ve çıkmazlar içerisine düşülmesine yol açar, aslında zahir olan nassları mücmel hale sokar ve bunun sonucunda ihtilâflar doğar. Bu ise, anlaşmazlıklara ve ümmetin bölünmesine sebep olabilir.
Bu hususu Ebû Ubeyd'in naklettiği şu olay gayet iyi açıklar: İbrahim et-Teymî anlatır: Birgün Hz. Ömer yalnız başına kaldı ve düşünceye dalarak kendi kendine: "Bu ümmet nasıl olur da ihtilafa düşebilir; peygamberi bir, kıblesi bir" dedi. (Onun bu düşüncesini okur gibi) İbn Abbâs şöyle dedi: "Ey Mü'minlerin emiri! Bize Kur'ân indi ve biz onu okuduk. Okurken, onun kimin hakkında nazil olduğunu biliyorduk. Bizden sonra kavimler gelecek; bunlar Kur'ân okuyacaklar fakat kimin hakkında indiğini bilmeyecekler. Bunun sonucunda Kur'ân hakkında şahsî görüşler (re'y) ortaya çıkacak. Onun hakkında şahsî görüşler ortaya çıkınca da ihtilafa düşecekler, ihtilafa düşünce de birbirine girecekler" Böyle deyince Hz. Ömer onu susturdu ve azarladı. İbn Abbâs da oradan ayrıldı. Hz. Ömer, onun sözleri üzerinde düşündü ve ne kastettiğini anladı. Bunun üzerine onu çağırttı ve: "Sözlerini bana tekrarla!" dedi. O da tekrarladı. Hz. Ömer, sözünün mânâsını anladı ve bu yorum hoşuna gitti.
İbn Abbâs'm sözü dikkate alınması bakımından sahihtir ve o anlaşıldığında maksat en yakın bir şekilde ortaya çıkacaktır.
İbn Vehb, Bükeyr'den rivayet eder: O Nâfi'e: "İbn Ömer'in Harûriyye[8] hakkındaki görüşü ne idi?" diye sorar. Nâfi' şöyle der: "Onları insanların en şerlileri görürdü. Çünkü onlar, kâfirler hakkında inen âyetlerden hareket etmişler ve onları mü'minler aleyhinde kullanmışlardır" İbn Abbâs'm üzerine dikkat çektiği re'yin mânâsı işte budur ve Kur'ân'ın niçin indiğini bilmemekten kaynaklanmaktadır.
Mervan, kapıcısına: 'Tâ Râfi'! İbn Abbâs'a git ve ona de ki: Eğer kendilerine verilen şeyden dolayı sevinen ve yapmadığı şeyden dolayı da övülmeyi seven herkes azap görecekse, o zaman biz hepimiz azap göreceğiz demektir" (Bu soruya) İbn Abbâs şöyle cevap verdi: "Bu âyetle sizin ne ilginiz var? Hz. Peygamber yahudileri çağırmış ve onlara birşey sormuştu. Yahudiler onu sakladılar ve yanlış bilgi verdiler. Üstelik kendilerine sorulan konuda cevap vermiş olmaktan dolayı övgü beklediklerini ihsas ettiler ve gizleyip yanlış bilgi verdikleri için de sevindiler" İbn Abbâs sonra şu âyeti okudu: "Allah, kendilerine kitap verilenlerden, onu insanlara açıklayacaksınız ve gizlemeyeceksiniz, diye ahid almıştı. Onlar ise, onu arkalarına atıp az bir değere değiştiler. Alış verişleri ne kötüdür! Ettiklerine sevinen ve yapmadıklarıyla övülmekten hoşlananların, sakın sakın onların azaptan kurtulacaklarını sanma;elem verici azap onlaradır[9] Bu sebep, âyetten maksadın, Mervân'-ın anladığı şekilde olmadığını ortaya koymuştur.
"Kunût" kelimesi çeşitli mânâlara gelir[10]; dolayısıyla "Kûmu lillâhi kânitîn"[11]âyetini bu mânâlardan herhangi birine yormak mümkündür. Ancak âyetin iniş sebebi bilindiği zaman, murad olan mânâ açıklık kazanmış olur.[12]
Hz. Ömer, Kudâme b. Maz'ûn'u Bahreyn'de görevlendirmişti. el-Cârûd, Hz. Ömer'e geldi ve: "Kudâme içki içti ve sarhoş oldu" dedi. Hz. Ömer: "Bu dediğine şahitlik eden var mı?" diye sordu. el-Cârûd: "Ebû Hureyre, dediklerime şahitlik eder" dedi. ( Hz. Ömer, onu çağırttı ve): "Ey Kudâme! Çaresiz seni cezalandıracağım" dedi. Kudâme: "Vallahi, eğer ben onların dediği gibi içmiş olsam bile, sen beni cezalandıramazsın" dedi. Hz. Ömer: "Niye?" diye sordu. O: "Çünkü Allah Teâlâ: 'İnananlara ve yararlı iş işleyenlere tatmış olduklarından dolayı bir günah yoktur.'[13] buyuruyor" dedi. Hz. Ömer: "Ey Kudâme! Hiç şüphe yok ki sen, yanlış tevilde bulunuyorsun. Eğer sen Allah'tan sakınmış olsaydın, O'nun haram kıldığı şeyden uzak dururdun" dedi.
Başka bir rivayette şöyledir: Kudâme: "Beni niçin cezalandıra-cakmışsm? Benimle senin aranda Allah'ın kitabı var" dedi. Hz. Ömer: "Seni cezalandırmamam için hangi Allah'ın kitabından[14] bahsediyorsun?" diye sordu. O: "Allah kitabında 'İnananlara ve yararlı iş işleyenlere tatmış olduklarından dolayı bir günah yoktur.' buyuruyor; ben inanan ve yararlı iş işleyen, sonra sakınıp inanan, sonra sakınıp iyilikler yapan birisiyim; Hz. Peygamber ile birlikte Bedir'de, Uhud'da, Hendek'te ve daha pek çok yerde bulundum" dedi. Hz. Ömer: "Buna cevap vereniniz yok mu?" dedi. Bunun üzerine İbn Abbâs şöyle dedi: "Bu âyetler, (içkinin haram kılınması hadisesinden) Öncekiler için bir özür, sonrakiler aleyhine de bir hüccettir. Öncekiler, içki haram kılınmadan Önce Allah'a kavuşmuş olmaları sebebiyle mazur görülmüşlerdir. Sonrakiler aleyhine ise bir hüccettir. Çünkü..." dedi ve şu âyetleri okudu: "Ey inananlar! içki, kumar, putlar ve fal okları şüphesiz şeytan işi pisliklerdir,
bunlardan kaçının ki saadete eresiniz. Şeytan şüphesiz içki ve kumar yüzünden aranıza düşmanlık ve kin sokmak ve sizi Allah'ı anmaktan, namazdan alıkoymak ister. Artık bunlardan vazgeçersiniz değil mi?"[15]
İsmâîl el-Kâdî anlatır: Şam ahalisinden bir grup içki içerler. Başlarında da vali oarak Yezid b. Ebî Süfyan vardır. Bunlar: "İçki bize helâldir" derler ve "inananlara ve yararlı iş işleyenlere tatmış olduklarından dolayı bir günah yoktur" âyetini kendilerince delil olarak kullanırlar. Yezîd, durumu Hz. Ömer'e yazar. Cevabında Hz. Ömer: "Halkı ifsad etmeden, onları bana gönder!" der. Onlar gelince Hz. Ömer konu ile ilgili ashâbla istişare eder. Onlar: "Ey mü'-minlerin emiri! Bizce onlar, Allah'a iftira ediyorlar ve O'nun izin vermediği şeyi dine sokmak istiyorlar..." derler.
Her iki haberde de, nüzul sebeplerini bilmemenin, âyetlerden kastedilen mânânın dışına çıkılmasına sebep olduğu açıkça görülmektedir.
Bir adam İbn Mesûd'a gelir ve şöyle der: "Mescidde arkamda Kur'ân'ı re'yi ile tefsir eden birisini bıraktım. 'Göğün, insanları bü-rüyecek ve gözle görülecek bir duman çıkaracağı günü bekle'[16] âyetini şöyle tefsir ediyor: Kıyamet gününde insanları bir duman sarar. Onların nefeslerini keser de sanki nezleye tutulmuş gibi olurlar..." Bunun üzerine İbn Mesûd cevap verir: "Kim birşey biliyorsa, onu söylesin. Bilmeyen de 'Allahu alem' desin. Çünkü bir kişinin, bilmediği şey hakkında 'Allah'u alem' demesi, onun âlimliğini gösterir. Böyle diyorum, çünkü (âyetin nüzul sebebi var): Kureyş, Hz. Peygamber'e karşı koydu. Bunun üzerine Hz. Peygamber onlar aleyhinde Yusuf un kıtlık seneleri gibi kıtlığa tutulmaları için dua etti. Bunun sonucunda kıtlık ve yokluğa maruz kaldılar da kemikleri bile yediler. Göğe baktıklarında, halsizlikten gökte duman gibi birşey görür hale geldiler. İşte bunun üzerine: "Göğün, insanları bürüyecek ve gözle görülecek bir duman çıkaracağı günü bekle" âyeti indi.
İşte Kur'ân âyetlerinin anlaşılması konusunda nüzul sebeplerini bilmenin önemi böyle. Örneklerde de görüldüğü gibi, şayet sebep zikredilmeyecek olursa, inen âyetin mânâsını ihtimalsiz ve problem doğurmayacak bir şekilde tam olarak anlamak mümkün olmamaktadır. Hz. Peygamber: "Kur'ân'ı dört kişiden alın"[17]buyurmuştur. Bunlardan biri de Abdullah b. Mesûd'dur. O, irâd ettiği bir hutbede şöyle demiştir: "Allah'a yeminle söylüyorum ki, Rasû-lullah'ın ashabı, benim onların Allah'ın kitabını en iyi bilenlerinden biri olduğumu bilir" Bir başka seferinde de şöyle demiştir: "Kendisinden başka ilâh olmayan Allah'a yemin ederim ki, Kur'ân'dan inen her bir sûrenin nerede indiğini mutlaka bilirim. İnen her âyetin ne hakkında indiğini mutlaka bilirim. Eğer Allah'ın kitabını benden daha iyi bilen birinin bulunduğunu bilsem ve o da uzaklarda olsa, mutlaka deveme biner ve ona giderim" O bu sözleriyle, nüzul sebeplerini bilmenin, bir kimsenin Kur'ân âlimi olabilmesi için mutlaka bulunması gereken ilimlerden olduğuna işaret etmektedir.
Hasen (el-Basrî) şöyle demiştir: "Allah, indirdiği her bir âyetin ne hakkında indirildiğinin ve ondan ne kastedildiğinin öğrenilmesini sever" Bu, konu hakkında bir delil ve nüzul sebeplerini öğrenmeye yönelik bir teşviktir.
İbn Şîrîn ise şöyle anlatır: Ubeyde'ye Kur'ân'dan birşey sordum. Bana: "Allah'tan kork, doğru yolu tut! Kur'ân'ın ne hakkında indiğini bilen kimseler göçtüler" dedi.Kısaca, nüzul sebeplerini bilme, tefsir ilmiyle uğraşmak için zorunludur.
Fasıl:
Kur'ân'ı anlamak için gerekli ilimlerden biri de, Kur'ân'ın indiği sırada mevcut bulunan söz, fiil ve hareket tarzlarıyla ilgili Arap âdetlerini bilmektir. Özel bir nüzul sebebi yoksa, Kur'ân ilmine dalmak isteyen kimse için bu bilginin olması zarurîdir. Aksi takdirde, başka türlü içinden çıkılması imkânsız olan problem ve çıkmazlar içerisine düşer. Bu konuda daha önce geçen Makâsıd bölümünün İkinci Nev'inde verilen izahlar[18] yeterlidir. Çünkü orada bu konu ile ilgili sadra şifa verici ve doyurucu açıklamalar yapılmıştır. Maksat her ne kadar anlaşılmış ise de konunun daha iyi kavranması için burada örnekler vermemiz gerekecektir:
1. Örnek: "Allah için hac ve umreyi tamamlayın"[19]âyetidir. Bu âyet, 'hac yapın' şeklinde değil de, tamamlayın şeklinde gelmiştir. Çünkü onlar, İslâm öncesi dönemde hac yapıyorlardı; ancak bazı vecibelerini değiştirmişler, bir kısmını eksiltmişlerdi; Arafat'ta vakfe yapmak vb. gibi. İşte bu yüzden emir, tamamlanması şeklinde gelmiştir. Haccın vacip oluşunu ortaya koyan nass ise: "Oraya yol bulabilen insana, Allah için Kabe'yi haccetmesi gereklidir"[20] âyetidir. Durumun öyle olduğu bilinince (2/196) âyetinde haccın ya da umrenin vacip olup olmadığına dair bir delâlet bulunup bulunmadığı açıklık kazanmış olacaktır.
2. Örnek: "Rabbimiz! Eğer unutacak veya yanılacak olursak bizi sorgulama![21] âyetidir. Ebû Yusuftan bu âyetin şirk hakkında nazil olduğu rivayet edilmiştir. Şöyle ki: Onlar küfürden henüz yeni çıkmış idiler. Tevhidde bulunmak istiyorlar, fakat eski alışkanlıkları sebebiyle yanılıp küfrü gerektirecek söz söylüyorlardı. Allah, zor kullanma (ikrah) karşısında kalan kimsenin küfür kelimesini söylemesini mazur gördüğü gibi onların bu hallerim de mazur gördü ve affetti. Ebû Yusuf şöyle demiştir: "Bu şirk hakkındadır; talâk, köle âz âdı, alış veriş üzerine yapılan yeminler hakkında değildir. Çünkü talâk ve köle âzâdı üzerine yapılan yeminler onların zamanlarında yoktu"
3. Örnek: "Yukarılarında (fevk) olan Rablerinden korkarlar[22]
"Gökte olanın sizi yerin dibine geçirmesinden güvende misiniz?[23] gibi âyetlerdir. Bu tür âyetler, onların mevcut telakkileri doğrultusunda inmiştir. Onlar her ne kadar bir ve hak olan Allah'ın ulûhiyetini kabul ediyorlarsa da ayrıca yeryüzünde bulunan tanrılar da edinmekteydiler. İşte âyetler yukarıda olmanın Allah'a tayin ve tahsisi doğrultusunda inmiş, böylece onların tanrıların yeryüzünde olduğu şeklindeki telakkilerini reddetmiştir. Dolayısıyla bu gibi âyetlerde Allah'a bir cihet isbat etme gibi bir delâlet asla mevcut değildir. Bu yüzdendir ki Allah Teâlâ: "Tavanları yukarılarından üzerlerine çöktü''[24] buyurmuştur.[25]Düşün ve diğer âyet ve hadişler için de aynı durumu göz Önünde bulundur.
4. Örnek: "Şi'râ yıldızının Rabbi O'dur"[26] Bu gezegenin[27] diğerleri içerisinden aynca zikredilmesi, Arapların ona tapınmış olmaları sebebiyledir. Bunlar Huzâa kabilesi idi ve bunu ilk kez Ebû Kebşe başlatmıştı. Araplar, bu yıldızdan başkasına tapmamışlar-dır.
Fasıl:
Nüzul sebeplerini bilmenin gerekliliği konusunda, bazen Sünnet de Kur'ân ile müştereklik gösterir. Zira pek çok hadis, sebepler üzerine vârid olmuştur. Dolayısıyla onların anlaşılabilmesi için mutlaka bunların yani vürûd sebeplerinin bilinmesi gerekir. Birkaç örnek: Hz. Peygamber, kurban etlerinin üç günden fazla tutulmasını yasaklamıştı. Daha sonraları Hz. Peygamber'e insanların kurbanlarından istifade ettikleri, kavurma yaptıkları, derisinden kırba edindikleri söylendi. Hz. Peygamber: "Bunun nesi var?" diye sordu. Onlar: "Kurban etlerinin üç günden fazla tutulmasını yasaklamıştın" dediklerinde: "Ben onu size sadece (Medine'ye sökün eden) yoksul insanların doyurulması için yasaklamıştım. Dolayısıyla, yiyin, tasadduk edin ve (kavurma yapıp) saklayın[28] buyurdu. Cemâate gelmeyenlerin evlerini başlarına yıkma tehdidini içeren hadis[29]de böyledir. Çünkü "Öyle gördüm ki, bizden hiçbir kimse cemaatten geri kalmazdı. Nifakları malum olan münafıklar hariç" şeklindeki İbn Mesûd hadisi, bunun münafıklar hakkında olduğunu açıklamaktadır. "Ameller niyetlere göredir..[30] hadisifnin son tarafı) da böyledir ve bir sebebe müsteniden söylenmiştir. Şöyle ki: Müslümanların hicret etmeleri emro-lununca, emri yerine getirmek üzere hicret ettiler. İçlerinde Ümmü Kays adında kendisiyle evlenmek istediği bir kadın sebebiyle hicrete katılan bir adanı da vardı. Bu sırf hicret emri sebebiyle yola çıkmamıştı. Maksadı kadınla evlenmekti. Daha sonraları bu adama "Ümmü Kays Muhaciri" adını vermişlerdir. Bu kabilden örnekler çoktur. [31]
Buna iki husus delâlet eder: 1.
Kur'ân'ın i'câzı iki şeyle bilinir:
a) Arap dilinin kullanılışında gözetilen maksatları bilmek.
b) Meânî ve Beyan ilimlerini bilmek. Bu ilimlerin esasını ise, halin iktizâ ettiği durumları bilmek teşkil eder: Meselâ, bizzat hitap yönünden hitabın halini, hitap edenin (muhâtıb) veya muhatabın halini ya da hepsinin halini bilmek gibi. Zira aynı söz, iki ayrı hale, iki ayrı muhataba ve daha başka durumlara göre farklı farklı anlaşılabilir. Meselâ, istifhamı (soru) ele alalım: Bunun lafzı aynıdır; fakat gerçek soru yanında takrir (onaylama), tevbîh (azarlama) vb. gibi başka mânâları da verir. Keza emir sîgası, emretme yanında, ibâ-ha, tehdit, ta'cîz... vb. gibi mânâlar da içerir. Bu durumda maksûd olan mânâya delâleti ancak haricî unsurlar (hal karineleri) belirler. Bunların esasını da halin gerekleri oluşturur. Her hal nakledilemez, her karine de nakledilen sözle birlikte bulunamaz. Maksadı belirlemeye delâlet eden bu karinelerden bir kısmı yok olduğu zaman, o sözün anlaşılması tümden imkânsız hale gelebilir veya ancak kısmen doğru anlaşılabilir. İşte nüzul sebeplerini bilmek, bu türden olan müşküleri ortadan kaldırır. Dolayısıyla nüzul sebeplerini bilmek, Kitab'm anlaşılabilmesi için zarurî olan ilimlerdendir. Sebebin bilinmesi ise, halin gereğim bilmek demektir. 2.
Nüzul sebeplerini bilmemek, şüphe ve çıkmazlar içerisine düşülmesine yol açar, aslında zahir olan nassları mücmel hale sokar ve bunun sonucunda ihtilâflar doğar. Bu ise, anlaşmazlıklara ve ümmetin bölünmesine sebep olabilir.
Bu hususu Ebû Ubeyd'in naklettiği şu olay gayet iyi açıklar: İbrahim et-Teymî anlatır: Birgün Hz. Ömer yalnız başına kaldı ve düşünceye dalarak kendi kendine: "Bu ümmet nasıl olur da ihtilafa düşebilir; peygamberi bir, kıblesi bir" dedi. (Onun bu düşüncesini okur gibi) İbn Abbâs şöyle dedi: "Ey Mü'minlerin emiri! Bize Kur'ân indi ve biz onu okuduk. Okurken, onun kimin hakkında nazil olduğunu biliyorduk. Bizden sonra kavimler gelecek; bunlar Kur'ân okuyacaklar fakat kimin hakkında indiğini bilmeyecekler. Bunun sonucunda Kur'ân hakkında şahsî görüşler (re'y) ortaya çıkacak. Onun hakkında şahsî görüşler ortaya çıkınca da ihtilafa düşecekler, ihtilafa düşünce de birbirine girecekler" Böyle deyince Hz. Ömer onu susturdu ve azarladı. İbn Abbâs da oradan ayrıldı. Hz. Ömer, onun sözleri üzerinde düşündü ve ne kastettiğini anladı. Bunun üzerine onu çağırttı ve: "Sözlerini bana tekrarla!" dedi. O da tekrarladı. Hz. Ömer, sözünün mânâsını anladı ve bu yorum hoşuna gitti.
İbn Abbâs'm sözü dikkate alınması bakımından sahihtir ve o anlaşıldığında maksat en yakın bir şekilde ortaya çıkacaktır.
İbn Vehb, Bükeyr'den rivayet eder: O Nâfi'e: "İbn Ömer'in Harûriyye[8] hakkındaki görüşü ne idi?" diye sorar. Nâfi' şöyle der: "Onları insanların en şerlileri görürdü. Çünkü onlar, kâfirler hakkında inen âyetlerden hareket etmişler ve onları mü'minler aleyhinde kullanmışlardır" İbn Abbâs'm üzerine dikkat çektiği re'yin mânâsı işte budur ve Kur'ân'ın niçin indiğini bilmemekten kaynaklanmaktadır.
Mervan, kapıcısına: 'Tâ Râfi'! İbn Abbâs'a git ve ona de ki: Eğer kendilerine verilen şeyden dolayı sevinen ve yapmadığı şeyden dolayı da övülmeyi seven herkes azap görecekse, o zaman biz hepimiz azap göreceğiz demektir" (Bu soruya) İbn Abbâs şöyle cevap verdi: "Bu âyetle sizin ne ilginiz var? Hz. Peygamber yahudileri çağırmış ve onlara birşey sormuştu. Yahudiler onu sakladılar ve yanlış bilgi verdiler. Üstelik kendilerine sorulan konuda cevap vermiş olmaktan dolayı övgü beklediklerini ihsas ettiler ve gizleyip yanlış bilgi verdikleri için de sevindiler" İbn Abbâs sonra şu âyeti okudu: "Allah, kendilerine kitap verilenlerden, onu insanlara açıklayacaksınız ve gizlemeyeceksiniz, diye ahid almıştı. Onlar ise, onu arkalarına atıp az bir değere değiştiler. Alış verişleri ne kötüdür! Ettiklerine sevinen ve yapmadıklarıyla övülmekten hoşlananların, sakın sakın onların azaptan kurtulacaklarını sanma;elem verici azap onlaradır[9] Bu sebep, âyetten maksadın, Mervân'-ın anladığı şekilde olmadığını ortaya koymuştur.
"Kunût" kelimesi çeşitli mânâlara gelir[10]; dolayısıyla "Kûmu lillâhi kânitîn"[11]âyetini bu mânâlardan herhangi birine yormak mümkündür. Ancak âyetin iniş sebebi bilindiği zaman, murad olan mânâ açıklık kazanmış olur.[12]
Hz. Ömer, Kudâme b. Maz'ûn'u Bahreyn'de görevlendirmişti. el-Cârûd, Hz. Ömer'e geldi ve: "Kudâme içki içti ve sarhoş oldu" dedi. Hz. Ömer: "Bu dediğine şahitlik eden var mı?" diye sordu. el-Cârûd: "Ebû Hureyre, dediklerime şahitlik eder" dedi. ( Hz. Ömer, onu çağırttı ve): "Ey Kudâme! Çaresiz seni cezalandıracağım" dedi. Kudâme: "Vallahi, eğer ben onların dediği gibi içmiş olsam bile, sen beni cezalandıramazsın" dedi. Hz. Ömer: "Niye?" diye sordu. O: "Çünkü Allah Teâlâ: 'İnananlara ve yararlı iş işleyenlere tatmış olduklarından dolayı bir günah yoktur.'[13] buyuruyor" dedi. Hz. Ömer: "Ey Kudâme! Hiç şüphe yok ki sen, yanlış tevilde bulunuyorsun. Eğer sen Allah'tan sakınmış olsaydın, O'nun haram kıldığı şeyden uzak dururdun" dedi.
Başka bir rivayette şöyledir: Kudâme: "Beni niçin cezalandıra-cakmışsm? Benimle senin aranda Allah'ın kitabı var" dedi. Hz. Ömer: "Seni cezalandırmamam için hangi Allah'ın kitabından[14] bahsediyorsun?" diye sordu. O: "Allah kitabında 'İnananlara ve yararlı iş işleyenlere tatmış olduklarından dolayı bir günah yoktur.' buyuruyor; ben inanan ve yararlı iş işleyen, sonra sakınıp inanan, sonra sakınıp iyilikler yapan birisiyim; Hz. Peygamber ile birlikte Bedir'de, Uhud'da, Hendek'te ve daha pek çok yerde bulundum" dedi. Hz. Ömer: "Buna cevap vereniniz yok mu?" dedi. Bunun üzerine İbn Abbâs şöyle dedi: "Bu âyetler, (içkinin haram kılınması hadisesinden) Öncekiler için bir özür, sonrakiler aleyhine de bir hüccettir. Öncekiler, içki haram kılınmadan Önce Allah'a kavuşmuş olmaları sebebiyle mazur görülmüşlerdir. Sonrakiler aleyhine ise bir hüccettir. Çünkü..." dedi ve şu âyetleri okudu: "Ey inananlar! içki, kumar, putlar ve fal okları şüphesiz şeytan işi pisliklerdir,
bunlardan kaçının ki saadete eresiniz. Şeytan şüphesiz içki ve kumar yüzünden aranıza düşmanlık ve kin sokmak ve sizi Allah'ı anmaktan, namazdan alıkoymak ister. Artık bunlardan vazgeçersiniz değil mi?"[15]
İsmâîl el-Kâdî anlatır: Şam ahalisinden bir grup içki içerler. Başlarında da vali oarak Yezid b. Ebî Süfyan vardır. Bunlar: "İçki bize helâldir" derler ve "inananlara ve yararlı iş işleyenlere tatmış olduklarından dolayı bir günah yoktur" âyetini kendilerince delil olarak kullanırlar. Yezîd, durumu Hz. Ömer'e yazar. Cevabında Hz. Ömer: "Halkı ifsad etmeden, onları bana gönder!" der. Onlar gelince Hz. Ömer konu ile ilgili ashâbla istişare eder. Onlar: "Ey mü'-minlerin emiri! Bizce onlar, Allah'a iftira ediyorlar ve O'nun izin vermediği şeyi dine sokmak istiyorlar..." derler.
Her iki haberde de, nüzul sebeplerini bilmemenin, âyetlerden kastedilen mânânın dışına çıkılmasına sebep olduğu açıkça görülmektedir.
Bir adam İbn Mesûd'a gelir ve şöyle der: "Mescidde arkamda Kur'ân'ı re'yi ile tefsir eden birisini bıraktım. 'Göğün, insanları bü-rüyecek ve gözle görülecek bir duman çıkaracağı günü bekle'[16] âyetini şöyle tefsir ediyor: Kıyamet gününde insanları bir duman sarar. Onların nefeslerini keser de sanki nezleye tutulmuş gibi olurlar..." Bunun üzerine İbn Mesûd cevap verir: "Kim birşey biliyorsa, onu söylesin. Bilmeyen de 'Allahu alem' desin. Çünkü bir kişinin, bilmediği şey hakkında 'Allah'u alem' demesi, onun âlimliğini gösterir. Böyle diyorum, çünkü (âyetin nüzul sebebi var): Kureyş, Hz. Peygamber'e karşı koydu. Bunun üzerine Hz. Peygamber onlar aleyhinde Yusuf un kıtlık seneleri gibi kıtlığa tutulmaları için dua etti. Bunun sonucunda kıtlık ve yokluğa maruz kaldılar da kemikleri bile yediler. Göğe baktıklarında, halsizlikten gökte duman gibi birşey görür hale geldiler. İşte bunun üzerine: "Göğün, insanları bürüyecek ve gözle görülecek bir duman çıkaracağı günü bekle" âyeti indi.
İşte Kur'ân âyetlerinin anlaşılması konusunda nüzul sebeplerini bilmenin önemi böyle. Örneklerde de görüldüğü gibi, şayet sebep zikredilmeyecek olursa, inen âyetin mânâsını ihtimalsiz ve problem doğurmayacak bir şekilde tam olarak anlamak mümkün olmamaktadır. Hz. Peygamber: "Kur'ân'ı dört kişiden alın"[17]buyurmuştur. Bunlardan biri de Abdullah b. Mesûd'dur. O, irâd ettiği bir hutbede şöyle demiştir: "Allah'a yeminle söylüyorum ki, Rasû-lullah'ın ashabı, benim onların Allah'ın kitabını en iyi bilenlerinden biri olduğumu bilir" Bir başka seferinde de şöyle demiştir: "Kendisinden başka ilâh olmayan Allah'a yemin ederim ki, Kur'ân'dan inen her bir sûrenin nerede indiğini mutlaka bilirim. İnen her âyetin ne hakkında indiğini mutlaka bilirim. Eğer Allah'ın kitabını benden daha iyi bilen birinin bulunduğunu bilsem ve o da uzaklarda olsa, mutlaka deveme biner ve ona giderim" O bu sözleriyle, nüzul sebeplerini bilmenin, bir kimsenin Kur'ân âlimi olabilmesi için mutlaka bulunması gereken ilimlerden olduğuna işaret etmektedir.
Hasen (el-Basrî) şöyle demiştir: "Allah, indirdiği her bir âyetin ne hakkında indirildiğinin ve ondan ne kastedildiğinin öğrenilmesini sever" Bu, konu hakkında bir delil ve nüzul sebeplerini öğrenmeye yönelik bir teşviktir.
İbn Şîrîn ise şöyle anlatır: Ubeyde'ye Kur'ân'dan birşey sordum. Bana: "Allah'tan kork, doğru yolu tut! Kur'ân'ın ne hakkında indiğini bilen kimseler göçtüler" dedi.Kısaca, nüzul sebeplerini bilme, tefsir ilmiyle uğraşmak için zorunludur.
Fasıl:
Kur'ân'ı anlamak için gerekli ilimlerden biri de, Kur'ân'ın indiği sırada mevcut bulunan söz, fiil ve hareket tarzlarıyla ilgili Arap âdetlerini bilmektir. Özel bir nüzul sebebi yoksa, Kur'ân ilmine dalmak isteyen kimse için bu bilginin olması zarurîdir. Aksi takdirde, başka türlü içinden çıkılması imkânsız olan problem ve çıkmazlar içerisine düşer. Bu konuda daha önce geçen Makâsıd bölümünün İkinci Nev'inde verilen izahlar[18] yeterlidir. Çünkü orada bu konu ile ilgili sadra şifa verici ve doyurucu açıklamalar yapılmıştır. Maksat her ne kadar anlaşılmış ise de konunun daha iyi kavranması için burada örnekler vermemiz gerekecektir:
1. Örnek: "Allah için hac ve umreyi tamamlayın"[19]âyetidir. Bu âyet, 'hac yapın' şeklinde değil de, tamamlayın şeklinde gelmiştir. Çünkü onlar, İslâm öncesi dönemde hac yapıyorlardı; ancak bazı vecibelerini değiştirmişler, bir kısmını eksiltmişlerdi; Arafat'ta vakfe yapmak vb. gibi. İşte bu yüzden emir, tamamlanması şeklinde gelmiştir. Haccın vacip oluşunu ortaya koyan nass ise: "Oraya yol bulabilen insana, Allah için Kabe'yi haccetmesi gereklidir"[20] âyetidir. Durumun öyle olduğu bilinince (2/196) âyetinde haccın ya da umrenin vacip olup olmadığına dair bir delâlet bulunup bulunmadığı açıklık kazanmış olacaktır.
2. Örnek: "Rabbimiz! Eğer unutacak veya yanılacak olursak bizi sorgulama![21] âyetidir. Ebû Yusuftan bu âyetin şirk hakkında nazil olduğu rivayet edilmiştir. Şöyle ki: Onlar küfürden henüz yeni çıkmış idiler. Tevhidde bulunmak istiyorlar, fakat eski alışkanlıkları sebebiyle yanılıp küfrü gerektirecek söz söylüyorlardı. Allah, zor kullanma (ikrah) karşısında kalan kimsenin küfür kelimesini söylemesini mazur gördüğü gibi onların bu hallerim de mazur gördü ve affetti. Ebû Yusuf şöyle demiştir: "Bu şirk hakkındadır; talâk, köle âz âdı, alış veriş üzerine yapılan yeminler hakkında değildir. Çünkü talâk ve köle âzâdı üzerine yapılan yeminler onların zamanlarında yoktu"
3. Örnek: "Yukarılarında (fevk) olan Rablerinden korkarlar[22]
"Gökte olanın sizi yerin dibine geçirmesinden güvende misiniz?[23] gibi âyetlerdir. Bu tür âyetler, onların mevcut telakkileri doğrultusunda inmiştir. Onlar her ne kadar bir ve hak olan Allah'ın ulûhiyetini kabul ediyorlarsa da ayrıca yeryüzünde bulunan tanrılar da edinmekteydiler. İşte âyetler yukarıda olmanın Allah'a tayin ve tahsisi doğrultusunda inmiş, böylece onların tanrıların yeryüzünde olduğu şeklindeki telakkilerini reddetmiştir. Dolayısıyla bu gibi âyetlerde Allah'a bir cihet isbat etme gibi bir delâlet asla mevcut değildir. Bu yüzdendir ki Allah Teâlâ: "Tavanları yukarılarından üzerlerine çöktü''[24] buyurmuştur.[25]Düşün ve diğer âyet ve hadişler için de aynı durumu göz Önünde bulundur.
4. Örnek: "Şi'râ yıldızının Rabbi O'dur"[26] Bu gezegenin[27] diğerleri içerisinden aynca zikredilmesi, Arapların ona tapınmış olmaları sebebiyledir. Bunlar Huzâa kabilesi idi ve bunu ilk kez Ebû Kebşe başlatmıştı. Araplar, bu yıldızdan başkasına tapmamışlar-dır.
Fasıl:
Nüzul sebeplerini bilmenin gerekliliği konusunda, bazen Sünnet de Kur'ân ile müştereklik gösterir. Zira pek çok hadis, sebepler üzerine vârid olmuştur. Dolayısıyla onların anlaşılabilmesi için mutlaka bunların yani vürûd sebeplerinin bilinmesi gerekir. Birkaç örnek: Hz. Peygamber, kurban etlerinin üç günden fazla tutulmasını yasaklamıştı. Daha sonraları Hz. Peygamber'e insanların kurbanlarından istifade ettikleri, kavurma yaptıkları, derisinden kırba edindikleri söylendi. Hz. Peygamber: "Bunun nesi var?" diye sordu. Onlar: "Kurban etlerinin üç günden fazla tutulmasını yasaklamıştın" dediklerinde: "Ben onu size sadece (Medine'ye sökün eden) yoksul insanların doyurulması için yasaklamıştım. Dolayısıyla, yiyin, tasadduk edin ve (kavurma yapıp) saklayın[28] buyurdu. Cemâate gelmeyenlerin evlerini başlarına yıkma tehdidini içeren hadis[29]de böyledir. Çünkü "Öyle gördüm ki, bizden hiçbir kimse cemaatten geri kalmazdı. Nifakları malum olan münafıklar hariç" şeklindeki İbn Mesûd hadisi, bunun münafıklar hakkında olduğunu açıklamaktadır. "Ameller niyetlere göredir..[30] hadisifnin son tarafı) da böyledir ve bir sebebe müsteniden söylenmiştir. Şöyle ki: Müslümanların hicret etmeleri emro-lununca, emri yerine getirmek üzere hicret ettiler. İçlerinde Ümmü Kays adında kendisiyle evlenmek istediği bir kadın sebebiyle hicrete katılan bir adanı da vardı. Bu sırf hicret emri sebebiyle yola çıkmamıştı. Maksadı kadınla evlenmekti. Daha sonraları bu adama "Ümmü Kays Muhaciri" adını vermişlerdir. Bu kabilden örnekler çoktur. [31]
Konular
- ÜÇÜNCÜ MESELE:
- DÖRDÜNCÜ MESELE:
- BEŞİNCİ MESELE:
- ALTINCI MESELE:
- YEDİNCİ MESELE:
- SEKİZİNCİ MESELE:
- DOKUZUNCU MESELE:
- ONUNCU MESELE:
- ONBİRİNCİ MESELE:
- ONIKINCİ MESELE:
- İKİNCİ TARAF
- TAFSİL ÜZERE DELİLLER
- (Kitap, Sünnet, İcmâ ve Re'y)
- KİTAP (KUR'ÂN)
- BİRİNCİ MESELE:
- İKİNCİ MESELE:
- ÜÇÜNCÜ MESELE:
- DÖRDÜNCÜ MESELE:
- BEŞİNCİ MESELE:
- ALTINCI MESELE:
- YEDİNCİ MESELE:
- SEKİZİNCİ MESELE:
- DOKUZUNCU MESELE:
- ONUNCU MESELE:
- ONBİRİNCİ MESELE:
- ONİKİNCÎ MESELE:
- ONİKİNCİ MESELE:
- ONDÖRDÜNCÜ MESELE:
- İKİNCİ DELİL: SÜNNET
- BİRİNCİ MESELE: