ÜÇÜNCÜ MESELE:
Kur'ân'da yer alan her naklin (hikâye, kıssa, söz) mutlaka ya önünde ya da sonunda ki çoğu kez bu şekilde olur bir red bulunur ya da bulunmaz. Eğer o nakle karşı bir red varsa, onun bâtıl ve yalan olduğu konusunda herhangi bir problem bulunmayacaktır.Eğer reddine dair bir izah yoksa, o zaman bu o nakledilen şeyin sıhhat ve doğruluğunu gösteren bir delil olacaktır.
Birincisi açıktır ve hakkında delil ikâmesine gerek yoktur. Ancak Örneklerle konunun açıklık kazanmasına çalışılacaktır: Allah Teâiâ, Kur'ân'da: "Allah, hiçbir insana birşey indirmemiştir" sözlerini naklettikten sonra onların bu sözünü, arkasından: "De ki: Musa'nın insanlara nûr ve yol gösterici olarak getirdiği Kitâb't kim indirdi?"[32] buyurarak reddetmiştir. Allah'ın yarattığı hayvanlar ve ekinlerden ayırdıkları pay için "Bu Allah'ındır, bu da putlarımızın-dır[33] sözlerini "Kendi kuruntularınca" ve "Ne kötü hüküm veriyorlar!" ifadeleriyle reddetmiştir. Sonra: "Bu hayvanlar ve ekinleri dilediğimizden başkasının yemesi yasaktır, bir kısım hayvanlar üzerine yük vurmak da haramdır..." sözlerini naklettikten sonra bunu, "Allah, yaptıkları iftiralara karşı onları cezalandıracaktır"[34]buyruğu ile reddetmiştir. Sonra: "Bu hayvanların karınlarında olan yavrular yalnız erkeklerimize mahsus olup, eşlerimize yasaktır. Ölü doğacak olursa hepsi ona ortak olurlar" sözlerini naklettikten sonra bunun fesadına "Allah, bu tür sözlerin cezasını verecektir"[35] buyruğu ile işaret etmiştir. "İnkâr edenler: Bu Kur'ân Mu-hammed'in uydurmasıdır, ona başka bir topluluk yardım etmiştir" diye naklettikten sonra onların bu iddiasını: "Haksız ve asılsız bir söz uydurdular[36] buyurarak reddetmiştir. "Kur'ân, öncekilerin masallarıdır..." sözlerini, arkasından gelen: "De ki: O'nu göklerin ve yerin sırrını bilen indirmiştir"[37]buyruğu ile reddetmiştir. "Bu zâlimler inananlara: 'Siz sadece büyülenmiş bir adama uyuyorsunuz' dediler" sözlerini: "Sana nasıl misal getirdiklerine bak! Onlar sapmışlardır, yol bulamazlar"[38] buyruğu ile reddetmiştir. "Kâfirler: 'Bu pek yalancı bir sihirbazdır, tanrıları tek bir tanrı mı yaptı... Kur'ân aramızda Muhammed'e mi indirilmeliydi?" sözlerini: "Hayır; bunlar Kur'ân'ımızdan şüphededirler"[39] buyurarak reddetmiştir. ... "Rahman çocuk edindi" sözlerini pek çok çeşitli yer ve münasebetlerle reddetmiştir. Meselâ: "Hâşâ; hayır; melekler şerefli [354] kılınmış kullardır[40]"Allah oğul edindi.dediler. Hâşâ, oysa göklerde ve yerde olanlar O'nundur[41]"Allah oğul edindi, dediler.Hâşâ, O müstağnidir, göklerde ve yerde olanlara sahiptir[42] "Rah-man'a çocuk isnad etmelerinden dolayı, neredeyse gökler paralanacak, yer yarılacak, dağlar göçecekti[43] Ve buna benzer daha pek çok örnek. Kur'ân'ı okuyan ve bu konuyu hatırında tutan kimse, bu söylediklerimizi rahatlıkla anlayacaktır.
İkincisine gelince, bu da açıktır. Ancak o nakledilen şeyin sıhhat ve doğruluğuna delil, bizzat o olayın anlatılmış olmasından çıkarılmaktadır. Çünkü Kur'ân, hak ile bâtılı ayıran, her şeyi açıklayan, doğruyu gösteren anlamında furkân, hidâyet, burhan, beyan ve tibyân gibi adlarla anılmaktadır. O, genel anlamda ve tafsilat üzere, mutlak ve umûm olarak bütün yaratıklara karşı Allah'ın hüccetidir. Onun bu özelliği, içerisinde hak olmayan birşeyin nakli karşısında susmuş olması ve onun bâtıllığma dikkat çekmemesi ile bağdaşamaz.
Sonra[44], eski ümmetlerin şerîatlerinden ve hükümlerinden naklolunanların tümü, eğer fesatları ve Allah'a karşı düzülmüş iftira oldukları belirtilmemişse hak olmakta ve bir grup ulemâya göre bizim şeriatımızda da şer'î bir delil kılınmaktadır. Diğer bir grup ise onun delilliğini reddetmektedirler. Ancak bu, onların doğru olmadıkları açısından olmamakta, bir başka sebepten olmaktadır. Dolayısıyla İslâm ulemâsı, Kur'ân'da anlatılan bu gibi hükümlerin bizim şeriatımız gibi hak ve doğru olduğunda ittifak etmişlerdir. Buna göre ikisi arasındaki ayırım sadece nesh yoluyla olmaktadır. Eğer onda bulunan bir başka hususa dikkat çekilmişse, o zaman onun hükmü birinci türden olacaktır: Meselâ Allah Teâlâ'mn şu âyetlerinde olduğu gibi: "Oysa onlardan birtakımı Allah'ın sözünü işitiyor, ona akılları yattıktan sonra bile bile onu tahrif ediyorlardı[45]"Sözleri asıl yerlerinden değiştirirler de 'Böyle bir fetva size verilirse alın, verilmezse kaçının' derler.[46] "Yahudilerden, sözleri yerlerinden değiştirip: 'işittik ve karşı geldik, kulak vermeyerek dinle' ve dillerini eğip bükerek ve dini yererek: 'Bizi de dinle' diyenler vardır[47] Bu tarzda olanlar, bâtıllığı açık olan birinci kısım içerisine girerler.
İkinci kısmın örnekleri içerisine, Kuran'm önceki ümmetler hakkında anlattıkları şeylerin tümü girer; peygamberlerden ve velîlerden bahsetmesi gibi ki, Zülkarneyn kıssası, Hızır ile Mûsâ kıssası, Ashâb-ı Kehf kıssası vb. bunlardandır.
Fasıl:
Bu aslın bidüziyeliğinden dolayıdır ki, mantıkçılar buna itimat etmiş ve usûlcülerden bir grup, kâfirlerin furû ile muhatap olduğuna bununla istidlalde bulunmuşlardır. Çünkü âyette şöyle buyurul-maktadır: "Suçlulara: 'Sizi bu yakıcı ateşe sokan nedir?' diye sorarlar. Onlar derler ki: "Namaz kılanlardan değildik, düşkün kimseyi doyurmazdık.[48] Eğer onların bu sözü bâtıl olsaydı, Allah Teâlâ mutlaka onu naklettikten sonra reddeder, yanlış olduğunu açıklardı.
Ashâb-ı Kehfin yedi kişi, sekizincilerinin de köpekleri olduğuna yine bu esastan hareketle istidlalde bulunulmuştur. Şöyle ki Allah Teâlâ: "Ashâb-ı Kehf üçtür, dördüncüleri köpekleridir" ve "Beştir, altıncıları köpekleridir" diye nakilde bulunduktan sonra "Karanlığa taş atar gibi" tabirini kullanarak onların bu sözlerini reddetmiştir. Yani onların bu konuda tâbi oldukları bir delilleri yoktur, sadece zanna tâbi olmaktadırlar. Zan ise hakkı ortaya koymaz. Ancak: "Onlar yedidir, sekizincileri köpekleridir" diye nakilde bulunduktan sonra bunun da bâtıl olduğunu belirtmemiştir. Aksine "De ki: Onların sayılarını en iyi bilen Rabbimdir. Onları pek az kimseden başkası bilmez"[49] buyurmuştur. Ayetin bu şekilde şevki, ilk iki görüşün değil de bu sonuncusunun sahih olduğunu gösteren bir delil olmaktadır.
Rivayete göre İbn Abbâs: "Ben, onların sayısını bilen o pek az kişiden biriyim" derdi.
Sehl b. Abdillah'tan nakledilmiş gördüm: Ona Hz. İbrahim'in âyette geçen: "Rabbim, ölüleri nasıl dirilttiğini bana göster"[50] sözünün bir şüpheden mi kaynaklandığını sorarlar. O şöyle cevap verir: "Hayır, bu sadece bulunduğu iman mertebesinin üzerinde bir îmâna yükselmesini talep olmaktadır. Dikkat edilecek olursa: Allah Teâlâ, "İnanmıyor musun?" sorusuna verdiği: "Evet inanıyorum" şeklindeki cevabını yalanlanmamıştır. Eğer onda şek ve şüphe bulunsaydı, onun bu sözünde yalancı olduğunu mutlaka ortaya koyardı. Buradan da anlaşılıyor ki, itmi'nân hali, imanda ziyadelik üzerine kurulan bir mertebedir. Ama bedevilerle ilgili âyetlerde böyle olmamıştır: "Bedeviler: 'İnandık.' dediler" şeklinde onların sözünü naklettikten sonra Allah Teâlâ hemen onların sözlerinde doğru olmadıklarını: "De ki: İnanmadınız ama islâm olduk deyin; inanç henüz gönüllerinize yerleşmedi[51] buyurarak red cihetine gitmiştir.
Kur'ân'da nakledilen kıssalar ve onların anlatılış tarzları üzerinde duranlar, onlar içerisinden hangisinin hak, hangisinin bâtıl olduğunu böylece anlayabilir.
Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: "Ey Muhammedi Münafıklar sana gelince: 'Senin şüphesiz Allah'ın peygamberi olduğuna şehadet ederiz' derler" Münafıkların bu sözünde hakkın bâtıl ile karıştırılması vardır; dış görünüşüyle doğru, fakat içi yalan. Onlar bu sözleriyle inançlarını haber veriyorlar. Bu gerçeğe uygun değildir. Allah Teâlâ, "Allah, senin kendisinin peygamberi olduğunu bilir" buyurmak suretiyle onların sözlerinin zahirini doğruluyor, öbür taraftan: "Bunun yanında Allah, münafıkların yalancı olduklarını da bilir" buyurmak suretiyle de onların kasıtlarının bâtıl olduğunu göstermek istiyor.
Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: "Onlar Allah'ı gereği gibi de-ğerlendiremediler. Bütün yeryüzü, kıyamet günü onun avucunda-dır; gökler O'nun kudretiyle durulmuş olacaktr"[52] Bu âyetin nüzul sebebi Tirmizî'nin rivayet edip sahih olduğunu söylediği şu olaydır: Bir yahudi Hz. Peygamber'e uğradı. Hz. Peygamber ona: "Ey yahudi bize anlat" dedi. O: "Ey Ebu'l-Kâsım! Allah gökleri şunun, yeryüzünü şunun, suları şunun, dağları şunun ve diğer yaratıkları da şunun üzerine koyduğu zaman nasıl söylersin?" dedi ve râvi önce serçe parmağına ve sonra sırasıyla baş parmağa kadar parmaklarına işaret etti {yahudi böyle yapmıştı). Bunun üzerine Allah Teâlâ'mn: "Onlar Allah'ı gereği gibi değerlendi-remedüer..." âyeti indi.
Bir başka rivayet de şöyledir: Bir yahudi, Hz. Peygamber'e geldi ve: "Yâ Muhammedi Allah, gökleri bir parmak, yeryüzünü bir parmak, dağları bir parmak ve diğer yaratıkları da bir parmak üzerinde tutar ve sonra: 'Ben Melik'im' der" dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber azı dişleri gözükecek kadar güldü ve: "Onlar Allah'ı gereği gibi değerlendiremediler..." âyetini okudu.
Bir başka rivayette ise: Hz. Peygamber hem taaccübünden hem de onu tasdik makamında güldü. Birinci hadis sanki bunun tefsiri mahiyetindedir. Onunla "Onlar Allah'ı gereği gibi değerlendiremediler..." âyetinin mânâsı da açıklık kazanmaktadır. Çünkü âyet, yahudinin sözünün genel anlamda doğru olduğunu,
"Bütün yeryüzü, kıyamet günü onun av ucundadır; gökler O'nun kudretiyle durulmuş olacaktır'[53] ifadesiyle tasdik etmektedir. Ancak onun Allah'a ait bir özelliği anlatırken saygılı olmadığını ve Rabliğin ne demek olduğundan gafil bulunduğunu açıklamıştır. Çünkü o parmaklardan kastedilen mânâyı açıklarken kendi parmağına işaret etmişti. Bu ise, Allah Teâlâ'yı her türlü noksanlıklardan tenzih etme ilkesine ters düşer. O yüzden: "Onlar Allah'ı gereği gibi değerlendiremediler..." buyurulmuştur.
Münafıklar için de: 'O kulaktır' (yani hakka da bâtıla da kulak kesiliyor) diyerek peygamberi incitenler vardır" buyurur. Allah Teâlâ, onların bu sözünü bâtıl olan konuda reddetmiş, hak karşısında ise isbat etmiş ve: "O kulak, sizin için kayır kulağıdır" buyurmuştur. Bu sözle Hz. Peygamber'i incitmek kastettikleri için de: "Allah'ın peygamberini incitenlere can yakıcı azap vardır'[54] buyurmuştur.
Bir âyet de şöyledir: "Onlara: 'Allah'ın size verdiği rızıktan harcayın' denince inkâr edenler inananlara: 'Allah dileseydi doyurabileceği bir kimseyi biz mi doyuralım?' derler"[55]Burada, bir delil ileri sürüp infâktan kaçınma söz konusudur. Ancak delil ikamesinden amaç, gerçek anlamda bir delil getirme olmayıp alaya almadır. Allah onların bu sözlerini: "Doğrusu siz apaçık bir sapıklıktasınız" buyurarak reddetmiştir. Çünkü onların yaptığı bu şey, emre uymadan yan çizmekti. Kendilerine yönelen "harcayın" emrine verilecek cevap ya evet ya da hayır olacaktı yani ya emre uymuş ya da isyan etmiş olacaklardı. Ancak onlar böyle yapmayıp hiçbir şekilde karşı konulamayacak[56] olan Allah'ın meşîetini dillerine dolayarak infak-tan kaçınmalarına bir delil bulmaya çalıştılar; fakat bu çabalan ummadıkları şekilde kendi aleyhlerine döndü.[57]Çünkü onların yaptıkları, Allah'ın meşîetine (dilemesine) yine O'nun meşîetini ileri sürerek itiraz etme anlamına geliyordu. Zira Allah Teâlâ onları infakla yükümlü tutmayı dilemişti. Bu durumda onlar sanki şöyle demiş oluyorlardı: "Bizden bu talebi nasıl isteyebilir? Eğer onları doyurmayı dileseydi, doyururdu" Bu, bizzat ileri sürülen delilin kullanılışı konusunda şaşkınlığın bir ifadesidir.
Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: "Dâvud ve Süleyman da milletin koyunlarının yayıldığı bir ekin hakkında hüküm veriyorlarken, Biz onların hükmüne şahit idik, Süleyman'a bu meselenin hükmünü bildirmiştik; her birine hüküm ve ilim verdik[58]Süleyman'a bu meselenin hükmünü bildirmiştik" buyruğu onun verdiği hükümde isabet etmiş olduğunu gösterir; bu ifade Davud'un da hükümde isabet etmediğini îmâ eder. Ancak, müctehid hüküm verme esnasında bütün gayretini ortaya koymuşsa, isabet etmese bile mazur ve ecir kazanmış olacağı İçin buna beyan makamında: "Her birine hüküm ve ilim verdik" buyurmuştur. Bu konumuzla ilgili açık olmayan bir beyan şeklidir.[59] el-Hasen (el-Basrî) şöyle der: "Eğer Allah, bu iki peygamber hakkındaki bu hükmünü zikretmemiş olsaydı, bütün kadıların helak olduğunu söyleyebilirdim. Çünkü Allah Teâlâ, birini ilmi ile Överken, Öbürünü ise içtihadından dolayı mazur görmüştür" Konu burada uzayıp gider. Bu zikredilenler maksadı ifade için yeterlidir. Başarı ancak Allah'tandır.
Fasıl:
Sünnet de bu esas altında mütalaa edilebilir. Çünkü ulaşılan kaide ortaya koymuştur ki, Hz. Peygamber gördüğü, işittiği bir bâtıl karşısında susmaz, mutlaka onu açıklar ve değiştirirdi. Ancak o şeyin bâtıllığı artık sahabe tarafından iyice anlaşılmış ise, o zaman daha önce yapılmış olan beyanlara itimatla sükût edebilirdi. Bu mesele usûl kitaplarında zikredildiği için bu kadarı ile yetiniyoruz. [60]
Birincisi açıktır ve hakkında delil ikâmesine gerek yoktur. Ancak Örneklerle konunun açıklık kazanmasına çalışılacaktır: Allah Teâiâ, Kur'ân'da: "Allah, hiçbir insana birşey indirmemiştir" sözlerini naklettikten sonra onların bu sözünü, arkasından: "De ki: Musa'nın insanlara nûr ve yol gösterici olarak getirdiği Kitâb't kim indirdi?"[32] buyurarak reddetmiştir. Allah'ın yarattığı hayvanlar ve ekinlerden ayırdıkları pay için "Bu Allah'ındır, bu da putlarımızın-dır[33] sözlerini "Kendi kuruntularınca" ve "Ne kötü hüküm veriyorlar!" ifadeleriyle reddetmiştir. Sonra: "Bu hayvanlar ve ekinleri dilediğimizden başkasının yemesi yasaktır, bir kısım hayvanlar üzerine yük vurmak da haramdır..." sözlerini naklettikten sonra bunu, "Allah, yaptıkları iftiralara karşı onları cezalandıracaktır"[34]buyruğu ile reddetmiştir. Sonra: "Bu hayvanların karınlarında olan yavrular yalnız erkeklerimize mahsus olup, eşlerimize yasaktır. Ölü doğacak olursa hepsi ona ortak olurlar" sözlerini naklettikten sonra bunun fesadına "Allah, bu tür sözlerin cezasını verecektir"[35] buyruğu ile işaret etmiştir. "İnkâr edenler: Bu Kur'ân Mu-hammed'in uydurmasıdır, ona başka bir topluluk yardım etmiştir" diye naklettikten sonra onların bu iddiasını: "Haksız ve asılsız bir söz uydurdular[36] buyurarak reddetmiştir. "Kur'ân, öncekilerin masallarıdır..." sözlerini, arkasından gelen: "De ki: O'nu göklerin ve yerin sırrını bilen indirmiştir"[37]buyruğu ile reddetmiştir. "Bu zâlimler inananlara: 'Siz sadece büyülenmiş bir adama uyuyorsunuz' dediler" sözlerini: "Sana nasıl misal getirdiklerine bak! Onlar sapmışlardır, yol bulamazlar"[38] buyruğu ile reddetmiştir. "Kâfirler: 'Bu pek yalancı bir sihirbazdır, tanrıları tek bir tanrı mı yaptı... Kur'ân aramızda Muhammed'e mi indirilmeliydi?" sözlerini: "Hayır; bunlar Kur'ân'ımızdan şüphededirler"[39] buyurarak reddetmiştir. ... "Rahman çocuk edindi" sözlerini pek çok çeşitli yer ve münasebetlerle reddetmiştir. Meselâ: "Hâşâ; hayır; melekler şerefli [354] kılınmış kullardır[40]"Allah oğul edindi.dediler. Hâşâ, oysa göklerde ve yerde olanlar O'nundur[41]"Allah oğul edindi, dediler.Hâşâ, O müstağnidir, göklerde ve yerde olanlara sahiptir[42] "Rah-man'a çocuk isnad etmelerinden dolayı, neredeyse gökler paralanacak, yer yarılacak, dağlar göçecekti[43] Ve buna benzer daha pek çok örnek. Kur'ân'ı okuyan ve bu konuyu hatırında tutan kimse, bu söylediklerimizi rahatlıkla anlayacaktır.
İkincisine gelince, bu da açıktır. Ancak o nakledilen şeyin sıhhat ve doğruluğuna delil, bizzat o olayın anlatılmış olmasından çıkarılmaktadır. Çünkü Kur'ân, hak ile bâtılı ayıran, her şeyi açıklayan, doğruyu gösteren anlamında furkân, hidâyet, burhan, beyan ve tibyân gibi adlarla anılmaktadır. O, genel anlamda ve tafsilat üzere, mutlak ve umûm olarak bütün yaratıklara karşı Allah'ın hüccetidir. Onun bu özelliği, içerisinde hak olmayan birşeyin nakli karşısında susmuş olması ve onun bâtıllığma dikkat çekmemesi ile bağdaşamaz.
Sonra[44], eski ümmetlerin şerîatlerinden ve hükümlerinden naklolunanların tümü, eğer fesatları ve Allah'a karşı düzülmüş iftira oldukları belirtilmemişse hak olmakta ve bir grup ulemâya göre bizim şeriatımızda da şer'î bir delil kılınmaktadır. Diğer bir grup ise onun delilliğini reddetmektedirler. Ancak bu, onların doğru olmadıkları açısından olmamakta, bir başka sebepten olmaktadır. Dolayısıyla İslâm ulemâsı, Kur'ân'da anlatılan bu gibi hükümlerin bizim şeriatımız gibi hak ve doğru olduğunda ittifak etmişlerdir. Buna göre ikisi arasındaki ayırım sadece nesh yoluyla olmaktadır. Eğer onda bulunan bir başka hususa dikkat çekilmişse, o zaman onun hükmü birinci türden olacaktır: Meselâ Allah Teâlâ'mn şu âyetlerinde olduğu gibi: "Oysa onlardan birtakımı Allah'ın sözünü işitiyor, ona akılları yattıktan sonra bile bile onu tahrif ediyorlardı[45]"Sözleri asıl yerlerinden değiştirirler de 'Böyle bir fetva size verilirse alın, verilmezse kaçının' derler.[46] "Yahudilerden, sözleri yerlerinden değiştirip: 'işittik ve karşı geldik, kulak vermeyerek dinle' ve dillerini eğip bükerek ve dini yererek: 'Bizi de dinle' diyenler vardır[47] Bu tarzda olanlar, bâtıllığı açık olan birinci kısım içerisine girerler.
İkinci kısmın örnekleri içerisine, Kuran'm önceki ümmetler hakkında anlattıkları şeylerin tümü girer; peygamberlerden ve velîlerden bahsetmesi gibi ki, Zülkarneyn kıssası, Hızır ile Mûsâ kıssası, Ashâb-ı Kehf kıssası vb. bunlardandır.
Fasıl:
Bu aslın bidüziyeliğinden dolayıdır ki, mantıkçılar buna itimat etmiş ve usûlcülerden bir grup, kâfirlerin furû ile muhatap olduğuna bununla istidlalde bulunmuşlardır. Çünkü âyette şöyle buyurul-maktadır: "Suçlulara: 'Sizi bu yakıcı ateşe sokan nedir?' diye sorarlar. Onlar derler ki: "Namaz kılanlardan değildik, düşkün kimseyi doyurmazdık.[48] Eğer onların bu sözü bâtıl olsaydı, Allah Teâlâ mutlaka onu naklettikten sonra reddeder, yanlış olduğunu açıklardı.
Ashâb-ı Kehfin yedi kişi, sekizincilerinin de köpekleri olduğuna yine bu esastan hareketle istidlalde bulunulmuştur. Şöyle ki Allah Teâlâ: "Ashâb-ı Kehf üçtür, dördüncüleri köpekleridir" ve "Beştir, altıncıları köpekleridir" diye nakilde bulunduktan sonra "Karanlığa taş atar gibi" tabirini kullanarak onların bu sözlerini reddetmiştir. Yani onların bu konuda tâbi oldukları bir delilleri yoktur, sadece zanna tâbi olmaktadırlar. Zan ise hakkı ortaya koymaz. Ancak: "Onlar yedidir, sekizincileri köpekleridir" diye nakilde bulunduktan sonra bunun da bâtıl olduğunu belirtmemiştir. Aksine "De ki: Onların sayılarını en iyi bilen Rabbimdir. Onları pek az kimseden başkası bilmez"[49] buyurmuştur. Ayetin bu şekilde şevki, ilk iki görüşün değil de bu sonuncusunun sahih olduğunu gösteren bir delil olmaktadır.
Rivayete göre İbn Abbâs: "Ben, onların sayısını bilen o pek az kişiden biriyim" derdi.
Sehl b. Abdillah'tan nakledilmiş gördüm: Ona Hz. İbrahim'in âyette geçen: "Rabbim, ölüleri nasıl dirilttiğini bana göster"[50] sözünün bir şüpheden mi kaynaklandığını sorarlar. O şöyle cevap verir: "Hayır, bu sadece bulunduğu iman mertebesinin üzerinde bir îmâna yükselmesini talep olmaktadır. Dikkat edilecek olursa: Allah Teâlâ, "İnanmıyor musun?" sorusuna verdiği: "Evet inanıyorum" şeklindeki cevabını yalanlanmamıştır. Eğer onda şek ve şüphe bulunsaydı, onun bu sözünde yalancı olduğunu mutlaka ortaya koyardı. Buradan da anlaşılıyor ki, itmi'nân hali, imanda ziyadelik üzerine kurulan bir mertebedir. Ama bedevilerle ilgili âyetlerde böyle olmamıştır: "Bedeviler: 'İnandık.' dediler" şeklinde onların sözünü naklettikten sonra Allah Teâlâ hemen onların sözlerinde doğru olmadıklarını: "De ki: İnanmadınız ama islâm olduk deyin; inanç henüz gönüllerinize yerleşmedi[51] buyurarak red cihetine gitmiştir.
Kur'ân'da nakledilen kıssalar ve onların anlatılış tarzları üzerinde duranlar, onlar içerisinden hangisinin hak, hangisinin bâtıl olduğunu böylece anlayabilir.
Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: "Ey Muhammedi Münafıklar sana gelince: 'Senin şüphesiz Allah'ın peygamberi olduğuna şehadet ederiz' derler" Münafıkların bu sözünde hakkın bâtıl ile karıştırılması vardır; dış görünüşüyle doğru, fakat içi yalan. Onlar bu sözleriyle inançlarını haber veriyorlar. Bu gerçeğe uygun değildir. Allah Teâlâ, "Allah, senin kendisinin peygamberi olduğunu bilir" buyurmak suretiyle onların sözlerinin zahirini doğruluyor, öbür taraftan: "Bunun yanında Allah, münafıkların yalancı olduklarını da bilir" buyurmak suretiyle de onların kasıtlarının bâtıl olduğunu göstermek istiyor.
Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: "Onlar Allah'ı gereği gibi de-ğerlendiremediler. Bütün yeryüzü, kıyamet günü onun avucunda-dır; gökler O'nun kudretiyle durulmuş olacaktr"[52] Bu âyetin nüzul sebebi Tirmizî'nin rivayet edip sahih olduğunu söylediği şu olaydır: Bir yahudi Hz. Peygamber'e uğradı. Hz. Peygamber ona: "Ey yahudi bize anlat" dedi. O: "Ey Ebu'l-Kâsım! Allah gökleri şunun, yeryüzünü şunun, suları şunun, dağları şunun ve diğer yaratıkları da şunun üzerine koyduğu zaman nasıl söylersin?" dedi ve râvi önce serçe parmağına ve sonra sırasıyla baş parmağa kadar parmaklarına işaret etti {yahudi böyle yapmıştı). Bunun üzerine Allah Teâlâ'mn: "Onlar Allah'ı gereği gibi değerlendi-remedüer..." âyeti indi.
Bir başka rivayet de şöyledir: Bir yahudi, Hz. Peygamber'e geldi ve: "Yâ Muhammedi Allah, gökleri bir parmak, yeryüzünü bir parmak, dağları bir parmak ve diğer yaratıkları da bir parmak üzerinde tutar ve sonra: 'Ben Melik'im' der" dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber azı dişleri gözükecek kadar güldü ve: "Onlar Allah'ı gereği gibi değerlendiremediler..." âyetini okudu.
Bir başka rivayette ise: Hz. Peygamber hem taaccübünden hem de onu tasdik makamında güldü. Birinci hadis sanki bunun tefsiri mahiyetindedir. Onunla "Onlar Allah'ı gereği gibi değerlendiremediler..." âyetinin mânâsı da açıklık kazanmaktadır. Çünkü âyet, yahudinin sözünün genel anlamda doğru olduğunu,
"Bütün yeryüzü, kıyamet günü onun av ucundadır; gökler O'nun kudretiyle durulmuş olacaktır'[53] ifadesiyle tasdik etmektedir. Ancak onun Allah'a ait bir özelliği anlatırken saygılı olmadığını ve Rabliğin ne demek olduğundan gafil bulunduğunu açıklamıştır. Çünkü o parmaklardan kastedilen mânâyı açıklarken kendi parmağına işaret etmişti. Bu ise, Allah Teâlâ'yı her türlü noksanlıklardan tenzih etme ilkesine ters düşer. O yüzden: "Onlar Allah'ı gereği gibi değerlendiremediler..." buyurulmuştur.
Münafıklar için de: 'O kulaktır' (yani hakka da bâtıla da kulak kesiliyor) diyerek peygamberi incitenler vardır" buyurur. Allah Teâlâ, onların bu sözünü bâtıl olan konuda reddetmiş, hak karşısında ise isbat etmiş ve: "O kulak, sizin için kayır kulağıdır" buyurmuştur. Bu sözle Hz. Peygamber'i incitmek kastettikleri için de: "Allah'ın peygamberini incitenlere can yakıcı azap vardır'[54] buyurmuştur.
Bir âyet de şöyledir: "Onlara: 'Allah'ın size verdiği rızıktan harcayın' denince inkâr edenler inananlara: 'Allah dileseydi doyurabileceği bir kimseyi biz mi doyuralım?' derler"[55]Burada, bir delil ileri sürüp infâktan kaçınma söz konusudur. Ancak delil ikamesinden amaç, gerçek anlamda bir delil getirme olmayıp alaya almadır. Allah onların bu sözlerini: "Doğrusu siz apaçık bir sapıklıktasınız" buyurarak reddetmiştir. Çünkü onların yaptığı bu şey, emre uymadan yan çizmekti. Kendilerine yönelen "harcayın" emrine verilecek cevap ya evet ya da hayır olacaktı yani ya emre uymuş ya da isyan etmiş olacaklardı. Ancak onlar böyle yapmayıp hiçbir şekilde karşı konulamayacak[56] olan Allah'ın meşîetini dillerine dolayarak infak-tan kaçınmalarına bir delil bulmaya çalıştılar; fakat bu çabalan ummadıkları şekilde kendi aleyhlerine döndü.[57]Çünkü onların yaptıkları, Allah'ın meşîetine (dilemesine) yine O'nun meşîetini ileri sürerek itiraz etme anlamına geliyordu. Zira Allah Teâlâ onları infakla yükümlü tutmayı dilemişti. Bu durumda onlar sanki şöyle demiş oluyorlardı: "Bizden bu talebi nasıl isteyebilir? Eğer onları doyurmayı dileseydi, doyururdu" Bu, bizzat ileri sürülen delilin kullanılışı konusunda şaşkınlığın bir ifadesidir.
Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: "Dâvud ve Süleyman da milletin koyunlarının yayıldığı bir ekin hakkında hüküm veriyorlarken, Biz onların hükmüne şahit idik, Süleyman'a bu meselenin hükmünü bildirmiştik; her birine hüküm ve ilim verdik[58]Süleyman'a bu meselenin hükmünü bildirmiştik" buyruğu onun verdiği hükümde isabet etmiş olduğunu gösterir; bu ifade Davud'un da hükümde isabet etmediğini îmâ eder. Ancak, müctehid hüküm verme esnasında bütün gayretini ortaya koymuşsa, isabet etmese bile mazur ve ecir kazanmış olacağı İçin buna beyan makamında: "Her birine hüküm ve ilim verdik" buyurmuştur. Bu konumuzla ilgili açık olmayan bir beyan şeklidir.[59] el-Hasen (el-Basrî) şöyle der: "Eğer Allah, bu iki peygamber hakkındaki bu hükmünü zikretmemiş olsaydı, bütün kadıların helak olduğunu söyleyebilirdim. Çünkü Allah Teâlâ, birini ilmi ile Överken, Öbürünü ise içtihadından dolayı mazur görmüştür" Konu burada uzayıp gider. Bu zikredilenler maksadı ifade için yeterlidir. Başarı ancak Allah'tandır.
Fasıl:
Sünnet de bu esas altında mütalaa edilebilir. Çünkü ulaşılan kaide ortaya koymuştur ki, Hz. Peygamber gördüğü, işittiği bir bâtıl karşısında susmaz, mutlaka onu açıklar ve değiştirirdi. Ancak o şeyin bâtıllığı artık sahabe tarafından iyice anlaşılmış ise, o zaman daha önce yapılmış olan beyanlara itimatla sükût edebilirdi. Bu mesele usûl kitaplarında zikredildiği için bu kadarı ile yetiniyoruz. [60]
Konular
- DÖRDÜNCÜ MESELE:
- BEŞİNCİ MESELE:
- ALTINCI MESELE:
- YEDİNCİ MESELE:
- SEKİZİNCİ MESELE:
- DOKUZUNCU MESELE:
- ONUNCU MESELE:
- ONBİRİNCİ MESELE:
- ONIKINCİ MESELE:
- İKİNCİ TARAF
- TAFSİL ÜZERE DELİLLER
- (Kitap, Sünnet, İcmâ ve Re'y)
- KİTAP (KUR'ÂN)
- BİRİNCİ MESELE:
- İKİNCİ MESELE:
- ÜÇÜNCÜ MESELE:
- DÖRDÜNCÜ MESELE:
- BEŞİNCİ MESELE:
- ALTINCI MESELE:
- YEDİNCİ MESELE:
- SEKİZİNCİ MESELE:
- DOKUZUNCU MESELE:
- ONUNCU MESELE:
- ONBİRİNCİ MESELE:
- ONİKİNCÎ MESELE:
- ONİKİNCİ MESELE:
- ONDÖRDÜNCÜ MESELE:
- İKİNCİ DELİL: SÜNNET
- BİRİNCİ MESELE:
- İKİNCİ MESELE: