ONİKİNCİ MESELE:


Bu mesele bir Önceki üzerine kuruludur.[328]

İtidal halinin orta yolcu metot olduğu belirmekle birlikte, onu elde etmek meçhul kalabilir. Meçhul birşey üzerine yollamada bu­lunmak ise bir fayda sağlamaz. Dolayısıyla onu elde edebilmek için mutlaka başvurulacak bir kıstasın bulunması gerekir.

Allah'tan yardım isteyerek diyoruz ki: Sözün sevk şekilleri; hal, zaman ve olaylara göre farklılık arzeder. Bu, Meânî ve Beyân İlminde bilinen bir husustur. Burada bizim söze kulak veren ya da onu anlamaya çalışan kimseden devamlı olarak hatırında tutması­nı istediğimiz şey, hem olayı, hem de halin gereğini dikkate alarak sözün başından sonuna kadar onu bir bütün olarak ele alması ve o şekilde değerlendirmesidir. (Buna küllî yaklaşım diyebiliriz.) Sözün sadece başına bakıp sonunu terketmesi, ya da bunun aksine sonu­na bakıp başını dikkate almaması gibi bir durum içerisine düşme­melidir. Çünkü konu, her ne kadar birden fazla cümle içerse bile, bunlar birbirlerine bağlıdır. Çünkü hepsi tek olay hakkındadır ve tek birşey için inmiştir. Bu durumda sözü anlamak isteyen kimse­nin, mutlaka onun başını sonuna, sonunu da başına vurması ve bir bütün halinde değerlendirmeye tâbi tutması gerekecektir. İşte o za­man mükellef, Şâri'in maksadını yakalamış olacaktır. Eğer değer­lendirme esnasında sözü bir bütün olarak ele almaz ve onun parça­ları üzerinde durursa (cüz'î yaklaşım), bu durumda O'nun muradını elde edemez. Değerlendirme sırasında sözün bir kısmı ile yetinile-rek diğer bir kısmını ihmal etmek doğru olmaz. Bundan ancak, mütekellimin maksadı açısından değil de, Arap dilinin gereği üzere sö­zün zahir mânâsını anlamak sırasında yapılacak iş istisna olur. Değerlendirmeci bu işi yaptıktan sonra yani Arap diline göre zahir mânâyı tesbit ettikten sonra, tekrar bütün olarak söze döner ve çok sürmez kendisine murad olunan mânâ gözükür; artık onunla kul­luk icrasında bulunması gerekir. Bazen sözden maksadın ne oldu­ğunu anlama konusunda nüzul sebepleri yardımcı olur. Çünkü nüzul sebepleri, değeriendirmeciye karışık gelen yerlerde âyete ba­kış açısını belirler ve böylece onun, maksadı yakalamasını kolaylaş­tırır.
Üzerinde değerlendirme yapılacak olan söz, —uzun ya da kısa olması farketmez— tek bir konu hakkında gelmiş olabilir. Mufas­sal[329]sûrelerin çoğu bu türdendir. Bazen de çeşitli açılardan de­ğerlendirmeye açıktır; yani birden fazla konu hakkında inmiş olabi­lir; Bakara, Âl-i İmrân, Nisa, Ikrâ'... sûreleri gibi. Sûrenin aynı anda inmiş olması ile peyderpey inmesi arasında bu açıdan fark yoktur.

Ancak bu ikinci kısımdan olanların iki açıdan değerlendirmeye tâbi tutulmaları sözkonusudur: 1.

Birden fazla konu içermiş olması açısından. Bu durumda her konu kendi başına ayrı ayrı ele alınır ve işte bu açıdan, sözden gö­zetilen maksat ve fıkhî hüküm elde edilmeye çalışılır. Bu nokta açıktır ve hakkında herhangi bir diyecek yoktur. Bu açıdan ele alın­ması hasebiyle, birinci kısımdan olanlarla da müştereklik arzeder; içerdiği ilim ve fıkhî sonuçları elde etme konusunda aralarında bir fark yoktur. 2.
Sûrenin teşkil ettiği nazım ve bütünlük açısından. Bilindiği gi­bi sûrelerin tertibi vahye dayanmakta, bu konuda insanların görüş­lerine yer verilmemektedir. Bu açıdan bakıldığında bunlar da birin­ci kısımdan olanlarla müştereklik arzeder. Çünkü birden fazla ko­nu içerse de vahiyle sıralanmış bir nazımdır. Bu açıdan bakılması­nın amacı her ikisinde de zahir bir şekil üzere fıkhî sonuçlara ulaş­mak değildir. Ondan elde edilmeye çalışılan şey, sadece Kur'ân'm bazı i'câz yönlerinin ve daha Önceki meselede açıklanan hususla­rın[330] ortaya çıkmasıdır. Bunlar için de sözün başından sonuna kadar bir bütün halinde ele alınması ve sözkonusu bütün bakış açıla­rının dikkate alınarak değerlendirilmesi gerekecektir. Sûredeki meselâ sadece nazım yönünü dikkate alarak yapılan bir değerlen­dirme fayda vermeyecektir. Bir sonuca ulaşılabilmesi için bütün yönlerin dikkate alınması gerekmektedir; onlardan sadece bazısı ile yetinerek diğer bir kısmını terketmek, maksadı yakalamak için ye­terli değildir. Nasıl ki hüküm elde edilirken, konu ile ilgili âyetler­den sadece bir kısmını göz önünde bulundurmak ve bir kısmını ih­mal etmek ulaşılan sonucu sağlıklı kılmayacağı gibi, burada durum aynı şekilde olacaktır.

Meselâ Bakara sûresini ele alalım: Nazım açısından bu tek bir kelâmdır ve farklı muhtevada çeşitli türden sözler içermektedir. Bunlardan bazıları, ulaşılmak istenen sonuca yapılan bir giriş ve Ön hazırlık mahiyetindedir; bazısı bütünleyici ve tamamlayıcıdır; bir kısmı sûrenin indirilişinden gözetilen maksat —ki bu bütün ko­nularla ilgili olmak üzere şer'î teklîfî hükümleri koymaktır— ol­maktadır. Yine bu sûrede başta belirtilen konuları tekit ve teyide yönelik sonuç mahiyetinde ifadeler vardır.
Burada, bu kısımlarla ilgili olmak üzere Örnek vermemiz ge­rekmektedir. Böylece ne demek istediğimiz daha iyi açıklık kazana­caktır. "Ey inananlar! Oruç, sizden öncekilere farz kılındığı gibi si­ze de farz kılındı. ... Allah, insanlara yasaklardan sakınsınlar diye âyetlerini böylece apaçık bildirir'[331] Bu beş âyet her ne kadar ayrı ayrı vakitlerde inmişse de, tek bir kelâmdır ve hepsinin de maksadı oruç ve hükümlerini, nasıl tutulacağını, kazasını ve ilgili diğer Önemli ve oruç için temel olacak konuları açıklamaktır. Sonra "Aranızda mallarınızı haksızlıkla yemeyin...[332]âyeti gelmektedir. Bu da başka bir sözdür ve ayrı bir konuyu ve ilgili hükümleri açık­lamaktadır. Sonra "Sana hilâl halindeki ayları sorarlar. De ki: On­lar, insanların ve hac vakitlerinin ölçüsüdür'[333] buyruğu gelir. Ba­zılarına göre söz burada bitmektedir. Başkalarına göre ise arkasın­dan devam eden, "Evlere arkalarından girmeniz iyilik değildir; iyi kimse..." kısmı, her ne kadar başka bir konuya da temas ediyorsa da, hilâllerle ilgili meselenin tamamlayıcısıdır. Nitekim her iki gru­ba göre de bu âyet "De ki: Onlar, insanların ve hac vakitlerinin öl­çüsüdür" ifadesiyle hac hükümleri için bir hatırlatma ve mukaddi­me mahiyetindedir.

Kevser sûresi, tek bir konu (kaziyye) hakkında inmiştir.

Ikra' sûresi, iki konu içermektedir: Birincisi "insana bilmedi­ğini öğretti" âyetine kadar; diğeri de oradan sonuna kadardır.Mü'minûn sûresi, her ne kadar birçok mânâyı içerse de, tek bir konu için inmiştir. Çünkü bu sûre Mekkî sûrelerdendir. Mekkî sûrelerin büyük çoğunluğunda şu üç tema işlenir; onların esasım da Allah Teâlâ'ya kulluğa davet teşkil eder: 1.

Bir ve gerçek olan Allah Teâlâ'nm vahdaniyetini ortaya koy­mak. Ancak bu çeşitli yollarla yapılmıştır: Bazen şirkin mutlak ola­rak reddedilmesiyle yapılmış, bazen kâfirlerin iddia ettikleri şeyler­le ilgili reddiyeler şeklinde olmuştur. Meselâ, putların Allah'a yak-laştmcı oluşları, Allah'a çocuk isnadı vb. mesnetsiz sakat iddiaların reddi gibi. 2.

Hz. Muhammed'in peygamberliğini isbat etmek; onun bütün insanlara gönderilmiş Allah'ın peygamberi ve Allah katından getir­diği şeylerde doğru olduğunu ortaya koymak. Bu da yine çeşitli yol­larla yapılmıştır: Meselâ onun gerçek bir peygamber olduğunu is­bat, küfür ve inatları sebebiyle ona yönelttikleri yalancı, sihirbaz, mecnun, Kur'ân'ı bir başkasından aldığı... vb. iftiraları reddetmek gibi. 3.

Öldükten sonra dirilme ve âhiret hayatının isbatı. Bu hayatın hiç kuşkusuz bulunduğu açık deliller ile ortaya konulmuştur. Kâfirlerin inkâra kalkışabilecekleri bütün yönler dikkate alınarak, onları reddedecek, âhiret hakkındaki şüpheleri izale edecek, inkar­cıları susturup, ilzam edecek deliller getirilmiştir.

Mekke döneminde inen Kur'ânî sûrelerin genelde işlemiş oldu­ğu üç temel konu işte bunlardır. Mekkî olup da ilk bakışta bunlarla ilgisi yok gibi gözükenler üzerinde düşünüldüğü zaman, onların da­hi sonuç itibarıyla bu üç şeye yönelik oldukları görülecektir. Bu maksada tâbi olarak; özendirici, uyarıcı ve korkutucu (terğîb ve terhîb) mahiyetli olan nasslar, darb-ı meseller, kıssalar, cennet ve cehennem ve kıyamet gününün tavsifleri vb. gelir.                            

Bu anlaşıldıktan sonra meselâ Mü'minûn sûresine dönecek olursak, bu üç temayı orada gayet açık olarak göreceğiz. Ancak bu sûrede ağırlıklı olarak göze çarpan şey, kâfirlerin peygamberliği inkârları ve onlara verilen cevaplar olmaktadır. Peygamberlik mü­essesesi, diğer iki temanın girişi mahiyetindedir, o yüzden de önem­lidir. Onlar, bu inkarcı tutumlarına peygamberin insan {beşer) oluşunu sebep göstermişlerdir. Kendileri gibi bir kimsenin peygamber olarak gönderilmesini, ya da bu mertebeye kendileri varken başka birisinin gelmesini kabul edememişlerdir. Bu itibarla sûre, beşeri­yet vasfını ve onların bununla ilgili olarak üzerinde niza ettikleri konuları ve insanın Allah'ın seçmesine ve Özel ikramına layık ola­bilmesi için en ekmel şekilde nasıl olması gerektiğini beyan etmiş­tir. Sûre üç cümle ile başlamıştır:
Birincisi —ki bu makama en uygun olanıdır—: Kul için ol­ması gereken özellikleri belirtmiş ve bunlar bir kulda bulunduğu zaman Allah Teâlâ'nın o kimseyi yücelteceğini ve ona ikramda bu­lunacağını ifade etmiştir. Bu, "Mü'minler saadete ermişlerdir" ilk âyetinden "Onlar orada (Firdevs cennetinde) temelli kalacaklar­dır"^ kadar devam eder. (23/1-11 arası).

İkincisi: İnsanın yaratılışını ve geçirdiği evreleri açıklayan cümle. Burada ibret alma gereği vurgulanmış ve yaratılış hali böyle olan bir insanın kendisi gibi birini ta'neylemesine aslında imkânın olmadığı işaret edilmek istenmiştir.

Üçüncüsü: İnsanın dış dünyadan desteklendiğini belirten cümle. Bu meyanda insanın hayatının idâmesi için gerekli olan şey­lerin var edildiği bildirilmiştir. Bu göklerde ve yerde ne varsa hep­sinin İnsanın emrine âmâde kılınması ile yapılmıştır. İnsanın değe­rini ve şerefini göstermek için sadece bu bile yeterlidir.
Sonra daha önce geçen kavimlerin peygamberleriyle olan kıs­saları anlatılmış, peygamberlerine karşı çeşitli gerekçelerle onla­rı alaya aldıkları ifade edilmiştir. Alaylarına sebep olarak peygam­berlerin insan olmalarını gösterdikleri belirtilmiştir: Meselâ Nuh ile kavminden bahseden kıssada: "Milletinin inkarcı ileri gelenleri: 'Bu, sizin gibi bir insandan başka birşey değildir. Sizden üstün olmak istiyor. Allah dilemiş olsaydı melekler indirirdi3 "[334] Duyurulmuştur. Sûre sonra, başka kavimlere de, meleklerden değil yine kendilerinden yani beşerden peygamberler gönderildiğini an­latmıştır. Ama onlar şöyle demişlerdir: "Bu yediğinizden yiyen, içti­ğinizden içen sizin gibi bir insandan başka birşey değildir[335]; "Kendiniz gibi bir insana itaat ederseniz, hüsrana uğrayacağımda şüphe yoktur'[336]"Bu, sadece Allah'a karşı yalan uyduran bir adamdır (yani beşerdir). Biz ona inanmayız'[337]"Sonra birbiri ar­kasından peygamberlerimizi gönderdik. Her ümmete peygamberi geldikçe onu yalancı saydılar'[338]Bu âyette "rasûlühâ" yani peygamberi şeklinde belirgin gelmesi, "o kavimden olduğunu bildiğin peygamber" anlamını vermek içindir. Sonra Mûsâ ve Hâ-rûn peygamberlerin kıssasını anlatmış, Firavun ve erkânı­nın onları: "Milletleri bize kul iken, bizim gibi iki insana mı inana­cağız?'[339] diye reddettiklerini belirtmiştir. Bütün bunlar, kâfirlerin beşerden bir peygamber olamayacağı iddiasıyla peygamberlik mer­tebesine iltifat etmediklerinin hikayesi olmaktadır ve bunları an­latmanın amacı Hz. Muhammmed'i teselli etmektir. Sonra peygam­berlerin insan olmaları vasfının utanılacak/yeni birşey olmadığını, bütün peygamberlerin insan olduğunu, dolayısıyla diğer insanlar gibi yediklerini, içtiklerim; onların ayrıcalıklarının bir başka yön­den olduğunu açıklamıştır. Musa'nın peygamberliğini an­lattıktan sonra şöyle demiştir: "Meryem oğlunu da, annesini de mucize kıldık[340]Ama buna rağmen onlar yiyip içiyorlardı. Sonra şöyle buyurmuştur: "Ey peygamberler! Temiz şeylerden yiyin, ya­rarlı iş işleyin"[341] Yani, bu Allah'ın size olan nimetlerindendir. Sa­lih amel, o nimetler için şükürdür ve sahibini şereflendirir. Pey­gamberleri ayrıcalıklı kılan işte budur; yoksa ^tötü ameller değildir. "Şüphesiz bu, bir tek ümmet olarak sizin ümmetinizdir..[342]âyeti, aralarında eşitlik olduğuna ve onların tümünün beşerden seçilmiş bulunduğuna işarettir. Sonra bu konu, başlangıç cümlesinin mânâsına benzer bir ifade ile: "Rablerinden korkarak titreyenler, Rablerinin âyetlerine inanırlar. Rablerine eş koşmayanlar, Rableri-ne dönecekleri için kalpleri ürpererek vermeleri gerekeni verenler, işte onlar iyi işlerde yarış ederler, o uğurda ileri geçerler'[343] ta­mamlanmaktadır.
Sûrenin başından buraya kadar takip edilen seyir üzerinde dü­şünüldüğü zaman, zikredilen mânânın amaçlanmış olduğu hemen anlaşılır. Bir mânâ daha var: O da şudur: Kâfirlerin, beşer oldukla­rı için peygamberleri yalanlamaları ve onları dikkate almamaları, kendilerini büyük görmeleri ve Allah'a ve Peygamberine karşı baş kaldırmaları yüzündendi. Sûrenin ilk başlangıç cümlesi, belirtilen şekillerle Allah'a kullukta bulunmak suretiyle kişinin kendisini bü­yük görmemesine işaret ediyor. İkinci cümle de bunu teyid ediyor. Şöyle ki: İnsan yoktan varlık alanına çıkarılarak belirli evrelerden geçirilmiştir. Üzerinden geçtiği yedi evrenin her biri zaafın son nok­tasını gösterir. Üstelik yoktan var edilmiştir. Asli ve özelliği böyle birisinin, kendisini büyük görmesi yakışık almaz. Üçüncü cümle ise, insanın zikredilen şeylere ihtiyacı bulunduğunu; eğer Allah  Teâlâ onları yaratmasaydı geçerli olan tabiat kanunlarının gereğin­ce insanoğlunun hayatını idame ettirmesinin mümkün olmayacağı­nı belirtir. Yaratılışında, gelişme ve hayatını sürdürmesinde böylesi ihtiyaç içerisinde bulunan bir yaratığın, kendisini büyük görmesi ayıptır. Dolasıyla bütün bunlar, onları susturma ve ilzam etme ka­bilinden getirilmiştir. Allahu a'lem! Sonra Nûh kavminin kıssasını zikreder ve şöyle der: "Milletinin eşrafı 'Biz senin beyinsiz olduğunu görüyor ve seni yalancılardan sanıyoruz' dediler"[344] On­dan sonra gelenler hakkında da aynı şey sözkonusu olmuştur: "Onun inkarcı ve âhirete kavuşmayı yalanlayan milletinin eşrafı —ki biz onlara bu dünya hayatında nimet vermiştik— şöyle dedi­ler: 'Bu yediğinizden yiyen, içtiğinizden içen, sizin gibi bir insan­dan başka birşey değildir'[345]Mûsâ kıssasında Firavun ve erkânı: "Milletleri bize kul iken, bizim gibi iki insana mı inanacağız?'[346] demişlerdi. Bütün bunlar, onların kavimleri içerisinde sahip olduk­ları şeref ve itibardan dolayı bu sözleri söylediklerini göstermektedir. Sonra; "Ey Muhammedi Onları bir süreye kadar sapıklıklarıy-la başbaşa bırak. Kendilerine mal ve oğullar vermekle, iyiliklerde onlar için acele ettiğimizi mi zannederler?'[347]buyurur. Bu âyetler ise, Kureyş eşrafına yöneliktir. Onlar, şerefin mal ve oğullarla oldu­ğu inancına kapılınca, Allah Teâlâ onların bu düşüncesini reddeder ve asıl şerefin şu vasıflara sahip olanlarda bulunduğunu belirterek şöyle buyurur: "Rablerinden korkarak titreyenler, Rablerinin âyetlerine inanırlar. Rablerine eş koşmayanlar, Rablerine dönecek­leri için kalpleri ürpererek vermeleri gerekeni verenler, işte onlar iyi işlerde yarış ederler, o uğurda ileri geçerler'[348]Sonra âyetler onla­rın bolluk içerisinde yüzdüklerini ve sonuçlarının ne olacağım beya­na başlar, onlar üzerine olan Allah'ın nimetlerini sayar, peygam­berliğin sıhhatine dair deliller serdeder ve onun Allah'tan getirdiği şeylerin hak olduğunu, bu meyanda Allah'ın birliğini, O'nun her türlü şirkten uzak olduğunu, inanan inanmayan herkes için âhiret hayatının bulunduğunu hâlin gerektiği şekilde ve her iki gruba uy­gun düşecek bir üslupla ortaya koyar. Bu genel yaklaşım, bir bütün olarak sûreye tatbik edildiği zaman, daha önce belirtilen üç tema­nın tam olarak işlenmiş olduğu gözükür. Tabiî bu Kur'ân'ın kendi usûl ve tarzına uygun bir şekilde olmaktadır. Bu söylediklerimizi, Kur'ân'ın diğer sûrelerine tatbik etmek isteyen kimse için deneme kapısı açıktır. Başarı Allah'ın elindedir. Böylece görülmüştür ki,Mü'minûn sûresi, tek bir konu hakkında[349] tek bir kelâmdan iba­rettir.
Öbür taraftan bu sûrede çeşitli peygamberlerin kıssaları zikre­dilmiştir; Nûh, Hûd, Salih, Lût, Şuayb, Mûsâ ve Hârûn gi­bi. Bu, Hz. Muhammed'in , kâfirlerin inadı ve kendisini çe­şitli iftiralarla yalanlamaları karşısında çektiği sıkıntılardan dolayı teselli ve kalbinin takviye edilmesi içindir. Bundan dolayıdır ki, zikredilen kıssalar kendisinin karşılaştığı şekiller üzere zikredil­miştir. Bu yüzden de aynı kıssanın anlatılış şekli, halin farklılığı sebebiyle değişik şekillerde cereyan etmiştir.[350]Hepsi de haktır ve vâkidir; onların sıhhatinde herhangi bir kuşku yoktur. Kısaca, Kur'ân'ı anlamak isteyen kimsenin, yukarıda örnekleriyle açıkla­nan yaklaşım tarzını sergilemesi gerekmektedir. Kendisinden yar­dım istenilecek yalnız Allah'tır.                                                           

Fasıl:

Hitabın bizzat kendisi değil de kullara yönelik olması hasebiy­le, bütün sûrelerinin tek bir kelâm olarak kabul edilmesi mümkün müdür? Bizzat kendisi açısından Kur'ân tek bir kelâmdır ve bunda herhangi bir şekil ya da itibarla teaddüd (çeşitlilik) bulunmamakta­dır. Nitekim, bu konu Kelâm ilminde açıklanmıştır. Burada ele alı­nan konu, Kur'ân'ın, kullarca bilinir olan şeylere indirgenerek onla­ra yönelik bir hitap olması iti barıyla dır. Bu konu çeşitli ihtimallere açık ve tafsile muhtaçtır:
Değerlendirme sırasında geçen mânâ itibarıyla Kur'ân'ın tek bir kelâm halinde ele alınması sahihtir; yani Kur'ân'm bir kısmını anlamak, şu ya da bu şekilde diğer kısımlarım anlamaya bağlıdır. Çünkü Kur'ân, kendi kendisini tefsir eder. Hatta Kur'ân'da öyle ko­nular vardır ki, eğer bir başka yerinde açıklanmayacak olsa onları gerçek anlamda anlamak imkânsızdır. Çünkü Kur'ân'da bizzat ele alman, meselâ, zarûriyyâttan olan bir konu, (bir başka yerde) hâciyyât ile kayıtlıdır. Durum böyle olunca, Kur'ân'ın bir kısmını anlayabilmek, diğer kısımlarını anlamaya bağlıdır. Böyle bir du­rumda olanın, tek bir kelâm olduğunda da şüphe yoktur. Şu halde bu açıdan bakıldığı zaman Kur'ân tek bir kelâm olacaktır.[351]Tek bir kelâm olmaması da sahihtir ve bu daha da açıktır. Çünkü o, mânâ ve başlangıç itibarıyla ayrı ayrı sûreler olarak indi­rilmiştir. Onlar bir sûrenin bitip diğerinin başladığını, sözün başın­da besmele'rün inmiş olmasıyla biliyorlardı. Belirli olay ve sebepler üzerine indirilmiş olan âyetlerin çoğu da aynı şekilde, mânâ bakımından müstakil olur. Bunda da herhangi bir problem yoktur. [352]


Eser: El-Muvafakat

  • Yeni Ekle
Yorumlar (0)

El-Muvafakat

 

Son eklenen ruyalar

Sitemizde yer alan soruların cevapları özenle islami eserlerden seçilerek yazılmaktadır.
..