ONDÖRDÜNCÜ MESELE:


Kur'ân tefsiri konusunda re'ye baş vurmak hakkında hem zemmedici hem de onu gerektirici nakiller vardır. Bu konuda Hz. Ebû Bekir'den nakledilen sözler yeterlidir. O, kendisine Kur'ân hakkında sorulan bir soru üzerine: "Eğer Allah'ın kitabı hakkında bilmediğim birşeyi söyleyecek olursam, hangi gök beni altında göl­gelendirir ve hangi yer beni üstünde barındırır?'' diye cevap vermiş­tir. Muhtemelen bu rivayette: "Eğer kendi re'yimle birşey söyleye­cek olursam..." ifadesi de vardır.[353] Sonra ona Kur'ân'da zikri geçen kelâl[354]hakkında sorulmuş, o şöyle cevap vermiştir: "Onun hak­kında re'yimle cevap veriyorum; eğer doğru ise Allah'tandır; eğer hatalı ise benden ve şeytandandır. Kelâle, şöyle şöyledir" Bu iki söz, Kur'ân tefsiri hakkında hem re'ye baş vurulabileceğini, hem de onun terkedilmesi gerektiğini belirtmektedir. Bu ise bir çelişkidir.

Konuya şöyle açıklık getirebiliriz: Re'y, iki kısımdır: 1.

Arap diline, Kur'ân ve Sünnete uygun düşen re'y: Kur'ân ve sünneti bilen âlimler için bu kısımdan olan re'yin ihmal edilmesi, çeşitli sebeplerden dolayı mümkün değildir:

a) Kur'ân hakkında, mânâsının açıklanması, ondan hüküm çı­karılması, lafzın yorumlanması ve ondan muradın anlaşıl­ması gibi yollarla mutlaka söz etmek gerekecektir. Bütün bunlarla ilgili ihtiyaç duyulacak herşey, öncekilerden nakle­dilmiş değildir. Bu durumda ya Kur'ân karşısında susula­cak ve ahkâmın tümü ya da büyük çoğunluğu heba olacak­tır. Bu ise mümkün değildir. Dolayısıyla mutlaka Kur'ân hakkında ona uygun şekilde söz etmek gerekecektir,

 b) Eğer öyle olsaydı, Hz. Peygamber  yaptığı bütün açıklamaları vahye dayandırmak suretiyle (ictihâdî değil) tevkifi olarak yapmış olurdu ve bu durumda da onun hak­kında hiçbir kimsenin değerlendirme yapma ve söz söyleme hakkı olmazdı. Hz. Peygamber'in böyle yapmadı­ğı ise malûmdur. Bu da, onun böyle birşeyle yükümlü olma­dığını gösterir. Aksine Hz. Peygamber kendi açık­laması olmadan ani aş ilam ayacak noktaları açıklamış, ve ic-tihad erbabının ictihad yoluyla anlayabileceği pek çok konu­yu ise açıklamaksızm terketmiştir. Dolayısıyla Kur'ân'ın tefsirinde her zaman için tevkîfîlik gerekli değildir,

 c) Böyle bir konuda sahabe diğerlerinden daha ihtiyatlı davra­nırdı. Buna rağmen, bilindiği gibi onlar, kendi anlayışlarına göre Kur'ân'ı tefsir etmişlerdir ve onlar vasıtasıyla bu mânâlar bize kadar ulaşmıştır. Tevkîfîlik ise böyle bir du­rumla bağdaşmaz. Bu durumda, mutlak olarak Kur'ân tefsirinin tevkifi olduğunu ve re'yle tefsirde bulunulanı ay a-cağını söylemek sahih değildir.

d) Böyle bir varsayım mümkün de değildir. Çünkü Kur'ân üze­rinde durma iki açıdan olur:                                                   i. Şer'î hususlar açısından. Bu gibi konularda tefsirin tevkîfîliğini söylemek, re'y ve cedeli terketmek ka­bul görebilir.

ii. Arap dili açısından. Bu konuda tevkîfilikten bahset­mek mümkün değildir. Eğer Öyle olsaydı selef-i sâlih de Öyle yapardı. Bu ise bâtıldır. Ondan lâzım gelen de öyledir. Kısaca, mesele sözü uzatmaya gerek kal­mayacak kadar açıktır. 2.
Arap diline ya da şer'î delillere uygun düşmeyen re'y: Şer'an yerilen re'y işte bu kısım olmaktadır ve bu konuda herhangi bir tar­tışma da yoktur. Nitekim bu —Kıyâs bahsinde de zikredildiği üzere[355]— kıyâsta da yerilmiş olmaktadır. Çünkü böyle bir re'y, de­lilsiz olarak Allah'a karşı yalan uydurmaktır ve bu gibi durumlarda yalan Allah'a dönmektedir. Kur'ân hakkında re'y ile tefsirde bulun­makla ilgili olarak ağır ifadeler içeren sözler işte bu kısım hakkın­da gelmiştir. Bunlardan bir kısmı şöyledir:

İbn Mesûd'dan şöyle rivayet edilir: "Sizi Allah'ın kitabına çağı­ran kavimler göreceksiniz. Halbuki onlar, onu arkalarına atmışlar­dır. Siz ilme sarılın ve bid'at çıkarmaktan sakının; aşırılığa düşme­yin; eskiye sanlın"

Hz. Ömer şöyle demiştir: "Ben sizin hakkınızda iki kişiden en­dişe ediyorum: Biri Kur'ân'a, uygun olmayan mânâlar veren kimse­dir; diğeri de kardeşini sultana karşı gammazlama yarışma giren

kimsedir"

Yine Hz. Ömer şöyle demiştir: "Ben bu ümmet hakkında, ne imanı kendisini alıkoyan mü'minden ne de fışkı açık münafıktan endişe etmiyorum. Benim asıl korkum, Kur'ân'ı gayet iyi okuyan, sonra da çeşitli tevillerle ona uygun olmayan mânâlar veren kimse­dendir"
Hz. Ebû Bekir Sıddîk'e: "Ve fâkiheten ve ebben'[356]âyeti hak­kında sorulunca: "Eğer Allah'ın kitabı hakkında bilmediğim birşeyi söyleyecek olursam, hangi gök beni altında gölgelendirir ve hangi yer beni üstünde barındırır?" demiştir.
Bir adam İbn Abbâs'a: "Miktarı ellibin sene olan gün'[357] hak­kında soru sormuştu. İbn Abbâs ona: "Miktarı ellibin sene olan gü­ne ne olmuş?" diye cevap verdi. Adam: "Bana anlatasm diye sor­dum" deyince İbn Abbâs: "Onlar, Allah'ın kitabında zikretmiş oldu­ğu iki gündür. Onları Allah bilir. Biz, Allah'ın kitabı hakkında bil­mediğimiz birşeyi söylemekten hoşlanmayız" demiştir.

Saîd b. el-Müseyyeb'e Rur'ân'dan birşey sorulduğu zaman: "Ben Kur'ân hakkında birşey söylemem" derdi. Adamın biri, bir âyeti sormuştu da o: "Bana Kur'ân'dan birşey sorma. — İkrime'yi kestederek— Git, Kur'ân'dan hiçbirşey kendisine gizli kalmadığını sanana sor" demişti. Onun bu sözü, sanki böyle bir iddiada bulunan kimseye karşı bir tepki oluyordu.

îbn Şîrîn de şöyle demiştir: "Ubeyde'ye Kur'ân'dan birşey sordum. O bana: 'Allah'tan kork ve doğruluktan ayrılma! Kur'ân'm ne hakkında indiğini bilen insanlar göçüp gitmiştir.' dedi"

Mesrûk ise: "Tefsirden kaçının; çünkü o Allah'tan rivayette bu­lunmak anlamına gelir" demiştir.

İbrahim ise: "Bizim akranımız, tefsirden kaçınırlar ve bunu gözlerinde büyütürlerdi" derdi.Hişâm b. Urve'den: "Babamın Allah'ın kitabından bir âyeti te­vil ettiğini işitmedim" dediği nakledilmiştir.

Bütün bunlar, Kur'ân üzerinde duran kimsenin, yerilmiş olan re'ye düşmekten, onun hakkında mesnetsiz söz etmekten korunma ve sakınmasının gereğini ifade etmektedir.

el-Asmaî'nin —ki Arap dilindeki üstün yeri herkesçe kabul edilir— Allah'ın kitabından hiçbir âyet tefsir etmediği nakledilir. Bu konuda kendisine bir soru sorulduğu zaman, cevap vermezdi. Bu rivayet hakkında el-Müberrid'in el-Kâmil adlı kitabına bakınız.

Fasıl:

Bu konudan çıkarılacak sonuçlar şunlardır: 1.

Kesin bir delil olmadan Allah'ın kitabı hakkında söz etmekten kaçınmak gerekir. İnsanlar tefsir için gerekli olan ilimler hakkında   . üç tabakaya ayrılmaktadırlar:

a) Bu konuda yüksek paye sahipleri (rüsûh mertebesi): Saha­be, tabiîn ve onların peşinden gelenler gibi. Bunlar mesnet­siz Kur'ân tefsirinden kaçınmanın ve sakınmanın gereğini söylemişler, bunun bir cüret işi olduğunu belirterek böylesi bir davranıştan korkmuş ve kaçmışlardır. Eğer biz, kendi­mizi ilim ve anlayışta onların ayarında zannediyorsak —ki heyhat nerede!— bizim de onlar gibi kaçınmamız gerekir.

b) Kendisini onların ayarında görmeyen, hatta yanlarına bile yaklaşamayacağını düşünen kimseler. Böyle kimselerin Kur'ân üzerinde söz söylemesinin haramlığı konusunda en ufak bir tereddüt yoktur.

c) Kendisinin ictihad mertebesine ulaştığı konusunda kuşku­su olan ya da tümünde değil de sadece bazı ilimlerde ken­disini yeterli gören.kimseler. Bu tür insanların da aynı şe­kilde Kur'ân hakkında söz söylemeleri caiz değildir. Çünkü bu gibilerde asıl olan ili m sizliktir. Kendisinin rüsûh merte­besine ulaştığı konusunda şüphe ya da tereddüt ettiği sü­rece, aslî men hükmünün kendisi üzerinde hâlâ devam et­miş olması kuşkusuz sözkonusu olacaktır.  Şu halde bu konuda herkes kendi vicdanı ile başbaşadır ve kendi hükmü­nü kendi verecektir. Belki bu tabakada bulunan bazı kim­seler, kendi sınırlarını aşacaklar ve kendi nefisleri hakkın­da hüsnü kuruntuda bulunarak, ilimde yüksek payeye er­miş insanlar gibi Kur'ân hakkında söz etmeye girişeceklerdır. İşte fırkalar buradan doğmuş; mezhepler bu yüzden or­taya çıkmış ve bunun sonucunda da Kur'ân tefsiri konu­sunda olumsuz gelişmeler meydana gelmiştir. 2.

Kim Kur'ân üzerinde bizzat kendisi tefsirde bulunmaz ve bu konuda kendisinden Önce geçmiş âlimlere (selefe) itimat ederek, on­ların yapmış olduğu açıklamalara atıfta bulunmakla iktifa ederse, bu hareketinden dolayı kınanmaz. Bu konuda onun için geniş bir alan vardır; ancak mutlaka yapması gereken ve zaruret hükmünce olan bundan istisnadır. Çünkü Kur'ân hakkında değerlendirme, —ilgili yerlerde de açıklandığı gibi— kıyâs hakkındaki değerlendir­meye benzemektedir. Hakkında nass bulunmayan konuda kıyâsta bulunmak hakkında selef, öteden beri sıkıntı duyagelmiştir. Onla­rın bu tavrını re'y ile Kur'ân tefsiri karşısında da aynen görüyoruz. Çünkü mahzur her ikisinde de aynıdır ve bu, Allah üzerine asılsız söz isnad etmiş olma korkusudur. Hatta Kur'ân hakkındaki söz kı­yastan daha da şiddetlidir. Çünkü kıyâs sonuç olarak, kıyası yapan kimsenin görüşü olur. Kur'ân hakkında edilen söz ise, Allah, bu âyetten bunu murad etmiştir, inen bu kelâmıyla şunu kastetmiştir, demeye gelir. Bunun tehlikesi ise daha büyüktür. 3.

Kur'ân hakkında değerlendirme ve tefsir yapacak, söz söyleye­cek kimsenin devamlı şunu hatırında tutması gerekir: Bu haliyle o, söylediği sözü Allah'a kastettirmiş olmaktadır. Kur'ân, Allah'ın kelâmıdır. O lisanı hâl ile şöyle demektedir: Bu kelâmdan Allah'ın muradı budur. Şimdi böyle bir kimse, yarın Allah Teâlâ'nın kendi­sine: "Benim hakkımda bunu nereden çıkardın?" demesine hazır ol­sun. Dolayısıyla kişinin, delillere dayalı açıklamalar olmadıkça, Kur'ân hakkında söz etmesi doğru olmaz. Hatta mücerred bir ihti­malin bulunması bile onun: "Mânânın şu şu şekilde olması muhte­meldir" demesi için yeterli olmalıdır. Çünkü o zayıf ihtimallerin da­hi, bir esasa dayanması pekâlâ mümkündür. Belli bir esasa dayalı olmayan ihtimaller ise muteber değildir. Şu halde her ne şekilde olursa olsun, Kur'ân hakkında edilecek her söz için —ister kesin söylensin, ister ihtimalli bulunsun— mutlaka onun dayandığı esasa tanıklık edecek bir mesnedin bulunması gerekir. Aksi takdirde o söz bâtıl olur ve sahibi yerilmiş olan re'yciler içerisine dahil olur. Allahu alem!
[1] Kamer 54/17.
[2] Meryem 19/97.
[3] Fussılet 41/3.
[4] Şuarâ 26/195.
[5] Müstakil olarak bu konuda yazılan kitaplarda belirtildiği gibi, Kur'ân'ın i'câzınm birçok yönü olduğunu belirtmişlerdir. Bunlardan hiçbiri, Kur'ân'ın anlaşıl ırlığına engel değildir.
[6] Sâd 38/29.
[7] Şâtıbi, el-Muvâfakât, İz Yayıncılık: 3/329-331
[8] Tahkim ve benzeri görüşlere sahip bulunan Haricîler grubu. (Ç)
[9] Al-i İmrân 3/187-188.
[10] Huşu, sağa sola bakmamak, zikir vb. gibi.
[11] Bakara 2/238.
[12] Bu âyetten önce namaz kılanlar birbirleriyle konuşabiliyorlardı. Bu âyetle namazda dünya kelâmı etme yasaklanmış oldu.
[13] Mâide 5/93. Âyetin tam meali şöyle: "İnananlara ve yararlı iş işleyenlere —-sakınırlar, inanırlar, yararlı işler yaparlar, sonra haramdan sakınıp inanırlar ve sonra isyandan sakınıp iyilik yaparlarsa— (daha önceleri) tat­mış olduklarından dolayı bir günah yoktur. Allah iyi davrananları sever"
[14] Kitap kelimesi, burada olduğu gibi bazen hüküm mânâsında da kullanılır.

(Ç)
[15] Mâide5/91.
[16] Duhân 10-11.
[17] Bunlar İbn Mesûd, Übeyy b. Kat>, Muâz b. Cebel ve Ebû Huzeyfe'nin azadhsı Sâlim'dir. (Buhârî, Fedâilul-Kur'ân, 8).
[18] Yani şeriatın anlaşılabilmesi için, Araplarca mahûd olan şeylerin esas alınması ve nassların bunlar üzerine bina edilmesi ve bu yolla anlaşıl­maya çalışılması konusu.
[19] Bakara 2/196.
[20] Âl-i İmrân 3/97.
[21] Bakara 2/286.
[22] Nah! 16/50.
[23] Mülk 67/16.
[24] NahI 16/26.
[25] Yani burada zikrolunan "yukarıdan" kaydı bir cihet tahsisi için değildir; zira tavan zaten yukarıda olur. Bu sadece onlar, bunu böyle söyledikleri için zikredilmiştir.
Araplarda düşman imajının en belirgin özelliği gök gözlülük olduğu için, Kur'ân cehennem zebanilerini gök gözlü olarak tavsif etmiştir (20/102; Beydâvî, Mecmau't-Tefâsîr, 4/218). İmdi bu ve benzeri onların imajlarına, mevcut telakkilerine dayalı olarak gelen nassların doğru an­laşılabilmesi için müellifin dediği gibi, Kur'ân'm indiği sıradaki Arapla­rın örf, âdet ve telakkilerini de bilmek gerekecektir. (Ç)
[26] Necm 53/49.
[27] Bilginler, bu yıldızın çapının güneşin çapından on kere daha büyük oldu­ğunu söylerler. Bu, Arapların bildiği en büyük yıldızdır ve ona tapınış­lardır.
[28] Daha önce geçmişti [3/67].
[29] Daha önce geçmişti [3/327].
[30] Daha Önce geçmişti [1/297],
[31] Şâtıbi, el-Muvâfakât, İz Yayıncılık: 3/331-337
[32] En'âm 6/91.
[33] En'âm 6/136.
[34] En'âm 6/138.
[35] En'âm 6/139
[36] Furkân 25/4.
[37] Furkân 25/5.
[38] Furkân 25/8-9.
[39] Sâd 38/4-8.
[40] Enbiyâ 21/26.
[41] Bakara 2/116.
[42] Yûnus 10/68.
[43] Meryem 19/90.
[44] Burada bahsedeceği şey, meselenin başında zikredilenden farklı başka bir nev'idir. Çünkü birincisinde nakledilen şeyler şeriatlerden değildir. Burada ise şeriatlerden, ya da o hükümde olanlardan, onlar içerisine gi­ren tahriflerden bahsedilmektedir.   Bu durumda bu söz, meselenin ilk başında geçen söz üzerine atfedilmiş olur. ikinci kısım için ikâme edilmiş ikinci bir delil olması da mümkündür.
[45] Bakara 2/75-
[46] Mâide 5/41.
[47] Nisa 4/46.
[48] Müddessir 74/43.
[49] Kehf 18/22.
[50]  Bakara 2/260.
[51] Hucurât 49/14.
[52] Zümer 39/67.
[53] Zümer 39/67.
[54] Tevbe9/61.
[55] Yâsîn 36/47.
[56] Allah'ın meşîetine karşı konulmaz; dolayısıyla onlardan itiraz yerine derhal teslim olma ve emre uyma gerekirdi.
[57] Çünkü   Allah'ın meşîetini öne sürerek itiraz ediyorlar, öbür taraftan kendilerine yönelik olan ilâhî meşîete imtisal etmiyorlardı. Yani ilâhî meşîeti hem kendileri için delil olarak kullanıyorlar, hem de ona uymu­yorlardı.
[58] Enbiyâ 21/78-79.
[59] Çünkü Davud'un (s.a.) hata ettiğini açıkça söylememiştir. Bu, hükmün sadece Süleyman'a bildirilmiş olması ifadesinden çıkmaktadır.
[60] Şâtıbi, el-Muvâfakât, İz Yayıncılık: 3/337-343
[61] Meselâ, hem müjde hem de uyarı içeren âyetlerin birden gelmesi gibi. Bunun en güzel örneğini İnşân (Dehr) sûresinde görmek mümkündür.
[62] Bakara 2/6.
[63] Bakara 2/24.
[64] Bakara 2/26-27.
[65] Bakara 2/62.
[66] Bakara 2/81.
[67] Bakara 2/102.
[68] Bakara 2/103.
[69] Buifadeyle"mâ nensah... "kasdetmiştir
[70] Bakara 2/112.
[71] Bakara 2/121.
[72] En'âm 6/1.
[73] En'âm 6/12.
[74] En'âm 6/15.
[75] En'âm 6/17.
[76] En'âm 6/32.
[77] En'âm 6/36.
[78] En'âm 6/39.
[79] En'âm 6/48.
[80] Meselâ Rahman sûresini ele alalım. Bu sûrenin ilk üçtebiri Allah Teâlâ'-nın varlığına delâlet edici âyetler olup, arkasından gelen umut ve korku verici âyetler için bir ön hazırlık mahiyetindedir. Böylece O, ilmi, kudreti, yaratıcılığı ile müjdelediği şeyleri gerçekleştirmeye, korkuttuğu şeylerle de cezalandırmaya kadir olduğunu   beyan etmiş oluyor. İkinci üçtebir kısmı son derece belirgin korkutucu ve azap tehdidi içeren âyetlerden oluşur. Son üçtebiri ise müjde ve umut verici âyetlerden meydana gelir.
[81] Zümer 39/53.
[82] Çünkü Allah Teâlâ, günahları mutlak olarak zikretmiş, büyük ya da kü­çük uy irimi yapmamış, affı için herhangi bir şart da koşmamış, "dilediği­ne" gibi bir kayıt da getirmemiş; üstelik arkasından da "Çünkü O, çok bağışlayandır, merhametlidir" buyurarak mânâyı pekiştirmiştir.
[83] Hûd 11/114.
[84] Bir adam Hz. Peygambere (s.a.) gelerek : Tâ Rasûlallah! Bostanda bir kadın buldum ve ona herşey yaptım; öptüm, kucakladım, ancak onunla ilişkide bulunmadım. Ne uygun görürsen onunla hükmet!" dedi.   Hz. Peygamber (s.a.) birşey söylemedi ve adam kalkıp gitti. Hz. Ömer: "Eğer kendisi örtseydi, Allah onun durumunu örtmüştü" dedi. Hz. Peygamber (s.a.) arkasından gözüyle adamı takip etti ve: "Onu bana geri çevirin" buyurdu. Geri çevirdiler. Dönünce ona "Gündüzün iki ucunda ve gecenin gündüze yakın zamanlarında namaz kıl. Doğrusu iyilikler kötülükleri giderir'" âyetini okudu.   Hz. Ömer   "Yâ Rasûlallah! Bu sadece ona mı has, yoksa herkes için geçerli midir?" diye sordu. Hz. Peygamber {s.a.) de herkes için geçerli olduğunu söyledi, (bkz. İbn Kesir, 2/462]
[85] Alak 96/6.
[86] Ahzâb 33/58.
[87] NÛr 24/22.
[88] Zümer 39/53.
[89] Bakara 2/260.
[90] Âl-i İmrân 3/135.
[91] Nisa 4/110.
[92] Nisa 4/31.
[93] Nisa 4/40.
[94] Nisa 4/48.
[95] Nisa 4/64.
[96] Nisa 4/110.
[97] Übeyy b. Halef veya Ümeyye b. Halef veya el-Velîd b. el-Muğîre veya el-Âsî b. Vâil ya da dördü birden. Çünkü bunlar zengin idiler ve Hz. Pey-gamber'i (s.a.) çokça alaya alıyorlardı. Sûrede geien özellikler onları tam tutmaktadır.
[98] Alak96/6.
[99] Murad her ne kadar cins ise de âyet Ebû Cehil hakkında inmiştir. Bu âyetler sûrenin başındaki âyetlerden uzun bir süre sonra inmiştir.
[100] Ahzâb 33/58.
[101] Çünkü bu da, ifk hadisesi ya da Hz. Peygamber'in (s.a.) Safiyye bt. Hu-yey'le evliliği ile ilgili olarak fesat kazanını kaynatan münafıkların başı Abdullah b. Übey b. Selûl ve yandaşları hakkında inmiştir.
[102] Nûr 24/22.
[103] Zümer 39/53
[104] Zümer 39/53.
[105] Zümer 39/54.
[106] Bakara 2/260.
[107] Âl-i İmrân 3/135.
[108] Zümer 39/53.
[109] Nisa 4/110.
[110] Nisa 4/105.
[111] Nisa 4/107-109.
[112] Nisa 4/31.
[113] Nisa 4/40.
[114] Nisa 4/42.
[115] Nisa 4/37.
[116] Nisâ4/4Û.
[117] Nisa 4/64.
[118] Nisa 4/48.
[119] Mü'minûn 23/57-61.
[120] Bakara 2/218.
[121] İsrâ 17/57.
[122] Zümer 39/53.
[123] Ahzâb 33/58.
[124] Daha önce bu âyetin, ifk hadisesi ya da Hz. Peygamber'in (s.a.) Safiyye bt. Huyeyle evliliği ile ilgili olarak dedikodular çıkaran münafıkların ba­şı Abdullah b. Übey b. Selûl ve yandaşları hakkında inmiş olduğu belir­tilmişti. Öyle ya da böyle âyet kâfirlerden bir grup yani münafıklar için inmiştir. Şu anda konumuz ise, korku ya da umut tarafından sadece bi­rinin kendilerine galebe çaldığı mü'minier ve onların İrşad ve eğitilmele­ri idi. Bazı durumlarda ihmal yönü galebe çalan kimselerin irşad ve eği­timi konusunda meselâ "inananların gönüllerinin Allah'ı anması ve O'ndan inen gerçeğe içten bağlanma zamanı daha gelmedi mi?" (57/16) gibi bir âyeti verseydi o zaman daha açık olur ve kullandığı "azar" ifadesi de yerini bulurdu. Dünya ve âhirette lanete maruz kalan­ların ebedî helaklerinin "azar" diye nitelenmesi doğru olmaz.
[125] Şâtıbi, el-Muvâfakât, İz Yayıncılık: 3/343-353
[126] Burada külliden maksat, belli bir şahsa veya hale ya da zamana has de­ğil manasınadır. Keza hükmün mufassal olarak ve şartlarını, rükünleri­ni, mânilerini beyan ederek gelmiş olması mânâsına değildir.
[127] Yani sonuçların dikkate alınması şekliyle ki buna istihsân denilmekte­dir.
[128] Yani kıyâs yoluyla.
[129] Yani detayların, şartların, mânilerin öğrenilmesi, şer'î hakîkatların key­fiyetlerinin bilinmesi konusunda. İşte bu ihtiyaç, Kur'ân'ın getirdiği esasların küllîliğınin bir alâmeti olmaktadır.
[130] Nahl 16/44.
[131] Buhârî, Fedâilu'l-Kur'ân, 1.
[132] Mâide 5/3.
[133] Sünnet bahsinin Dördüncü meselesinde bu konu genişçe ele alınacaktır.
[134] Bu, Kur'ân'm, şer'î hükümleri külli olarak verdiğine dair bir başka istidlal (temellendirme) şekli olmaktadır.
[135] Nisa 4/105.
[136] Haşr 59/7.
[137] Nisa 4/115.
[138] Yani deliller gibi şeriatın en önemli konusunu içermiş olan bu üç âyet, kapsam bakımından en geniş küllî delillerden olur.
[139] Buhârî, Libâs, 82-87 ; Müslim, Libâs, 119.
[140] Haşr 59/7.
[141] Şâtıbi, el-Muvâfakât, İz Yayıncılık: 3/353-355
[142] Yani genel çerçevenin belirlenmesi, mânânın küllî olarak konulması şek­linde. (Ç)
[143] .  Yani şeriatı icmâlen kavramış olur ve onun mücmel ve küllî esasların­dan biçbir eksiği olmaz.
[144] Mâide 5/3. Ancak dinin ikmâlinin sadece Kitapla değil de hem Kitap hem de Sünnetle olması düşünülebilir. Âyette de ikmâlin sadece Kitapla yapıldığına dair bir tahsis yoktur.
[145] NahI 16/44.
[146] Kitap'tan maksadın Kur'ân olması tefsirine göre bu âyet burada delil olur. Ancak Kitap için   yapılmış Levh-i Mahfuz gibi başka tefsirler de vardır.
[147] En'âm 6/38.
[148] Yani Yaratıcı ile yaratıklar arasındaki ilişkileri en kâmil anlamda dü­zenleyen eksiksiz nizam.
[149] İsrâ 17/9.
[150] Tİrmizî, Sevâbul-Kur'ân, 14 ; Dârimî, Fedâilul-Kur'ân, 1.
[151] Dârimî, Fedâilu'l-Kur'ân, 1.
[152] Buhârî, Müsâfirûn, 139 ; Ebû Dâvûd, Tatavvu', 26 ; Ahmed, 6/54, 91.
[153] Kalem 68/4.
[154] İsrâ 17/82.
[155] Âl-i İmrân 3/193.
[156] Buhârî, Ezan, 54 ; Ebû Dâvûd, Salât, 60.
[157] Ebû Dâvûd, Sünnet, 5; Tirmizî, İlm, 10 ; İbn Mâce, Mukaddime, 2.
[158] Nisa 4/59.
[159] Ahzâb 33/36.
[160] Nahl 16/44.
[161] bkz. Buhârî, Nikâh, 27 ; Müslim, Nikâh, 37.
[162] Buhârî, Zebâih, 28, Meğâzî, 38 ; Müslim, Nikâh, 30, Sayd, 23-25.
[163] Buhârî, Tıbb, 57 ; Müslim, Sayd, 11; Ebû Dâvûd, Sünnet, 5 , Et'ime, 32.
[164] bkz. Buhârî, İlm, 39, Cihâd, 171, Diyât, 24, 31; Tirmizî, Diyât, İŞ.
[165] Dördüncü Mesele'de hem soru hem de cevap hakkında yeterli tafsilat-ge-lecektir.
[166] Ahkâf 46/15.
[167] Lokman 31/14.
[168] Buna usûlde sarih olmayan mantûkun delâletlerinden işaret yoluyla olanı demişlerdir. Bu ifadesi maksûd olmayan lazımı bir delâlet şekli olmakta­dır.
[169] Haşr 59/10. İmam Mâlik, "Allah'ın fethedilen  memleketler halkının mal­larından (fey') peygamberine verdikleri; Allah, Peygamber, yakınlar, ye­timler, yoksullar ve yolda kalmışlar içindir. ...Allah'ın verdiği bu ganimet malları bilhassa yurtlarından çıkarılmış ve mallarından edilmiş olan, Al­lah'tan bir lütuf ve rıza dileyen, Allah'ın dinine ve peygamberine yardım eden muhacir fakirlerindir, işte doğru olanlar bunlardır. Onlar   Medine'yi yurt edinmiş ve gönüllerine imanı yerleştirmiş olan kimseler­dir ve kendilerine hicret edip gelenleri severler..." şeklinde devam eden âyetten sonra gelen "Onlardan sonra gelenler: 'Rabbimiz! Bizi ve bizden önce inanmış olan kardeşlerimizi bağışla; kalplerimizde mü'minlere kar­şı kin bırakma,..' derler" âyetim , fey' mallarında hakkı bulunan kimse­ler için hal cümlesi yapmış ve böylece yukarıdaki sonuca ulaşmıştır. Sahabeye sövmekten daha büyük kin düşünülebilir mi? Öyleyse, onlara şovenler, fey'den hak alma şartını kaybetmiş olurlar.
[170] Enbiyâ 21/26.
[171] Çünkü Allah Teâlâ, onlara meleklerin Allah'ın kuîları (yani mülkü) ol­duğunu belirterek cevap vermiştir. Bu şu demek olur: Onların kul olma­ları ile —ki bu müsellemdir—Allah'ın çocukları olmaları nasıl uzlaştın-labilir?! Dolayısıyla   çocuğun, babası tarafından mülk edinilmesi sahih olmaz; zira çocukla mülkiyet arasında bağdaşmazlık vardır. Kur'ân, işte bu hükmü işârî delâlet şekliyle beyan etmiştir.
[172] Alak 96/2.
[173] Nahl 16/78.
[174] Münâfikûn 63/5.
[175] Sâd 38/33. Aslında âyete: "Bacaklarını ve boyunlarını sıvazlamaya baş­ladı" anlamı verilmektedir.

Şeriatımızda malın ziyan edilmesi caiz değildir. Kalbi meşgul ede­ceği endişesi, onu itlaf etmek için bir sebep olamaz. Çünkü ondan korun­manın yolları vardır; hibe, tasadduk vb. gibi. Bizden önceki şerîatler, an­cak neshedilmediği zaman bizim için bir delil olabilir. Kaldı ki âyete yu­karıda da belirttiğimiz gibi, Şiblî'nin anladığından farklı olarak sivazla-mak mânâsı da verilmiştir. Eğer kılıçla vurmak mânâsına alındığı za­man, Süleyman'ın (s.a.) şeriatında atların kurban edilmesi yoluyla bir ibadet şeklinin bulunduğu düşünülebilir. Ya da öldürücü olmaksızın, on­ların Allah yolunda vakfedilmiş olduğuna alâmet olacak işaret koyma amacına yönelik olabilir. Alûsî, kendisini meşgul ettiği için kızdığı ve bu yüzden onları itlaf ettiği şeklindeki izahın bâtıl olduğunu söylemiştir. Müellif, bu istidlal şekillerinin hepsine katılmadığına son cümlesiyle işa­ret etmiş olmaktadır.
[176] Mâide5/18.
[177] A'râf 7/143. Musa (s.a.), Allah'ı görme isteğini, Allah'ın kendisiyle konuş­ması üzerine dile getirmişti. Sözü edilen görüş sahipleri bunu şöyle açık­lamışlardır: Musa, bu isteğini, 'sözünü işitmesi caiz olanın, kendisine bakması da caizdir ve bunun aksi de varittir' düşüncesine dayandırmış­tır. Kadına bakmak ittifakla caiz olmadığına göre, sözünü dinlemek de caiz olmayacaktır.

Ne kadar uzak bir istidlal şekli! Özellikle de cevaz şeklinin farklılı­ğının dikkate alınması durumunda. Çünkü Musa meselesinde cevaz aklîdir; kadına bakılması ve onun sözünün işitilmesi ise, teklifi hüküm­ler içerisine giren bir konudur. Kadına bakmak ittifakla caiz olmadığına göre, onun sözünü dinleme de caiz olmamalıdır.

İfrat ya da tefritin hâkim olduğu konulardan biri de budur. Nassla-nn İstikraya tâbi tutulması sonucunda kadının sesinin mahremiyeti ko­nusunda mutedil bir sonuca ulaşılacağı kanaatindeyiz. (Ç)
[178] Şâtıbi, el-Muvâfakât, İz Yayıncılık: 3/355-360
[179] Kâf50/6.
[180] Buhârî, Fedâilu'l-Kur'ân, 1. [3/367] de de geçmişti.
[181] Isrâ 17/15.
[182] Kehf 18/29.
[183] Mâide5/6.
[184] Tahrîm 66/12.
[185] Mâide 5/75. Yemek yediklerine göre, tuvalete de gidecekler ve ihtiyaçları­nı göreceklerdi.   Dolayısıyla halleri böyle olan İsa ve annesinin tanrı ol­ması mümkün değildir. Ayet, sonucu zikretmeyi kaba bulduğu için, birin­cinin zikri ile maksadı ifade etmiştir. Müellifin demek istediği budur. (Ç)
[186] Bakara 2/26.
[187] Ahz^b 33653.
[188] Furkân 25/32.
[189] Furkân 25/32.
[190] İsrâ 17/106.    
[191] İkincisi muhtemelen "Rabbi" olmalıdır. (Ç)
[192] Bakara 2/286.
[193] Bakara 2/127.
[194] Âl-i İmrân 3/35.
[195] Bakara 2/260.
[196] Fatiha 1/4.
[197] Âl-i İmrân 3/16
[198] Âl-i îmrân 3/53.
[199] Âl-i îmrân 3/193.
[200] Yûnus 10/88.
[201] Nûh 71/21-28.
[202] Bakara 2/127.
[203] İkinci Nev'in Beşinci Mesele'sinde. Orada, sözün bu tür âdâbâ delâleti­nin tâbi delâlet unsurlarından olduğunu söylemiş ve örneklerle sözü aç­mıştı. Oraya bkz.
[204] Zâriyât 52/56.
[205] Yani kifâî olan farzlar içerisinde her istenilen her yasaklanılan şeyle ilgi­si olması bakımından en kapsamlısı iyiliği emretmek ve kötülüğü yasak­lamak görevidir. Çünkü bu görev, fıkhın belli bir konusuna münhasır de­ğildir. Diğer kifâî farzlar ise böyle değildir. Meselâ, devlet yöneticiliği, cihâd, ilim öğretmek ve önemli sanatları icra etmek gibi. Bütün bunlar kifâî farzlardan olmakla birlikte, uygulama alanı sadece kendi sahasına münhasır kalmaktadır. İyiliği emretmek ve kötülüğü emretmek ise, şeriatın bütün konuları için tamamlayıcı bir unsur mahiyetini gösteren tek kifâî farz olmaktadır. En kapsamlı olanları ifadesinden maksat bu­dur; yoksa onun küllî bir esas olduğunu ifade değildir. Zira diğer kifâî oian farzlar onun altında bir cüz olarak mündemiç değildir.
[206] Çünkü bu üç cinsten her birinin altında üç nev'i bulunmaktadır ve her cins için de tamamlayıcı unsur vardır. Gazzâlî ise, üç cinsi sadece üç ilim kabul etmiş ve onların altına giren nev'i ve dallarına bakmamıştır. An­cak o, ikinciyi, iyi huylarla bezenmek, kötü huylardan da arınmak yoluy­la Allah'a gidecek yolun belirtilmesi kabul etmiştir. İbâdetlerin, muame­lelerin... beyanını ise   tâbi ve tamamlayıcı unsurlardan saymıştır. İkisi arasında karşılaştırma yapıldığı zaman Gazzâlî'nin yaklaşımı sûfiyyenin makamına daha uygun düşmektedir.
[207] Bu, ilk üçünün tamamlayıcı unsuru olmaktadır. İkincisi, birincinin, üçüncüsü ise ikincinin tamamlayıcısı mahiyetindedir.
[208] Şâtıbi, el-Muvâfakât, İz Yayıncılık: 3/361-368
[209] Rivayet, el-Mesâbîh'te İbn Mesûd'dan gelmiştir ve şöyledir: "Kur'ân, ye­di harf üzerine inmiştir. Onlardan her âyetin bir sırtı (zahiri) bir de kar­nı (bâtını) vardır. Her haddin de bir matla'ı vardır" Rûhu'l-Meânî'de: "Her harfin bir haddi ve her haddin de bir matla'ı vardır" şeklindedir. Mânâsı en uygun tefsire göre şöyledir: Her harfin yani indiriliş şekille­rinden her birinin bir haddi yani Allah'ın o âyetten amaçlamış olduğu muradının bir son noktası vardır.  Murad olunan her son nokta için de bir matla' yani başlangıç ve o maksadı Allah'ın muradı üzere anlamaya ulaştıracak bir çıkış noktası vardır.
[210] Nisa 4/78.
[211] bkz. Buhârî, İlm, 39, Cihâd, 171, Diyât, 24, 31; Tirmizî, Diyât, 16.
[212] Nisa 4/82.
[213] Çünkü ihtilaf, çoğu kez sözün zahiri yanında durmak ve maksadı kavra­maya çalışmamak yüzünden doğmaktadır. Bu ise Kur'ân'm bir bütün olarak ele alınması, onun birbirini tefsir, takyid ve tahsis ettiğine bakıl­ması yoluyla olacak ve böylece ondan Allah Teâlâ'nın gözettiği maksat anlaşılmış olacak ve ihtilaflar da ortadan kalkacaktır.
[214] bkz. Nisa 4/78.
[215] Nisa 4/79.
[216] Muhammed 47/24.
[217] Yani Allah Teâlâ, bir sırrın ve gizli mânâlardan birinin, seçkin kulların­dan birinin dili üzerinde açıklanmasını ister ve böylece onu açıklar.
[218] Mâide 5/3.
[219] Ankebût 29/41.
[220] Bakara 2/26.
[221] Bakara 2/26.
[222] Müddessir 74/30.
[223] Müddessir 74/31.
[224] Münâfikûn 63/8.
[225] Lokman 3176.
[226] Haşr 59/13.
[227] Haşr 59/13.
[228] Tevbe 9/127.
[229] Tevbe 9/127.
[230] Birincinin anlamı "inkarcıların göğsünü dar ve sıkıntılı yapar" (6/125) ; ikincisinin ki; "Kalbin daralır" (11/12) şeklindedir. "Dayyik" kelimesi sı-fat-ı müşebbehe kalıbıdır ve vasfın devam ve sabitliğini bildirir. "Dâik" kelimesi ise, ism-i fail kalıbıdır ve bu kalıp, oluş ve yenilenme bildirir, süreklilik bildirmez;  dolayısıyla Hz. Peygamber'e (s.a.) arız olan bu da­ralmanın geçici bir durum olduğunu gösterir.
[231] "İnkâr edenleri, başlarına geleceklerle uyarsan da birdir, uyarmasan da..." (2/6)
[232] "Ve insanlar arasında, bir bilgisi olmadığı halde Allah yolundan saptır­mak için gerçeği boş sözlerle değişenler vardır" (31/6)
[233] Birinci âyetin öncesinden maksat Kitab'm halini beyan etmek ve onda en ufak bir kuşku olmadığını ortaya koymaktır. Bunun zımnında da, kâfirlerin   küfür ve sapıklık üzerinde ısrarları vurgulanmaktadır. Öyle ki oniar, uyarsan da uyarmasan da fark etmeyecek şekildedirler. Bu iti­barla, âyet öncesini tamamlar mahiyettedir. Dolayısıyla mahal, "fasl" mahalli yani atıfsız başlama yeridir.

"Ve mine'n-nâs..." âyeti ise, öncesi ile beraber, insanların doğru yol­da olanlar ve sapıklar olmak üzere iki sınıf olduklarını ve bunlar arasın­da tezat bulunduğunu belirtmektedir. Dolayısıyla mahal, "vasi" yani atıf harfi ile getirme mahallidir.
[234] Şuarâ 26/154.
[235] Şuarâ 26/186.
[236] Meryem 19/47.
[237] Furkân 25/63.
[238] Merfû halde olan, sübût ve süreklilik ifade eden isim cümlesi olduğu için, daha güzel selam olur.
[239] Hatırlama, şeytanın dürtmesinden sonra meydana gelir; hakkı görmek ise, onlarda sabit ve dâim olan bir özelliktir. Dolayısıyla birincisi, oluş bildiren fiil kalıbı ile getirilirken, ikincisi sübût ve kalıcılık bildiren ism-i

fail kalıbı ile getirilmiştir
[240] "el-Hasene' den maksat, insanların güzel buldukları bolluk, bereket, re­fah ve afiyet gibi şeylerdir.  Bunların yaygın ve genel bir şekilde ve se­bepsiz olarak vuku bulması için   ilâhî rahmetin taalluku bulunduğun­dan, bunların vukuu konusunda şüphe yoktur. Bu yüzden de kesin ta­hakkuk ifade eden geçmiş zaman kipi üe yine şüphe içermeyen "izâ" şart edatı ile kullanılmış ve ayrıca kelime de marife getirilmiştir. Çeşitli belâ ve musibetlerin murad edildiği "seyyie" ise, vukuu nâdirdir, onun vücuda gelmesi için ilâhî irâdenin taalluku da, insanların bazı kötü fiil­leri işlemelerine bağlanmıştır. O yüzden onun tahakkuku hasene gibi ke­sin değildir. İşte bunun için de o, şüphe edatı olan "in" ile, gelecek za­man kipi ve fiekire bir kalıpla getirilmiştir
[241] "İnsanlara bir rahmet tattırdığımız zaman ona sevinirler, ama yaptıkla­rından ötürü  başlarına bir kötülük gelirse, hemen ümitlerini kaybedive-rirler"(RÛm 30/36)
[242] Bakara 2/23.
[243] Hûd 11/13.
[244] Yani Kur'ân'm fesahati üzerine kurulu olan i'câzdan, bu i'cazm sonucu amaç olmaktadır. Bu da, içerisinde bulundukları acziyet sebebiyle onu tasdik etme ve ondan kastolunan ilâhî muradı anlama noktasına  ulaşmalanydı. İşte, onları karşı koyma konusunda acze düşüren ve onun Hakk'tan olduğunu itirafa götüren şey, Kur'ân'm zahiri olmaktadır. İti­rafın arkasından gelen şey ise —ki bu kulun kendisi ile kulluk vasfını kazanmış olduğu mânâlardır— Kur'ân'm bâtınıdır ve indirilmesinden gözetilen ilâhî maksat olmaktadır.
[245] Bakara 2/245.
[246] bkz. Âl-i İmrân 3/181.
[247] bkz. İbn Kesîr, 1/299.
[248] Nahl 16/78.
[249] Mülk 67/23.
[250] Tevbe 9/5.
[251] Bakara 2/229.
[252] Nisa 4/4.
[253] Yûsuf 12/40.
[254] Zuhruf 43/58.
[255] Kamer 54/14.
[256] Yasin 36/71
[257] Mü'min 40/56.
[258] Zümer 39/37.
[259] Mâide 5/95.
[260] Nisa 4/4
[261] Şûra 42/11.
[262] Şâtıbi, el-Muvâfakât, İz Yayıncılık: 3/368-377
[263] Nahl 16/103.
[264] Fussılet 41/44.
[265] Şeriatın anlaşılmak üzere konulmuş olduğunu konu edinen ikinci nevide.
[266] Âl-imrân 3/138.
[267] Tûr 52/44. Âyetin mânâsı şöyle: "Gökten azap olarak düşen bir parça gör­seler: 'Bulut kümesidir' derler"
[268] Râfizîlerden olan bu kimseyi, Halid el-Kısrî öldürmüş ve Allah'ın kulları­nı onun şerrinden kurtarmıştır.
[269] Bugünkü Tunus'un olduğu bölge. (Ç)
[270] Berberi kabiterinden birinin ismi. (Ç)
[271] Âl-i İmrân 3/110.
[272] Nisa 4/3   Meali: "Hoşunuza giden kadınlardan ikişer, üçer, dörder evlenin
[273] Mâide 5(3.
[274] Bakara 2/255.
[275] Tâhâ 20/121. Meali: "Âdem Rabbine baş kaldırdı ve yolunu şaşırdı"
[276] A'râf 7/179. "And olsun ki, cehennem için de birçok cin ve insan yarattık"
[277] Nisa 4/125.
[278] Buhârî, Salât, 80, Fedâilu's-sahâbe, 3, 5; Müslim, Fedâilu's-sahâbe, 2-7; Tirmizî, Menâkıb, 14-16; İbn Mâce, Mukaddime, 11.
[279] Yani onun indiriliş amacı ve lafzın ötesinde murad olunan mânâ.
[280] Neml 27/16.
[281] Olay ve beyit hakkında bkz. İbn Kuteybe, Uyûnu'l-ahbâr, 2/161 ; İbn Abdirabbih,Ikdu'I-ferîd, 2/250.
[282] Yani nakledilen üç sözde de lafzî deliller vardır. Elîf Lâm Mîm'de ise, ya­pılan yoruma delâlet edecek bir delil bulunmamaktadır.
[283] .  Buna göre bu hesapla geçmiş ve gelecek bütün milletlerin tarihleri orta­ya çıkacaktır. Buna bir örnek olmak üzere Muhyiddin el-Arabî'nin Fütuhatında "Ve külle şey'in ahsaynâhu kitaben" âyeti hakkında zik­rettiği şu sözleri kaydedebiliriz: Aîlah Teâlâ kitabına bizim sayamayaca­ğımız kadar ilim koymuştur. Alimin birine sordum ve "Bunlar içerisinde ana ilimieri belirlemek mümkün müdür?" dedim. O: "Yüzbin altıyüz nev'idir; Her nev'i ise, sayısını ancak Allah Teâlâ'nm bilebileceği ilimleri içerir" dedi.
[284] Bakara 2/22.
[285] Tevbe 9/31.
Bu konuda "Heva ve hevesini kendisine tanrı edineni gördün mü?" (25/43) âyeti daha da açıktır. (Ç)
[286] Halbuki haram ve helâl kılma yetkisi sadece Allah'a aittir Nefs-i emmare, sahibine isteklerini yapmayı ve bu sırada Allah'ın emir ve ya­saklarına riayeti terki emredince ve kişi de onun bu isteklerine boyun eğince sanki onu Rab edinmiş gibi olur.
[287]  Ahkâf 46/20.
[288] bkz. [3/288].
[289] Bakara 2/22.
[290] Müellif burada Sehl'in sözünü, geçen iki şartı bulundurduğu için âyetin tefsiri ve ondan murad olarak kabul etmektedir. Geçen fasılda olanları ise, âyetlerden elde edilen işârî mânâ saymıştır. Bu fasılda, bundan sonra gele­cekleri ise, işârî mânâ şeklinde de olsa kabul etmeyecektir.
[291] Bakara 2/35.
[292] Onun dinin esasları ile ilgili bir konuda musibete düşmediğini, dolayısıyla yapmış olduğu hatanın büyük değil, küçük olduğunu vurgulamak istiyor.
[293] Âl-i İmrân 3/96.
[294] Onuncu Mesele'de gelecektir.
[295] Nisa 4/51.
[296] Bakara 2/22.
[297] Ancak müellif orada bunun bir tefsir olmadığını söylemişti ve bu yapılan izahta en önemli bir husus oluyordu, bkz. [3/398].
[298] Çünkü iyilik yapılması emri bu yapılan izahlarla nasıl telif edilecektir.
[299] Neml 27/44.
[300] Neml 27/52.
[301] Rûm 30/50.
[302] Rûm 30/41.
[303] Bakara 2/114.
[304] Tâhâ 20/12.
[305] Ebû Dâvûd, İlim, 5.
[306] Şâtıbi, el-Muvâfakât, İz Yayıncılık: 3/377-390
[307] î'tibânn iki mânâsı vardır. Bunlardan birine göre, kıyâs ile eş anlamlı­dır. Diğeri ise, Türkçedeki ibret alma sözünün çağrıştırdığı mânâ olup, birşeyden kendisine pay çıkarma şeklinde ifade edilebilir. Burada kıyas, mülâhaza, istintaç gibi mânâlara gelmektedir. Daha genel olması açı­sından biz "mülâhaza" diye çevirmeyi yeğledik. (Ç)
[308] Buna şunu örnek verebiliriz: "Kadir gecesi bin. aydan hayırlıdır" âyeti hakkında bazıları şöyle demişlerdir: Bin ay, Emevî devletinin ömrüdür; çünkü onlar iktidarda seksen üç sene dört ay kalmışlardır. Bu âyet Hz. Peygamber'e (s.a.) teselli olmak üzere inmiştir. Çünkü Allah Teâlâ onu kendisinden sonra gelen meliklerin hayat tarzına vâkıf kılmış ve Emevîleri görünce üzülmüş. Bunun üzerine bu âyeti indirerek Peygam­berini hoşnut etmiş.

Bu mânâ Kur'ân'dan alınmış değildir. Aksine sayıların mutabaka­tından hareketle Kur'ân dışından, vakıadan alınmıştır. Lafız bu mânâyı düşünmeye uzak da değildir. Ancak sûreden bu mânânın kastedildiğine dair herhangi bir şer'î delil bulunmamaktadır.
[309] Orada verdiği örneklerden biri şudur: "Suçlular şüphesiz inanmış olan­lara gülerlerdi. Yanlarından geçtikleri zaman da birbirlerine göz kırpar-lardı.   ...  Bugün  de,   inananlar inkarcılara gülerler" (83/29)    âyeti, câhillerin ehl-i sülûke gülmeleri ve onları alaya almaları hakkında bir işarettir. Onlar, kişi nasıl özünden fena (fena fi'n-nefs) olabilir; halbuki o günde şu kadar ntıl ekmek yiyor, uzunluğu bu kadar, eni şu kadar... derler. Nuh'un ümmeti de aynı şekilde yapmışlar ve Hz. Nûh gemiyi inşa ederken ona karşı gülmüşlerdi. Allah Teâlâ onların: "Bizimle alay edi­yorsunuz ama, alay ettiğiniz gibi Biz de sizinle alay edeceğiz" (11/38) di­ye cevap verdiklerini bildirmiştir.
[310] Şu örnek onlardan biridir: Fatiha, Kur'ân ilimleri olan on kısımdan seki­zini içine almıştır. Bunlar kâfirlere karşı mücâdele şekli ile fukâhanın ortaya koyduğu hükümlerin dışında kalanlarıdır. Bundan, bu iki kısmın mertebe olarak diğer ilimlerden sonra geldiğini gösterir.  Dolayısıyla bu iki ümi diğerlerinden öne almak ancak mal ve makam sevgisinden kay­naklanır. Sonra şöyle der: Fatiha kitabın anahtarıdır, cennetin anahtarı­dır. Cennetin kapıları da sekizdir.   Fatihanın mânâsı da sekiz şeye dö­nüktür. İşte bu Kur'ânî mülâhazalardan (i'tibârât) sayılmaktadır. Müel­lif orada her kısmın marifet bahçelerinden birinin kapısını açtığını ve böylece arifin ruhunun, cennet bahçelerinde dolaşan kimsenin duyduğu sürür ve ferahtan az olmayacak şekilde, marifet bahçelerinde dolaşıp sü­rür ve ferah bulacağını söylemiştir.
[311] Buhârî, BedVÎ-halk, 7 , Libâs, 88, 94 ; Müslim, Libâs, 81.
[312] Şâtıbi, el-Muvâfakât, İz Yayıncılık: 3/390-392
[313] Bilindiği gibi Hz. Peygamber'in (s.a.) getirdiği şeriat, peygamberlerle ge­tirilen tevhid dini sürecinin tamamlayicısıdır. İslâm şeriatı, daha önceki şeriatlar tarafından konulmuş olduğu halde tahrif edilmiş şeyleri tekrar düzeltmek ve ıslah etmek, onlarda bulunmayan şeyleri ise ikmâl etmek için gelmiştir. Buna göre sonradan gelen şeriat bir öncekisi dikkate alı­narak değerlendirilecektir. Aynı durum İslâm şeriatı içerisinde de sözko-nusu olacak ve sonra gelen nasslar, öncekilerin oluşturduğu zemine otur­tularak değerlendirilecektir.
[314] Müellif, burada Kelâm âlimierince belirlenen Tevhid ilkeleri ile yetinme­yerek bu sûrede şeriatın temelini oluşturan diğer külli kaidelerin de be­lirlenmiş olduğunu ilave olarak belirtmek istiyor. Çünkü bu kaidelerden biri olmadığı zaman şeriat eksik kalmakta, ihlâle uğradığı zaman da ihlâl görmektedir.
[315] Müslim, imân, 43.
[316] Müslim, îmân, 53.
[317] Bu ve benzeri hadisleri konuya örnek olarak gösterebilmek için, onların namaz, oruç, hacc, cihâd, zekât gibi dinin hükümlerinin henüz tamamlan­madan önce vârid olmuş olduklarını bilmeye ihtiyaç vardır. Bu ise zordur. Verilen örnek .hadislerin, râvi ve içerdikleri diğer ipuçlarına bakılacak olursa Medffie döneminde söylenmiş oldukları anlaşılıyor. Meselâ birinin ravisi olan Ebû Hüreyre'nin müslüman oluşu Hicrî yedinci yıla rastlar.
[318] Mâide5/93.
[319] Bakara 2/143.
[320] Şâtıbi, el-Muvâfakât, İz Yayıncılık: 3/392-395
[321] Kehf 18/104 ve Şusrâ 26/168.
[322] Kur'ân'da cinas olduğunu söylemekle, ondan maksadın cinas olduğunu iddia etmek   arasında fark vardır. Hatta, Arapların kendi dillerinde ci­nas yapma gibi bir maksatları olmadığını kabul etsek bile, bu tesadüfi olrrak sözde cinasın  meydana gelmesine  mani  değildir. Nitekim âyetlerden bazı parçalar vardır ki, çeşitli şiir bahislerine tesadüfi olarak uygun düşmektedir. Meselâ:                          .

beytinde olduğu gibi. Bu, Kur'ân'da Allah'ın maksadının şiir söylemek ol­duğu mânâsına gelmediği gibi, cinas için de durum aynıdır. Dolayısıyla iddia edilen mahzur niye doğsun?!
[323] Nûr 24/15.
[324] Müellifin, "âyetinin mânâsı altına girer" demesi, bu âyetin ifk hadisesi hakkında olması sebebiyledir. Bu durumda âyetin konumuza delâleti iti­bar ve işaret yoluyla olmaktadır.
[325] Mâide 5/6.
[326] Mâide 5/75. Yemek yediklerine göre, tuvalete de gidecekler ve ihtiyaçla­rını göreceklerdi. Dolayısıyla halleri böyle olan İsa ve annesinin tanrı ol­ması mümkün değildir. Ayet, sonucu zikretmeyi kaba bulduğu için, bi­rincinin zikri ile kinaye olarak maksadı ifade etmiştir. (Ç)
[327] Şâtıbi, el-Muvâfakât, İz Yayıncılık: 3/395-398
[328] Bir önceki meselede, Kur'ân tefsiri konusunda ikisi aşırı, biri orta olmak üzere üç çeşit tefsir metodu olduğunu; aşın uçlardan birinin mânâ ve maksadı bir tarafa iterek lafızlara Arapların hiç de bilmediği mânâlar yüklediğini, diğer aşırı ucun ise tekellüfe girerek, Arapların bilmediği şeylerle ancak Kur'ân'm anlaşılabileceğini ileri sürdüklerini açıklamış­tır. Burada ise orta yolcu metottan neyi kastettiğini açıklayacak ve bun­dan maksadın sözü bir bütün olarak ele almak olduğunu, Kur'ân'm bütü­nü içerisinde bağlantı bulunduğunu ileri sürerek açıklayacaktır.
[329] Kur'ân'm son yedide birini oluşturan kısa sûreler. (Ç)
[330] Onbirinci Mesele'de, anlayış ve hüküm bakımından Medenî sûrelerin Mekkî sûreler üzerine kurulu olduğu... konusu ile ilgili hususlar.
[331] Bakara 2/183-187.
[332] Bakara 2/188.
[333] Bakara 2/189.
[334] Mü'minûn 23/24.
[335] Mü'minûn 23/33.
[336] Mü'minûn 23/34.
[337] Mü'minûn 23/38.
[338] Mü'minûn 23/44.
[339] Mü'minûn 23/47.
[340] Mü'minûn 23/50.
[341] Mü'minûn 23/51.
[342] Mü'minûn 23/52.
[343] Mü'minûn 23/57-61.
[344] A'râf7/66.
[345] Mü'minûn 23/33.
[346] Mü'minûn 23/47.
[347] Mü'minûn 23/54-56.
[348] Mü'minûn 23/57-61.
[349] Yani peygamberliğin isbatı. fÇ)
[350] Yani Hz. Peygamber'in (s.a.) maruz kaldığı durumlar dikkate alınarak bazen uzunca, bazen de önemli olan kısma atıf şeklinde zikredilmiştir.
[351] Sahih olan ve esas kabul edilen yaklaşım budur ve delilleri iptal edilecek gibi de değildir. Ayrı ayrı sûreler halinde ve besmele ile ayrılmış olması konusuna gelince, bu onların mânâ bakımından birbirinden bağımsız ol­malarını gerektirmez. Eğer öyle   olursa, Medeni sûre ve âyetler, nasıl Mekkî olanlar üzerine bina edilecektir. Eğer her sûre başlı başına ele alınacak ve diğerlerine bakılmayacak olursa, bunlar birbiri üzerine nasıl bina edilecektir? Beyân ve nesh nasıl olacaktır? Bilindiği gibi ne beyân ne de nesh konusunda, nâsih ve mensûhun, beyan eden ile edilen nassla-rın aynı sûrede olmaları gibi bir şart yoktur. Bu itibarla müellifin son olarak "Bunda da herhangi bir problem yoktur" şeklinde söylediği sözü anlaşılır gibi değildir.
[352] Şâtıbi, el-Muvâfakât, İz Yayıncılık: 3/398-406
[353] Bu konuda rivayet edilen bir hadis de şöyleydi: "Kim Kur'ân hakkında kendi görüşünce birşey söylerse,   isabet etse de hata etmiş olur" (Ebû Dâvûd, İlim, 5.)
[354] Ölüp arkasında mirasçı olarak ana, baba, nine, dede, oğul, kız ve torun bırakmayan kimse. (Ç)
[355] Amidî'nin el-îhkâin'ının kıyâs bahsinin ikinci meselesine bkz.
[356] Abese 80/31.
[357] Meâric 70/40.


Eser: El-Muvafakat

  • Yeni Ekle
Yorumlar (0)

El-Muvafakat

 

Son eklenen ruyalar

Sitemizde yer alan soruların cevapları özenle islami eserlerden seçilerek yazılmaktadır.
..