ALTINCI MESELE:


Daha   önce de geçtiği gibi sünnet üç çeşittir: a) Rasûlullah'tan  sâdır olan söz, b) Fiil[271], c) Tasvip (takrir, onay). Bu üçüncüsünde onaylanan şeyin Rasûlullah'ın bilgisi dahilinde olması ve eğer tepki gösterilmesi gereken bir şey ise buna da imkân bulunması şartı vardır.

Sözlü sünnet hakkında bir problem olmaması hasebiyle tafsila­ta girmeyeceğiz.
Fiilî sünnete gelince, bu kısmın altına terkler de girmektedir. Çünkü terk de, bazılarına göre fiildir. Usûlcülerin çoğunluğuna gö­re ise terk, fiil değildir. Her halükârda her ikisinden[272] de söz etme­miz gerekecektir.
Rasûlullah'ın fiili, o konuda —aksi durumu gerekti­ren[273] söz, hal karinesi ya da benzeri bir başka delil olmadıkça__
mutlak izin bulunduğunun delilidir. Konu ile ilgili bilgiler usûl kitaplarında mevcuttur.[274] Ancak bizi burada ilgilendiren husus, fii­lin uyma ve örnek edinme konusunda mücerred sözden daha açık ve güçlü olduğuna dikkat çekmektir. Gerçi bu husus izah edilmeye muhtaçsa da, bu kitabın hem "Mübeyyen ve Mücmel" hem de "İctihâd" bahislerinde ele alınmıştır. Bu yüzden burada tekrara gir­miyoruz ve bu vesile ile Allah'a hamdederiz. Sonra mutlak izine delâletten çıkaracak delil ya da karinenin bulunması halinde de fi­il, iznin kapsamı dışına çıkmış olmaz. Çünkü mutlak izin, hem va­cibi, hem mendûbu, hem de mubahı kapsar. Sonuç itibarıyla Rasûlullah'ın fiili izin hükmü dışına çıkmaz ve o ya vacip, ya mendup ya da mubah olur. Fiilin belli bir hale has ya da mutlak olması arasında bir fark yoktur. Mutlak olanı, Rasûlullah'ın (cibillî davranışları[275] dışında kalan) normalde yapmış olduğu işleridir. Belli bir hale has olanı ise, zina ikrarında bulunan bir kimsenin yaptığı işten iyice emin olmak için aşın bir itina göstermesi ve hat­ta ona, cinsî ilişkiyi (kinaye yoluyla değil) aşikâre ifade eden keli­meyi kullanarak sorması gibi fiilleridir. Aslında böyle bir kelimenin kullanılması normal hallerde caiz değildir; çünkü kötü ve çirkin (müstehcen) sözler hakkında mutlak yasak hükmü vardır. Burada bir zarurete binaen caiz olmuş ve zaruret miktarı ile de yetinilmiş-tir. Zira zaruretler ancak miktarınca takdir olunur. Buradaki sözü, fiildir.[276] Çünkü burada o, tarifi değil teklifi bir mânâ olmaktadır. Sözlerden sayılanlar, tarifi olanlardır ve bunlar bir emir veya nehiy getiren ya da şer'î bir hüküm bildiren sözler olmaktadır. Teklîfî ise, bir söz olarak bizzat kendisi bir hü­küm belirlemeyen sözdür. Nitekim bu mânâda fiil de aynı şekilde­dir.
Terke-gelince[277], aslında bunun yeri, hakkında izin bulunma­yan şeyler yani mekruh ve haram olmalıdır. Dolayısıyla Rasûlullah'm [terki, o şeyin işlenmesinin mercûhiyetini (yani ter­cihe şayan olmadığını) gösterir. Terk ya mutlak olur, ya da bir hale özel olur. Mutlak olarak terkedilen şeyin durumu açıktır. Bir hale özel olan terke ise Rasûlullah'ın şu olaydaki şahitliğe ya­naşmamasını örnek verebiliriz: Bir zat çocuklarından sadece birine bulunduğu bağışa Rasûlullah'ı şahit tutmak ister. Rasûlullah ona: "Çocuklarından her biri için buna benzer şeyler verdin mi?" diye so­rar ve: "Hayır!" cevabını alınca da: "Benden başkasını şahit tut; çünkü ben bir haksızlığa şahitlik etmem"[278]buyurur ve şahit ol­maz.[279]Bu açıktır.[280]

Bazen terk, zikredilen başka sebeplerden dolayı da olur:
1) Caiz olan şeyin yaratılış icabı hoşlanılmaması ve bu yüzden terkedümesi: Meselâ Rasûlullah, keler (dabb) ye­meye yanaşmamış ve haram mıdır diye sorulunca da: "Ha­yır! Ancak memleketimde bulunmaz. Bu yüzden de onu yemeyi içim çekmiyor'[281]diyerek terkin gerekçesini açıkla­mıştır. Bu mubah olan bir şeyin cibillî bir özellikten dolayı terki olmaktadır ve o şeyin işlenmesinde herhangi bir sa­kınca yoktur.
2) Başkasının hakkı sebebiyle terk: Nitekim Rasûlullah me­leklerin hakkını gözeterek, sarımsak ve soğan yemeyi ter-ketmiştir.[282] Bu da başkasının hakkı ile çatıştığı için muba­hın terki olmaktadır.
3) Farz kılınır endişesiyle terk: Rasûlullah bazı a-melleri işlemek istediği halde, insanlar onunla amel ederler de bu yüzden üzerlerine farz kılınır endişesiyle terkederdi. Nitekim teravih namazını cemaatle kılmayı bu yüzden ter-ketmişti.[283] Keza: "Eğer ümmetime meşakkat verecek olma­saydım onlara (her namaz esnasında) misvak kullanmala­rını emrederdim[284] kadınlar ve çocuklar uyuyacak kadar yatsıyı geciktirdiği zaman da: "Eğer ümmetime meşakkat verecek olmasaydım, onlara namazı bu saatte kılmalarını emrederdim'[285]buyurmuştur.
4) Hakkında bir sakınca olmayan şeylerin küll, olarak ele alınması halinde yasak olacağı ilkesinden hareketle terki. Meselâ, Rasûlullah'ın evinde şarkı söyleyen iki ca-riye-yi dinlememesi gibi.[286] Bir hadiste de: "Eğlence ile benim bir işim yok; eğlencenin de benimle işi yok"[287]buyur­muştur. Hadiste geçen "ded" kelimesi oyun ve eğlence an­lamına gelmektedir. Her ne kadar oyun ve eğlence, hak­kında bir sakınca olmayan şeylerden ise de, Rasûlullah ondan yüz çevirmiştir. Her sakıncasız olan şeyin izin verilmiş bir şey olması da gerekmez. Bu konu hakkın­da açıklama, Hükümler bahsinde geçmişti.
5) Sırf mubah olan bir şeyi, daha üstün olan bir şey için terketmesi: Rasûlullah kasm, yani eşleri arasın-
da sıraya riayet etmek gerekli değildi. "Ey Muhammedi Bunlardan istediğini bırakır, istediğini yanına alabilirsin. Sırasını geri bırakmış olduklarından da arzu ettiğini yanı­na almanda sana bir sorumluluk yoktur"[288]âyeti de bir ta­kım müfessirlere göre bu mânâyı ortaya koymaktadır.[289] Buna rağmen Rasûlullah [ai«sStmtu] kendisi için mubah kılı­nan bu davranış şeklini bırakarak, kendi üstün ahlâkına daha uygun olan sıraya riayet esasını benimsemiştir. O, kendisine: "Âdil ol! Şüphesiz bu taksim, Allah'ın rızasının gözetildiği bir taksim değildir" diyen kimseden[290] öc almaya gitmemiş, onun öldürülmesini isteyen kimseye de mani ol­muştur.[291] Yine o, kendisini öldürmek için ikram ettiği ko­yunu zehirleyen kadını öldürmekten vazgeçmiştir.[292] Ken­disini gafil avlayıp öldürmek isteyen Urve b. el-Hâris'in elinden kılıç düşüp bu kez kendi eline alıp: "Ya şimdi seni benden kim kurtaracak?" dediği olayda onu öldürmekten vazgeçmiştir.[293] İşte bu örnekler bu türdendir.
6) Daha büyük bir zarar doğurabileceği endişesiyle yapmak istediği bir şeyi terketmesi: Nitekim hadiste geldiği üzere Rasûlullah , Hz. Âişe validemize şöyle buyurmuş­tur: "Eğer kavminin henüz cahiliye devri ile olan anıları ta­ze olmasaydı[294] ve kalblerinin yadırgamasından korkma-saydım, (bugün dışta kalan eski) duvarları Kâ'be'ye katar, kapısını da yer ile aynı seviyede yapardım" Bir başka riva­yette de: "Kâ'be'yi Hz. ibrahim'in temelleri üzerine yeniden inşa ederdim" buyurmuştur.[295]Münafıkların öldürülmesi­ni de "Muhammed, adamlarını öldürüyor" derler ve bunu İslâm'ın aleyhine kullanırlar gerekçesiyle engellemiştir.
Doğrusu bütün bu örnekler, geçen esasa dayandırılabilir.[296]       
Birincisinden, yani Rasûlullah'ın keler yemeyi terkin­den başlayalım. Aslında bu, terk kabilinden değildir; çünkü bu dav­ranışta mutlak anlamda bir terk söz konusu değildir. Nasıl olabilir ki, diğerleri tarafından bizzat Rasûlullah'ın sofrasında yenmiştir[297]
İkincisinde, soğan ve sarımsak benzeri şeylerin alınması, söz konusu başkasının hakkı itibarıyla bizzat kendisi hakkında yasak ya da mekruh olmaktadır.[298]Bu, mescide gelme dışındaki durum­larla ilgilidir. Mescidlere gelme ve oralara girme durumunda ise hüküm, hem Rasûîullah hakkında, hem de ümmeti hak­kında geneldir. İşte bu yüzden de Rasûlullah , bunları yi­yen kimselerin mescide yaklaşmalarını yasaklamıştır.[299] Dolayısıy­la bu, mescide gitmek isteyen kimse için yenmesinin yasak olması hükmüne çıkmaktadır.

Üçüncüsü, aslında mendup olan merhametli davranma esasına Çıkar. Dolayısıyla burada terk zaten matluptur. Eğer o, daha şid­detli olan bir durumun meydana gelmesinden korkarak, aslında matlup olan bir şeyin terki kabilinden ise, o zaman da sedd-i zerîa ilkesine çıkar. Eğer terk, aslında izin verilen bir şeyin, sonuç itibarıyla kötü bir durumun ortaya çıkacağı endişesiyle nehyedilmesi esasına çıkıyorsa, o zaman terk zaten matlup bir hal almaktadır.
Dördüncü türden olana gelince, onun da, aslında yasak olan bir esasa çıktığı bilinmektedir.[300]
Beşinci kısım ise, burada sonunda terkin meydana gelmesi so­nucunu dpğuran fiile yönelik bir nehiy vardır ve gerekçesi de şudur: Rütbe ve mevkii yüksek olan kimseler, makamlarının gereğini yeri­ne getirmek ile memurdurlar. Öyle ki, bunun aksini yapmak —as­lında öyle olmasa bile— hem yasak, hem de makama yakışmaz ka­bul edilir. Nitekim onlar bu hususu şu sözleri ile ifade eder­ler: "Hasenâtu'l-ebrâr seyyiâtu'l-mukarrabîn'û[301]Onlar bu telak­kilerinin kendi itibarlarına —şer'î hitabın hakikatine göre değil— nisbetle böyle olduğunu söylerler. Nitekim rivayete göre Rasûlulla eşleri arasında sıra gözetmeye tam olarak dikkat etmesine ve kendi şanına yakışacak şekilde aralarında adaletle muamele et­mesine rağmen, Rabbine karşı mazeret beyan eder ve şöyle yakarır-dı: "Allahım! Bu benim gücümün yettiği konudaki yapabildiğimdir. Senin etinde olup da benim elimde olmayan şeyden dolayı beni sor­gulama!"[302]Rasûlullah , bununla kalbinin bütün eşlerine aynı oranda olmaksızın bazılarına daha fazla meylettiğini ifade etmek isterdi. Zira bu konu, —insanın herhangi bir katkısının bulun­madığı diğer kalbî durumlarda da olduğu gibi— bizzat kendi elinde olmayan bir şeydi.
Bu konuya yani yüksek makamların, o makama lâyık hareket edilmemesi halinde kınama ve azarlanmayı gerektireceğine açıklık getirecek en güzel örnek şefaat hadisindeki Nûh ve İbrahim peygamberlerin durumudur. Bu hadiste ifade edildiği üze­re, insanlar akın akın Nuh'a gelip kendisinden (hesabın başlatılması için) şefaatçi olması istendiğinde, o özür beyan ederek böyle bir şeyi yapabilecek yüzü olmadığını, çünkü bir hatası bulun­duğunu bildirir. Bu hatası, kavmine beddua etmesidir. Halbuki Nuh kavmine bedduayı onların imâna gelmelerinden tama­men ümit kestikten ve kendisine: "Senin: milletinden, inanmış olanlardan başkası inanmayacaktır"[303] âyeti geldikten sonra yap­mıştı. Bu onun yaptığı bedduanın mubah olmasını gerektirir. Buna rağmen o, şanının yüceliğine rağmen kendisinden böyle bir bedduanın sadır olmasını kendisine yakıştıramamış ve şefaat etmeye yüzü ol­madığını söylemiştir. Çünkü onun gibi birine yaraşan böyle bir bed­duadan kendisini tutmaktı. Aynı şekilde Hz. İbrahim de kendisinin kusurlu bir kimse olduğunu beyan ederek mazeret be­lirtmiştir. Onun yaptığını ifade ettiği hatalar da: "İbrahim hiçbir şey hakkında asla yalan söylememiştir; bundan sadece üç durum müstesnadır: Biri 'Şüphesiz ben hastayım' demesidir[304]hadisin­de anlatılan şeylerdir. O, bunları —her ne kadar ta'riz iseler de— yalan saymıştır.
Bu izahın doğruluğuna delil, Kitap bahsinde (Şer'u men kable-nâ hakkında) geçen şu esastır: Kitap'ta nakledilip reddedilmeyen, iptal edilip hakkında uyarılmayan her hüküm, sahih ve doğrudur. Şimdi konumuzu bu esasa vurduğumuz zaman şunu görürüz: Allah Teâlâ, Nuh'tan yaptığı bedduayı: "Nuh dedi ki: Rabbim! Yeryüzünde hiçbir kâfir bırakma'[305] şeklinde nakletmektedir. Bu naklin ne başında, ne de sonunda bu yüzden onun bir azar ya da kı­nama hakettiğine, emir ya da nehyin gereği dışına çıktığına dair herhangi bir ifade ya da işaret zikretmemiştir. Aksine onun: "Doğ­rusu Sen onları bırakırsan kutlarını saptırırlar; sadece inkarcıdan başkasını doğurup yetiştirmezler" dediğini nakletmiştir. Açıktır ki o, bu sözü ancak bir vahiy sonucu söylemiştir; çünkü gaybî bir ha­berdir ve: "Senin milletinden, inanmış olanlardan başkası inan­mayacaktır"[306]âyetinin mânâsı olmaktadır. Aynı şekilde İbra­him'in de: "Yıldızlara şöyle bir baktı ve dedi ki: Şüphesiz ben hastayım'[307] dediğini nakletmiş, ne önünde ne de sonunda bu yüzden kınama ya da azar hakettiğine, ya da bir emir ya da yasağa muhalefet ettiğine dair en ufak bir işaret zikretmemiştir. Aynı du­rum (kırdığı putlar hakkında söylediği): "Belki de şu büyükleri yap­mıştır'[308] sözünün naklinde de sözkonusudur ve bu âyetin de önünde ya da sonunda ondan sâdır olan bir muhalefet bulunduğu­na dair bir ifade, ya da azar hak ettiğine dair bir işaret yer alma­mıştır. Aksine birinci âyet hakkında: "Nitekim Rabbine temiz bir kalb ile geldi"[309]buyurmak suretiyle son derece uygun hareket et­tiğine dair övgüde bulunmuştur. Olayla ilgili sözlerin akışı hep böy­le övgü dolu olarak sona erer. Diğer âyet hakkında da: "And olsun ki, daha önce İbrahim'e de akla uygun olanı göstermiştik.[310]    Diye devam etmekte olan kıssasında hep onun övülmesini ve hakkı sa­vunmuş olmasını gerektiren bir ifade ve üslup görmekteyiz. Bu da, onun hakkı savunmak için kullanmış olduğu vasıtaların (yani söy­lediği yalan sözlerin) hepsinin doğru ve yerinde olduğunu gösterir. Buna rağmen Hz. Muhammed[at™'ton'] : "İbrahim hiçbir şey hak­kında asla yalan söylememiştir; bundan sadece üç durum müstes­nadır: Biri 'Şüphesiz ben hastayım.' demesidir..."[311] demiş, bizzat İbrahim de, belirttiği mazeret sebebiyle kendisinin şefaate ehil bulunmadığını belirtmiştir. Nuh'un durumu da aynı şekilde­dir. Böylece şu nokta ortaya çıkmıştır ki, burada sözü edilen kusur (hata), Allah'ın emrine muhalefetten kaynaklanmış bir kusur değil­dir; aksine kulun sahip olduğu yüce mertebenin bir gereği olarak tamamen itibari bir durumun sonucu olmaktadır. Kasnı yani eşler arasında sıraya riayet konusunda Hz. Muhammed'in du­rumu da aynı şekildedir. Konu önemli olduğu için burada sözü bi­raz uzatmış olduk. Eğer söz iyice uzatılmış olmasaydı, diğer pey­gamberler hakkında da varid olan bu kabilden şeyleri Kur'ân, sün­net ve şer'î kaidelerin ışığı altında sadra şifa olacak, kalbleri tat­min edecek şekilde açıklama yoluna giderdik. Kendinden yardım is­tenilecek olan, ancak Allah Teâlâ'dır.
Emir ve Nehiy bahsinin sonlarına doğru da bu esas[312] için bir giriş olabilecek şeyler geçmişti.[313]

Bütün bunların toplamından şu ortaya çıkıyor ki, burada yani beşinci kısımda sözü edilen terk, nehyin gerektirdiği bir esasa çık­maktadır; ancak burada sözü edilen nehiy hakikî olmayıp itibarî mahiyette olmaktadır.

Altıncı kısma gelince, onun nehyin gerektirdiği bir esasa çıktığı açıktır. Çünkü bu gibi yerlerde sözkonusu olan şey iki mefsedetin karşı karşıya gelmesi halidir. Bu durumda tercihe şayan (râcih) olanın alınması talep edilir, mercûh olanın ise terki istenir. Terk ci­heti burada tercihe şayan (râcih) olmaktadır; dolayısıyla zaten onunla amel edilecektir.

Fasıl:
İkrara yani Rasûlullah'ın tasvip ve onaylarına gelin­ce, bunlar, görüp de onayladığı ya da işitip de ses çıkarmadığı fiil­lerde "bir sakınca olmadığı" (lâ harace fîh) anlamına gelir. Bu mana usûl kitaplarında detaylı biçimde ele alınmıştır.[314] Ancak bura­da bizi ilgilendiren nokta, "hakkında sakınca olmayan"dan maksa­dın; altında vacip, mendup ve 'hakkında izin bulunan' ve 'hakkında bir sakınca yok' anlamlarında mubah olmak üzere türleri kapsayan bir cins olduğunu vurgulamaktır. Mekruh ise onun kapsamına gir­mez. Çünkü Rasûlullah'ın mekruh karşısında sükutu, en azından o şeyin işlenmesi ile terkinin eşit olduğu anlamına gelir. Mekruh hakkında böyle bir şey ise sahih olmaz. Çünkü mekruhun işlenmesi yasaklanmıştır. Hal böyle iken onun işlenmesi karşısında susması mümkün değildir. Sonra ikrar, ulemâya göre teşrî'e mahal olmaktadır. Beraberinde fazladan bir karine (yani sükûtu ikrar mânâsından çıkaracak bir delil) olmaksızın, mücerred sükûttan mekrûhluk hükmünün anlaşılması mümkün değildir. Ortada bir karine ya da tarif (yani iznin dışında başka bir şeye delalet eden bir söz) bulunmadığı zaman, akla ilk gelen şey anlaşılır ki o da izindir veya mutlak olarak bir sakınca olmayan şeydir. Mekruh ise böyle değildir.
İtiraz: Ayni durum vacip ve mendup hakkında da gerekir; zira ikrar vasıtasıyla mutlak izin ya da hakkında sakınca yok anlamın­dan başka bir şey anlaşılmaz. Halbuki vacip ve mendup böyle değillerdir. Çünkü vacip, terki yasaklanan, işlenmesi emredilmiş olan şeydir; mendup da işlenmesi emredilmiş şeydir. Bütün bunlar, mut­lak anlamda bir sakınca olmadığı anlamının üzerine ziyade şeyler­dir.[315] Dolayısıyla bunlar da ikrarın gereği altına girmezler. Halbu­ki siz bunların da gireceğini sanmaktasınız. Bu ise bir çelişki olur.

Cevap: Hayır, bilâkis biz onların ikrarın gereği altına girecek­lerini söylemekteyiz. Çünkü vacip bir fiilin işlenmesi durumunda bir sakınca olmaması hali zorunlu olarak bulunur. Zira aralarında terslik yok, uygunluk vardır. Çünkü vacip ve mendup, fiilin İşlen­mesi açısından iktizâî hükümlerden sayılmaktadırlar ve bu açıdan bakıldıklarında onlar işlenmesinde bir sakınca olmayan şeyler ol­maktadırlar. Mekruh ise böyle değildir. Çünkü o, fiilin işlenmesi değil, terki açısından iktizâî hükümlerden sayılmaktadır. "Hakkın­da bir sakınca yoktur" hükmü ise, fiilin işlenmesine yönelik bir hü­kümdür. Dolayısıyla mekruh ile aralarında bir uygunluk bulunma­maktadır. Nasıl uygunluk olabilir ki? Nehiy, fiilin işlenmesi hak­kındaki "bir salanca yoktur" hükmü ile çatışma durumundadır.

İtiraz: Hükümler bölümünde geçen meselelerden birinde "mekruhun fiilin işlenmesi açısından affa mahal (ma'fuvvun anh) olduğu" geçmişti. Affa mahal olması ise, o konuda bir salanca bu­lunmadığı anlamına gelir. Halbuki siz burada bu sözünüzle mek­ruh için bir sakınca bulunduğunu ifade etmiş olmaktasınız.

Cevap: Buradaki maksat ile oradaki farklıdır. Çünkü orada murad olunan fiilin işlenmesinden önceki hali değil, sonraki duru­mudur. Mekruhu işleyen kimsenin, aynen haram fiili işleyen kimse gibi açıktan yasağa muhalefet ettiği konusunda kuşku yoktur. An­cak mekruhun önemsizliği ve sebebiyet vereceği mefsedetin azlığı, vukuundan sonra onu "hakkında bir sakınca yok" hükmüne çevir­miştir. Bu, Sâri' Teâlâ'nın mükellefe yönelik merhametinin sonucu ve yaptığı hayır işler sebebiyle bir telafi mekanizması olarak böyle olmaktadır. Bu halde mekruhun durumu, taharet, namaz, cuma, Ramazan orucu, büyük günahlardan kaçınma vb. gibi çeşitli tâatlerin keffâret olduğu "sağîre" yani küçük günahlara benzetilmiş olmaktadır. Küçük günah, mekruhtan daha ağır olduğu halde affe-diliyorsa, mekruhun —Allah'tan bir lütuf ve ihsan olmak üzere— aynı hükme tabi olması daha öncelikli olarak sabit olacaktır. Bura­da söz konusu edilen, nehyin, bir sakınca yoktur hükmü ile çatışması haline gelince, bu fiilin vukuundan önceki haline nisbetledir. Bunun böyle olduğunda da herhangi bir kuşku yoktur. Dolayısıyla vaziyet bu merkezde iken, mekruhun "bir salanca yoktur" kavramı altına girmesine imkân bulunmamaktadır.
Bu kısımla ilgili örnekler çoktur: Müdlicli kâifin Üsâme ve ba­bası Zeyd hakkındaki birbirlerinden olduklarına dair tanıklığı, Rasûlullah sofrasında keler yenmesi gibi. Bir başka ör­nek: Abdullah b. Muğaffel şöyle anlatır: Hayber gününde elime bir dağarcık dolusu iç yağ geçirdim. Ona sarıldım ve: "Bugün bundan hiçbir kimseye bir şey vermeyeceğim" dedim. Bir de baktım Rasû-lullah yanımda tebessüm ederek duruyordu.[316] Bazı âlimler de, Rasûlullah'm kanının temiz olduğuna, aldırdığı kanı içen bir kimseye ses çıkarmamasını[317] delil olarak kullanmış­lardır. [318]


Eser: El-Muvafakat

  • Yeni Ekle
Yorumlar (0)

El-Muvafakat

 

Son eklenen ruyalar

Sitemizde yer alan soruların cevapları özenle islami eserlerden seçilerek yazılmaktadır.
..