E

ECEL-İ KAZA: Kaza Maddesine bakınız.

ECR; Lügatte: Mükâfat, ücret, sevap, karşılık an­lamlarına gelir.

Istılahta ECR: Ecîre (= Ücretle tutulmuş olan kim­seye) verilen ücret demektir.   % ECR iki kısma ayrılır:
1-) ECR-İ MİSİL: Garazdan hâlî, yani: Mucir ve müstecir ile bir ilgisi bulunmayan ehl-i vukufun tak­dir edecekleri ücret demektir. .
2-) ECR-İ MÜSEMMA: İcâre akdi esnasında zik­redilen ve tâyin olunan ücret demektir. Bİr evin, bir aylık kirası olan yüz bin lira gibi... Ecr-İ müsemmâ, ecr-i misle eşit veya ondan fazla ya: hut noksan olabilir.

ECİR: Bİr işi yapmak için, nefsini kiraya veren kimse; ücretli, işçi demektir. Ecir iki kısma ayrılır:
1-) ECIR-I HAS: Yalnız, müste'cirine iş yapmak üzere tutulan ecîr (= işçi, hizmetkâr demektir. Ay­lıklı hizmetçi gibi....
2-) ECÎR-İ MÜŞTEREK: "Sadece müstecirine ça­lışacak başkasına iş yapmayacak diye bir şartla ka­yıtlı olmayan ecîr demektir. Hamal, terzi, saatçi, köy çobanı gibi... Böyle bir kimse, bir başkasına bi'1-fiil İŞ yapmasa bile, yine müşterek ecîr sayılır. Çünkü, bu iş yapmaya selâhiyeti vardır.

EDA: Bİr emir ile vâcib olan (= yapılması gerek­li kılınan, farz olan) bir şeyin (yani: Me'mûriin Bih'-in) aynını, müstahakkına teslim etmek demektir.

Meselâ: Muayyen (= belirli) bir vakitte kılınması etn-rolunan bir namazı o vakitte kılmak bir edâ'dır. Keza: Gasbedilmiş bulunan, bir malı sahibine ver­mek de bîr edadır.

ED'IYÂ: De'y Maddesine bakınız.

EDİLLE: DELİL Maddesine bakınız.

EF'ÂL

EF'ÂL: Fiiller; işler; ameller demektir.

EF'ÂL-İ HASENE: İyi işler; iyi fiiller.

EF'ÂL-İ SEYYİE: Kötü işler; kötü hareketler.

EF'ÂL-İ ŞER'İYYE: Meydana gelenleri, birer Şer'î hükme bağlı bulunan fiillerdir. Namaz, oruç, alış-veriş, icâre, hibe fiilleri gibi.... Bunlar, şer'î şart­lan dairesinde birer şer'î fiil olurlar.

EF'ÂL-İ HİSSİYE: Meydana gelmeleri için sa­dece his ve müşâhade kâfi olan fiillerdir. Hırsızlık, adam öldürme ve zina gibi... Bu gibi fiillerin tahak­kuku için, bir takım şer'î kaidelerin telâkkisine ha­cet yoktur.

EF'ÂL-İ MÜKELLEFİN

Efâl-i mükellefin: Mükelleflerin (= akıllı bulunan ve buluğa ermiş olan insanların) yaptıkları işler de­mektir.

Efâl-i mükellefin şu tasımlara ayrılır:
1-) Farz;
2-) Vacip;
3-) Sünnet;
4-) Müstehap;
5-) Helâl;
6-) Mübâh;
7-) Mekruh;
8-) Haram;
9-) Sahih;
10-) Fâsid:
11-) Bâtıl.

Bunların her biri aynca açıklanacaktır.

EHÂDÎS; Hadis Maddesine bakınız.

EHL-İADL: Adaletle muttasıf olan kimseler de­mektir.

EHL-İ ADL tâbiri, bugât'ın (= bağüer ve asîler) tâ­birinin zıddıdır.

EHL-İ BAĞY: Bağîlerin hey'et-i mecmuası; bağîler güruhu, bağîler topluluğu demektir.

BEHL-İ BEYT: Bir kimsenin, babası tarafından İs­lâmiyet devrine ilk yetişmiş olan, en üstteki ceddine kadar nesep yönünden muttasıl olan insanlardır. Bu cedd-i âlânın (= en üstteki dedenin müslüman ol­muş bulunması şart değildir. ÂL ve CİNS kelimeleri de Ehl-i Beyt anlamında kul­lanılır.

EHL-İ BEYT: Ev ehli; ev halta; çoluk-çocuk an­lamlarına- da gelir.

EHL-İ BEYT tabiri,  genellikle, Peygamber (S.AV.) Efendimizin ev halta, O'nun evine men­sup olanlar mânâsında kullanılmaktadır.

EHL-İ DÎVÂN: Bir sancak altında hareket eden, bir divanda mukayyed bulunan, belirli atiyeleri alan kimselerin hey'et-i mecmuasıdır. Bu hey'et, o divânda kayıtlı bulunan her şahsın âkİ-lesi sayılır.

LHL-İ EMÂNET: Hiyânetten uzak ve itimâda şa­yan olan kimse demektir.

EHL-İ KİTAB: KİTAB Maddesine batanız.

EHL-İ KÜFR: Küfr Maddesine batanız.

EHL-İ RAZH: Razh Maddesine bakınız.

EHL-İ SÜNNET: SÜNNET Maddesine batanız.

EHL-İ UKUBET: Yaptıkları yasaklanmış işlerden (= memnûattan) dolayı, haklarında ceza tertip edil­mesi kabil olan, akıllı ve bulûğa ermiş kimselerdir.
EHL-İ VAKIF: Bir vakfın gailesinden bi'1-fiil hisse olan kimseler demektir.

VAKIF Maddesine de bakınız.

EHL-İ VEZÂİF: VAKIF Maddesine bakınız.

EHLIYET; Bir kimsenin üzerine, leh ve aleyhine olan şer'î tekliflerin teveccüh etmesine ve vücûbuna selâhiyetli bulunması hâline EHLİYET denir. Ehliyet ita tasma ayrılır;
1-) EHLİYET-İ VÜCÛB: Mahkûmun aleyhin (ya­ni: Mükellef bulunan bir insanın) kendi lehine ve aley­hine ait meşru hakların vücûbuna selâhiyetdâr olması demektir!

Meselâ: İnsanlar, vâris ve muris olma haklarının lü­zumuna selâhiyetli bulunmaktadırlar.
2-) EHLİYET-İ EDÂ: Mahkûmun aleyhin (yani: Mükellef bulunan bir İnsanın), kendisinden, şerân muteber olacak şekildeki fiillerin sâdır olması de­mektir.

Ehliyet-i Edâ da ita tasma ayrılır:

a-) Ehliyet-i Kâmile,

b-) Ehüyet-i Kâsıra

Meselâ Âkil ve baliğ bir insan ehliyet-i kâmile sa­hibidir. Ve böyle bir şahsın, kendisinden nikâh, alış­veriş, icâre gibi fiillerin sâdır olmasına selâhiyeti vardır.

Mümeyyiz bir çocuk veya bir matuh (= bunak) ise, ehliyet-i kâsıra sahibidir. Bu şahıslardan sâdır olan fiillerin, bir kısmı sahih ve muteber olur; bir kısmı ise sahih ve muteber olmaz.

EHL-İ ZİMMET: Zimmet Maddesine bakınız.

EMÂN

EMÂN: Korkusuzluk, asûdelik, endişeden uzak ve beri olmak anlamına gelir.

Emân'ın mukabili (= zıddı, karşıtı) havftır. (= korkudur.)

EMEN, EMÂNE ve İMN kelimeleri de EMÂN ke­limesi ile eş anlamlıdır.

EMİN: korkusuz, endişeden beri ve hayatı mah­fuz olan kimse demektir.

ÂMİN kelimesi de emin anlamına gelir. Aynca EMİN kelimesi: Mûtemed, gadr ve hıyanet­ten uzak, mevsuk ve başkasına itimat eden kimse için de kutlanılır.

Bu kökten gelen EMÂNET kelimesi de: Bir zâtın emin ye mütemed olması mânâsına geldiği gibi; emin bir zâtın uhdesine tevdî edilen şey mânâsına da gelir. Meselâ: "Emâneti edâ etti." demek; "kendisine tevdi edilmiş olan bir şeyi sahibine iade eyledi." demektir.

Harb ıstılahında EMÂN: "Emniyete nail olduğu hakkında, düşmana söylenen söz veya yapılan işaret" demektir.

İSTİ'MÂN: Emân istemek veya emâna nail olmak demektir.

EMÂN-ISARÎH: Bir kimseye karşı:' 'Sana emân verdim."; "Siz eminsiniz."; "Size bir zarar yok­tur." gibi bir tâbirle verilen emandir.

EMÂN Bİ'L-KİTÂBE: Ehl-i harbe, emân-nâme göndermek suretiyle verilen emândır.

Ancak, bu emân-nâmeyi gönderen şahsın, emîn, mûs-lûman ve diğer şartlan hâiz bir kimse olduğunun bi­linmesi gereklidir.

Bu durum, beyyine ile bilinmedikçe, emân tahakkuk etmiş oîmaz.

EMÂN Bİ'L-KİNÂYE: Emânı irşab ve imâm eden (= kapalı ve dolaylı bir şekilde gösteren Ve anlatan) bir tâbir veya bir işaretle verilen emân demektir.  . Meselâ: Bir harbîye: "Geliniz." "Kormayınız." tar­zında hitap edilmesi gibi... Ki kendisine bu şekilde hitap edilen şahıslar, bunun emân olduğuna zâhİb ol-duklan takdirde emâna nail olmuş olurlar. Parmakla semâya doğru işaret edilmesi de bu kabil­dendir. Bu işaret: "Sen, gökleri yaratanın hakkı içni,'benden eminsin." veya: "Sana, gökleri yaratan Âleminin Hâhı'nın zimmetini, ahd ve emânını veri­yorum." gibi bir mânâyı işrab etmektedir.

EMÂN-I MUTLAK: Bir müddet ile tahdid edil­meyen emândır.

EMÂN-I MUVAKKAT: Muayyen bir müddet için verilen emândır. Verilen müddetin sona ermesi ile bu emân da sona erer.

Bir kaleyi muhasara eden bir İslâm komutanının, o kalenin İçinde bulunan düşmana vermiş olduğu şu ka­dar günlük emân bu kabildendir.

EMÂN-I MÜEBBED: Bu, "müvâdea ve müsâle-ha(= banş ve sulh)" demektir. Ve, iki tarafın, bir­birlerine karşı savaşmamak üzere,  silâhlanın terketmeleri ile meydana gelir.

İslâm ordusu ile savaşan bir kavmin, zimmet akdini kabul etmesi de bir emân-ı müebbed'dir.

EMÂN-I HAS; Müslümanlardan, şartlanın taşı­yan herhangi bir ferdin, düşmanlardan herhangi be­lirli bir şahsa veya bir topluluğa vermiş olduğu emândır.

EMÂN-I AM: Savaşan düşmanların tamâmına ve­rilen, umûmî bir emândır. Bu emân da bir sulh akdi mahiyetindedir. Dolayısiyle, bu emânı vermek se-lâhiyeti, sadece veliyyü'l-emr'e ve naibine aittir.

EMÂNET

EMÂNET: Zügâtte: Emin olmak anlamını ifâde eder.

Istılahta EMÂNET: Emin sayılan veya emin itti­haz edilen bir kimsenin yanına bırakılan, başkasına ait bir mal demektir.

EMÂNÂT: Emânet'in çoğuludur; yani: Emânet­ler demektir.

EMÂNETTEN: Emânet olarak, emânet suretiyle demektir.

EMÎN: Emniyet sahibi; korkusuz; kendisinden kor­kulmayan; kendisine güvenilen; şüphe etmiyen; doğ­ru; kendisine emniyet ve itimat olunan kimse anlamındadır.

EMÂN-NÂME (= KİTÂBÜ'L-EMÂN): Emân verilmiş olduğunu gösteren yazı vesika demektir.

EMARE: Alâmet, nişan, eser, ipucu, belirti. Mukaddimelerinden biri veya her ikisi zannî olan kı­yâsa da emare denir ki, netici hakkında zannî bir bilgi ifâde eder.

EMDÂD: Meded Maddesine bakınız-.
EMÎR: kumandan. Veliyyii'1-emr tararından bir hususa (meselâ: Askeri sevk ve idare etmeye, mu­harebe işlerine bakmaya) tâyin edilen kişi demektir. Bu görevi yürüten şahsa EMÎRÜ'1-CEYŞ denir.

EMVÂL-İ BÂTINA: Sahiplerinin ikâmetgâhlaruı-da veya ticarethanelerinde bulunan ve bundan dola­yı saklanması mümkün olan altın, gümüş ve ticâret mallandır.

EMVÂL-İ ZAHİRE = ZAHİRİ MALLAR: Giz­lenmesi mümkün olmayan mallar demektir. Ekinler, meyveler ve otlak hayvanlan gibi...

Bir memleketten, Diğer bir memlekete, bir beldenen diğer bir beldeye, ticaret için giden tüccarların elle­rinde bulunan altın, gömüş ve ticâret eşyaları (= uruz) da emvâl-i zahirden sayılır.

EMVÂT: Meyyit Maddesine bakınız.

ENFÂL: Tenffl Maddesine bakınız.

ENFÂR: NEFİR Maddesine bakınız.

ENSÂL: NESİL Maddesine bakınız.

ERBÂB-i SİYÂSET: SİYÂSET Maddesine balanız.

ERBÂH: Ribh Maddesine balanız.

ERİKKÂ: Rakik Maddesine bakınız.

BİERŞ: Yaralanan ve kesilen uzuvlardan dolayı ve­rilmesi lâzım gelen diyet demektir. ERŞ kelimesi, aslmda fesâd mânâsına gelir. Bu kelime, eşyadaki noksanlar için de kullanılmıştır. Bu münâsebetle diyet'e de erş denildiği gibi ayıbı za­hir olan bir mâlın bedelinden indirilen miktara da ERŞ adı verilmiştir.

ERŞ kelimesi; niza, ihtilâf, rüşvet, hulk, tırmalamak, fışkırtmak ve diyet istemek gibi mânâlara da gelir.

ERŞ-İ MUKADDER: Uzuvlara mahsus olup, mik-tarlan şer'an tayin edilmiş bulunan diyettir.

ERŞ-İ GAYR-İ MUKADDER: Uzuvlara mahsus olmakla birlikte, miktan şer'an muayyen olmayan ve ehl-i vukufun takdir ve tâyinine havale edilen diyet demektir.

Buna HÜKÜMET-İ ADL de denir.

EMR

EMİR: (yazılı veya sözlü) emir; buyruk; buyrultu. Diğer bir tarife göre EMİR: Kendisi ile, —cezm ve istilâ yoluyla— bir fiilin yapılması İstenilen sözdür.

AMİR: Bir fiili kat'î surette ve istilâ yoluyla iste­yen şahıs demektir.

ETVIUR: Kendisinden, kat'î surette ve isti'la yolu ile bir fiil istenilen şahıs demektir.

EMİR kelimesi, iş, şey, husus, vakıa, hâdise an­lamlarına da gelir. Bu anlamlara geldiğinde emir ki-lemisinin çoğulu UMUR gelir.

EVAMİR kelimesi ise, iş buyurma anlamında kul­lanılan emir kelimesinin çoğuludur.

EMR-İ MUTLAK: Kendisi ile istenilen fiil, be­lirli bir vakitle mukayyet bulunmayan emirdir. Ze­kât ve fıtra hakkındaki emirler gibi... Umum, tekrar ve husus karinelerinden hâli olan emir­ler de emr-i mutlak kabilindendir.

EMR-İ MUKAYYED: Kendisi Ue istenilen fiil bir vakit ile mukayyed bulunan bir emirdir. Bu iş, be­lirli zamandan sonra yapılırsa, ya kaza sayılır veya meşru kabÛI edilmez.

Meselâ: Namaz hakkındaki emir mukayyed bir emir­dir. Ve, vaktinden sonra kılınan namaz, bir kaza olur. Bir akid hakkındaki îcâbın muayyen mecliste kabul

edilmesine dair olan emir de mukayyed bir emirdir. O belirli meclisten sonraki kabul edilmediği gibi meş­ru da ve bu akdin sıhhatini gerektirmez.

ESARET: Bir savaş neticesinde veya başka bir şe­kilde mağlûbiyet eseri olarak düşman eline düşmek, hürriyetten mahrum kalmak hâlidir. Esaretin zıddı hürriyettir.

ESİR: Savaşta, diri olarak elde edilen mukâüllerden herhangi bir şahıstır.

Esîr'in çoğulu: Urerâ, Üsârâ (= esirler) dır.

ESER: Hadîs Maddesine bakınız.

ETEH: Bunaklık demektir.

A'TÛH Maddesine de bakınız.

EVKAF: VAKIF Maddesine bakınız.

EVLÂD EVLÂD: Oğullar ve kızlar demektir.

EVLÂD-ISULBİYYE: Bir kimsenin bizzat ken­disinden türeyen evlâdı demektir. Bundan dolayı, to­runlar sulbî evlâdtan sayılmaz.

VELED: evlâd'ın tekilidir. Yani, oğul ve kız de­mektir.

Veled tâbiri, bir tâbir-i âm olduğundan bir çocuğa da, birden çok çocuğa da ıtlak olunur.

EVLÂD-I BÜTÜN: Bir kimsenin kızlan ile kız­larının erkek ve kız evlâtları demektir.

EVLÂD-I ZUHUR: Bir kimsenin, kendi erkek ve kız evlâdı ile, oğullarının erkek ve kız evlâdı de­mektir.

EVZÂN: Vezniyyât Maddesine bakınız.

EYYÂM-I MA'LÛMAT: HAC / HAC GÜN­LERİ Maddesine bakınız.

EYYÂM-I MİNA: HAC / HAC GÜNLERİ Maddesine bakınız.

EYYÂM-I NAHR : HAC / HAC GÜNLERİ Maddesine bakınız.

EYYÂM-I TEŞRIYK: HAC / HAC GÜNLE­Rİ Maddesine bakınız.

EYYİM: Gerek bikr, gerek seyyibe olsun ve ge­rek küçük, gerekse büyük bulunsun, kocasız kadın demektir. Eyyim'in çoğulu: EYÂMÂ'dır.

EZ-KAZA: Kaza Maddesine bakınız.

FÂCİA: Âfet, musibet

FAHİŞ: Aşın, taştan, mübalağalı.

KAVL-İ FAHİŞ: Çirkin söz.

HATAYİ FAHİŞ: Çok kötü bir yanlış

FAHR: Şeref, onur, öğünme, fazilet.

FAHRİ ÂLEM = FAHRİ KÂİNAT: Peygam­berimiz Hz. Muhammed (S.A.V.) Efendimiz

FÂİL-İ MÜBAŞİR: Mübâşereten İtlaf Madde­sine bakınız.

FÂRİS: Atlı. Süvari. Herhangi bir at'a binmiş bu­lunan İslâm mücâhidi.

FARK: Asıl'da bulunup, illiyette medhali bulunan bir vasfın, fer' sayılacak bir şeyde bulunmamasını beyân etmek demektir.

Bu durumda o asıl, bu fer' için makûsun aleyh (= kendisine kıyas edilen şey) olamaz.

FARZ

Farz: Yapılması dinen kat-î bir şekil'de lazım gelen herhangi bir vazifedir. Farzlar,
1-) Farz-ı Kat'î
2-) Farz-ı Zannî gibi iki kısma ayrıldığı gibi;

A-) Farz-ı Ayn

B-) Farz-ı Kifâye diye de iki kısma ayrılır. Şimdi bunların mahiyetini ayn ayrı inceleyelim. Farzı-i Kat'î: Mutlaka şer'î bir delille sabit olan; ya­ni, ya Kur'ân-ı Mübînin sarîh bir ayeti ile veya Pey­gamber (S.A.V.) Efendimizin sarîh ve sabit bir hadîs-i şerifi ile yapılması kat'ı bir şekilde bildiril­miş olan bir vazifedir.

Namaz kılmak, oruç tutmak, hacca gitmek gibi.... Farz-ı Zannî: Müctehid imamlar'tarafından, kat'î bir delile yakın derecede kuvvetli görülen zannî bir de­lille sabit olan bir vazifedir. Bu farz, amelî husus­larda farz-ı kat'î kuvvetinde olan bir farzdır. Farz-ı zannî'ye farz-ı amelî'de denir. Bununla birlikte, böyle bir vazifeye, delilinin zannî olmasından dolayı vacip de denilir. Bu durumda farz-ı zannî, farz nevilerinin zayıfi, va­cip nevilerinin ise kuvvetlisidir. Meselâ: Abdest alırken, başa meshetmekvbir farz-ı kat'îdir; başın dörtte birine meshetmek ise, bir farz-ı amelî'dir (= amelî) bir farzdır.

Farz-ı Ayn: Mükellef bulunan her şahsın yapması lâzım gelen farzdır.

Beş vakitte kılınması gereken namaz gibi... Farz-ı Kifâye: Mükelleflerden bazılarının yapmaları hâlinde diğerlerinden sakıt olan (= düşen), yani onlar için yapmak mecburiyeti kalmayan farzdır. Cenaze namazı, gibi....

Farzın hükmü: Farzların yapılmasında büyük sevap­lar vardır.

Farzların özürsüz olarak terkedilmesi ise ilâhî aza­ba sebep olur.

Farz-ı kifâyeyi, müslümanlardan hiç biri yapmadığı takdirde, bundan haberi olup ve bunu yapmaya muk­tedir bulunan bütün müslümanlar Allah indinde mes'-ûl ve günahkâr olurlar. Farz-ı katiyi inkar küfürdür. Farz-ı amelî'yi inkâr ise bid'attir ve günahı gerektirir. Farz'm çoğulu Ferâiz'dİr.

FARZ OLAN HAC: HAC Maddesine bakınız.

FÂSİD

Fâsid: Asıl itibariyle sahih olduğu hâlde, vasıf yö­nünden sahih olmayan; yani kendi nefsinde meşru iken, gayr-i meşru' bir şeye mukâreneti sesebiyle meşruiyetten (= meşru olmaktan) çıkan şeydir. İbâdet bakımından fâsid ile bâtıl aynı hükümdedir. Müfsid: Meşru' olan bir ameli bozup ibtâl eden şey demektir.

Müfsidin kasden vukuu azaba sebep olur; ancak müf­sid sehven (= unutarak) vâki olursa azaba sebep olmaz.

Namaz İçinde gülmek müfsiddir ve aslında sahih olan namazı ifsâd eder.

FASL = FİSÂL: Bu kelime de -fitanı gibi- ço­cuğu sütten kesmek anlamına gelir.

FATM = FİTAM: Çocuğu sütten kesmek de­mektir.

Sütten kesilecek çağa gelmiş olan çocuğa da MUFTIM denir.

FAZÎHA: Ayıp, rüsvaylık, rezilâne bîr iş. Utan­maz, rezil; fena, çirkin.

Sır kabilinden olan kötü hâllerin açılıp fâş olması.

FEZÂHAT: Edepsizlik, alçaklık.

Sır kabilinden olan kötü hallerin açıklanması. Fezâhat'm çoğulu Fezâyih'tir.

KAVL-İ FAZÎH: Çirkin, fena söz.

FEZÂHAT-İ LİSÂNİYYE: Utanılacak bir tarz­da söz söyleme

FEDÂ = FİDÂ: Düşmandan alınan esirleri bir mal karşılığında veya İslâm esirleri İle mübadele etmektir. Fida laftı, lügatte ata, bezi, işar ve bedel vermek mâ­nâlarını ifâde eder.

FEDÂ-İ DİYET: Bir kölenin yaptığı bir cinayet­ten dolayı, üzerine terettüp eden diyeti, efendisinin kendi üzerine alması ve men lehüd-diyete Ödemesi demektir.

FEKK-İ HACR: Hacri izâle etmek (= ortadan kal­dırmak); mahcûr'a izin vermek yani mahcurun bü­tün tasarruflarına müsâde etmek demektir.

FEKK-İ RAKABE: Rakabe Maddesine batanız.

FEKK-İ REHN: Rehin Maddesine batanız.

FERAĞ

FERAĞ: Lügatte: Boşaltmak; bir işten kurtulmak; bir işi terk etmek anlamlarını ifâde eder. Ferağ, hukuk bakımından bir icar mahiyetindedir. Çünkü ferağ, menfaati temlikten ibarettir.

Vakıf ıstılahında ise FERAĞ: Bir kimsenin, va­kıf müstegallât veya müsakkafâttaki tasarruf hakkı­nı, başkasının başkasının uhtesine terk ve tefviz" etmesi demektir.

Bunu tefviz eden kimseye FARİĞ; uhtesine tefviz edilen kimseye MERFUGUN LEH;.ferağ olunan

müstegal veya musakkafa da MEFRÛĞUN BİH denir.

Bu tefviz mukabilinde fariğin, mefrûğun leh'den aldığı bedele de BEDEL-İ FERAĞ denilir.

FERÂĞ-I KAT'Î: Hiç bir şart bulunmadan yapı­lan ferağdır. Ve bu, filhâl kat'î surette terk ve tef­vizden ibarettir.

VAKIF MÜSAKKEFÂT VE MÜSTEGALLÂT-DA FERAĞ Bİ'L-VEFÂ: Bir kimsenin tasarrufa al­tında bulunan ev, bahçe gibi vakıf bir şeyi, zimmetinde olan borcu ödeyince, kendisine geri ve­rilmek üzere; bu borcu mukabilinde alacaklısına fe­rağ etmesidir.

Bu İşlem, kısmen rehin hükmündedir.

FERAĞ Bİ'L-İSTİĞLÂL: Vakıf müsakkafât ve müstegallâttan birini, mutasarrıfının yine kendisi is­ticar etmek üzere, başkasına vefâen ferağ etmesi de­mektir.

FERAĞ ANİ'L-CİHÂT: Bir kimsenin, uhdesin­deki cihetlerden el çekerek, bunları başkasına ferağ (= terk) etmesidir. Ki bu, hâkimin tasvip ve tevci­hine iktiran etmedikçe muteber olmaz.

FERÂİZ

FERÂIZ: Farz lafzından türetilmiş olan ferîza: (= farz; lâzım; borç, vazife; mirasçılara düşen şer'î hisse) kelimesinin çoğuludur.

FARZ: Lügatte: Takdir, beyân bir şeyin cüz-ü an­lamlarına gelir.

Farz kelimesi, sünnet ve kıraat mânâsına da kul­lanılır.

istilânda FARZ: Vâris için mukadder nasip ve ya­pılması, sarih bir nas ile beyan olunan herhangi bir fariza demektir.

FARİZA: Takdir olunmuş şey; miktarı belirli mi­ras hissesi; yerine getirilmesi Allahu Teâlâ tarafın­dan  kat'î  bir  şekilde  beyan  buyrulan vazife anlamlarına gelir.

FARİZA: atiyye mânâsına da gelir.

FERÂIZ: tabiri, vârislerin hisselerini bildiren ilim mânâsına da kullanılır.

FERÂİZ İLMİ: İslâm Hukukunun mühim bir kıs­mını teşkil eden mîrasla ilgili bir takım mes'ele ve kaidelerin bütünüdür.

Diğer bir tarife göre FERÂİZ İLMİ: Ölen bir kim­senin terikesi ite ilgili haklardan ve terikenin muay­yen sebimler üzere taksim edilmesinden bahseden bir ilimdir.

Bu haklar; ölünün techîz ve tekfininden, borçlarını ödemeden, vasiyetlerini yerine getirmeden ve teri-kesinin geride kalan kısmını da vârisleri arasında tak­sim etmekten İbarettir.

İLMÜ'L-MEVÂRİS ve KİTÂBÜ'L-MEVÂRİS tabirleri de ferâiz ilmi anlamında kullanılmaktadır.

FERAZÎ ve FERÂİZÎ kelimeleri, ferâiz ilmini bi­len şahıs anlamına gelir.

FÂRİZÎ: Vârislerin hisselerini takdir ve tâyin eden hâkim anlamında kullanılır.

ASHÂB-I FERÂİZ: Terekeden kendilerine nas-san muayyen sehim takdir edilmiş bulunan vârisler­dir. Ve bunlar on iki kimsedir, (ilgili bölümde genişçe anlatılmıştır.)

MFESÂD-I VAZ': Bir illet üzerine, muktezâstnın nakizı'mn terettüp etmesi demektir. Meselâ: Bir şey hakkında, o şeyin haramlığını ge­rektirir gibi görülen bir illet üzerine, o şeyin helâl olduğu terettüb etse; bu, bir fesâd-ı vaz' olmuş buluşur.

FESÂD-I İTİBÂR: İddia edilen bir mes'elenin kı­yâsa mahal olmasının, hilâfına mevcut olan bir nas-dan dolayı yasak bulunmasıdır.

BtESH: Lügatte: Zafiyet, cahillik, rey ve tedbiri ifsâd, bir şeyi elden atmak, bir akdi veya bir ahdi bozmak, âzâyı yerinden ayırmak gibi anlamlan'ifâ­de eder.

Nikâh ıstılahında FESH: Kocanın bir sebebiyeti ol­madan, vukuuna, yalnız kan tarafından sebebiyet ve­rilen veya koca tarafından vuku' bulmakla beraber, aynı sebebin kan tarafından da vukuu mümkün bu­lunan müfârekat (= ayrılma) anlamına gelir.

FETH: Bir beldeyi, bir ülkeyi sulh yolu ile veya kahren (= savaşla) ele geçirmek demektir. Feth: aslında kapalı bir şeyi açmak, bir işgali gider­mek mânâsına gelir ve hem maddiyatta, hem de mâ'neviyatta kullanılır. Kapıyı fethetmek; bir şehri fethetmek; kalbleri.fethetmek gibi....

FUTUH: Açmak, açılmak mânâsına gelir. Fütûh, zafer, hakikatleri keşfetmek ve açıklamak, hatır yüksekliği gibi mânâlarda da kullanılır. Fütûh'un çoğulu FÜTÛHÂT'tır!

El FETVA:  Bir mes'elenin hal ve beyânı zunmında vâküolan suâlin cevâbına Fetva denir. Fetva ve Fütya kelimeleri, genellikle şer'î mesele­lerle ilgili suâllerin cevaplan için kuîlamhr. Bu iki kelime, gençlik ve kuvvetli olma anlamına ge­len FETÂ kelimesinden türetilmiştir. Çünkü fetva ile de, bir mes'elenin hükmü beyan edilmiş ve müş-kil bir hâdise hal ve takviye edilmiş olur. FETÂVÂ, Fetva kelimesinin çoğuludur. .

ISTİFTÂ: Fetva istemek; bir mes'elenin şer'î hük­münü müftî'den sormak demektir.

MÜSTEFTÎ: Fetva isteyen; bir mes'elenin şer'î hük­münü j müftî'den soran kimse demektir.

IFTA: Fetva vermek; bir kimseye müşkîl bir husu­su beyân ve izhar etmek; bir şer'î mes'elenin hük­münü sözle veya yazılı olarak beyan etmek demektir.

MÖT: Fetva veren; şer'î mes'elelerin hükmünü beyân etmeye memur olan kimse demektir.

MÜFT BÎH: Bir mes'ele hakkında kendisiyle fet­va verilen şer'î hüküm demektir. Bir hâdise hakkındaki muhtelif fıkhî kavillerden — tercih edilerek— kendisi i!e fetva veriler, kavil anla­mına da gelir.

BÂB-I FETVA = DÂİRE-İ FETVA: Şeyhülislâm kapısı anlamında kullanılır.

FETVA EMÎNİ: Şeyhü'l-İslâm kapısında, fetva iş­leriyle meşgul olan dairenin başkanı.

FETVÂ-HANE: Meşîhat Dairesindeki, meşhur if-tâ müessesesi.

Müftünün bulunduğu resmî daire. Müftülük.

FETVÂ-HÂNE-İ ÂLÎ: Şeyhü'l-îslâmlık Dâiresinde, şer'î mahkeme ve müftülerin mercîi olmak üzere ku­mlan iftâ müessesesi.

FETVÂ-PENÂH: (= Fetvaya sığınan) Şeyhü'l-İslâm.

'FEVAT: Arafat vakfesine zamanında yetişememek ve vakfenin vaktini kaçırmak demektir. Bu durumda, gelecek yıllarda o haccm kaza edilme­si îcâbeder.

FEVR: Emredilen bir şeyi, imkân ânında edâ edip yerine getirmek demektir. Böyle bir emre FEVRİ denir. Meselâ: Hac fevri bir ibâdettir. Şartlarını taşıyıp, ken­disine hac farz olan bir kimse, bu görevi ilk imkân anında yerine getirecektir.

Tevrî'nin mukabili TERAHÎ'dir.

FEY: Lügatte (rücû = dönmek) anlamına gelir. Güneşin, batıdan doğuya doğru dönmeye başlayan gölgesine de fey' denilmiştir. Bu İse zeval vaktidir. Tam bu zeval ânında, güneşe karşı dikilmiş olan bir şeyin yere düşen gölgesine de FEY'-İ ZEVAL denir. Güneşin batmasına kadar olan gölgeye de FEY' denilir.

Harâc, cizye, ticâret rüsumu, gayr-i müslimler-den savaşılmadan alınan sulh bedelleri ve onlar­dan hak ile alınan diğer mallara da FEY' denilmektedir.

Beytü'l-mâlde mevcut bulunan herhangi bir ma­la da FEY' denir.

FIKIH                                   

FIKIH: Lügatte: Bilmek, iyice anlamak; bîr şeyi iz'-âm ile, fetânetle ve şuurlu bir hâlde idrak etmek; bir şeyin künhüne vâkıf olmak; kapalı bir şeyin hakikatine tesirli bir şekilde bakıp, onu görebilmek ve ken­disine hüküm taalluk eden, gizli bir mânâya muttali olmak gibi mânâlan ifâde eder. Istılahta FIKIH: İnsanın, amel yönünden lehine ve aleyhine olan şer'î hükümleri, bir meleke hâlinde bil­mesi demektir.

Diğer bir tarife göre FIKIH: Amelî şeylere (yani ibâ­detlere, cezalara ve muamelâta) taalluk eden şer'î hü­kümleri, tafsilatlı delilleri İle bilmektir. Netice itibariyle, bu İki tarif birdir. Yani FIKIH: Amellerle ilgili şer'î hükümleri, tafsilatlı delilleri ile bilmek ve kavramak demektir.

FEKÂHET: Amellerle ilgili olan şen hükümleri, bu şekilde derinlemesine bilip kavramak demektir.

FAKIYH: Bu hükümleri, böylece bilen şahsa da fakıyh denilmektedir. Fakıyh'm çoğulu FUKAHÂ'dır.

TEFEKKÜH: Fıkıh ilmini tahsil etmek demektir.

FIKIH İLMİ: Amellerle ilgili şer'î hükümleri, mu­fassal delilleri ile bildiren bir ilim demektir.

FIKIH İLMİ: "İbâdetler, muamelât ve ukûbât'la il­gili şer'î mes'elelerin hey'et-i mecmuasıdır. (= ta­mamı = bütünüdür.)" diye de tarif edilir. İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe (R. A.) hazretleri FIKIH İLMİ'ni: "Kişinin lehine ve aleyhine olan şeyleri bilmesidir." diye tarif etmiştir. Bu tarife göre, fıkha itikat ve ahlâk mes'eleleri de dâhil bulunmaktadır.
Ancak, itikat ve ahlâk mes'eleleri zaman içinde ola­bildiğince genişlemiş ve yayılmış ve mevzûlan fıkıh ilminden ayrılmış olduğundan, İmâm-ı A'zam (R.A.) hazretlerinin fıkıh tarifine ... min ciheti'1-amel ( = ... amel yönünden) kaydı eklenmiş ve itikad İle ah­lâk, fıkhın —şumûl dairesinin— dışında bırakılmıştır.

Dolayısiyle, bu gün fıkıh ilmi, akaid ve kelâm ilim­leri ile ahlâk ilmi birer müstakil ilim hâlinde bulun­maktadır.

FİDYE: İbâdetlerde yapılan kusur ve noksanlann tamamlanması İçin ödenen cezalara fidye denilir.

FİİLÎ SÜNNET: SÜNNET Maddesine batanız.

FİRÂŞ = fİRÂŞİYYET: Bir kadının, sahibi bu­lunan bir şahıs için, doğurmaya teayyün etmiş olması demektir.

Burada sahip, ya koca veya mâlik (= efendi) dir.

MÜSTEFREŞE: Sahibi için doğurmaya teayyün etmiş kadın demektir.

MÜSTEFRİŞ: Müstefreşe olan bir kadının koca­sı veya mâliki olan erkek demektir.

Firaş dört kısma ayrılmıştır:
1-) FİRAŞ-I KAVİ: Menkûhenin ve ric'iyyen muT-tedde olan bir kadının firâşıdır.
2-) FİRAŞ-I MÜTEVASSIT: Ümmü veledin fi-raşıdır.
3-) FİRÂŞ-IAKVÂ: Talâk-ı Bain'den dolayı iddet bekliyen bir kadının Tıraşıdır.
4-) FİRÂŞ-I ZÂİF: Henüz istilâd edilmemiş olan ca­riyenin firâşıdır.  

FÜKÛK: Rehin maddesine bakınız.

FÜRÛ; Erkek ve taz evladlan ile, bunlann —ilâ nihâye— evladlan ve tonınlan anlamına da kuîlanıhr. Fürû'un müfredi (= tekili) FERİ'dir.
FÜZÛLÜ'L-GANÂİM: Ganîmet mallarının tâyin ve tevziinden sonra, geride kalan az bir miktar mâl­dan ibarettir ki, bu mâl fakirlere dağıtılır. [5]


Eser: Fetvayı Hindiye

  • Yeni Ekle
Yorumlar (0)

Fetvayı Hindiye

 

Son eklenen ruyalar

Sitemizde yer alan soruların cevapları özenle islami eserlerden seçilerek yazılmaktadır.
..