M

MAA GAYRİHÎ ASABE: ASABE Maddesine bakınız.

MAÂRİF: Ma'rifetler, bilgiler. Bilgi, kültür.

MAÂRİF-İ RABBÂNİYYE: İlâhî bilgiler.

MAAŞ: Geçinecek şey. Yaşayış, dirlik. Memur­lara, emeklilere, dul ve yetimlere verilen aylık.

MADÂLET: ADL Maddesine bakınız.

MA'DEN

MA'DEN: Lügatte: İkâmet anlamına gelen adn maddesinden alınmıştır. Ve aslında: "Bir şeyin istikrar üzere duracağı yer" mânâsına gelmektedir.

MAÂDİN: Ma'den kelimesinin çoğuludur.

Lrtuahta MA'DEN Yaratıldığı günden beri, yer altında müstekar olarak bulunan bir takım ecza ve cisimlerden ibarettir.

Ma'denler, başlıca üç kısma ayrılır:
1-) İzabeye (yani ateşle yumuşayıp erimeye) ka­biliyetli olan ma'denler. Altın, gümüş, demir, bakır ve kurşun gibi....
2-) İzabeye kabiliyeti olmayan ma'denler Kireç, alçı, yakut ve zümrüt gibi...
3-) Mayi (= akıcı) hâlde bulunan ma'denleı Su, tuz, zift, cıva, neft gibi...

MADIL: ADL Maddesine bakınız.

MA'DÛp: Adediyyat Maddesine bakınız.

MAĞBÛN: Gabn Maddesine bakınız.

MAGNEM: Ganimet demektir.

MEGÂNİM: Magnem'in çoğuludur; yani mağ-nemier, ganimetler anlamında bir kelimedir.

MAĞSÛB: Gasb Maddesine bakınız.

MAĞSÛBÜN MİNH: Gasb Maddesine bakınız.

MAHALL-İ  VAKIF:  VAKIF Maddesine bakınız.

MAHCUR: Hacr Maddesine bakınız.

MAHDÛD: Sınırlanmış, tahdid edilmiş; sınırlı, be­lirli, muayyen.

MAHCÛB: HACB Maddesine bakınız.

MAHDĞD: Sınırlan {hadleri, hududlan) tayin edil­mesi mümkün olan akar demektir. Arsa ve tarla gibi...

Had Maddesine de bakınız.

MAHRUM: HACB Maddesine bakınız.

MAHKÛM

MAHKÛM: Kendisine hükümolunan; birinin hük­mü altında bulunan; bir mahkemece hüküm giymiş olan kimse.

MAHKÛMUN BİH: Kendisine Şârii Mübînin hi­tabı tealluk eden fiildir. Yani, mükellef bir kimse­nin, bu hitaba dayanarak yapacağı şey demektir. Meselâ: Biz, namaz kılmakla, zekât vermekle mü­kellefiz. Ve bizim fiilimiz olan bu namaz ve zekât birer mahkûmun bih'tir.

MAHKÛMUN ALEYH: Kendi fiiline Şâiri Mü-bîn'in hitabı teallûk eden mükellef insan demektir, insan ise, ruh ve bedenden meydana gelmiş bir mah­lûktur.

MAHKÛNÜ'D-DEM: Hayatı mahfuz ve öldürül­mesi memnu' (= yasak) olan kimse demektir.

MÜBÂHÜ'D-DEM: Mahkûnü'd-Dem'in muka­bili yani zıd anlamlısı olup; hayatı mahfuz ve öldü­rülmesi memnu' olmayan kimse demektir.

MUHDERÜ'D-DEM: Kanı heder olan ve kısası, deyite gerektirmeyen şahıs demektir.

Dâr-i Harbde, gayr-i müslimler arasında bulunan ve onlara atılan kurşunla telef edilip Öldürülen bir müs-lüman gibi...

MAHREÇ: Asıl-ı MES'ELE Maddesine bakınız.

MAHKEME-İ ŞER'İYYE: ŞERİAT Maddesi­ne bakınız.

MAHREM: Hürmet ve ihtiram mânâsına gelen bu kelime, nikâh ıstılahında: Karabetten (= akrabalık­tan, yakınlıktan) dolayı, nikâhı haram olan kimse de­mektir. Meselâ: Bir kıza göre, onun erkek kardeşi gibi....

Mahrem'in zıddı nâ mahrem (= gayr-i mahremedir.

MUHARREMÂT: Nikâh edilmeleri muvakkaten ve­ya müebbeden haram olan kadınlara Muharremât denir.                                                           
MAHREC-İFÜRÛZ: Bir mîras mes'elesinde vâ­rislere taksim edilmesi gereken terike demektir. Bu, bir vâhid-i kıyâsîdir. (= birimdir.). Vârislere göre, eşit kısımlara ayrılmış bir sayı hâlinde bulunur ve bu şekilde, tashih-i mes'ele meydana gelmiş olur. Meselâ: Ölen bir kadının, geride kocası İle üç oğlu kalsa; bu mes'elenin mahreci 4 olur ve varislerden her birine birer hisse verilir.

MAHZAR: Mahkemelerde tutulan ve kendisine ka­rarların ayrıntılı bir tarzda yazıldığı defter.

Bu deftere, iki hasım arasındaki ikrara, inkâra, bey-yineye veya yeminden dönmeye dayanılarak verilen hükme dair cereyan etmiş olan şeylerin tamamı, iş-tibâh kaldıracak birşekilde yazılır.

MEHAZIR: Mahzar kelimesinin çoğuludur.

MAHZUR

Mahzur: Memnu' (= yasak) anlamına gelir. Mahzurun çoğulu mahzûrât'tır. Istılahta mahzûrât: Şer'an, yapılması memnu (= ya­sak) olan şeyler demektir.

MAHZÛNE: Rebbü'l-Hazane Maddesine bakınız.

MÂ-İ VŞR: Yağmur sulan ile —harâc arazisinin haricindeki— dere, kuyu ve çeşme sulan demektir. Hiç bir kimsenin velayeti altında bulunmayan deniz sulan da MÂ-İ UŞR sayılırlar.

MÂ-İ HARÂC: Seyhun, Ceyhun, Dicle, Fırat ne­hirleri ile Arap olmayan kavimler tarafından vaktiy­le kazınmış olup, daha sonra müslümanlann eline geçen su kanalları demektir. Bu, İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)'a göre böyledir. Çün­kü, bir ırmaklar üzerine köprü kurulur ve bu şekilde himaye altında bulunurlar. Fakat imâm Muhammed (R.A.)'e göre, bunlar, hiç kimsenin himâyesi altında bulunmayan denizler me­sabesinde olduklan için miyâh-ı uşriyyeden sayılırlar. Haraç arazisinin içinde bulunan çeşmeler ve kuyu su­lan da mâ-i harâc'tır.

MAKÂM-I İBRAHİM: KA'BE / KA'BENİN KISIMLARI Maddesine bakınız.

MAKLÛAN KIYMET: Kıymet Maddesine balanız.

MAKTUL: Kati Maddesine bakınız.

MAKTU'U'L-UZUV: KatM Uct Maddesine bakınız.

MMAKZtYYVNİLEYH: Lehine hüküm verilen kimse demektir. Buna, Mahkûmun Leh de denir.

Kaza ve Hüküm Maddelerine de bakınız.

MAKZİYYÜN ALEYH: Meyhine hüküm veri-len şahıs demektir.

Buna, "Mahkûmun Aleyh'de denir.

Kaza ve Hüküm Maddelerine de bakınız.

MAKZİYYÜN BİH: Hakkında hüküm verilen ya­ni, hâkimin mahkûmun aleyhe ilzam ettiği şeydir. Buna, Mahkûmun Bih de denir. Kaza ve Hüküm Maddelerine de bakınız.

Meselâ: Ahmed, Mehmed'den yüz bin lira —alacaklı olduğunu— iddia edip, bu da'vâsını da beyyine ile isbât edince; hâkim,' 'Mehmed'm, bu yüzbin lirayı vermesine" hükmetse; bu durumda Ahmed, makziy-yün ileyh; Mehmed, makziyyün aleyh; bu yüz bin lira da makziyyün bih olur.

MEChİS-İ KAZA: Mahkeme (yani: Hâkimin, içinde da'vâlan hail ve fasl edeceği yer) demektir.

KAZA Maddesine de bakınız.

MAKZUF: Kazf Maddesine bakınız.

MAKZÛFÜN FÎH: Kazf Maddesine bakınız.

MÂL

MÂL: insanın kendisine meylettiği ve ihtiyaç vakti için toplanıp saklanabilen; kişinin tasarrufu altında bulunan değerli ve gerekli şey demektir.

Mâl, bir kaç tasma ayrılır:
1-) MENKÛL MÂL: Bir yerden^diğer bir yere nak­ledilmesi mümkün olan mâl demektir. Nata'dler, uruz, hayvanlar, kile (= ölçek) ile ölçü­len ve terazi ile tartılan şeyler menkûl mâl sayıldığı gibi, vakıf arsaların ve millî arazilerin üzerindeki bi-nâlar ağaçlar ve asma çubukları da menkûl mâl sayılır.
2-) GAYR-İ MENKÛL MÂL: Akar (= gelir geti­ren mülk) denilen ev, dükkan ve arsa gibi, başka bir yere taşınması mümkün olmayan mâl demektir. Bir kimsenin mülkiyeti altında bulunan arsa üzerin­deki binalar ve ağaçlar da, o arsaya tâbi olarak gayr-i menkûl'dür.

AKAR: Istılahta: Gayr-i menkûl mâl demektir. İnsanlar arasında ise, AKAR tâbiri, kiraya verilip, gelir getiren şeyler için kullanılır.
3-) MÜTEKAVVİM MÂL: Şer'an alınıp yenilme­si ve faydalanılması mübâh olan mâl demektir. Örfen MÜTEKAVVİM MÂL ise: Muhrez olan (= elde edilmiş, elde bulundurulan) mâl demektir.

MÜTEKAVVİM MÂL, bu iki anlamda da kulla­nılmaktadır.

MÜTEKAVVİM kelimesi, lügatte: Kıymet sahibi, kıymetli anlamım ifâde eder. Meselâ: Besmele ile kesilmiş olan bir koyunun eti, şer'an mübâh olduğu İçin, bir mütekavvim mâl sayılır.

Denizdeki balık, havadaki kuş İse, gayr-i muhrez (= elde edilmemiş) olduğu müddetçe gayr-i raütekavvim'dirler. Ancak, bunlar avlanılarak, yakalanılarak ihraz olunduğu (= ele geçirlidiği) zaman, birer mü­tekavvim mal olurlar.
İHRAZ: Sahibi bulunmayan bir şeyi, meşru' bir şe­kilde ele geçirmek demektir. 4-) GAYR-İ MÜTEKAVVİM MÂL: Mütekavvim olmayan, yani: Şer'an alınıp yenilmesi meşru' olma­yan ve elde edilmemiş olan mâl demektir.

MÂL-İ MÎRÎ: Hükümete ait olan mâl.

MÂL-İ NÂTİK: At, deve, katır gibi canlı mallar.

MÂL-İ SÂMİT: Cansız mal.

MÂL-İ GAYBÎ: Sahibi çıkmayan, bulunmuş mâl. »

MÂL

MAL: Bir kimsenin tasarrufu altında bulunan de­ğerli ve gerekli şey; varlık, servet; para, nakit gelir.

RE'SÜL-MÂL; Ana para, sermâye.

MÂL-İ MENKÛL; Nakledilebilen, taşınabilen mâl.

MÂL-İ GAYR-İ MENKÛL: Arazî ve bina gibi taşınamıyan, nakledilemiyen mal

MÂL-İ MÜTEKAVVİM: Faydalanılması mübâh olan mâl demek olan bu tabir muhrez mâl (= elde edilmiş, ele geçirilmiş, ele alınmış mâl) anlamında da kullanılır.

Meselâ: Denizdeki balık gayr-i mütekavvimdir; tu­tularak ihraz olununca mâl-i mütekavvim olur. Keza, şıra ile intifa etmek mübâh olduğu için, bu mâl-i mütekavvimdir.

MÂL-İ GAYR-İ MÜTEKKAVVİM: İntifa' (= kendisinden faydalanılması) mübâh olmayan veya mûbâh olduğu hâlde ihraz edilmiş bulunmayan mâl demektir.

Meselâ: Şarap mâl ise de, İslâm'a göre ondan intifa etmek mübâh olmadığından, şarap mütekavvim mal değildir.

MÂL-İ NAMI: Nema bulan (= yani, ziyâdeleşen, artan, çoğalan) mâl demektir.

Nema iki nev'e ayrılır:

a-) NEMÂYİ HAKÎKÎ: Bir malın doğum, tenasül ve ticâret yoluyla artması demektir.

b-) NEMAYI TAKDİRÎ: Bir mâlın arttırılmasına kudret ve istidat bulunması demektir. Sahibinin ve­ya sahibinin naibinin elinde bulunan nakidlerin te-dâvül yoluyla artmaya kabiliyeti gibi...

MÂL-İ MÜŞTEREK: Bir şirketin sermâyesi olan mal demektir.

Şirket Maddesine de bakınız.

MA'MÛREN BİyL-KAL KIYMET: Kıymet Maddesine bakınız.

MÂM; Bir şey ile ondan maksud olan şey arasına girip, bunların arasım ayıran hâl demektir. Meselâ: Zevciyet (= kan - koca olma) hâli, koca­nın şehâdeti ile, karısının bunu kabûlu arasına gire­rek, karısının lehine olan hükme mâni olur.

MEVÂNİ: Mâni'm çoğuludur.

MANTUK: Bir lafzın (sözün, kelimenin) nutuk ma­hallinde (söylendiği yerde, söz sahasında) üzerine de­lâlet ettiği şeydir.

Meselâ: "Şu kitabı satın aldım." denildiği zaman, bu lafzın mantuku, "o kitabın satın alınmış olma-sı"dir.

MANTÜK: Lügatte: Söylenilmiş, denilmiş (söz); söz, kelâm nutuk, mânâ ve mefhum anlamlarına gel­mektedir.

MARAZ: Hastalık demektir.

MARAZ-I MEVT: Ölüm hastalığı; yani: Erkeği, evin dışında, kadını ise evin içinde iş görmekten men eden ve başladığı târihten itibaren en az bir yıl için­de ölümle neticelenen hastalık demektir.

MARAZ-I MÜSTEVLİ: İstilâ eden hastalık; sal­gın hastalık.

MARAZ-I MÜZMİN: Müzmin, devamlı, sürün­cemede bırakan hastalık

MARAZ-I SÂRÎ: Sirayet edici, yani bulaşıcı hastalık.

MA'RUF HADÎS: HADÎS-İ MÜNKER Mad­desine bakınız.

MA'REKE: Harb meydanı demektir. Ma'kere'nin çoğulu MAÂRİK'tir.

MÂRRE: Herkese ait yoldan mürur ve ubûr eden (= gelip geçen) kimseler demektir.

MÜRUR Ü UBÛR: Gelip geçme demektir.

Gabîr-i Sebîl'e de bakınız.

MASLAHAT: Bir şeyin salih ve hayırlı obuasına saik ve sebep olan şey demektir.

MEFSEDET: Maslahat'ın zıddıdır.

Maslahat bir kaç kısma ayrılır:
1-) MASLAHAT-IDÎNİYYE: Zihni hurafelerden ve bâtıl fikirlerden lecrit etmek; fikri tenmiye (= ge­liştirme, bereketlendirmek); ahlata tezhib ve terbi­ye ederek; ruhu, güzel itikatlarla ve güzel amellerle tezyin ve tekmil eylemek yani süslemek ve kemâle erdirmek demektir.

Bu gayelere ulaşmaya hizmet eden her şeyde maslahat-ı dîniyyeye mündemiçtir.
2-) MASLAHAT-I DÜNYEVİYYE: Dünyevi işle­rin intizamı temine hizmet eden ve bir takım zararlı şeylerin meydana gelmesine mâni olup; toplum ha­yatının refah ve saadetine vesile olan herhangi bir şey demektir.
3-) MASLAHAT-I ZARÛRİYYE: Bütün semavî dinlerin müşterek hedefi olan:
1-) Nefsi,
2-) Dîni,
3-) Aklı,
4-) Nesli ve
5-) Malı korumaya lıızmet eden şey demektir.

Meselâ: Nikahlanma, nesli koruma; cihâd, dini ko­ruma maslahatından dolayı meşru kılınmıştır. Sarhoşluk veren şeylerin haram kılınması, aklı, ma­lı ve şerefi muhafaza gibi maslahatlara müstenittir.
4-) MASLAHAT-I HACİBE: İnsanların zaruret de­recesine baliğ olmayan ihtiyaçları ile ilgili olan her­hangi bir maslahattır ki, bunun bulunmayışı hâlinde toplum hayatında müzayaka (= sıkıntı, darlık, yok­luk) ve meşakkat yüz gösterir. Müzâraa, selem, is­tisna ve bey-i bi'1-vefâ gibi muamelelerin meşru olması bu kabil maslahatlara dayanmaktadır.
5-) MASLAHAT-I MÜRSELE: Şer-i şerif tarafın­dan kendisine itibar edildiği veya itibâr edilmeyip ibtâl ve ilga edildiği bilinmeyen yani meskûtün anh bıra­kılmış (= hakkında susulmuş) olan maslahat demek­tir. Bu maslahat da, bazı hususlarda bir delil olarak kabul edilir.

Sirkat (= hırsızlık) gibi bir cürümle İtham edilen bir şahsın bu suçunu ikrar etmesi için hapsedilerek ve­ya dövülerek sıkıştırılması gibi.. İmâm Mâlik hazretleri, maslahat-ı mürsel ile amel etmiştir.
6-) MASLAHAT-I TAHSİNİYE: -Bir zaruret ve hacetten dolayı değil— sadece, evlâ olanı ihtyar ve insanın kıymetini yükseltmek kabilinden olan mas­lahattır. Bazı haşerelerle, İnsamn nefret edeceği ha­bis sayılan şeylerin haram olması, bu maslahata dayanmaktadır.
7-) MASLAHAT-I MU'TEBERE: Bir hükmü koy­mak ve sabitleştirmek hususunda, şer'-i şerifin iti­bar ettiği illet ve maslahattır. Kumarın ve sarhoşluk veren şeylerin yasaklanması bu maslahatla ilgilidir.
8-) MASLAHAT-IMERDÛDE: Şer-i Şerifin ibtâl ve ilga ettiği maslahattın Meselâ: Riba (= faiz) ve müskirat (= sarhoşluk ve­ren şeyler) nassen haramdır. Bu durumda-, para ka­zanmak maslahatına mebnî olarak, bu haram şeyleri yapmak asla caiz görülmez. Böyle bir maslahat mer-dûdtur; bunun zararı, faydasından çoktur.

MÂSÛMİ)'D-DEM: Kendisine kısas uygulanma­sını gerektirecek bir cinayette bulunmamış olan her­hangi bir müslüman veya zimmî demektir.

MA'TÛH: Aleh getirmiş, yani bunamış, bunak an­lamına gelir.

Diğer bir tarife göre MA'TÛH: Şuuru muhtel (= ihlâl edilmiş, bozulmuş, bozuk karışmış) olan şahıs demektir ki, böyle bir kimsenin anlayışı az, sözü ka­rışık ve tedbiri bozuk olur. Bu hâle ETEH (= Bunaklık) denir. Ve bu hâl, ak­lın noksanlığından ibarettir. Ancak, ma'tûh, deliller gibi değildir ve başkalarına sövmeye veya onlara vurmaya kalkışmaz.

MAZBUT VAKIFLAR: VAKIF Maddesine bakınız.

MAZLUM; ZULÜM Maddesine bakınız.

MAZMUN: Zaman Maddesine bakınız.

MAZÛN: Rebbü'l-Hazene Maddesine bakınız.

MEBİ' Satılan şey demektir.

Yani MEBİ' Satışta teayyün eden bir ayindir. Ve bey'den (= satıştan) asıl maksat olan da bu şeydir. Çünkü, intifa ancak eyân ile olur. Semen (= paha, kıymet, tutar, değer, fiat) İse, malların değişilmesinde bir vâsıtadır.

Bunun içindir ki, bir insan, meselâ: Belirli bir kita­bı, bin liraya satsa, o kitap, bu satış muamelesinde taayyün eder ve müşteriye onu vermek lâzım gelir. Bunun semeni olan bin lira ise taayyün etmez; yani, herhangi bir bin lira semen olarak verilebilir.

MEBNİYYEN KIYMET: Kıymet Maddesine bakınız.

MEBTÛTE: Kocasından, üç talâk ile ayrılmış olan kadın demektir.

Kocasından bu şekilde ayrılmış olan ve hünez iddet içinde bulunan bir kadına MUTEDDE-İ MEBTU-TE denir.

MECAZ: Aralarındaki bir miinâsebt ve alakadan dolayı, vaz' edilmiş olduğu mânâdan başka bîr mâ­nâda kullanılan lafızdır.

Meselâ: Vasiyet lafzının, irs, hibe ve sadaka anlam­larında kullanılması mecazdır, Rakabe'nin, bütün beden anlamında kullanılması da mecazdır.

Mecaz'ın zıddı hakîkat'tir.

MECHÛLÜ'N-MSEB: Doğduğu yerde babası bi­linmeyen kimse demektir.

MECNÛN: Deli demektir. Mecnûn iki kısma ayrılır:
1-) MECNÛN-İ MUTBİK: Deliliği devamlı olan (yani en az bir ayının veya bir yılının bütün vakitle­rini kapsamış bulunan) cinnet-i aralıksız devam eden kimse demektir.
2-) MECNÛN-İ GAYR-İ MUTBİK: Bir yıl veya bir ay içinde, kâh mecnûn olup, kâh iyileşen (= ifâkat bulan) kimse demektir.

MUTBİK: İtibak kelimesinden alınmıştır. Bir şeyi tamamen örtüp kaplayan ve bir şeydan asla ayrılma­yan şey anlamındadır.

Bu sebepten dolayı, sahibinden ayrılmayan bir cin­nete CÜNÛN-İ MUTBİK; sahibinden zaman zaman ayrılan cinnete de CÜNÛN-İ GAYR-İ MUTBİK de­nilmiştir.

CÜNÛN-İ MUTBİK'İN MÜDDETİ: imâm Ebû YûsoFtan gelen rivayetlerden birine gö­re, cünûn-i mutbik senenin ekserisine şâmil olan ve bu müddet içinde aralıksız devam eden cünûn (= cin­net = delilik) demektir.

imâm Ebû Yûsuf tan gelen diğer bir rivayete göre ise, bir gün bir geceden fazla olan cinnet, cünûn-i mutbik'tir. Çünkü, bu kadar devam eden bir cinnet ile kazâ-i salât sakıt olur. Diğer bir rivayete göre ise, cünûn-i mutbik'in müd­deti, tam bir aydır.

Imâm-i A'zam'ın bir kavli de böyledir. imâm Muhammed'den gelen bir rivayete göre, bir aydan az devam eden bir cinnet, uzun bir cünûn sa­yılmaz.

Nitekim, bir kimse, "borcunu acilen veya yakında Ödeyeceğine" yemin else; bir ay içinde ödeyince, ye­mininde bârr; bir ay bittikten sonra ödeyince ise ye­mininde hânis olur. Ve, bir ayı kaplayan bir cünûn (= delilik) dolayısiyle ramazân-i şerif orucu sâkit olur. Bundan noksanı ise, cünûn-i mutbik sayılmaz. Bunlarla beraber, imâm Muhamnıed'den gelen di­ğer bir kavle göre de, cünun-i mutbikin müddeti tam bir senedir.

Imâm-ı A'zam'dan da böyle bir kavil gelmiştir. Çünkü, bu kadar uzayan bir cinnet ile zekât ve şâire gibi bütün ibâdetler sakıt olur. Aynca, böyle dört mevsimi içine alan bir müddet zar­fında ifâkat bulmayan mecnûnun asıl aklında bir âfet bulunduğu anlaşılmış ve mecnûnun cinneti tekarrûr etmiş olur.

Tasarruflarda İmâm Muhanımed'in bu kavli muh­tardır.

MECRUH: Cârih Maddesine bakınız.

ME'CÛR: Kiraya verilen şey demektir.

Buna MÛCER, MÜSTACER, MÜKRÂ, MÜKTE-r ve MÜSTEKRA da denir. İcâre Maddesine bakınız. MECÛS: Ateşe tapanların bağlı bulundukları bâ-til din.

Bu müşrikler aydınlık ile karanlığı iki ayn ilâh; bun­ların birini hayır, diğerini şer menbâ olarak tanır ve kabul ederler.

MECÛSÎ: Mecûs dininde bulunan; ateşe tapan kim­se demektir.

MEDED: Savaş meydanındaki mücâhidlere yar­dıma koşup, onlara katılan topluluk demektir.

EMDÂD: Meded'in çoğuludur.

Meded kelimesi, aslında yardım, nusrat ve cemâat anlamına gelir.

İMDÂD: Yardıma koşmak anlamındadır.

İSTİMDÂD ise: Yardım istemek demektir..

MA'DUM: Yok olan, mevcud olmayan

MEDYUN: Deyn Maddesine bakınız.

MEDYUN: Deyn Maddesine bakınız.

MEFHÛM

MEFHUM: Bir sözden çıkardan mânâ kavram. La­fızdan anlaşılan, fehmolunan şey. Diğer bir tarife göre MEFHÛM: Bir lafzın delâlet ettiği şey demektir.

Meselâ: Bİr kimse: "Şu kitabımı sattım." dediğin­de, bu söz, söyleyen şahsın o kitaptaki mâlikiyet hak­kının ortadan kalktığına delâlet eder ve bu bir mefhûmdur. Mefhûmlar:
1-) MEFHÛM-U MUTABAKAT
2-) MEFHÛM-U MUHALEFET, olmak, üzere iki bsma ayrılır.

MEFHÛM-U MUTABAKAT: Bir ibarede mes­kûtün anh olan şeyin, mantuk olan şeye isbât veya nefi (= olumluluk veya olumsuzluk) itibariyle mu vafik olmasıdır ki buna DELÂLET-İ NAS, FEH-VÂYİ HİTÂB ve LAHN-İ HİTÂB da denir. Meselâ: "Annene babana Öf deme." mantükuna, "onları dövme ve onlara sövme" meskûtün anhi tamamen mutabıktır. Biri menhiyyün anh olduğu gi­bi, diğeri de menhiyyün anhtir. (Yani her ikisi de yasaklanmıştır.)

MEFHÛMU MUHALEFET: Bir ibarede meskû­tün anh (= söylenmemiş) olan şeyin, mantuk ve mez­kûr olan (= söylenen) şeye, isbât ve nefyi itibariyle, hükmen muhalif olmasıdır ki, buna DELİL-İ HİTÂB ve TAHSÎSÜ'S-ŞEY Bİ'Z-ZİKR de denilir. Mefhûmu Muhalefet şu sekiz kısma ayrılır:
1-) MEFHÛMU LAKAB: Bir cinve isminin veya bir özel ismin hükmünü, bunların mütenâvil olma­dığı şeylerden ve kimselerden nef İ demektir. Meselâ: "Bu mal, erkeklere —veya Zeyd'e— helâl­dir." denildiğinde; bu malın, kadınlara —ve Zeyd'-den başkasına— helâl olup olmaması meskûtün anh bulunmuş olur. Yani, bu hususta bir şey söylenme­miş, susulmuş olur.
2-) MEFHUMU SIFAT: Bir vasıf ile tavsif veya tak-yid edilen bir şey hakkındaki hükmün, o vasıf ile mut-tasıf ve mukayyed olmayan şeylerden nefy edilmesidir.

Meselâ:' 'Akıllı ve bülûga ermiş insanlar alış-verişe, ehildir.'' denilince; akıllı ve bulûğa ermiş bulunma­yan insanların, alış-verişe ehil olmadıkları, anlaşılır.
3-) MEFHUMU ŞART: Bir şarta bağlanan bir hük­mü, o şartın bulunmaması hâlinde, nefyetmek de­mektir.

Meselâ: "Bu kitabı, gelirse, filan şahsa ver." denil­mesi gibi...
4-) MEFHÛMU GAYE: Bir gaye ile veya bir had ile mukayyed ve muallak olan bir hükmü, o gayenin sona ermesi ile mefkûd (= yok, kayıp) telakkî et­mektir.

Meselâ: "Cîüneşgurub edinceye kadar oruç tutunuz." denildiğinde, "orucun vücûbu, güneşin batmasına ka­dar devam eder; ondan sonraya şamil olmaz," de­nilmiş olur.

Ve, bir mal, b.ir kimseye, bir ay müddetle ariyet ve­rilmiş olsa; bu âriyet.hükmü, o aydan sonra geçerli olmaz.

Bu mefhuma MANTUK-İ İŞARET denilir ve bu­nun âlimler arasında ittifakla kabul edilen bir mef­hûm olduğuna kail olanlar da vardır.
5-) MEFHÛMU İSTİSNA: Bu mefhum, müstesna­ya verilen hükmün, başkalarına şâmil olmadığına de­lâletten ibarettir. Meselâ: "Zeyd'den başka faziletli yoktur." denilse; faziletli vasfi, Zeyd'den başkasından nefyedilmiş, yalnız Zeyd'e isbât edilmiş olur.
6-) MEFHUMU İNNEMÂ; İnnemâ (= ancak) ida-ti ile beyan olunan şey hakkındaki hükmü, ondan baş­kasından mefyedivermektir. Meselâ: "Ameller, ancak niyetlere göredir." deni­lince; amellerin hükmü, dâima niyyete bağlı oldu­ğu,   niyetsiz  bir  amelin hükümsüz,  kıymetsiz bulunduğu anlaşılmış olur.
7-) MEFHUMU ADEDî Bir adede (= sayıya) tah­sis edilen hükmün, başka adedlerden nefyedilmiş ol-duğnua delâletten ibarettir. Meselâ: Kadınların iddetleri için, üç kuru' (= hayız veya tuhur) diye, bir aded tahsis edilmiş olduğun­dan, iddetin iki kuru' ile tamam olmayacağı ve İd-det için dört kuru' da îcâbetmiyeceği anlaşılmış olur.
8-) MEFHÛMU HASR: Bir hükmün,'yalnız bir şeye veya bir şahsa hasr ve tahsisine delâletten ibarettir. Meselâ: "Fâzıl Zeyd'dİr." denilse, fazl vasfı, yal­nız Zeyd'e tahsis edilmiş olur.

MEFKĞD: Yeri, ölü mü, diri mi olduğu bilinme­yen gâib kimse demektir. Mefkûd'a, gaybet-i munkatia ile gâib nâmı da verilir.

Böyle bir kimseye hem beldesinden ayrılıp gâib ol­ması hem de alâkadarlar tarafından araşünlmasi münâsebetiyle MEFKÛD denilmiştir.

Çünkü, mefkâd ve fâkid tâbirleri lügat itibariyle: Gâib etmek, mâdum (= yok) olmak ve araştırmak anlamlarını ifâde etmektedir. Mefkûd kelimesi, fakd kelimesinden türetilmiştir.

FIKDAN ve FÜKÛD kelimeleri de FAKD gibi, gâib etme; gâib olma; var olduktan sonra yok olma mânâlarını ifâde eder.

Bu kelimelerin mukabilleri (= zıd anlamlıları, kar­şıtları), vücud (= var olma) ve vicdan (= bulma, bulunma) lafızlarıdır.

MEGÂZI: Gazve (= savaş) anlamına gelen mağ-zâ veyamagzatkelimesininçoğuludur; yani; savaş­lar, gazveler demektir.

MEGAZI: tabiri, —siyer ve şehname gibi— umu­miyetle gazilerin menkibeleri anlamında kullanılır.

MEHİR:

MEHİR Zevcenin (= kaniun) nikâh akdi ile hak sahibi olduğu mal demektir ki, bu malı, kadın koca­sından alır.

Mehr'in çoğulu MÜHÜR ve EMHÂR'dır. Şu kelimeler de, zaman zaman mehir anlamında kul­lanılabilir: SADAK, NİHLE, ALAİK, FARÎZE, SADAKA, ATIYYE

MEHR-İ MÜSEMMÂ: İki tarafın -az veya çok olarak— tesmiye ve tayin ettiği (emsini ve miktarını belirtip açıkladığı) mal veya kâbil-i mübadele olan menfaat demektir.

MEHR-İ MİSİL: Kadının, babası tarafından (şa­yet yoksa, beldesi halkından) nikâh akdi tarihinde yaş, güzellik, bekâret gibi vasıflar bakımından akran ve emsali olan kadınların mehri demektir.

MEHR-İ MUACCEL: Peşin (hemen) verilmesi şart kılman mehir demektir.

MEHR-İ MÜECCEL: Bilâhare (= sonra) veril­mesi meşrut olan mehirdir. Burada, belirli bir müd­det zikredilmemişse, bu mehir, vefat"veya talâk (ölüm yahut boşanma) halinde teaccül eder. (- Muaccel olur, hemen ödenmesi gerekir.)

Bir mehrin, tamamı muaccel olabileceği gibi, bir kıs­mı da müeccel olabilir.

MEKKÎ: Hac ıstılahında: Mekke'de ve mîkat sı­nırlan içinde ikâmet eden kimselerden her biri de­mektir.

Mekkî olanlar, —mikat sınırlarının dışına çıkmadıkça— Mekke'ye ihramsız olarak girip çıka­bilirler.

İkâmet ettikleri yer, Mîkat ile Hdl sınırlan arasın­da olan kimseler hac ve umre için HılI Bölgesi'nde ihrama girerler ve Harem BÖlgesi'ne ihramsız geç­mezler.

Harem sınırlan içinde ikâmet edenler ise, hac için Harem-i Şerîf den veya bulunduklan yerden; umre için ise, Harem Bölgesi dışından (yani: Hıll'den) ik­rama girerler.

MEKRUH: Terkedilmesi tercih edilen ve yapıl­ması hakkında kat'î bir yasak bulunmayan bir fiil­dir. Ve, bunu terketmek memdûh (= övülmüş), yapmak ise mezmundur. (yani kötülenmiştir). Böyle bir fiilde KERAHAT bulunmuş olur. Ve ke-rahat iki kısma ayrılır:
1-) KERAHAT-İ TAHRÎMJYE: Harama yakın mekruh (yani tabrimen mekruh) olan fiiller de­mektir.
2-) KERAHAT-İ TENZİHİYYE: Helâle yakın mekruh, (yani tenzîhen mekruh) olan fiillerdir.

KERAHAT Maddesine de bakınız.

MEKBVH-KERÂHAT

Mekruh: (Lügatte) sevilmeyen, kerîh ve nahoş gö­rülen bir şey demektir.

Istılahta mekruh: Nehy ve menedildiği sabit olma­makla birlikte, hilâfına bir emare görüldüğünden, ya­pılması doğru olmayıp, terkedilmesi iyi görülen şey demektir.
KERAHET: Lügatte) bir şeyi fena görmek, bir şe­ye razı olmamak mânâsına gelir. Istılahta kerahet: Terkedilmesi iyi olan bir şeyin ter-kedilmemesi ve yapılması demektir. Kerâhat İki kısma aynlır: 1-) Kerâhat-i tahrîmiyye: (= Tahrîmen mekruh): Bu, harama yakın olan kerahattır. 2-) Kerabat-i tenzîhiyye: (= Tenzîhen mekruh): Bu da helâle yakın oian kerahettir. Bu tasnif, İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe (R.A.) ve imâm Ebû Yûsuf (R.A.)'a göredir, imâm Muhammed (R.A.)'e göre İse, kerâhat-i tah-rîmiye ile mekruh olan şey, haram kabilindendirf Ya­ni, bunlan yapmak da, haram İşlemek gibi âhiret azabını gerektirir.

Kerâhet-i tenzîhiyye ile mekruh olan şey ise, imam­larımızın ittifakı ile helâle yakındır. Ve bunun ya­pılması ahiret azabım gerektirmez. Ancak kerahat-i tenzihiyyenin terk edilmesi de, sevaba vesile olur. Fıkıh kitaplarında kerâhat-tabiri mutlak olarak kul­lanılınca çoğu zaman kerahat-ı tahrîmiyye kastedilir.

MELHEME: Büyük kıtal vak'ası, savaş ve savaş alanı demektir. Harb sahalarına MEVÂTÎNÜ'L-HARB de denilir.

MEMLÛK: Bir kimsenin mülküne dâhil olan şey demektir.

MEMLÛKE: Memlûk'uo müennesisidir. Mâl-i memlûk^arâzî-i memlûke gibi.. Ancak MEMLÛK tâbiri, özellikle bir kimsenin mül­künde bulunan köle ve câriye gibi erkeğe de, dişiye de şâmildir.

MEMNUÂT: Nehiy Maddesine bakınız.

ME'MÛR: EMİR Maddesine bakınız.

MEN': Bir delîlin mukaddimelerinden birini ka-bÛl etmeyip, hakkında delil istemektir.

Buna MÜNÂKAZA da denir.

Bir hususta, böyle, sadece delil istemekle iktifa olu­nursa, onu MEN'~İ MÜCERRET denir. Fakat, onu teyit için bir söz ilâve edilirse, bu durumda MEN'-İ MAA'S-SENET adını alır. Bu senedi izah için bir söz ilâve edilirse, ona da TENVÎR-İ SENET denilir.

MENFA

MENEA; Lügatte: Kuvvet ve cemaat anlamını ifâde eden bu kalime hem isim, hem mastar ve hem de ma-i'in çoğulu olarak kullanılabilir.

Çoğul kabul edildiği zaman: "Bir şahsın hâmisi ve aşîreti olup, o şahsa başkalannm tecâvüz etmelerine mâni olan kimseler" anlamında kullanılır.

ZÎ-MENEA: En az on (diğer bir kavle göre de dört) kişiden müteşekkil bir kuvvete mâlik olan kimse de­mektir. Buna SÂHİB-İ MENEA da denir.

MENEA-İ MÜMTENİA: Kuvvetli, şevketli ve menea sahibi demektir.

MEN ALEYHİ'D-DİYE: Diyet Maddesine bakınız.

MEN ALEYHİ'L-KISAS: Kısas Maddesine bakınız.

MENÂSİK: Hacla ilgili ibâdet ve fiiller demektir.

NÜSÜK ve MENSEK kelimeleri, MENASK ke­limesinin tekilidir. Ve bu kelimeler "hacla ilgili iş ve ibâdetlerden her biri" anlamına gelir.

MENSÜZ: —Bazı zâtlara göre— doğar doğmaz bir yere atılmış bulunan çocuk demektir.

Lakit ise, böyle değildir. Lakit: Kendi mesâlihini (meselâ; yiyip içmesini) kendi kendine beceremiyen ve böyle âciz bir hâlde bulunan, herhangi bir erkek veya kız çocuk demektir.

Lakit Maddesine de bakınız.

MENDÛB: Yapılması şeriatee uygun, râcih ve memdûh görülmekle beraber, terkedümesi hakkın­da bir yasaklanma bulunmayan ve dinde dâima sü­lük  edilmiş  bir  yol   olmayan  fiildir.   Buna MÜSTEHAB da denilir. Nafile namaz kılmak, ta-tavvu olarak sadaka vermek gibi...

MENHJYYAT: NEHİY Maddesine bakınız.

MENHİYYÜN  ANH:  NEHİY  Maddesine bakınız.

MEN LEHÜ'D-DİYE: Diyet Maddesine bakınız.

MEN LEHÜ'L-HAZENE: Rebbü'l-Hazene Maddesine bakınız.

MENN

MENN: Esirleri, bir lütuf olmak üzere karşılıksız (= meccânen) salıvermek ve düşmanın, dâr-i harbe dönüp gitmesine —bedelsiz olark— müsâade etmek anlamında kulandan bu kelime lütuf, ihsan, kat' ve minnet mânâlarına da gelir.

MENN: Lisânımızda batman denilen özel bir ölçü birimi

MERÂFIK: Lügatte: Mifrek (= dirsek) kelime­sinin çoğuludur.

Istılahta MERÂFIK: Bîr şeyin tamamlayıcılarından ve müştemilâtından olup, kendisine ihtiyaç duyulan şeyler anlamına gelir.

Meselâ: Bir evin su yollan, onun merafikındandır.

MEREMMET: TERMİM Maddesine bakınız.

MERHÛN: Rehin Maddesine bakınız.

MERSAD: Bir vakfın tamiratından meydana ge­len borçtur.

Yani: Tâmirata muhtaç olduğu hâlde gailesi (= ge­liri) mevcut olmayan ve tamir edilmesine yetebile­cek bir ücretle peşinen kiraya da verilemiyen bir Vakıf yeri, ileride bu vakfa rücû' etmek üzere, kendi pa­rası ile tamir ettiren bir kiracının, bu yüzden, o va­kıfta bulunan alacağıdır. Bu kiracı, bu alacağını ya kira bedellerine mahsup eder veya vakfın diğer ge­lirlerinden alır.

VAKIF Konusuna da bakınız.

MERSÛM: Resm ve âdete uygun olarak yazılan vesika demektir. Borç senedi, makbuz, ilmühaber ve tüccarların defterlerindeki kayıtlar gibi...

MEKFÖLÜNANH: Borcunun ödenmesi veya şah­sının teslim edilmesi hususunda kendisine kefil olu­nan (= asıl borçlu = medyun) kimse demektir. Kefalet Maddesine de bakınız.

MEKFÛLÜNBİH: Kefalet olunan şey veya kim­se; yani kefilin edasını ve teslim edilmesini iltizam edip üzerine aldığı şey demektir. Buna MAZMUN da denir. Kefalet bi'n-Nefs'te, mekfûlün anh ile mekfülün bih aynıdır, birdir.

Kefalet Maddesine de bakınız.

MEKFÛLÜN LEH: Kefaletle alacağı temin edil­miş olafi alacaklı demektir. Bu, bir malın ödenmesi­ni veya bir şahsın teslim edilmesini kefilinden talep

ve dâva etmeye hakkı oları kimsedir ki, kefaletin men­faati bu şahsa ait olur. Buna TALİP ve MAZMUNUN LEH de denir.

MEKÎLAT = KEYLİYYÂT: Keyfi" olan yani kile (denilen ölçekle ölçek) ile ölçülen şeyler demektir. KEYLÎ anlamında MEKÎL kelimesi de kullanılır. Keylî'nin çoğulu Keyüyyât, mekilin çoğulu ise Me-kîlattır.

Buğday ve arpa gibi şeyler keyliyyattan yani ölçek­le ölçülen şeylerdendir,

MA'DÛDÂD: Adediyyâd Maddesine bakınız.

MEKS: Ticaret mallarından öşür ve bâc nâmıyle alacak olan vergidir.

MEKKÂS: Meks denilen vergileri toplamaya memur olan kimse (= gümrükçü) demektir.

öşür ve bâc'ı toplamaya da MEKS denir,

MEKS tabiri, aslında bir şeyin eksikliğini; bir şe­yin, diğerinden eksik bir fiatla alınmasını ve zulüm ile teaddî (= haksızlık, düşmanlık) anlamlarını ifâ­de eder.

Tacirlerden alınacak vergi ile, onların mallarına bir noksanlık geleceğinden, bu vergiye MEKS adı ve­rilmiştir.

MES'Â: Safa ile Merve arasında sa'y edilen yere Mes'â denir.

MESALLİH-İ MESCİD: Mescidden maksud olan gayenin tahakkuku, kendilerinin mevcut olmalarına bağlı bulunan kimselerle, lüzumlu diğer şeylere Mesâlih-i mescid denilmektedir.

imâm, hatip ve müezzin gib İhademe-İ hayrat ile mes­cidin aydınlatılması ve abdest sulan mesâlih-i mes­cid cümlesindendir.

MESÂRİF-İ  VAKIF:  VAKIF  Maddesine batanız.

MESANİD: HADÎS-İ MÜSNED Maddesine batanız.

MESCİD-İHAYF: Mina'da, Cemre-i Ulâ'nın gü­neyinde bulunan camidir.

MESÇİD-İ AKSA: Kudüs'teki, BEYT-İ MAK-DİS diye de anılan mescittir.

Mescid-i Aksa yer yüzünde Mescid-i Haram'dan sonra yapılan İlk mescittir. Mescid-i Aksa: "Çok uzak mescid" demektir ve Mescid-i Haram'a bir aylık bir uzaklıkta bulunması sebebiyle bu ismi almıştır. Hz. Musa'dan, Hz. îsâ zamanına kadar pek çok pey­gamberin gelip gittiği Mescid-i Aksa, Peygamber (S.A.V.) Efendimizin de miraçta yol uğrağı olmuştur.

peygamber (S.A.V.) Efendimiz, bir hadîs-i şe­riflerinde şöyle buyurmuşlardır:

«'—Fazla sevap umarak içinde namaz kılmak ve ibâdet etmek için, şu üç mescid dışında, hiç bir mescid için sefere çıkmak (= yolculuk yapmak) uygun olmaz:
1-) Mescid-i Haram,
2-) Mescid-i Nebi
3-) Mescid-i Aksa.*
Sahih-i Buhârî Muhtasarı Tecrid-i Sarih Ter­cümesi; cilt: 4; sayfa: 199.

MESCİD-İ NEBÎ: Peygamber (S.A.V.) Efendi­mizin Medîne-i Münevvere'deki Mecsid-i Şerif­leridir.

Fahr-i Âlem (S.A.V.) Efendimizin Kabr-i Seâdetle-ri de, bu mübarek Camiin içindedir. Mescid-i Nebî'ye, MESCİD-İ SEÂDET de denir. Bu mübarek mescid, bizzat Peygamber (S.A.V.) Efendimiz tarafından yaptırılmış,, daha sonra da, bir çok defa yenilenmiş ve genişletilmiştir.

Fahr-i Âlem (S.A.V.) Efendimiz, bir hadîs-i şe­riflerinde şöyle buyurmuşlardır:

—"Benim şu mescidimde kılınan bir namaz, — Mescid-i Haram dışındaki— diğer mescidlerde kı­lman bin namazdan daha hayırlıdır."*
Sahih-i Buhârî Muhtasarı Tecrid-i Sarih Ter­cümesi; cilt: 4; sayfa: 249; Hadis No: 605

MESCİD-İ HARAM: Mekke-i Mükerreme'de, or­tasında Ka'be-i Muazzama'nm bulunduğu Câmi-i Şe­riftir.

Mescid-i Haram'a, HAREM-İ ŞERÎF de denir. Buranın HARAM lafzı ile anılması, kendisine ihti­ram ve saygının vacip olmasından dolayıdır. Kendisine karşı hürmetsizlik caiz olmadığı için Mek­ke Şehri'ne de BELDE-İ HARAM denilir.

Fahr-i Âlem (S.A.V.) Efendimiz, bir hadis-i şe­riflerinde şöyle buyurmuşlartır:

"— Mescidimde kılman bir namaz, —Mescid-i Ha­ram hâriç— başka mescidlerde kılınan bin namaz­dan efdâldir.

Mescid-i Haram'da kılınan bir namaz da, diğer mescidlerde kılınan yüz bin namazdan efdâl­dir."
Süneni- İbn-i Mâce, elit: 1, sayfa: 450, hadis no: 1406

MESCİD-İNEMÎRE: Arafat'ta, güney kısmı Üre­ne Vadisi sınırlan içinde bulunan camidir. Bu mes­cidin Ürene Vadisi sınırlan içinde kalan kısmında vakfe caiz değildir.

MES'ELE: Kendisine bir takım cüz'iyyâtın mu­tabık bulunduğu, bir külli kaziyye demektir. Meselâ; "Şartlarını câmî olan bir vakıf lüzum İfâde eder." denildiğinde, bu: "Şartlarını câmİ olan her vakıf, lüzum ifâde eder." tarzında bir mes'ele olur ve bu, bir külli kaziyye (= hükmî mevzuu, bütün efradına şamil olan madde)'dir.

Ve bundan, Ahmed, Mehroed gibi şahısların şartla­rına uyarak yapacakları vakfın da, lüzum ifâde ede­ceği anlaşılmış olur.

"Alış-veriş caizdir."; "İcâre meşrudur."; "Hîbe menduptur." gibi cümleler de, bu şekilde küllî ka­ziyye mahiyetinde birer mes'eledir.

MES'ELE: Lügatte: Sorulup, karşılığı istenilen şey; çözülmesi istenilen problem; ehemmiyetli iş gibi mâ­nâlara gelir.

TASHJH-İ MES'ELE: Bir mîras mes'elesinde, vârislerin hisselerinin kalansız ve kesirsiz olarak, — mümkün olduğu kadar en küçük sayı ile— gösterile­bilmesi için yapılan işlemdir.

Meselâ: Ölen bir erkeğin, zevcesiyle (= kansiyle), babası ve iki de oğlu kalsa, bu mîras mes'elesi şu şekilde tashih edilir:
3                            4                        17
Sümün (= 1/8        Südüs (= 1/6        bakî
_______;_____________________  es'ele:    24

Zevce                 eb                 ibn                 ibn

(= karı)      (= baba)      (= oğul)      (= oğul)
6                  8              17         17x2/48

MES'ELE: (Mirasta:) Mirasın, vârisler arasında, hisselerine görej>aylaştınlması demektir.

MESÎL: Hakk-ı Mesîl Maddesine bakınız.

MESNÛN: Peygamber (S.A.V.) Efendimiz tara­fından, —farz ve vacip olmaksızın— bazan da terk edilmek üzere, bir ibâdet kabilinden olarak yapılmış olan fiil ve hareket demektir.

Sünnet Maddesine bakınız.
MES'ÛLİYET: Bir şahsın mükellef olduğu veya bi'1-iltizam (= bile bile, kasden) yaptığı şeylerden dolayı suâle maruz kalması ve icâbına göre mükâfat veya ceza görmesi yani sorumlu olması demektir.

MES'ÛL: Mes'ûliyet altında olan. Sorumlu. Ce­zaya çarptırılmış kişi.

MES'ÛLİYET-İ DÜNYEVİYYE: Bir kimsenin, dünyada deruhte ettiği (= üzerine aldığı) şeylerden dolayı sorguya çekilerek cezalandırılması demektir.

MES'ÜLİYET-İ UHREVİYYE: Bir mükellefin, dünyada yapmış olduğu şeylerden dolayı, âhiret âle­minde suâle ve cezaya maruz kalması demektir.

MEŞ'AR-f HARAM: Müzdelife'de Kuze Dağı üzerinde bir tepenin adıdır. Zirvesinde silindir biçi­minde MIKADE denilen bir taş vardır. Müzdelife vakfesinin, Meş'ar-i Haram yalanında yapılması sün­nettir.

MEŞEDD-İMÜSKE: Bir başkasının (meselâ: Bir vakfin) arazisi üzerinde sabit olan bir istihkaktır. Yani, bir başkasına ait bir araziyi sürüp aktarmak, onun su yollarını kazıp tamir etmek üzere, —o arazide— bir şahsa verilmiş olan ziraat yapma hak­kıdır. Bir arazi, —kirası verildikçe— o hak sahibi­nin elinden alınarak, başka birisine icara verilemez. MEŞEDD ve MÜSKE tabirleri de, tek başlarına MEŞEDD-İ MÜSKE tabirinin yerine kullanıl­maktadır.

Meşed tabiri, kuvvet anlamına gelen şiddet kelime­sinden türetilmiştir.

Müske ise, tutunulacak vesika demektir. Maske tâbiri, bazen Kirdar'ı da içine alan bir an­lamda kullanılmaktadır.

MEŞFÛ' : Şfif a Maddesine bakınız.

MEŞFÛUN BİH: Şûf a Maddesine bakınız.

MEŞRUTUN LEH: VAKIF Maddesine bakınız.

METÂF: Ka'be'nİn etrafındaki tavaf edilen yerin adıdır.

TAVAF Maddesine de bakınız.

MEVÂŞÎ

MEVAŞI: Davar (= koyun, keçi) ve sığır (= öküz, inek) gibi hayvanlar.

MEVÂŞÎ SADAKASI? SSime (» çayıra başıboş ' olarak salıverilen hayvan) olup, müslümanlara ait bu­lunan hayvanlardan, senede bir defa sâi (= zekât toplanan şahıs) tarafından, muayyen bir nisbet dâhi­linde alman vergidir..

MEVLA: Lügatte Nasır (= yardım edici), seyyid (= efendi), asabe (= akraba), komşu, amca oğlu ve veliyyü'I-emr mânâlarına gelmektedir. Istılahta MEVLÂ: Efendi, seyyid; yani, azâd edil­memiş bir köle veya cariyenin sahibi anlamında kul­lanılır.

Aslında MEVLÂ kelimesi; hem memlükünü azâd et­miş olan zat; hem de azâd edilmiş bulunan köle an­lamına gelmektedir.

MEVÂLI: Mevlâ kelimesinin çoğuludur.

Azâd eden ve âzad olunan kimseler arasında velâ, tenâsur ve teâvün carî olacağından, bu münâsebetle hem köle veya cariyesini azâd eden mâlike, hem de azâd olunan memlûke MEVLA denilmiştir.

MEVLÂ-İ ALA: Köle azâd etmiş bulunan şahıs.

MEVLÂ-İ ESFEL: Azâd olunmuş bulunan şahıs demektir.

MEVFLÂ'IMTAKA: Velâ Maddesine bakınız.

MEVLÂ'L-ÂTÜK: VELÂ Maddesine bakınız.

MEVKUF: VAKIF Maddesine bakınız.

MEVKUFUN ALEYH: VAKIF Maddesine bakınız.

MEVKUF: Bir hüküm ifade etmesi, başkasının izin ve icazetine muhtaç bulunan bir fiil veya akiddir. Meselâ: Bir kimsenin, başka birine ait olan bir ma­lı, fuzûlî olarak satması hâli gibi... Ki, bu satış mu­amelesinin müşteriye mülk ifâde etmesi, sahibinin icazetine bağlı bulunur.

MEVSİM: Hac ıstılahında: Haccın edâ edildiği za­man demektir. Ve bununla, Zilhicce ayının ilk on gü­nü kastedilir.

MEVRÛS: MİRAS Maddesine bakınız.

MEVT: Ölüm demektir.

Üç türlü öiüjn (= mevt) vardır:
1-) HAKÎKÎ ÖLÜM: Mûris'in gerçekten ölmüş ol­ması demektir.
2-) HÜKMÎ ÖLÜM: Mefkud (= kaybolmuş) olup, ölü mü, diri mi olduğu bilinmeyen bir kimsenin mah­keme karan ile ölmüş sayılmasıdır.
3-) TAKDİRÎ ÖLÜM: —Düşürülmesinden dolayı, düşürmeye sebep olan cânî üzerine gurre veya di­yet gereken— ceninin ölümüdür.

Meselâ: Bir kimse, hâmile olan bir kadına tekme vu­rur ve bu kadın bu yüzden müstebînü'l-hılka (= uzuv­ları tamamen veya kısmen belirmiş) bir cenin düşürarse, vuran kimsenin gurre veya diyet ödemesi gerekir.

Bu şekilde, bir cenînin dıştan yapılan etki sebebiyle Ölmesine TAKDİRÎ ÖLÜM denir.

MEVZU HADÎS: HADÎS-İ MEVZU Maddesi­ne balanız.

MEVZUN: Vizniyyât: Maddesine bakınız.

MEYYİT: —Kendisinde cerahat {= yara) gibi, darb (= vurma) izi gibi bir kati (= Öldürülme) alâ­meti bulunmadan— ölmüş kimse demektir.

MEYT kelimesi de, aym anlamdadır.

EMVÂT: Meft'ler (= ölüler) demektir.

MEZRÛÂT: Zira' (= arşın denilen bir uzunluk Ölçüsü birimi) ile ölçülerek miktarı belirlenen şey­ler demektir. Bez, çuha vekumaşlar gibi..

ZERİ' : Ölçülen şey demektir:

MEZRU': Zeri' anlamındadır, yani bu kelime de öl­çülen şey mânâsına gelir.

ZERİYYÂT: Zeri"in çoğuludur.

MEZRÛÂT: MezrÛ'un çoğuludur.

MİKAT: Mekke-i Mükerreme'ye giden afakîle­rin ihramsız olarak geçemiyecekleri sınırlan belir­leyen noktalardır.

Mîkat bölgesine, —Mekke^'ye gitme kastı ile gelen afakilerin— ihramlı olarak girmeleri vaciptir.

MİNHAÎÜ'L-HÜKKÂM: RÜŞVET Maddesi­ne bakınız.

MİNA: Müzdelife ile Mekke arasında ve Harem sınırlan içinde bulunan bir bölgenin adıdır. Büyük, Orta ve Küçük Cemreler Mina'dadır. Bayram günlerindeki Remy-i Cimâr (= şeytan taş­lama) da burada yapılır.

Hac esnasında kesilmesi vacip olan Kiram ve Temettü haca kurbanları da genellikle Mina'da kesilir. Arafata çıkmadan önce, Tevriye gününü, Arafe gü­nüne bağlayan gece ile bayram gecelerini Mina'da geçirmek sünnettir.

MİRAS

MİRAS: "ölen bir kimsenin terikesinden, kaarib-Ierine (= yakınlarına, akrabalarına) intikâl eden mâla*' denir.

İRS de MİRAS anlamındadır.

TİRAS da MİRAS (= İRS) anlamına gelir.

VÂRİS: İrse (= mîrasa) müstahikt= hak sahibi) ) olan kimse demektir.

MEVRÛS: Vârise intikâl eden mâl demektir.

MÜVERRİS: Malı, vârisine intikâl eden ölü şa­hıs demektir.

TEVRİS: Bir kimseyi, ölün bir şahsa vâris kdmak demektir.

VERESE: Vâris'in çoğuludur; yâni: Vârisler de­mektir.

VERASET: Ölen bir şahsın terikesine hilâfet yo­luyla mâlik olmak anlamındadır.

TEVARÜS de, VERASET mânâsına gelir.

MÜVÂRESE: Müteaddit kimselerin birbirlerine vâris obuaları demektir.

MİSU: Çarşı ve pazarda mu'teddün bih (yani: Fiat değişikliğini gerektiren) bir fiat farklılığı bulunma­dan, misli (= kendi gibisi) bulunan şey demektir. Kile (= ölçek) ile ölçülen, terazi ile tartılan şeyler­le, ceviz ye yumurta gibi adediyât-ı mütekâribeden olan şeyler bu kabildendir. Ancak, başka bir cins ile karışmış bulunan mekîlât (= ölçekle ölçülen şeyler) mislî değildir. Veznî^olan (= ağırlık Ölçüsü ile tartılan) altın veya gümüşten yapılmış kaplar da mislî olamaz.

MİSLİYYÂT: Mislî olan şeyler demektir.

MİYÂRE: Kumaş, meta ve yiyecek gibi şeylerdir.

MİZ'AB-I KÂ'BE: KA'BE'NİN KISIMLARI Maddesine bakınız.

MUADELE: ADL Maddesine bakınız.

MUADDÜNIJ'L-İSTİGLÂL: Kiraya verilmek üzere hazırlanmış olan şey demektir. Aslında kiraya vermek üzere yapılmış veya bu mak­satla satın alınmış han, ev, dükkan ve hamam gibi akarlarla kira arabaları ve diğer nakliye vasıtaları gibi menkûlat ve hayvanattan olan şeyler muâddün li'l-isüglâldir.
Bir şeyin, aralıksız üç sene kiraya verilmesi de.Tr şeyin muâdün U'1-İstiğlâl olduğunun delilidir. Bir kimse, nefsi için yaptırmış olduğu bir şeyin fflft-addün li'1-istiglâl olduğunu insanlara haber verir, fcBdirir ve üân ederse, o şey de muaddün li'1-istiglâl olmuş olur.

İcare Maddesine de bakuıız.

MUÂHEDE: Harbe son veren, iki savaşan kavim arasında yapılan mukavele ve savaşı terkle ilgili bir teahhüd demektir.

MUÂKEBE: Ukubet Maddesine bakınız.

MUÂRAZA

MUÂRAZA: Bir kimsenin, hasmının ortaya koy­duğu delile taamız etmeyip; ancak, bu delilin muk-tezasına muhalif ve zıddmı isbât eden diğer bir delil ikâme etmesi demektir.

Şöyle ki: iki delilden biri, bir şeyin (meselâ:) caiz olduğunu, diğeri de caiz olmadığım gerektirse; bu durumda bir muâraza meydana gelmiş olur.^

MUÂRAZA Bİ'L-KALB: Hasmın delilini, aynen alıp, onun (hasmın) aleyhine delil olarak ortaya koy­mak demektir.

MUANNİN: HADÎS-İ MUANNAN Maddesine bakınız.

MUASKER: Ordugâh (= Akserlerin birikip top­landığı yer) demektir.

MÜCÂDİL: CİDAL: Maddesine bakınız.
MÜCİB-İKJS.ÂS: Aslında, ebediyyen mahkunü'd-dem (= hayatı mahfuz ve Öldürülmesi yasak) olan bir kimseyi, amden (= kasden ve bile bile) öldür­mek veya yaralamaktan ibarettir. Ve bu, öldürme­den veya yaralamadan yahut bir uzvu kesmekten dolay! kısas istifasını (= kısas hakkının bi'1-fiil ye­rine getirilmesini sabit kılan şey demektir.

MÛCEB-İ CİNAYET: Caniler (= suç işleyenler) hakkında tatbiki îcâbeden ceza, te'dib ve ta'zib de­mektir.

MUCİR: Acir Maddesine bakınız.

MÛDA: VEDİA Maddesine bakuıız.

MUDİ: VEDİA (= Emânet) Maddesine bakınız.

MUHADDİS: Hadîs Maddesine bakınız.

MÜHÂDENAT (*= HVDNE): - Bir bedel kar­şılığında olsun, olmasın— harbîlerle müsâleha akdet­mek demektir.

Bu kelimeler, aslında sakin olma, rahatlık, âsâyiş mâ­nâlarım ifâde etmektedir. Bundan dolayı, âleme sükûn veren ve fitneyi yatıştı­ran sulha da MÜHÂDENET denilmektedir.

MUHAKEME

MUHAKEME: Da'vâcının, da'vâlıyı, hâkimin huzuruna da'vet edip muhasamada, murafaada bu­lunması

Da'vâ için, iki tarafın mahkemeye başvurması.  İki tarafı dinleyip hüküm verme. Bir hüküm çıkarmak için, bir İşi, zihinde inceleme. Akıl yürütme Yargılama.

MUHALÜL

Beynûnet-i kfibrâ'dan (= üç talâkla boşandıktan) ve iddetten sora, mütallaka'mn (= boşanmış bulunan kadınm) nefsini tezvic ettiği ikinci kocası demektir. Böyle bir kadının, kendisini boşamiş bulunan önce­ki kocasına da MUHALLELÜN LEH denilir. Hil husulüne sebep olan, ikinci bir nikâh ile tekarrüp ise TAHLİL muamelesinden ibarettir.

MUHAKKEM Tahkim Maddesine bakınız.

MUHÂLÜN BİH: Havale Maddesine bakınız.

MUHÂLÜN LEH: Havale Maddesine bakınız.

MUHAREBE: Harb Maddesine bakınız.

MUHÂLÜN ALEYH:  Havale:  Maddesine bakınız.

MUHARRİC Tahric Maddesine bakuıız.

MUHARREMÂT-I ŞERTİYE: İslâm Şerîatinin yasaklamış ve haram kılmış bulunduğu şeyler de­mektir.

Adam öldürmek, hırsızlık yapmak, iffetten veya doğ­ruluktan mahrum bulunmak gibi..

MVHÂSAMA = HUSÛMET

MUHÂSAMA (= HUSÛMET: iki taraf arasındaki düşmanlık; hasımlıkjJNiza' Mücâdele, çekişmek

Karşılıklı da'vâda bulunmak; da'vâlaşmak.

İHTİŞAM = MÜNAZAA

İki tarafın birbiriyle husûmette bulunmaya, da'vâlaş-maya da ihtişam (= Münazaa) denilir.

HASIM kelimesi, HUSÛMET anlamına kullanıl­dığı gibi hasîm (= iki taraftan, iki düşmandan her biri) anlamında da kullanılır.

Hasîm'in çoğulu HÜSEMÂ'dır.

FASL-I HUSÛMET: Bir da'vâyı tetkik ederek bir hükme bağlamak demektir.

MUHSANA: ihsan maddesine bakınız.

İMUHÂYEE: Bölüşülmesi kabil olmayan bir ?e-yi sıra ile yanı nöbetleşerek kullanmak demektir. Diğer bir tarife göre MUHÂYEE: Menfâatlerin tak* sim edilmesinde nöbetleşmek demektir. Muhâyee iki nevidir:
1-) ZAMANEN MUHÂYEE: Müşterek bir evde, bir ay bir ortağın, bir ay da diğer ortağın oturması gibi...
2-) MEKÂNEN MUHÂYEE: Müşterek bir evin, bir odasında ortaklardan birinin, diğer odasında da, di­ğer ortağın oturması gibi...

MUHİL: Havale Maddesine balanız.

MUHSAN: İhsan Maddesine bakınız.

MUHKEM: Müfesser'den daha kuvvetli olan söz­dür. Ve bunların neshedilme ihtimâli de yoktur. Meselâ:' 'Bir kimseye, kayın validesi ebediyyen ha­ramdır." veya: "Cihâd, kıyamete kadar devam ede­cektir." sözleri, birer muhkemdir.

MUHRİM: İHRAM Maddesine bakınız.

MUHTESİB: İhtisab Memurluğu Maddesine bakınız.

MUİR: ARİYET Maddesine bakınız.

MUNAKKILE: Başta veya yüzde meydana gelen bir ara çeşididir. Bu yarada kemik kırılıp yerinden oynamış veya ufanmış olur.

MUNASSAF: Pişirilerek yansı giden ve kuvvet­lenip, nüksir (= sarhoşluk verici) bir hâle gelen yaş üzüm suyudur.

Yani, munassaf da, bir cins şarapar.

MÜRDIA: Süt anne demektir.

MÜSTERDI': Ücretle süt anne tutan kimse de­mektir.

MÜRDI': Çocuğa fUhâİ sütveren, emziren kadın demektir.

MÛSÂ BİH: VASİYET Maddesine bakuıız.

MUSADDIK: Nakil ve ticari eşya kabilinden olan malların zekâtlarını, hükümet memuru sıfatıyle ci-bâyet ve tahsil eden şahıs demektir.

MÛSÂ İLEYH: Vasiyet Maddesine bakınız.

MÛSÂ LEH: VASİYET Maddesine bakınız.

MUSÂNAA: RÜŞVET Maddesine bakınız.

MÛSİ : Vasiyet Maddesine bakınız.

MVSKITÂT-IHUDÛD: Had cezalarını iskât ve izâle eden (= düşüren Ve ortadan kaldıran) sebeple-den ibarettir. Zina ettiğini ikrar eden bir kimsenin, bu ikrarından rücû etmesi (= vaz geçmesi, geri dön­mesi) gibi...

MU'TAK; Efendisi tarafından azâd edimiş bulu­nan köle demektir.

MU'TAKA: Azâd edilmiş bulunan câriye demektir.

MU'TİK: Mülkiyeti altında bulunan köle veya ca­riyeyi azâd etmiş bulunan kimse demektir.

MU'TEMİL: —Tuttuğu işi, san'atı güzelce yap­maya muktedir olamasa bile— çalışmaya gücü ye­ten fakir kimse demektir.

MVTALUK: Karısını boşayan erkek.

MUTALLAKA: Kocasından boşanmış olan kadın demektir.

MUTALLAKA-İ RİC'İYYE: Kocasından, talâk-ı ric'î boşanmış olan kadın demektir.

MUTALLAKA-İ BAİNE: Kocasından, talâk-ı ba-in ile boşanmış olan kadın demektir.

MUKADDERAT: Miktarı, ölçek, tartı, sayı ve­ya uzunluk Ölçüsü ile tâyin ve takdir olunan şeyler demektir.

Mukadderat tabiri mekîlat, mevzûnât, adediyyâtve mezrûât'ı içine alır. ,

Mekilât mevzûnât, adediyyât ve mezrûat mad­delerine —ayn ayrı— bakuıız.

MUKADDİME

MUKADDİME; Bir takım mes'elelerin ve bahis­lerin güzelce anlaşılması için ilgili bulundukları bir kısım mebâdîden (= prensiplerden başlangıçlardan, ilk unsurlardan) İbarettir.

Mün^ura ilmi ıstılahında MUKADDİME: Delilin sıhhati, kendisinin üzerine tevakkuf eden şey de­mektir.

Meselâ: Bir mantıkî kıyâsta suğrâdan ve kübrâdan (= küçük ve büyük önerilerden) herbiri bir mukaddime-i deüTdir.

MUKÂRİN: Bitişik, ulaşmış, erişmiş, yaklaşmış, bir yere gelmiş.

MUKÂRENET: YAKLAŞMA, KAVUŞMA, bi­tişme, bitişildik; uygunluk.

MUKÂTAA: VAKIF Maddesine bakınız.

MÜKÂTAAU VAKIF: VAKIF Maddesine bakınız.

UMUKRİB: Anası arap aü, babası ise acem aü olan beygir demektir.

Babası köle, anası aslen hür bir kadın olan şahsa da lügatte MUKDİB denilir.

MUKRİH: İkrah Maddesine bakınız.
MUKRİZ: Karz Maddesine bakınız1.

MUKTASSUN MİNH : Kısas Maddesine balanız.

MUZÂLEME: ZULÜM Maddesine bakınız.

MUZİHA: Şecce aksamından bir yaradır. Bu ya­rada et ile baş kemiği arasındaki zar gibi deri yırtı­lıp, kemik meydana çıkmış olur.

MÜÂHEDE-NÂME (=KİTÂBÜ'L-MUÂHEDE): Sulh şartlarım bildiren ve iki muha-sım tararından kabul ve imza edilen müsâleha (= sululaşma) vesikası demektir.

Buna ADİH-NÂME de denir. Bununla beraber AHİD-NAME tâbiri,  —daha ziyâde— bir taraftan verilen ahd ve emânı müş'ir (= bildiren, haber veren) vesikaya ıtlak olunmaktadır.

MÜAR: ARİYET Maddesine bakınız.

TİBÂH: Yapılması da, yapılmaması da şer'an caiz olan şey demektir.

Mubahın yapılmasında sevap, terkedilmesinde de gü­nâh yoktur.

Helâl olan bir yiyeceği, meyveyi yemek veya yeme­mek gibi...

MUBAH: §âri-i Mübîn'İn nazarında yapılması veya yapılmaması eşit olan bir fiildir.

Meselâ: Helâl olan herhangi bir yiyeceği yemek ve­ya yememek gibi...

İBABE: Bir şeyi mübâh görmek anlamına gelen bu kelime, ayrıca:' 'Bir yiyeceğin yenilmesine veya bir malın alınıp kaldırılmasına verilen izin ve müsâade" mânâsını da ifâde etmektedir.

MÜBAŞERETEN KATL: Bir şahsın, bir kimse­yi, asiden veya hatâen ve bizzat vurup öldürmesi de­mektir.

MÜBAŞERETEN İTLAF: Bir şeyi, bir başkası­nın bir füli araya girmeksizin, bizzat itlaf etmektir.

Bir şeyi, böyle mübâşereten, —-başkasının fiili olmadan— itlaf eden şahsaFÂİL-İ MÜBAŞİR denir.

FÂİL-İ MÜBAŞİR: Bir şeyi, bizzat telef eden kim­se demektir.

MÜBÂREZE: Birbirinin dengi sayılacak İki sa­vaşçının, savaş meydanına atılarak, karşılıklı savaş­maya başlamaları demektir.

MÜBAŞİR: Bizzat fâü olan, yani: Bir şeyi, biz­zat husule getiren kimse demektir.

MUBAYAA: Karşılıklı olarak yapılan alım - sa­tım işlemi demektir.

MÜBEZZİR: Tebzîr Maddesine bakınız.

MÜCÂHEDE: Muharebe, savaş; nefs-i emmâre ile mücâdele ve muharebede bulunup; ona, ağır, me-şakatli geldiği hâlde, şer'an matlup olan şeyleri yük­lemek demektir.

MÜCÂBİD: Düşmanla veya nefs-i emmâresi ile, mücâhede eden, savaşan müslüman kimse demektir.

Cihâd, Maddesine de bakınız.

MÜCBÎR: İkrah ve İcbar Maddelerine bakınız.

MÜCÂZEFE: Cüzaf Maddesine bakınız.

MÜCMEL: Mânâsı anlaşılmayacak derecede ka­palı olan ve anlaşılması, ancak o sözü söyleyen şa­hıs tarafından bir beyân (= açıklama) ilâvesine bağlı bulunan lafızdır.

Az kullanıldığı için garaibten sayılan lafızlarla, mü-teaddid mânâlara vaz edilmiş lafızlar ve kendisi ile, söyleyen şahsm ne kasdettiği anlaşılmayan lafızlar bu kabildendir.

Meselâ: Hırsı çok, sabrı az kişi anlamına gelen HE-LÛ lafzı garâibten olduğu için mücmeldir. Ribâ lafa da bu cümledendir.

MÜCRİM; Cürm Maddesine bakınız.

MÜDÂFAA: Savunma. Def etme. Bir saldırışa karşı koyma. Kuruma. Korunma. Hasmın iddiasına karşı karşı koyma. Birborcu, "bugün,yann.."diyerekoyalamavete-hir etme anlamında da kullanılır.

MÜDÂFAA-İ MEŞRÜA = MEŞRU MÜD­FAA: Haksız yere vuku bulan bir tecâvüze, bir sû-i kasde karşı, meşru, bîr şekilde mukavemette bulu­nup, onu def etmeye çalışmak demektir.

MÜDEBBER: Azâd olması, efendisinin ölmesi­ne bağlanmış bulunan köle demektir.

MÜDEBBERE: Müdebber'in müennesidir; yani azâd olması efendisinin Ölmesine bağlanmış bulunan câriye demektir.

MVDDEÎMUALLİL: Bir mes'eleyi iltizam ede­rek, hakkında delil irâd eden kimseye, âdab ilmi ıs­tılahında: Müddet, muaHil denilir.

SAİL: Müddeî, MuaUiPin ortaya koyduğu delili kabul etmiyen şahıs demektir.

Bir mes'eleyi mücerret hikâye edip ahhatini veya adem-i sıhhatini iltizam etmeyen kimseye de NA­KİL denilmektedir.

MÜDEBBİR: Memlûkumm itkini (= köle veya cariyesinin hürriyete kavuşmasını) kendisinin ölümü­ne bağlamış olan efendi demektir. Yani, memlûkü-ne: "Ben öldüğüm zaman, azâd ol." demiş olan efendidir.

MÜDÂYENE: Karşılıklı borç edinmek; bir biri­ne borç para vermek anlamına gelir.

Deyn Maddesine de bakınız.
MVESSESÂT7HAYRİYYE: Mescitler, medre­seler, mektepler, kütüphaneler, hanlar, zaviyeler, ri-batlar, imarethaneler, çeşmeler, köprüler, kuyular, hastahâneler, kabristanlar gibi, ammeye faydalı olan vakfedilmiş eserler demektir.

VAKIF Lİ'S-SEBÎL tâbiri de MÖessesât-ı Hay-riyye anlamında kullanılır.

VAKIF Maddesine de bakınız.

MÜFÂDÂT-IÜSERÂ: Birbirleri ile savaşan iki kavmin almış oldukları esirleri karşılıklı olarak de­ğiştirmeleri demektir.

MÜFÂREKAT

MÜFAREKAT: Lügatte: İki şeyin veya iki kim­senin, birbirinden ayrılması, iftirak etmesi demektir.

' Fıkıh ıstılahında MÜFÂREKAT: Zevciyet rabıtası­nın (= kan - kocalık bağımn) çözülmesiyle, kan ile kocanın birbirinden ayrılması demektir. Kan - kocanın birbirlerinden aynlması ya talâk (= boşanma) ile veya nikâh akdinin feshedilmesiyle vuku bulur.

Mûfârekat tâbiri, ayrılığın bu iki şeklini de İçine alır. Bu hususta FİRKAT tâbiri de kullanılır.

MÜFAVVİZE

MÜFAVVİZE: Nikâh işini, velisine tefviz ve ha­vale eden ve mehirden bahsetmeyen kadın demektir.

TEVFİZ: Lügatte: İhmâl anlamına gelir. Mehrin tâyin ve tesmiye edilmemesi bir ihmâl de­mek olduğundan, mehir tesmiye edilmeden veya nef-yedilerek yapılan bir nikâh işine tefviz denilmiştir. Nikâh İşinde tefviz iki kısımdır:
1-) TEFVİZÜ'L-BÜZU': Bir kimsenin, velayeti ic­bar altında bulunan bir kızı, bir şahsa, mehir olma­dan tezvic etmesi veya bir kadının mehirsiz tezvic edilmesi için velîsine izin vermesi demektir.
2-) TEFVİZÜ'L-MEHR: Bir kimsenin, bir kadını, kendisinin veya o kadının yahut onun velîsinin veya bir yabancının söyleyiceği bir mehir üzerine tezev-vüc etmesidir.

MÜFESSER: Beyân-i tefsir veya beyân-ı takrir se­bebiyle, mânâsı nas'dan daha vazıh (= açık, anlaşı­lır) olan söz demektir. Ki, bu sözün, neshten başka bir şeye ihtimâli bulunmaz.

Meselâ: "Seni azâd ettim." sözü bir nas'tu-; "Seni, kölelikten azâd edep, hürriyete kavuşturdum." sö­zü İse müfesserdir.

MÜFLİS : İflas Maddesine bakınız.

MÜKÂBERE: Bir ilmî mes'ele hakkında, -doğruyu ortaya çıkarmak için değil— bilakis, sade­ce hasmı ilzam ve ıskat için münazarada bulunmak demektir ki, böyle bir davranış, dinimizce pek kötü ve mezmûm görülmüştür.

ÜMÜK ATEHE: Efendi ile memlûkü arasında, bir karşîlik mukabilinde memlûkün hürriyete kavuşma­sı hususunda yapılan karşılıklı anlaşma, sözleşme de­mektir.

KİTABET Maddesine de bakınız.

MÜKATEB: Efendisi ile kitabet akdinde bulun­muş olan köle demektir.

MÜKÂTEBE: Efendisi ile kitabet akdinde bulun­muş olan câriye demektir.

MÜKÂTİB: Memiûkünü (= köle veya cariyesi­ni) kitabete bağlamış bulunan efendi demektir.

MÜKÂTEBETÜ'L-VASÎ: Bir vasinin, vesayeti altındaki yetime ait olan bir köle veya cariyeyi kita­bete bağlaması demektir.

MÜKÂTEBE-İ ME'ZÛN: Kendisine ticâret yap­ması için izin verilmiş bulunulan bir memlûkü kita­bete bağlamak demektir.

Ancak, bu izinli memlûk borçlu bulunursa, alacak­lılar bu kitabeti reddedebilir.

MÜKÂTEBETÜ'L-MÜKÂTEB: Kitabete bağlan­mış bir kölenin, kendi memlükûnü (= köle veya ca­riyesini) kitabete bağlaması demektir. Ve bu kitabet akdi de muvâzene kabilinden olduğu için caizdir.

MÜKÂTEBETÜ'S-SAĞÎR: Henüz bulûğa erme­miş olan bir küçüğün kitabete bağlanması demektir ki, duruma bakılır: Eğer, bu


Eser: Fetvayı Hindiye

  • Yeni Ekle
Yorumlar (0)

Fetvayı Hindiye

 

Son eklenen ruyalar

Sitemizde yer alan soruların cevapları özenle islami eserlerden seçilerek yazılmaktadır.
..